31 Temmuz 2012 Salı

Jaipur Foot giymezse Avrupa yürüyemez!

Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Mario Draghi, ülke borçlarına yönelik mücadelesinde çözüm bulma peşinde. Geçtiğimiz hafta euroyu korumak için ne gerekiyorsa yapacağını açıklayan ve piyasalarda ralliler başlatan Draghi bu hafta İspanya ve İtalya borçları karşısında kara kara düşünüyor. Yapılacak şey belli. Bu ülkelerin tahvillerini satın almak. Peki sizce bu doğru hareket mi?

İtalya ve İspanya’nın ayakları üzerinde duramamasına neden olan etken ödeyemediği tahvil borçları. Bugüne kadar yaratılan borç o kadar yüksek bir seviyeye gelmiş ki ödenmesi mümkün değil. ECB’nin İtalya ve İspanya tahvillerini satın alması ülkelere kısa vadede rahatlama sağlarken uzun vadede borç yükünün artması anlamına gelecek. Borç daha çok artacak ve ödenmesi daha zor olacak. Gelecekte bu ülkelerin ayakta durması ise daha zor olacak. Öyleyse gerçek çözüm ne olmalı?

Tahviller işlerin kötü gittiği dönemlerde pahalı bir borçlanma yöntemidir. Zor durumdaki ülkelerin ilerleyen dönemlerde bu borç yüküne dayanması imkansızlaşır. Yunanistan örneğinde de yaşanan budur. Borçlarını ödemek için daha fazla tahvil çıkaran Yunanistan sonunda borçtan kımıldayamayacak noktaya gelmiştir. Öyleyse çözümün daha ucuz bir finansmanda aranması gerektiği anlaşılmaktadır. Peki bu ülkeler bu finansmanı nereden bulacak ve kendi ayakları üzerinde durmayı nasıl başaracak?

Dünyada 20 milyonun üzerinde bacağı olmayan insan bulunuyor ve savaşlar, yaralanmalar, sakat doğumlar ve diğer etkenler ile bu rakama her yıl 250 bin kişi daha ekleniyor. Çoğu yoksulluk içinde olan bu insanların yeniden yürümesi için gerekli protezleri almaları için büyük paralara ihtiyaçları var. Mesela böyle bir protezi Amerika’dan almak istemeleri durumunda ödemeleri gereken fiyat 8.000 dolar seviyelerinde. Sizce bu fiyatı kaç kişi ödeyebilir? Eğer bu parayı bulamazlarsa dünyanın geri kalmış ülkelerindeki milyonlarca kişi bir daha yürüyemeyecekler mi?

Hintli bir mimar olan Ram Chander yürüyemeyen insanların zor durumlarını sürekli düşünen biridir. Birçok insan protez alamazken, alabilecek kadar zengin olanların da bu esnek olmayan aletler ile zor hareket ettiklerini görmektedir. 60’lı yılların sonunda bisikleti ile işine giden Chander’ın başına sıradan bir kaza gelir ve bisikletinin lastiği patlar. Yakındaki bir bisiklet tamircisine giderek lastiği tamir ettirir. Bisiklet ustası lastiği tamir ederken Chander’in gözü vulkanize lastikle tekerleği kaplayan ustadadır. Vulkanize lastik onun yıllardır aradığı şeydir.

Ram Chander, 1969 yılında Jaipur Foot adlı protezleri üretmeye başlar. Protezler o kadar başarılıdır ki neredeyse gerçek bacak gibi hareket edebilmektedirler. Bugün dünyanın en çok kullanılan ve en kaliteli protez markası Chander’in vulkanize lastikten ürettiği Jaipur Foot adlı protezlerdir. Böyle özel bir buluşu yapan Chander’in diğer büyük mucitler gibi soluğu patent dairesinde alması beklenirdi elbet. Fakat Chander, ürününün başka bilim adamları tarafından geliştirilerek yoksul ve sakat kişilerin hayatlarının daha da kolaylaştırılması adına patent hakkını bile almamıştır. Buna rağmen 40 yıldır bu ürün dünyanın en kaliteli protezi olabilmeyi başarmıştır. Peki Chander bu ürünü kaç paraya üretip satmaktadır dersiniz? Amerika’da 8.000 dolara satılan rakibinden onlarca kat daha kaliteli olan bu protez sadece 30 dolara satılmaktadır. İşte Jaipur Foot’un bu maliyeti milyonlarca insanın hayatını kurtaran tek gerçektir.

Borç yükü altında ezilen ülkeler de ayakları üzerinde yürüyemeyen insanlara benzerler. Aşırı maliyetli yöntemler onların ayakta durmasına engel olur. Bu nedenle ucuz maliyetli yöntemlere başvurulması gerekir. Bugün İtalya ve İspanya ECB tarafından satın alınacak tahviller ile 8.000 dolarlık protez takmış gibi olacaktır. Oysa bu tutar onun ödeyebileceğinin üzerindedir. Peki 30 dolarlık Jaipur Foot’u nereden bulacaklar öyleyse?

Her iki ülke birkaç yıl önceye kadar %2’ler seviyesinde borçlanıyordu ve bu son derece düşük bir rakamdı. Fakat şu anda bu oranın %500 üzerine çıkılmış durumda. Bu tehlikeli bir durum. Peki çözüm ne derseniz; çözüm mahallenin bisiklet tamircisinde saklı. Her iki ülkenin de bir an önce milli gelirini arttıracak iç dinamikleri hayata geçirmesi ve eskiden olduğu gibi yeniden üretmesi gerekecek. Tüketim toplumu değil üretim toplumu olmayı yeniden deneyecek. Ancak bu şekilde ekonomileri düzlüğe çıkabilir ve borç seviyeleri aşağıya düşebilir. Kısa vadede bu yapılamayacağı için ECB’nin yapması gereken bu tahvillerin faiz yükünü kendisinin üstlenmesi olabilir. Tıpkı yoksul insanlara kendini adayan Chander'in, ürünün daha da geliştirilerek yoksulların hizmetine sunulması hayaliyle Jaipur Foot'un patent hakkını almaması gibi.

İtalya ve İspanya Jaipur Foot giyemedikleri sürece yürüyebilmeleri artık mucizelere kalmış durumda.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Tom Sawyer mucizesi

Piyasalar büyük merkez bankalarının piyasalara müdahale ederek nakit enjekte etmesi beklentilerine kilitlenmiş durumda. Likidite enjekte etme işlemi nasıl olursa olsun hisse senedi piyasalarının işine yarıyor. Merkez bankaları tahvil de alsalar, sorunlu varlık da alsalar ya da herhangi bir şekilde bankalara ödünç de verseler olacak şey aynı: Hisse senedi fiyatları artışa geçecek.

Merkez bankaları için bu işlem aslında bir görev. Çünkü ekonomiyi yöneten politikler, bozulan ekonomik koşulların yaşatacağı etkileri ortaya çıkarmamak için piyasaları rahatlatan bu nakit pompalama işlemini merkez bankalarına daha önceden emretmiş durumdalar. Yani aslında her halükarda merkez bankaları piyasaya para sürmek zorundalar. Aksi takdirde zaten bozuk olan reel ekonomik dengesizlikler daha da açığa çıkacak. Piyasaya enjekte edilen para ağırlıklı olarak getirinin en yüksek olduğu hisse senedi piyasalarına akacağı için hisse senedi endekslerinin parlak görüntüsü bozuk ekonomik şartların önünde ilüzyon yaratarak gerçekleri gizleyecek. Böylece herkes piyasalara daha çok saldıracak. Hisse senedi almak için kuyruğa girecek ve son 4 yıldır yaşanan geçici parlaklık yeniden yaşanacak. Peki, merkez bankalarının piyasaya para enjekte etme yükümlülüğü artık herkesin bildiği bir gerçekse; nasıl oluyor da merkez bankaları nakit enjekte işlemini yapmak istemezmiş gibi görünüyorlar?

“Piyasaların gözü merkez bankalarında” başlıklı haberler neden aylardır ekonomi manşetlerindeki yer alırken; merkez bankaları bu görevini sürekli bir erteleme telaşı içinde? Piyasaları coşturacağı neredeyse kesin olan bir işlem merkez bankaları tarafından neden geciktiriliyor?

