12 Haziran 2011 Pazar

Bankaların Sermaye Yeterlilik Oranı ne olmalı?

ABD Hazine Bakanı T.Geithner, düzgün işleyen bir global finansal sistem için en kritik unsurun “Sermaye” olduğunu söylemesi sanırız kimseyi şaşırtmamıştır. Finansal krizle birlikte popülerliğini iyice arttıran bu kavram gerçekte neyi ifade ediyor? Finansal krizin bankaları savurmaması için bir bankanın ne kadar sermayesi olmalıdır?

Finansal anlamda sermaye, varlıklar üzerindeki mülkiyet hakkı olarak olarak tanımlanabilir. Bir banka için sermaye, ortakların faaliyetler süresince karşı karşıya kalacakları riskler için koydukları parayı ifade eder. Sıradan bir tüketici için ise sermaye, kredi kullanılarak alınan bir ev için, ev fiyatı ile bankadan alınan kredi tutarı arasında kalan ve alıcı tarafından satıcıya ödenmesi gereken kredi dışındaki kısmı ifade eder. Kısacası, ekonomik fırtınalara karşı korunmanın finansal olarak en doğal yöntemine sermaye diyebiliriz.

Genel kabullenme, bankaların ne kadar fazla sermayeye sahip olurlarsa iflas olasılıklarının da o ölçüde az olduğudur. Yaşanan finansal krizin tetiklediği banka çöküşleri bunu ortaya koymaktadır.

Bu noktada bankacılığın global düzenleyici kuruluşları ile bankaların konuya bakış şekli ayrışmaktadır. Bankalar risk yönetiminde yeterince başarılı olduklarını düşünmektedirler. Büyüyen bankacılıkla birlikte artan riskler yeni sorunlar yaratsa da bankalar bu sorunlarla uğraşmanın yeni yöntemlerini geliştirmektedirler. Bu nedenle de yüksek sermayeye ihtiyaç duymamaktadırlar.

Düzenleyici kuruluşlar ise bunun tam tersini düşünüyorlar. Bankaların, kredilerinin batma ihtimali nedeniyle yüksek sermaye düzeylerine ihtiyacı olduğuna inanıyorlar. Son dönemlere kadar yüksek ratingli ülke tahvillerini risksiz olarak değerlendiren düzenleyicilerin, bu kredilerde de riskin artması nedeniyle önceki kararlarını yeniden gözden geçirmeye başladılar. Bu yöndeki düzenlemelerin bankalara geçmişte çok fazla devlet tahvili satın almaya ittiği, şirket tahvillerine olan yatırımın azaldığı ve bunun sonucunda da bugün artan ülke risklerinin bu bankaları büyük tehlike altına soktuğu görülmektedir.

Büyük bankalarca taşınan bu riskin tüm dünya bankacılığını da etkileyebilecek sistemik risk taşıdığını bilen düzenleyici kuruluşlar şimdilerde, bu bankaların sermaye düzeylerinin ne olması gerektiği üzerinde karar vermeye çalışıyor.

Sistemik Risk nedir?
Sistemik risk kavramı küresel krizle birlikte sermaye yeterliliklerin ölçülmesinde dikkate alınmaya başlanan bir kavram. Tüm finansal sistemin veya tüm piyasanın çökmesi riskini ifade ediyor. Basit bir örnekle açıklamaya çalışalım. Örneğin bir banka ile ilgili olumsuz gelişmeler, o bankaya parasını yatıran müşterilerin, yatırdıkları paraları kurtarmak için bankaya hücum etmesine sebep olacaktır. Bu durum piyasada hemen artçı bir şok yaratır. O bankaya borç veren diğer bankaların kredilerini geri alma riski, onları da bir anda riskli duruma sokacaktır. Mudilerin yarattığı risk dalgaları, likidite sıkıntısına dönüşerek bir anda tüm piyasaya yayılacak ve sistemin tamamında varlıkların kalitesinin bozulmasına sebep olacaktır. İşte global düzenleyiciler, bu bağlantılar zincirinin yarattığı sistemik risklere karşı finansal sistemi korumak istemektedirler.

