Beklenen oldu ve Standart & Poor’s Japonya’nın uzun dönem kredi notunu düşürdü. Beklenen diyoruz çünkü Japonya’nın kırılganlıklarını 2009 Şubat ayından bu yana bu blogda değişik yazılarda vurgulamıştık. Japon ekonomisinin zayıf yönleri son iki yıl içinde düzelme göstermediği gibi gelecek yıllarda da düzelme gösterecek gibi durmaması sebebiyle kararın geç açıklanmış bir karar olduğunu söyleyebiliriz.
S&P Japonya’nın bütçe açığının önümüzdeki yıllarda da azalmayacağını ve açığın esnekliğinin de giderek zayıfladığını vurguluyor. Ülkenin borçlarının milli gelire oranı gelişmiş ülkeler içinde en yüksek olanlardan biri. %205 seviyelerindeki oran ABD’yi strese sokan %95 ile karşılaştırıldığında son derece yüksek bir oran.
Bütçe üzerinde gerekli tedbirler alınmaya çalışılsa da ülkenin demografik yapısı riskin azalmasına engel oluyor. Yaşlanan nüfus ve toplumu belli bir seviyede tutacak genç kuşağın olmaması bir diğer aşılamaz sorun olarak öne çıkıyor. Demografik yapıyı normalleştirici politikalar ve göçmen prosedürleri de maalesef şimdiye kadar hayata geçirilmiş değil. Belki de sorunu robotlarla aşmayı planlıyorlardır.
Yükselen borç seviyesi sadece Japonyanın sorunu değil elbette. Krizin başından bu yana dünyada yaşanan en önemli global ekonomik değişikliğin ne olduğu sorusu sorulsa herhalde büyük çoğunluk özel sektörden kamu kesimine artan borç tutarlarıdır diyecektir. Derinleşen krizi yavaşlatmak için hükümetler tüm dünyada bail out denilen bir mekanizmayı çok fazla kullandılar. Şirketlerin bilançolarındaki borçları alarak (yani şirketlere ortak olarak) o şirketlere nakit para enjekte ettiler. Kısa vadede stabilizasyon getiren bu uygulama uzun vadede hükümetler üzerine tahakkuk bulutlarını getiriyor.
Dünyanın 2 büyük ekonomisi Avrupa Birliği (16 trilyon dolar) ve ABD (14 trilyon dolar) devletlerden şirketlere kredi transferinin 2 lideri. ABD neredeyse ülkenin tüm banka, sigorta ve mortgage şirketlerinin borçlarını üstlenmiş görünüyor. Aynı durum AB için de geçerli. Bu yüksek borç seviyeleri dolar ve euro’da volatiliteyi artırıyor şüphesiz.
Borçlar giderek artarken hükümetler ve halkın bu borç stokuna duygusuzluğu da giderek artıyor. Borçlar sosyalleştiriliyor. Dünyanın toplam dış borç yükü 41.6 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Böyle bir ortamda insanların altın ve gümüşe sarılmaktan başka bir çözüm bulamamaları son derece normal sanırız.
S&P Japonya’nın bütçe açığının önümüzdeki yıllarda da azalmayacağını ve açığın esnekliğinin de giderek zayıfladığını vurguluyor. Ülkenin borçlarının milli gelire oranı gelişmiş ülkeler içinde en yüksek olanlardan biri. %205 seviyelerindeki oran ABD’yi strese sokan %95 ile karşılaştırıldığında son derece yüksek bir oran.
Bütçe üzerinde gerekli tedbirler alınmaya çalışılsa da ülkenin demografik yapısı riskin azalmasına engel oluyor. Yaşlanan nüfus ve toplumu belli bir seviyede tutacak genç kuşağın olmaması bir diğer aşılamaz sorun olarak öne çıkıyor. Demografik yapıyı normalleştirici politikalar ve göçmen prosedürleri de maalesef şimdiye kadar hayata geçirilmiş değil. Belki de sorunu robotlarla aşmayı planlıyorlardır.