Aslında bu sorunun yanıtı Mark Twain’in 1876 yılında yazdığı Tom Sawyer’ın Maceraları adlı romanında saklı. İsyankar, akıllı, alıngan tavırlı ama parlak fikirli Tom Sawyer karakterini birçok kişi hatırlayacaktır. Sıkı disiplinli Polly adlı halası ile yaşayan Tom Sawyer’ın yaratıcı zekası her zaman onu sıkıntıdan kurtarır. Tıpkı halasının verdiği çit boyama görevinde olduğu gibi.

Polly Hala, boyası aşınan çitleri boyama görevini Tom Sawyer’a verir. Fakat Tom bu sıkıcı görevden hiç hoşlanmaz. Üstelik çitleri boyarken arkadaşlarının alay dolu gülüşmelerine de katlanmak zorundadır. Derken Tom’un aklına parlak bir fikir gelir. İşten hoşlanıyormuş gibi görünerek çitleri boyamaya başlar. Yaptığı işten büyük zevk alır gibidir. Arkadaşları anlamsız gözlerle Tom’u izlemektedirler. Tom arkadaşlarına dönerek, “Hayatımda bu kadar zevkli bir iş yapmadım” der. “Böyle bir zevki insan ömründe kaç kere yaşar?”

Tom’un sözlerini işiten arkadaşları büyük bir meraka kapılırlar ve boyama işini merak ederler. Tom’dan fırçayı alarak kendilerinin de boyamak istediğini söylerler. Tom bir an düşünür ve yapılan teklifi ret eder. Arkadaşları şaşkın ve mutsuzdurlar. Fakat Tom onların bu halini görünce dayanamaz. Kabul ettiğini söyler. Fakat bir şartı vardır. Böyle zevkli bir iş için herkes kendisine para ödeyecektir. Arkadaşları bu öneriyi kabul ederler ve Tom’a istediği parayı öderler. Tom da onlara fırçaları verir. Bu alışveriş sonrasında Tom’un arkadaşları o kadar mutlu olurlar ki çitleri boyarken hayatlarının en zevkli işini yapar gibidirler.

Yazımızın başına dönersek Merkez Bankalarının piyasalara nakit pompalamak için neden beklediklerini sormuştuk. Tom’un çitleri boyamak için fırçaları arkadaşlarına vermedeki isteksiz hali, FED ve ECB’nin piyasalara para sürmeyi sürekli ertelemeleri ile aynı nedene dayanmaktadır. Bu iki merkez bankası piyasalara ne kadar geç para sürerse, piyasa oyuncuları üzerinde etkisini o kadar arttıracak ve piyasaya para sürüldüğünde Tom’un arkadaşları boyama işinden zevk aldığı gibi yatırımcılar da hisse senedi piyasalarına sardırarak daha büyük bir balon oluşturacaklardır. Böylelikle bozulan global ekonominin önlenemez etkileri ertelenmeye çalışılacaktır. Kısacası fırçalar ne kadar geç verilirse yani nakit ne kadar geç enjekte edilirse, piyasa oyuncuları o kadar çok mutlu olacaklar ve piyasaya daha bir coşkuyla saldıracaklardır.

İnsan davranışlarının önemli bir kuralı vardır. Birinin bir şeyi çok istemesini sağlamak için yapılması gereken o şeyin elde edilmesini zorlaştırmaktır. Merkez bankalarının piyasaya para sürme işini sürekli ertelemeleri de bu nedenledir. İşte bu Tom Sawyer mucizesidir.

29 Temmuz 2012 Pazar

Sizce ilk taşı kim atsın?

Neden hepimiz suç işlemeye meyilliyizdir? Böyle bir soruyu dahi kabul etmeyecek birçok kişi vardır mutlaka. Fakat bu, kişilerin suç işlerken nasıl bir muhasebe içinde oldukları gerçeğini bilimsel olarak ortaya koyduğunuzda fazla geçerli bir argüman olmayacaktır.

Suçun doğasını en geniş anlamıyla değil de, biraz daraltarak, finansal piyasalar içinde nasıl ortaya çıktığını ve buna yönlendiren düşünce şeklinin nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışalım. Sonrasında da finansal piyasalarda bir yatırımcıyı suçlu ilan ettikten sonra ilk taşı kimin atacağını bulmaya deneyelim.

Bundan yaklaşık 20 gün önce, 13 Temmuz 2012 tarihinde, Hong Kong merkezli bir aracı kurum olan Well Advantage Limited ve birkaç trader bir Kanada’lı şirketin hisse senetlerini almaya başlarlar. Bu trader’ların ortak özelliği daha önce bu şirketin hisse senetlerini hiçbir zaman almamış olmalarıdır. Satın aldıkları hisse senetleri Kanada’nın 12. büyük petrol şirketi Nexen Inc.’dir. Birkaç trader tarafından alınan hisse senedi tutarı 13 milyon dolardır. Bu trader’lar tarafından Nexen hisselerinin alımı 7 gün boyunca devam eder. Ta ki 23 Temmuz 2012 tarihine kadar.

23 Temmuz 2012 tarihinde Çin’in en büyük petrol ve doğalgaz arama şirketi CNOOC Ltd. bir basın açıklaması yapar. Açıklamada Cnooc, Nexen’i 15,1 milyar dolara satın alacağını duyurmaktadır. Bu habere çok şaşıran piyasalar Nexen hisselerine saldırırlar. Nexen hisseleri, duyurunun yapıldığı 23 Temmuz günü %60’lık bir değer artışı yaşar. Bir gün içinde yaşanan bu artış inanılmazdır. Nexen yatırımcıları birkaç gün içinde büyük bir kazanç sağlamışlardır.

ABD Sermaye Piyasaları Kurumu SEC, 27 Temmuz 2012 tarihinde bir duyuru yapar. Duyuruda Well Advantage adlı şirketin varlıklarını dondurduğunu açıklar. Gerekçe hisse senetlerinin alımından önce şirketten bilgi sızdırıldığıdır. Finansal piyasaların bildiği adıyla insider trading (içeriden öğrenenlerin ticareti) yapılmıştır ve bu suçtur. Suçlular elbette ki yasalar tarafından cezalandırılacaktır ama piyasa aktörlerinin vicdanları da cezada geri kalmayacaktır. Finansal piyasalarda işlem yapan diğer trader’lar, yatırımcılar, izleyiciler ve olaydan haberdar olan sıradan insanlar bu trader’ları suçlayacaklardır. Haksız kazanç elde ettikleri için bu trader’lar suçlu ilan edileceklerdir. Öyleyse küçük bir akıl yürütme yapalım ve ilk taşı kimin atacağını bulmaya çalışalım.

ABD’li sosyolog ve ekonomist Gary Becker çok önemli bir sınava geç kalmak üzeredir. Bu, öğrencilerinin doktora sınavıdır. Arabasıyla son sürat okulun bahçesine girer ama park yeri sınav yerine oldukça uzaktır. Bir an düşünür ve karar verir. Arabasını, park etmenin yasak olduğu sınavın yapılacağı sınıfın önüne park edecektir. Sınav çok önemli olduğu için cezayı göze almak en iyi seçenek gibi durmaktadır. Arabayı park eder ve sınıfa dalar. Becker, sınav süresince yaptığı davranışı düşünür ve o ana kadar kimsenin fark etmediği bir gerçeği fark eder.

Gary Becker’e 1992 Nobel Ekonomi Ödülünü getiren gerçeklerden biri olan bu gerçek, suç işlemenin ardındaki rasyonelliktir. Becker sınavı yaparken kısaca şöyle düşünmüştür: Her akıllı insan için, suçun beklenen getirisi beklenen maliyetinden yüksekse o suçu işlememek anlamsızdır.”

Muhtemelen Nexen hisselerini alan trader’lar da aynı mantıkla yaklaşmışlar ve bu işten elde edecekleri getirinin yakalanmaları halinde ödeyecekleri cezadan yüksek olacağı için sonuçta kar elde edeceklerini düşünmüşlerdir. Ödeyecekleri cezanın ne kadar olacağını hep beraber göreceğiz. Peki onları ilk taşı kim atsın dersiniz?