Bankacılığın küresel düzenleyicileri tarafından önümüzdeki günlerde belirli bir çerçeveye oturtulması beklenen ve yaklaşık 20’nin üzerindeki büyük bankanın, finansal sisteme sistemik risk yaratmamaları için sahip olmaları gereken sermaye yeterliliklerini belirleyecek düzenlemeler merakla bekleniyor. Fakat bankalar sermaye yeterlilik oranlarının yüksekliği konusunda ciddi kaygılara sahipler. Yüksek sermaye oranının yüksek maliyetleri de beraberinde getireceğini belirtiyorlar. Bunun da müşterilere yüksek kredi faizi olarak yansıyacağını söylüyorlar. Faizlerin yükselmesinin şirketlerin yatırımlarını azaltarak ekonomik büyümeyi azaltacağından endişe ediyorlar.

Sermayenin ekonomik büyüme ile ters korelasyona sahip olduğunu düşünmek ne kadar doğrudur acaba? Bu konuda yapılan araştırmalar kesin bir sonuç vermemiştir. 3 büyük İngiliz bankasının verileri ile İngiltere ekonomisin son yüz yıllık verileri karşılaştırıldığında yüksek sermaye miktarının büyümeyi azalttığı yönünde kesin bir ilişki bulunamamıştır. Bazı araştırmalarda da sermaye seviyesinin faiz oranları üzerinde çok düşük tutarda etkili olduğu belirlenmiştir.

Öte yandan sermayenin finansal kriz dönemlerinde bankaları koruyan en önemli faktör olduğu 2007 finansal krizi sonrasında anlaşılmıştır. İngiltere Merkez Bankasının (BoE) ortaya koyduğu veriler, finansal krizlerin bir bankayı çökertmemesi için gerekli sermaye yeterlilik oranının %20 olduğunu söylemektedir. Buna karşın aynı oran Uluslar arası Ödemeler Bankası (BIS) tarafından %13 olarak belirlenmiştir. Görülüyor ki düzenleyici kuruluşlar bile sermaye yeterlilik oranlarında mutabakata varamamaktadırlar.

Basit bir orandan ibaret olarak görülen bankaların sermaye yeterlilik hesaplamaları aslında son derece zor bir süreci ifade etmektedir. Küresel bankacılığın son yıllarda oldukça karmaşık bir yapıya bürünmesi, finansal ürün ve hizmetlerin sayısının artması bankaların sermaye yeterlilik oranlarını mevcut düzenlemeler paralelinde hesaplamalarını da güçleştirmektedir.

Büyük ve kompleks bankalar için risk kategorileri son yıllarda büyük bir artış göstermiştir. Basel I’de 7 adet risk sepeti varken Basel II’de 200.000’in üzerine çıkmıştır. Bu kapsamda büyük bir bankanın sermaye yeterlilik oranını hesaplamak için 200 milyonun üzerinde işlem yapılması gerekmektedir. Bu sözler BoE yöneticilerinden A.Haldane’nın 9 Ocak 2011 tarihli bir konuşmasında yer almaktadır.

Sermaye yeterlilik oranlarının hesaplamasında, farklı sınıflardaki varlıkların farklı ağırlıklarla değerlendirilmesi şeklinde bir yöntem izleniyor. Bu da bankalara hata ve manipülasyon yapmada büyük bir kırılganlık sağlıyor. Bu oranların hesaplamasında teknolojinin getirdiği kolaylıklardan ne kadar yararlanılırsa yararlanılsın hesaplamaların doğruluğunun test edilmesi çok mümkün gözükmemektedir.

Görüldüğü gibi bankalar için ideal bir sermaye yeterlilik oranının düzenleyici kuruluşlar tarafından ortaya konması ve konulan bu oranın bankalar tarafından tam bir kesinlikle hesaplanması oldukça zor bir iştir. Bununla birlikte 1988 yılında Basel I ile başlayan, 2004 yılında Basel II ile devam eden ve geçtiğimiz yılın sonlarında Basel III ile nihai haline ulaşan düzenlemeler, geçmiş tecrübeler ile birlikte değerlendirildiğinde, bu yöndeki yol haritasının son durağı olmayacağını düşündürmektedir.