Yükselen borç seviyesi sadece Japonyanın sorunu değil elbette. Krizin başından bu yana dünyada yaşanan en önemli global ekonomik değişikliğin ne olduğu sorusu sorulsa herhalde büyük çoğunluk özel sektörden kamu kesimine artan borç tutarlarıdır diyecektir. Derinleşen krizi yavaşlatmak için hükümetler tüm dünyada bail out denilen bir mekanizmayı çok fazla kullandılar. Şirketlerin bilançolarındaki borçları alarak (yani şirketlere ortak olarak) o şirketlere nakit para enjekte ettiler. Kısa vadede stabilizasyon getiren bu uygulama uzun vadede hükümetler üzerine tahakkuk bulutlarını getiriyor.
Dünyanın 2 büyük ekonomisi Avrupa Birliği (16 trilyon dolar) ve ABD (14 trilyon dolar) devletlerden şirketlere kredi transferinin 2 lideri. ABD neredeyse ülkenin tüm banka, sigorta ve mortgage şirketlerinin borçlarını üstlenmiş görünüyor. Aynı durum AB için de geçerli. Bu yüksek borç seviyeleri dolar ve euro’da volatiliteyi artırıyor şüphesiz.
Borçlar giderek artarken hükümetler ve halkın bu borç stokuna duygusuzluğu da giderek artıyor. Borçlar sosyalleştiriliyor. Dünyanın toplam dış borç yükü 41.6 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Böyle bir ortamda insanların altın ve gümüşe sarılmaktan başka bir çözüm bulamamaları son derece normal sanırız.
1 yorum:
Avrupa ve japonya kapitalist ekonomilerini analiz etme tarzınızı sevmedim.Bazı olayları (onbir yaşındaki çocuk gibi)krizleri açıklamada kullanma mantığınız hiç iyi olmamış.Siz Kapitalist-Emperyalist sistemi tanımıyorsunuz.Kapitalist sistemin ekonomik ve sosyal yasalarını bilmiyorsunuz.
Kapitalist sistem Özel mülkiyet sistemidir.Bu nedenle sistemin yasalarını, özel mülkiyetin toplum aleyhine yoğunlaştığı şirketler belirler.Kapitalizmin ana özelliği proleteryanın ürattiği artı-değer'e el kapitalist lehine gasp etmesidir.İkinci temel özelliği dünyanın yüzde doksanı uluslar arası şirketlerin özel müliyeti haline gelmesidir.Mesela kardeniz bölgesi gibi bazı yerler henüz ele geçirilmemiş yerlerdir ve şiketler buraları ele geçirmek için yerli işbirlikçileri kullanmaktlar.
Amerika,Avrupa ve Asya ülkelrin krizlerini kapitalist sistemin genel krizinin içinde görmek ve mütala etmek doğru analiz olur.Gelişmiş kapitalist ülkeler kendilerindeki finans krizin olabildiğince büyük miktarlarını geri kapitalist ülkelerin halklarına işbirlikçi hükümetler eliyle ödetiyorlar.Tıpkı Amerikanın açkılarını bizim ödediğimiz gibi.Tıpkı Almanyanın Krizini ve bütçe açıklarını Yunanistan,portekiz vs ödediği gibi.
AB'nin başkanlar toplantısında konuşulanların hiç birisi basında yazmıyor.Halklar açıkça aldatılıyor.Borçlu-Alacaklık ilişkisinde Alaçak tarfın verdiği borç para asla bitmez.Borçlunun ödediği faizlerde Ana parayı asla ödemez.Yunanistan ve Türkiye örneğinde olduğu gibi Ana borç para ve faiz daha fazla yükselirken,borç veren tarafın şartları giderek daha ağır hale gelir.Almanyanın yunanistana dayatığı budur.
Yorum Gönder