Nobel Ekonomi Ödülünü alan Gary Becker’ın rasyonel bağımlılık teorisine (rational addiction theory) göre ilk taşı atacak olan en masum kişiyi maalesef bulamıyoruz. Çünkü rasyonel insan suç işlemenin muhasebesini her zaman yapan insandır. Öyleyse ilk taşı kim atsın dersiniz?

27 Temmuz 2012 Cuma

Arkadaşınızın yatırım tavsiyesi ne kadar güvenilirdir?

Piyasalarda oynaklığın arttığı son birkaç günkü gibi zamanlarda alım ve satım işlemleri de hız kazanır. Sosyal medyayı ne zaman açsak piyasa oyuncularının, arkadaşlarımızın, birçok amatör trader’ın alım ve satım tavsiyelerini görür olduk. Fakat nedense bu önerileri genellikle pek ciddiye almayız. Daima bir uzmandan yardım almak isteriz. Nedense uzmanlara güvenimiz herkesten daha çoktur.

Uzmana güvenme her meslekte kabul edilebilir bir yönelim olabilir. Fakat finansal piyasalar için bu her zaman böyle değildir. Birazdan anlatacağımız Henry Blodget ve Mary Meeker’ın hikayelerinde olduğu gibi.

Şu anda BusinessInsider adlı internet sitesinin CEO’luğunu yapan Henry Blodget Güzel Sanatlar Akademisinden mezun olduktan sonra kısa bir kurs alarak finans dünyasına girer. Amazon hisselerinin 400 dolara ulaşacağını söyleyerek (yaklaşık %130 artış) büyük bir ün kazanır. Bu başarısı ile teknoloji balonunun henüz patlamadığı 90’lı yılların sonunda Merrill Lynch’te güzel bir iş bulur. Bir yandan yatırım yaparken bir yandan da yatırımcılara hisse senetleriyle ilgili alım satım tavsiyelerinde bulunmaktadır. Bu şirketlerden biri de pets.com adlı internet sitesidir. Şirketin hisseleri 16 dolardayken Blodget “alım” önerisinde bulunur. Hisse 8 dolara düştüğünde Blodget “alım” kararını yeniden önerir. Hisse 2 dolara düşer. Blodget yine “alım” der. Hisse senedi 1,4 dolara düştüğünde Blodget “alım” kararını “toplayın” olarak değiştirir. Yatırımcılar hisse senedine hücum etmişlerdir. Fakat bu saldırı uzun sürmez ve şirket borsadan çıkarılır. Sizce Blodget böyle hatalı bir kararı neden ve nasıl vermiştir?

Bu sorunun yanıtını yazının sonuna bırakarak Mary Meeker’ın hikayesine geçelim. Netin Kraliçesi (Queen of the Net) olarak tanınan Mary Meeker, Blodget ile aynı tarihlerde Morgan Stanley’de çalışmaktadır. O da Blodget gibi kendisini teknoloji balonuna fazlasıyla kaptıranlardandır. Priceline şirketinin hisseleri 134 dolar seviyelerinde iken Meeker “alım” tavsiyesi verir. Kısa bir süre içinde hissenin değeri 70 dolar seviyelerine iner. Meeker kararını değiştirmez ve yine “alım” der. Fakat düşüş devam eder. Hisse senedinin değeri 2 dolar seviyelerine geldiğinde Meeker kararını değiştirir, ama Blodget gibi. “Alın” yerine bu kez “toplayın” tavsiyesinde bulunur. Her “alım” tavsiyesinde milyonlar hisse senedine hücum ederler ve yine aynı hazin son.

Verdikleri “alım” tavsiyeleri ile yatırımcıları büyük zararlara yönlendiren Blodget ve Meeker’a sizce çalıştıkları şirketleri nasıl bir ceza vermişlerdir? Bu çapta bir öngörüsüzlük elbette ki hiçbir şirketin kabul edebileceği bir şey değildir. Fakat durum bu kez farklıdır. Hem Blodget, hem de Meeker sırf bu tavsiyeleri nedeniyle 15’er milyon dolar primle ödüllendirilirler. Bu inanılacak bir şey değildir. Peki ama neden?

Blodget ve Meeker’ın tavsiyeleri ile yatırımcılar bu iki şirketin hisse senedini satın aldıkça, bu iki şirket de tüm karlı bankacılık işlemlerini Merrill Lynch ve Morgan Stanley’e yönlendirmiştir. Yani kısaca karşılıklı kazan-kazan oyunu oynanmıştır. Sonuçta olan yine masum yatırımcıya olmuştur.

Yatırım kararlarına dayanak arayanlar elbette ki uzman görüşüne başvurmalıdırlar. Fakat finansal piyasaların karmaşık yapısı içinde uzmanlardan aldığınız yatırım kararları cep telefonunuza gelen bir arkadaş tavsiyesinden her zaman daha doğru değildir.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Euro'nun Pepsi&Coca-Cola ikilemi

Piyasalar bugün Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Mario Draghi’nin açıklamalarıyla yeniden mutlu oldu. Draghi kısaca euro bloğundaki 17 ülkeyi kurtarmak için sıkıntıda olan İspanya, İtalya gibi ülkelerin tahvil piyasalarını fonlayacaklarını söyledi. Bu düşünce sıkıntıda olan birçok ülke için sevindirici. Fakat gerçekten öyle mi? Birlik ülkeleri kendi borç krizlerini Yunanistan örneğinde gördükleri gibi bir türlü eyleme dönüşmeyen iyi niyet temennileriyle çözebileceklerini düşünüyorlar mı?

Yunanistan’ın açık bir şekilde açıkladığı, diğer birçok euro ülkesinin ise henüz net olarak ortaya koyamadığı eurodan çıkıp eski para birimlerine geri dönmek fikri karşısında piyasalar ve ilgili ülkeler ne düşünüyorlardır? Acaba euro’da kalsak mı, yoksa eski para birimimize geri mi dönsek?

Bu sorunun cevabı Coca-Cola ve Pepsi şişelerinin altında saklı! Nasıl mı?

2000’li yılların başında Pepsi ve Coca-Cola şirketleri birbirlerine meydan okudukları bir reklam kampanyasının içinde bulurlar kendilerini. Savaşı önce Pepsi başlatır. Reklamları, Coca-Cola ve Pepsi’nin tadına bakıp hangisinden daha çok hoşlandıklarını söyleyen rasgele seçilmiş insanlardan oluşuyordu. Bu insanlara üzerinde isim yazmayan iki farklı kola içiriliyor ve hangisini daha çok beğendikleri soruluyordu. Sonunda çoğunluğun Pepsi’yi tercih ettiği ilan ediliyordu. Fakat bu reklamı gören Coca-Cola yetkilileri boş durmaz ve derhal atağa geçerler. Benzer bir reklam hazırlarlar ve rasgele seçilen insanlara Pepsi ve Coca-Cola şişelerini deneterek hangisini daha çok beğendiklerini sorarlar. Bu kez çoğunluk Coca-Cola’yı tercih etmektedir. Fakat bu olabilecek bir şey değildir. İnsanlar aynı anda her iki markayı da diğerine göre daha çok sevdiklerini söylemektedirler. Burada tuhaf bir şey vardır. Acaba firmalar istatistikleri abartarak yalan mı söylemektedirler?

Garip bir şeyler olduğunu sezen bir grup nörolog bulmacayı çözmeye karar verir. Önce her iki reklam kampanyasını da izlerler. Pepsi’nin kampanyasında kişiler ne içtiklerini bilmeden karar vermekte; Coca-Cola’nın kampanyasında ise ne içtiklerini bilerek karar vermektedirler. Acaba katılımcılar şişeyi görünce yalan mı söylüyorlardı?

Bilim adamları, bir fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) aleti kullanarak katılımcıların içecekleri yudumlarken yaydıkları beyin sinyallerini izlemeye alırlar. Böylece kimin yalan söylediği ortaya çıkacaktır. Fakat elde ettikleri bulgular şaşırtıcıdır. Her iki firma da doğruyu söylemektedir.

Kişi Pepsi aldığında beynin alt orta prefrontal korteksi uyarılıyordu. Fakat Coca-Cola aldığında ise ekstra bir şey daha oluyordu. Beynin düşüncelere müdahale eden prefrontal korteksin yan kısmı uyarılıyordu. Bu şu anlama geliyordu. Beyin, içinde fazla şeker olan Pepsi’den daha fazla haz duyuyordu. Fakat Coca-Cola’nın adını gördüğünde üst beyin mekanizmaları devreye giriyordu. Yani kısaca her ikisi de doğruyu söylemekteydiler.

İşte ECB başkanı Mario Draghi’nin euroyu destekleme planının piyasalarda yarattığı hava da Pepsi ve Coca-Cola’nın reklam kampanyalarındaki meydan okumayı andırmaktadır. Euroya destek verilmesi düşüncesi, tıpkı Coca-Cola’nın beyinde yarattığı haz gibi “güçlü euro” markasına duyulan sempatiden kaynaklanmaktadır. Oysa para birimlerinin adı Pepsi’nin reklamında olduğu gibi saklansaydı insanlar kendi paralarını seçeceklerdi. Aşırı borçlarını ödeyemeyen Yunanistan, İspanya ve İtalya gibi ülkeler kendilerine yetecek kadar parayı ECB’den alamayacaklarının farkındadırlar ve eski paraları kendilerine Pepsi gibi daha şekerli gelmektedir aslında.

Reklam kampanyalarında şimdilik kazanan euro gibi görünmektedir. Çünkü herkes ne içtiğini bilmektedir ve marka imajı daha güçlü olan euro şimdilik tercih edilen markadır. Fakat önünde sonunda artan borç stoklarını ECB’den gelecek parayla eritemeyeceklerini anlayacak Birlik ülkeleri eski paralarına dönerek para basma güçlerini yeniden ellerine geçirmenin Pepsi kadar şekerli olduğunu anlayacaklardır.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Siz yine de benden duymuş olmayın!

Semt pazarlarında 1 liraya satılan bir t-shirt ile pahalı bir mağazada 100 liraya satılan arasındaki fiyat farkı hepimize farklı yorumlar yaptırtır. Ya da 2.000 liraya satılan bir cep telefonu ile 300 liraya satılan bir diğeri arasındaki. Temel yaklaşımımız her ikisi arasındaki kalite farkıdır. Yüksek kalitenin yüksek maliyetle sağlanabileceği hayatın hepimiz tarafından iyi öğrenilmiş bir gerçeğidir. Öyleyse 100 liraya satılan bir t-shirt, 1 liralık olandan daha kalitelidir... Gerçekten öyle midir? Yani 100 liraya satılan t-shirt’ün maliyeti 1 liraya satılandan daha mı yüksektir?

Göz merceğinin yoğunlaşması sonucu oluşan göz rahatsızlığını gidermek için tüm dünyada uygulanan yöntem katarakt ameliyatıdır. Gelişmiş tüm ülkelerde bir katarakt ameliyatının maliyeti 2.500 dolar seviyelerindedir. Bu rakam yüksek teknoloji, uzmanlık ve bakım gerektiren en hassas organlarımızdan biri olan göz için oldukça makul bir rakam sayılabilir. Daha düşük bir fiyatın belirtilen kriterler açısından kalitesizlik ve dolaylı olarak yüksek risk içerdiği düşünüleceğinden kalitesizlik asla kabul edilebilir bir şey olamaz. Peki bir katarakt ameliyatı aynı kalitede daha düşük bir fiyata yapılamaz mı?

Dünyanın en büyük göz hastanesi Aravind Hindistan’da kuruludur. Burada yılda 200.000 katarakt ameliyatı yapılır. Teknoloji o kadar gelişmiştir ki tüm dünyaya buradan ihraç edilir. Doktorlar işlerinin en büyük uzmanları arasında gösterilir. Hastalara gösterilen bakım ise halkın bilgi seviyesinin düşük olması nedeniyle diğer gelişmiş ülkelerden daha fazladır ve ameliyat sonrası bir gün doktor müşahedesinde tutulurlar. Peki böyle bir hastanede katarakt ameliyatı kaça yapılıyordur sizce?

Aravind’de bir katarakt ameliyatı 50 dolara yapılmaktadır. Bu fiyat gelişmiş ülkelerdeki fiyatın sadece %2’si kadardır. Ayrıca bu rakamın, hastanenin hayalperest kurucusu Dr.Venkataswamy’nin büyük bir fedakarlığı olarak algılanması da hata olacaktır. Çünkü katarakt ameliyatı için gerekli olan mercek ve diğer hizmetlerin toplam maliyeti 25 dolardır. Yani ameliyat bu kadar ucuz yapılabilmekle birlikte %50 kar yaratılabilmektedir. Böyle bir kar marjı alışılmadık derecede yüksek olmakla birlikte en yoksul insanların bile ameliyat ücretlerini öderken saygı ve takdir duyabilecekleri bir şeydir. Peki Dr.Venkataswamy’i bunu nasıl başarmıştır?

Dr.Venkataswamy’nın işe başlarken çıkış noktası basit bir unutkanlık olmuştur. Bu unutkanlık, fiyat ile performans arasında bir ilişkinin olduğu algılamasıdır. Oysa bir işe başlarken herkesin ilk düşündüğü şey budur. Kaliteli bir şey yapmak istiyorsak bunun maliyeti yüksek olacaktır. Dr.Venkataswamy ise böyle düşünmemiştir. Herkesin çok iyi anladığı ve standartlaştırılmış bir kimyasal süreç sonucu dünya çapında kaliteli hamburger yaratan McDonalds’a bakmış ve neden aynı şeyi yapamayayım diye düşünmüştür. Girdilere ve süreç adımlarına derinlemesine gösterilecek dikkat yüksek kaliteli çıktılar yaratabilir.

İşte Venkataswamy’nin yaptığı tam olarak buydu. Süreç çok iyi geliştirilmiş, doktorlar çok iyi eğitilmiş, girdiler kontrol edilmiş, sistem ve değerler güçlendirilmişti. Böylece dünyanın en gelişmiş teknolojisi en fakir insanlarına sunulmuştu. Aravind’de, tüm ameliyatların %60’ı bedava yapıldığı halde bu hastane yine de kar yaratabilmektedir.

Bugün dünyada hangi ürünü alırsanız alın, Dr.Venkataswamy’nin yarattığı başarıyı yaratamayacak hiçbir firma göremezsiniz. Aynı yetenekler birçoğunda vardır ve dilerlerse her ürünü o anki fiyatından çok daha düşük bir fiyata üretip satabilirler. Şüphesiz bu gerçek birçok firmayı rahatsız edecek bir düşünce şekli içermektedir. O nedenle siz yine de benden duymuş olmayın!

Babil'in en zengin adamı!

Birçok ülke, vatandaşlarının tasarruf yapmadığından yakınıyor. Sesler küresel krizin borç seviyelerini arttırması ile daha yüksek çıkar oldu. Tasarruf yapılmaması kişilerin değil devletlerin sorunu olarak algılanıyor. Tasarrufun bir erdem olduğu herkesin malumu iken neden tasarruf yapmıyoruz?

Rasyonel düşünen herkesin bu soruya verecek bir yanıtı mutlaka vardır. Tüketime olan bağımlılığımız, kişisel disiplinimizin zayıf olması veya kader tasarruflarımızı elimizden almaya son derece kararlıdırlar diye düşünürüz. Onların bu yönde gizli bir politikalarının olduğunu bile düşünenler olacaktır. Öte yandan birçok sağduyulu kişi sorunun kendinde olduğunun farkındadır. İsterlerse tasarruf edebileceklerini düşünürler fakat bu istekleri sonsuz bir erteleme içindedir. İsterseniz gelin hep beraber irrasyonel insanın neden tasarruf yapamadığının şifresini çözelim ve sorunun çözümü için antikçağ bilgeliğinden yardım alalım.

Neden (çoğumuz) tasarruf yapmayız? Bu sorunun cevabını arayan sosyal araştırmacı Dan Ariely bir çalışmaya başlar. Üniversitede ders verdiği üç sınıfı vardır ve sene başında bu üç sınıfa yıllık ödevlerini verir. Öğrencilerden yıl içinde üç ödevi bitirmelerini ve kendisine teslim etmelerini ister. Tabi öğrencilerin karşı konulamaz heyecanları şu soruyu hemen getirir: “Peki ama ödevleri ne zaman teslim edeceğiz?” Dan Ariely, ödevlerin son teslim günleri için üç sınıfa da ayrı tarih verir. İlk sınıftaki öğrenciler her üç ödevin teslim tarihlerini kendileri belirleyecekti. Bu nedenle her bir öğrenciden istedikleri tarihi bildirmeleri istendi. İkinci sınıftakilere verilen tarih ise son derece esnekti. Yılın son dersinin yapılacağı güne kadar herhangi bir günde ödevlerini teslim edebilirlerdi. Üçüncü sınıfa ise ilk iki sınıfa göre daha keskin tarihler verilmişti. Dördüncü, sekizinci ve on ikinci haftalarda ödevler teslim edilecekti. Haftalar geçer ve ödevler sunulur. Burada üzerinde durulan konu şuydu: Acaba hangi sınıftaki öğrenciler daha yüksek bir başarı sergileyecekti?

Yıllık ödevlerde en düşük puanları, ödev tarihleri için hiçbir tarih belirlenmeyen ikinci sınıftakiler almışlardı. Ödevleri istedikleri zaman teslim etme hakkına sahip bu grubun en düşük puanları alması şaşırtıcıydı. Ödevlerin teslim tarihlerini öğrencilerin en başta kendilerinin belirlediği birinci sınıftakiler ise ikinci sınıftakilerden daha yüksek puanları almışlardı. Fakat en şaşırtıcı sonuç teslim tarihleri başta öğretmen tarafından belirlenen üçüncü grup öğrencilerdi. Onlar en yüksek puanları almışlardı. Şimdi bu sonuçları nasıl yorumlamalıyız?

Ödev tarihleri dayatılan öğrenciler kesinlikle en başarılı olanlardı. Öğrencilerin teslim tarihleri konusunda özgür bırakılması ise hiçbir işe yaramamıştı. Öğrenciler ödevleri son ana kadar ertelemiş ve başarılı sonuçlar alamamıştı. Erteleme problemi öz disiplinin kaybolması sorunu ile belirerek başarının önünde en büyük engel gibi yükselmiştir. Tıpkı tasarruf yapma alışkanlığında olduğu gibi.

Kişilerin tasarruf yaparken önlerine çıkan en büyük engel ertelemedir. Bugün, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir başka gün… şeklindeki düşünce tarzımız tasarruf yapma bilincimizi sürekli bir “geçici körlüğe” iter. İrrasyonel insanın bu çetrefilli sorunu nasıl çözülebilir dersiniz?

Çağın insanının bu büyük sorununa antikçağın derinliklerinden gelen bir hikaye ile yanıt aramaya çalışalım. Bakalım antikçağın bilgeleri erteleme ve öz disiplin eksikliğine nasıl cevap bulmuşlar. Amerikalı işadamı George S.Clason 1926 yılında The Richest Man in Babylon (Babil’in En Zengin Adamı, Epsilon 2010) adlı bir kitap yayınlar. Zenginlik üzerine bugüne kadar yazılmış en ilham verici kitap kabul edilen Babil’in En Zengin Adamı o yıldan b u yana tüm dünyada milyonlarca satmıştır. Hikaye, iki fakir arkadaş Bansir ve Kobbi’nin, Babil’in en zengin adamı Arkad’dan zengin olmanın formülünü öğrenmek istemeleri ile başlar. Arkad onlara kendi zenginliğinin altın kuralını söyler: “Kazancımın bir kısmı kenara ayırmam için benimdir.” Bu tasarruf ile aynı anlamdadır. Fakat Bansir ve Kobbi, Arkad’a şu yanıtı verirler: “Nerde bizde o irade!?”

Çağımızdaki tüm tasarruf söylemlerinde genellikle hikaye bu cümle ile son bulur: “Nerde bende o irade!?” Bunu söyleyen birine o andan sonra diyebilecek bir şey yoktur. Fakat Arkad’ın cevabı oldukça etkileyicidir: “Güçlü irade, insanın kaldıramayacağı bir öküzü ya da deveyi taşıması değildir. İrade, hedefe ulaşmak için önüne koyduğun görevi başarmaktır. Eğer kendime bir vazife belirlersem, önemsiz bir iş de olsa sonuna kadar giderim. Aksi halde önemli işler için kendime nasıl güvenebilirim? Diyelim ki kendime şöyle bir görev verdim: Yüz gün boyunca şehre köprü üzerinden yürüyerek gidip yoldan aldığım bir çakıl taşını dereye atacağım; bunu her gün yaparım. Eğer yedinci gün dereye taş atmayı unutursam, kendime şunu söylemem: “Yarın iki çakıl taşı atarım, aynı şey olur!” Aksine o gece uyumam, tekrar şehre yürüyerek gider ve çakıl taşını dereye atarım. Ya da yirminci günde kendime şunu söylemem: “Her gün bir çakıl taşı atmak çok saçma. Ay sonunda bir avuç at, olsun bitsin!” Böyle bir şeyi ne söyler, ne de yaparım. Önüme kendim için bir iş koyduğumda onu kesinlikle tamamlarım. Bu da bana yeni hedefler için güven duygusu verir. Bundan dolayı daima dereye atabileceğim çakıl taşı kadar kendime hedef veririm.”

Arkad’ın sözlerinde “çakıl taşları” yerine “tasarruf” sözcüğünü koyarsanız, tasarruf tembelliğini belki yenebilirsiniz.

24 Temmuz 2012 Salı

Zenginliğin formülünü kim biliyor?

Bugün ajanslar herkesin aklını kaybetmesine yetecek bir paradan bahsediyordu. Apple şirketinin 571 milyar dolarlık piyasa değeri ve 110 milyarlık nakit parası olduğunu söylüyordu. Bu gerçekten çok büyük bir miktar. Avrupa’da krizle mücadele eden birçok devleti eski parlak günlerine döndürecek kadar büyük bir para. Krizin yarattığı küresel sefalet düşünüldüğünde Apple fenomeni nasıl yorumlanmalıdır?

Bu soruya Babil’in efsane kralı Sargon’un bir hikayesi ile yanıt vermeye çalışalım. Sargon, düşmanları Elamlıları yendikten sonra Babil’e döner fakat ummadığı bir manzara ile karşılaşır. Baş danışmanı Sargon’a durumu şöyle özetler: “Büyük sulama kanalları ve tapınakların inşası sayesinde halkımız uzun süredir refah içindeydi. Fakat bu işler tamamlandığı için insanlar artık geçimlerini temin edemez hale geldi. İşçiler iş bulamıyor, tüccarların az müşterisi var, çiftçiler ürettiklerini satamıyor ve halkın yiyecek almak için yeterli altını yok.”

Sargon şaşkınlıkla sorar: “Bu yatırımlar için harcadığımız bu kadar altın nereye gitti?”

Baş danışmanı yanıtlar: “Zenginlerin eline geçti.”

Sargon bir an düşünür ve sorar: “Nasıl oluyor da bu kadar çok altın bu kadar az insanın eline geçiyor?”

“Çünkü nasıl yapılacağını biliyorlar,” diye yanıtlar danışman. “Bunu bildiği için başarılı olan kişileri mahkum edemeyiz. Kurallara uygun olarak kazanılanı ellerinden alıp daha az kabiliyetli olanlara da dağıtmak hiç adil olmayacaktır.”

Halkını tekrar refaha kavuşturmanın yollarını arayan Sargon “Neden bütün insanlar zengin olmayı öğrenmesin?..” diye düşünür ve baş danışmanına şu soruyu sorar: “Şehirde nasıl zengin olunacağını en iyi kim biliyor? Onu bulup yardım isteyelim.”

Baş danışman şöyle cevap verir: “Soru kendini cevaplıyor, kralım. Babil’in en zengini kim ise o!”

Sargon’un hikayesi Apple’ın başarısından alınacak dersi gösterir gibidir. Zenginliğin formülü Apple’ın başarısında saklıdır.

LIBOR'un emniyet kemeri neden açıktı?

Finansal krizin başladığı 2007 yılından bu yana dinlemeye en çok sıkıldığımız kavramlardan biri “düzenleme yetersizliği”. Sorunların derinleşmeye başladığı herhangi bir piyasada problemin temel nedeni olarak düzenleme yetersizlikleri hemen ön plana çıkarılıyor. Bunu son olarak global LIBOR skandalında gördük. Bir anda 453 milyon dolar ceza ile karşı karşıya kalan Barclays neye uğradığını şaşırmış durumda. Fatura yine düzenlemelere çıkarılışmış görünüyor.

Düzenleme yani bir piyasanın ahenkli çalışması için gerekli olan kurallar bütünü aslında iki yanı keskin bir bıçağı andırır. Fazlası piyasanın sığ kalması sonucunu yaratırken, azı krizlere zemin hazırlar. Bu açıdan bakıldığında bir piyasa için düzenleme oluşturmak gerçekten zordur. Peki, bir piyasanın kriz yaratmayacak bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için düzenlemeler hangi düşünce sisteminin ürünü olmalıdır?

Bu gerçekten cevaplanması zor bir sorudur. Farklı piyasalar için düzenleyici kuruluşlar farklı modellemeler kullanmaktadırlar. LIBOR skandalında da gördüğümüz gibi düzenlemesizlik geri dönüşü olmayan büyük bir problem yaratmıştır. Öyleyse ne yapılması gerekiyor?.. Şimdi piyasaların işleyiş doğasını dikkate alarak bu zor soruya yanıt bulmaya çalışalım. Bunu da irrasyonel insan doğasının düzenlemelere nasıl tepki verdiğini ortaya koyarak yapmayı deneyelim.

Emniyet kemerini nasıl bağlatabiliriz? Bu sorun sigorta şirketlerinden yerel yönetimlere, hükümetlerden trafik otoritelerine kadar geniş bir kesimin sorunudur. Tıpkı bir firmanın geliştirdiği yeni bir elektronik cihaz gibi kampanya üstüne kampanya yapıldığını görürüz. Demek ki insanların büyük bölümü hala emniyet kemeri takmıyor. Özellikle de genç kuşak. Bu sorun 1993 yılında Amerika’nın Kuzey Carolina eyaletinin de sorunuydu. Yetkililer kemer takmama sonucu oluşan kazaları bir türlü azaltamıyorlardı.

Yöneticilerin aklına parlak bir psikolojik yöntem gelir. Birçok genç sinemaya gidiyordu ve film arasında onları etkileyebilecek başka bir film gösterilebilirdi. Öncelikle sinema otoparklarına kameralar yerleştirildi. Film başlarken kemer takmayanların başına neler gelebileceğini gösteren, grafiklerle süslü çarpıcı bir kısa film gösterildi. Film çıkışında kameralar yine iş başındaydı. Kemer takmadan gelen kaç kişinin kemer takıp gittiğini ilgililer merak ediyorlardı. Ama gördükleri manzara karşısında şaşırıp kalmışlardı. Kemer takmadan gelenlerin tamamı takmadan gittiği yetmiyormuş gibi gelirken takanlar da kemerlerini çıkarmışlardı. Bu yetkililerin beklediği sonuç değildi hiç şüphesiz ama gözden kaçırdıkları önemli bir şey vardı. İnsanları artık sadece psikolojik varlıklar olarak tanımlamak yeterli değildi. Son derece fazla bilgi ve özgürlük hissi insanları alabildiğine irrasyonel ve öngörülmesi zor bir varlığa dönüştürüyordu.

Yetkililerin aklına bu kez daha geleneksel bir strateji gelir: Yasalar!.. Emniyet kemerini bağlamanın yasal bir gereklilik olduğunu vurgulayan yeni bir kampanya devreye alınır. Mesaj açıktır: Yasalara uymak herkesin görevidir! Öyleyse kampanya başarılı olabilirdi. Fakat bu da işe yaramadı. Çünkü gençler ne pahasına olursa olsun özgürlük tutkularından ödün vermek istemiyorlardı. Anlaşılan yasalar da çözüm olmamıştı. Çünkü sert otorite de gençlere engel olamamıştı. Daha irrasyonel bir çözüm gerekliydi ama ne?..

Derken önceleri otoritelerin kabul etmediği bir kampanya oluşturuldu. Mesaj kısaca “click it or ticket” olarak sunuldu. Yani “Ya bağla, ya da cezayı öde!” Kampanya tuhaf bir şekilde kısa zamanda etkili oldu. Çünkü mesaj tam gençlerin istediği gibiydi. Emniyet kemeri takmayı zorunlu kılmıyordu. Bu özgürlüklerinin kısıtlanması olarak algılanmayacaktı. Fakat takılmadığı zaman bir para cezasından bahsediyordu ki bu gençlerin sınırlı bütçeleri içinde kaldırabilecekleri bir şey değildi. Kampanya uzun vadede başarılı olur ve istenen sonuçlar elde edilir.

Finansal piyasaların hırslı, enerjik ve özgürlüğü seven yapısı emniyet kemeri takmayı sevmeyen gençlerden pek bir farkı olmadığını açıkça gösterir gibidir. Öyleyse finansal piyasalar üzerinde yapılacak düzenlemelerin de aynı temel mantık esasında inşa edilmesi sonucun başarılı olma ihtimalini artıracaktır: Click it or ticket! Ya da piyasaların şu aralar anlayacağı şekilde söylersek; “LIBOR süreçlerinde faiz oranlarını, kendi finansal durumunu saklamak için manipüle edebilirsin, ama yakalanırsan cezası 453 milyon dolardan başlıyor.”

Eğer bu basit düzenleme Barclays’e 453 milyon dolar ceza verilmeden önce hayata geçirilseydi böyle bir sorunun yaşanmayacağı irrasyonel insan davranışları ekseninde rahatça düşünülebilirdi. Oysa yapılan düzenleme “Gerçeğe aykırı faiz oranı bildirimi yasaktır” şeklindeydi. İşte düzenleme yetersizliği denilen şey budur; irrasyonel insanı etkileyemeyen kanunlar...

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Bu paraya ne kadar çalışılır?

İrrasyonel düşünce sistemimizin geliştirdiğine inanılan “Bu paraya bu kadar çalışılır” deyişi tüm dünyada klasik bir fenomen haline gelmiştir. İşyerleri, gün boyu verimsizliklerini bu fenomenin arkasına yaslayan çalışanlarla doludur. Çoğu zaman ofislerdeki herkesin ortak düşünce şekli olduğu için omerta prensiplerinin devreye girmesi uzun sürmez. Herkes büyük bir sessizlik içinde azalan verimi, alınan ücrete eşitleme mücadelesine devam eder. İrrasyonel bir düşünce olduğuna inanılan “Bu paraya bu kadar iş!” düşüncesi acaba gerçekten mantıksız bir düşünce midir? İnsanlar sadece daha yüksek ücret aldıklarında mı daha çok çalışmayı vicdanen onaylarlar?

Bu fenomeni inceleyen ve hepsinde de aynı sonuçlara ulaşılan birçok deney yapılmıştır. Biz burada sosyal araştırmacı Dan Ariely’nin “Predictably Irrational” adlı kitabındaki deneyleri alıntılayarak yanıta ulaşmaya çalışacağız. Ariely, insanların işe karşı gösterdikleri çabanın alınan ücretle nasıl değiştiğini ölçmek için basit bir deney tasarlar. Deneyde, bir bilgisayar ekranının sağında yer alan dairelerin soldaki karenin içine taşınması gerekmektedir. Amaç beş dakika içinde olabildiğince çok daireyi mouse ile tutarak karenin içine taşımaktır. Denekler bu deney için üç gruba ayrılır. Birinci gruptakilere deney başlamadan önce katılım ücreti olarak 10 dolar verilir. İkinci gruptakilere 1 dolar, üçüncü gruptakilere ise para verilmez. Sizce hangi grup daha sıkı çalışmıştır?

Sonuçlar şaşırtıcıdır. 10 dolar alanlar ortalama 159 daire sürüklemiştir. 1 dolar alanlar ise 101 daire sürüklemiştir. Fakat en şaşırtıcı olanı bu iş için ücret almayanlardır. Onlar 168 tane sürüklemişlerdi. Bu sayı 10 dolar alanların bile üzerindedir. Sonuçlardan etkilenen Ariely ve ekibi ücret sistemini biraz değiştirerek aynı deneyi yeniden yapmayı düşünür. Bu kez katılımcılara para yerine ödüller verirler. 10 dolar alacak gruba Snickers gofret, 1 dolar alacak gruba Godiva çikolata hediye edilir. Daha önceki deneyde olduğu gibi üçüncü gruba yine hiçbir hediye verilmez. Sonuçlar yine çarpıcıdır.

Snickers alanlar 162 daire sürüklemişlerdir. Godiva çikolata alanlar 169 daire, hiçbir hediye almayanlar ise 168 daire sürüklemişlerdir. Hediye almak da almamak gibi sonuç üzerinde etki yapmamıştı. Her iki deneyden çıkan sonuçlara birlikte göz atıldığında ücret ve hediye almayan üçüncü grup her iki durumda da en çok çalışan grup gibi görünmektedir. Öyleyse sorun tamamen bizim düşünce sistemimizdedir. Para olgusu karar verme mekanizmamızı kontrolümüz dışında etkilemekte ve eylemselliğimizi zayıflatmaktadır. Aynı işi yapan birkaç kişinin aynı tür bir eylemsizlik içinde olduğu bir ofiste, her çalışanın daha fazla çalışmak için isteyeceği ücretin farklı olacağı düşünüldüğünde, düşünce hatasını yaratan nedenin “yeteri kadar para” etkeninin her insan için farklı olması olduğu anlaşılacaktır. Bu da kişisel olarak “yeterli para” sonucuna nasıl ulaşıldığını bir kere daha sorgulamamız ile aynı anlama gelecektir.

Şimdi biz olsaydık bu deneyin neresinde olurduk diye düşünenler olacaktır. Ya da acaba ben de işyerinde “Bu paraya bu kadar çalışılır!” diye düşünenlerden miyim diyenler. Öyleyse şu basit soruya vereceğimiz cevapla bunu bulabiliriz. Yolda yürürken sizden bir koltuğun taşınması için yardım isteyen birine ne cevap verirsiniz? Deneyler %80 evet yanıtı verildiğini göstermektedir ki bu mantıklı bir sonuç olarak kabul edilebilir. Bir an bu sonucu bir kenara bırakıp yolda yürümeye devam edelim. Benzer bir koltuğun taşınması için bu kez size 10 kuruş teklif edilse yanıtınız ne olur? Eminim yanıt birçok insan için aynı olacaktır: “Bu paraya bu iş yapılmaz!” Tıpkı deneyin sonucunda olduğu gibi. Katılanların %1’i bile koltuğu taşımak istememiştir.

Artık şu çıkarımı rahatça yapabiliriz. İrrasyonel insan için sorun daha fazla iş yapmak değildir. Sorun düşünce sistemimizde her iş için belirlemiş olduğumuz parasal bedeldir.

Her zaman bir Mustang efsanesi yaratabilirsin!

Amerikalı ekonomist Edward S.Herman 1995 yılında yazdığı Triumph of the Market (Pazarın Zaferi, Pınar Yayınları 2003) adlı kitabında, piyasaların üzerindeki kabuğu çıkarırken ortaya önemli bir soru koyar: “Piyasalar, doğanın kıvırcık saçlar bahşettiği şanssızlar için saç düzleştiricileri; düz saçlar gibi küçültücü bir mirasa sahip olanlar için dalgalandırıcı ürünler geliştirdi. Seyrek kirpikleri dolgun gösterme, dolgun kirpikleri ise zayıf göstermek için büyük piyasalar oluştu. Çünkü saçlar yaradılıştan daima hatalı renklendirilmiştir. Koyu renklilerin rengi açılmalı, açık olanlar koyulaştırılmalıdır. Neyse ki piyasalar bunu yapabilecek ürünleri fazlasıyla sunabilirler… Yaradılış hiç mi hatasız bir estetik yaratmamıştır?”

Bu soru finansal piyasaların temel çalışma mekanizmasını açıkça ortaya koyar. Fonksiyonel ve estetik açıdan yetersiz veya hatalı olan her şey piyasaların doğası içinde yeniden dizayn edilir. Bu yeniden dizayn sonsuz bir döngü içinde devam eder. Birçokları küresel krize sebep olan subprime (ödeme gücü düşük olanlara verilen krediler) kredilerin artık verilmediğini düşünebilir. Oysa bu krediler verilmeye devam etmektedir. Büyük likidite krizi yaratan menkul kıymetlerin de piyasadan çekildiğini düşünen birçok kişi vardır. Ama bu sorunlu varlıklar 2008 yılından bu yana kaç kez kılık değiştirerek yatırımcılara sunulmuştur. Mevcut tahvil borçlarını bile ödeyemeyen Yunanistan gibi ülkelerin yenilerini çıkarmak için nasıl bir çaba içinde olduğunu herkes görmektedir. Piyasalar sonsuz bir yeniden dizayn içinde hareket etmektedir. Peki ama bu neden kaynaklanıyor?

Otomobil tarihinin birçok otoriteye göre en etkileyici dizaynı Ford’un Mustang’idir. Hayranları arabanın kişiliğinin olduğunu bile düşünürler. İlk kez 1964 yılında piyasaya çıkarılan Mustang o zamandan beri efsane olarak kalabilmeyi başarmıştır. Bu başarı nasıl gelmiştir?

Mustang’in yaratıcısı olarak Lee Iacocca gösterilir. Geleceği görme yeteneği gelişmiş olan Iacocca, 60’lı yıllarda gençlerin hızlı ve havalı arabaları sevdiğini fark eder. Harcama potansiyelindeki gelişmenin iki kapılı arabalara talebi arttıracağını öngörür. Maliyet ve konforun ön planda olduğu bir araba yaratırsa satışları arttırabileceğini düşünür. Fakat bunu yapmak o kadar değildir.

Ford’un saatte 300 km. hızla giden harika bir spor arabası vardır ve satışları inanılmazdır. Bugün çok az insanın adını hatırladığı bu araba Ford Falcon’dur. Araç 60’lı yılların başında milyonları bulan bir satış grafiği yakalar fakat 1964 yılına gelindiğinde satışlar sıfıra düşer. Kimse artık bu süratli arabayı almamaktadır. İşte o an Lee Iacocca’nın hayalleri gerçeğe dönüştürme ve efsane Mustang’i yaratma anıdır.

Iacocca soluğu Falcon’un imalathanesinde alır. Makinalar çalışmıyor, üretim durmuştur. Iacocca, ihtiyaç fazlası olan bütün Falcon çerçeveleri ve 170 kübik inçlik motorları alır. Üretime tekrar başlanır. Mustang’ın metal kaportası bu Falcon motorlarının etrafına sarılır. Fakat arabanın görüntüsü ve saç şekli yüksek performanslı bir araba izlenimi yaratmak için değiştirilir. Ayrıca arabanın üzerine takometre ve özel yakıt göstergeleri gibi aksesuarlar yerleştirilir. Efsane yaratılmıştır artık.

17 Nisan 1964’te New York Fuarında tanıtılan araba James Bond’un Goldfinger’ında da kendine yer bulunca bir anda talep patlaması yaşar. Eldeki stoklar sadece her on beş kişiden birinin talebini karşılayabilmektedir. Yapacak tek şey vardır; arabaları açık arttırma ile satmak… Hiç bitmeyecek Mustang efsanesi doğmuştur.

Herkes ilk yıllarda arabanın çok güçlü motorundan bahsetse de motor Falcon’un motorudur. Peki nasıl olmuştur da Mustang yepyeni bir icatmış gibi kabul görmüştür?

Cevap irrasyonel insan davranışlarında saklıdır. Harry Beckwith “Düşünmeden” adlı kitabında insanları etkileyen şeyin arabanın üzerindeki görüntü farklılığı olduğunu söyler. Motor Falcon olsa da görüntü efsane Mustang’dir ve insanlar sadece bunu odaklanmışlardır.

Finansal piyasaların çoğu zaman reform, düzenleme, iyileştirme veya tedbir dediği şey “yeniden dizayn”dan başka bir şey değildir. Edward S.Herman’ın girişteki sorusuna yanıt vererek son noktayı koyalım: “Yaradılış hiç hatasız bir estetik yaratmaz; piyasalar ise yaratır!”

22 Temmuz 2012 Pazar

Yatırım irrasyoneldir!

Ekonomik ve sosyal hayatımızda belki de en çok duyduğumuz kavram yatırımdır. Birçokları yatırımı finansal aktivitelerin temeli sayar. Birçoğumuza göre ise yatırım yaptığını biçmektir. Fakat temel ikilemi şurada yaşarız. Küçük bir meblağ karşılığı mesela 1000 liralık hisse senedi aldık. Acaba bu kadar düşük bir meblağ öte tarafta hisse senetleri için milyar dolar harcayan fonların yanında yatırım olarak adledilebilir mi?

Ortak aklın dünyadaki tartışmasız sembollerinden wikipedia yatırımı şöyle tanımlıyor: “Belirli bir kaynağın ya da değerin, gelir sağlamak amacıyla kalıcı bir biçimde kullanılması.” Bu geniş tanım birçoğumuza mantıklı gelebilir fakat tam olarak neyi anlattığı belli değildir. Yani benim 1000 lira tutarındaki hisse senedim yatırım mıdır, değil midir?

Lloyd Reynolds adını muhtemelen çok fazla kişi duymamıştır. 1978’de ölen bu Amerikalı sanat tarihi profesörünün uygarlık tarihinin en büyük ilham vericilerinden biri olduğunu ise belki de çok az kişi biliyordur. Lloyd Reynolds’un uzmanlık alanı güzel yazı yazma sanatı olan kaligrafidir. Reynolds, vaktinin çoğunu bu sanatla ilgilenen kişilere ücretsiz kurslar vermeye adamış biridir. 1973 yılında, o kurslardan birine, hiçbir zaman tanışma fırsatı bulamayacağı Steve adlı bir genç, dinleyici olarak katılır. Steve, üniversitede birinci sınıftayken okulu bırakan, kola kutuları toplayarak hayatını geçiren idealist bir gençtir. Kampüs duvarlarında gördüğü posterlerdeki güzel yazılardan etkilenmiş ve dersi dinlemeye karar vermiştir.

Reynolds, yazı tekniklerini arka arkaya anlatmaktadır. Fakat bir teknik Steve’in dikkatini çeker. Bu “Sans-Serif” adlı yazı tekniğidir. Bu yazı tekniği, uzun yazılarda diğer teknikler gibi gözü yormamaktadır. Harf uçlarına eklenmiş çıkıntılar harfleri daha belirgin ve anlaşılır kılmaktadır. Böylece gözler bir harfi tam görebilmek ve beyne iletebilmek için çok daha az vakit harcamakta ve daha geç yorulmaktadır. İşte, Steve’in bu derslerde öğrendiği ve on yıl boyunca aklından çıkaramadığı tek şey “Sans-Serif” tekniğidir.

Steve’in sonraki yılları geceleri sağda solda uyuyarak, aşevlerinden dağıtılan yemekler için kilometrelerce yürüyerek ama idealleri uğruna çalışarak geçer. Lloyd Reynolds 1978 yılında ölür. İlk kişisel bilgisayar ise 1983 yılında çıkar. Bu bilgisayar Apple Macintosh’tur. Üzerinde kullanılan yazı karakteri ise “Sans-Serif”tir. Dizayn eden kişi ise hepinizin fark ettiği gibi Lloyd Reynolds’un derslerine dinleyici olarak katılan Steve Jobs’tur.

Bugün tüm dünyada yazılı ve görsel basında, tüm internet sitelerinde saatlerce okuduğumuz yazı teknikleri “Sans-Serif” grubundandır. Şimdi yazımızın başına dönelim ve yatırımın ne demek olduğunu tanımlamaya devam edelim ve şu sorulara yanıt vermeye çalışalım. Sizce ömrünü, yazı yazmayı sevenlere bedava kurslar vermekle geçiren bir sanat tarihi profesörünün bugün dünyayı değiştiren internet görselliğine ilham vermesi bir yatırım değil midir? Gençliğini üniversitenin sıkıcı derslerine feda etmek yerine idealleri uğruna harcayan bir gencin on yıl önce edindiği bir bilgiyi çağın en önemli icatlarından birinde kullanması yatırım değil midir?

Bu soruların cevaplarını bir kenara koyup, ‘benim hisse senetlerine yatırdığım 1000 lira yatırım mıdır, değil midir’ diye sormaya diretirseniz, onun yanıtını da hemen verebiliriz. Eğer 10 yıl önce 1000 dolarlık Apple hissesi almış olsaydınız bugün yaklaşık 500.000 dolarınız olacaktı. Yani hayatınızın yatırımını yapmış olacaktınız.

Ama yine de neyin yatırım olup olmadığı konusunda karar vermeden önce yukarıdaki iki soruyu mutlaka düşünün. Wikipedia’nın yatırım tanımına gelince, ortak aklın bu soruları dikkate almamış olmasını “ortak aklın rasyonelliği” olarak eleştirmek de sanırız hatalı bir çıkarım olmayacaktır.

TIME dergisi “Yılın kişisi” ödülünü size verseydi...

İktisat bilimini “kasvetli bilim” olarak nitelendiren 19.yüzyıl İskoç filozofu Thomas Carlyle’nin, “Dünya tarihi sadece büyük insanların hayat hikayelerinden ibarettir” sözü 2000’li yılların başına kadar geçerliliğini korumuştur. İnternet teknolojisi ve finansal piyasaların tüm dünyayı etkisi altına almaya başladığı 21.yüzyıl, “büyük insanlar” yerine, uygarlık tarihinin yüzyıllar boyunca yarattığı düşünce şeklinin dışında ve hiçbir kalıba sokulamayan kısaca “irrasyonel” diye tanımladığımız düşünce şeklini başrole koymuştur. TIME dergisinin, 1927 yılından bu yana verdiği “Yılın kişisi” ödülünü 2006 yılında alan kişi de irrasyonel düşündüğü için bu ödüle layık görülmüştür.

Finansal piyasalar son 20 yılda alışılmadık bir ödül sistemi yaratmıştır. Sokağın köşesindeki bakkala gideni değil, 30 km. ötedekine gideni ödüle layık görmüştür. Oysa rasyonel düşünce sistemi ihtiyacını en yakın bakkaldan gören kişinin ödüllendirilmiş olduğunu varsayar. Bu alışılmadık ödül sistemi farklı açılardan farklı şekilde değerlendirilebilir elbette. Fakat biz burada oldukça klasik sayılabilecek bir şirket hikayesi kullanacağız.

Muhteşem donat’lar yaratan Krispy Kreme şirketinin hisse senetleri 2001 yılında 85 dolar civarlarındaydı. Fakat Nisan 2003’e gelindiğinde 500 dolarlara yaklaşmıştı. Şirketin hisse değeri 3 yılda %480 artış göstermişti. Bu bir donat şirketi için oldukça büyük bir başarıydı. Üstelik bu başarıyı sağlarken şirketin çok az mağazası vardı ve insanlar bu lezzetli donat’ları almak için 30 km. gidebiliyorlardı.

Şirket 2003 yılında gelen bu hisse başarısının ardından büyüme planlarına hız verir ve bayi sayısını arttırır. Artık her kasabada bir Krispy Kreme mağazası vardır ve insanların artık bu lezzetli donat’ları satın almak için km.lerce yol gitmelerine gerek yoktur. Hatta şirket öyle bir büyüme politikası benimsemiştir ki donat’lar farklı mağazalarda bile bulunur olmuştur. Şirketin 2003 yılındaki başarısını gören yatırımcılar hemen Krispy Kreme hisselerine saldırmışlardı. Çünkü şirket yönetimi de onlara gereken büyüme desteğini fazlasıyla vermişti. Artık şirketin hisselerinin 2.000 dolar olması içten bile değildi.

2009 yılı başında satın aldıkları Krispy Kreme hisse senetlerinin değerini merak edenleri bir sürpriz bekliyordu. Hisse senetleri 1 dolar seviyesinde işlem görüyordu. Global krizin etkisi diye düşünülse de şu andaki 6 dolarlık seviye Krispy Kreme’de başka bir sorun olduğunu gösterir gibiydi. Peki ama Krispy Kreme hisseleri nasıl olmuştu da böyle bir başarısızlık ortaya koymuştu?

Konuyla ilgili çok fazla görüş ileri sürüldü fakat hiçbiri Harry Beckwith’in “Unthinking” (Düşünmeden) adlı kitabında belirttiği kadar açıklayıcı değildi. Krispy Kreme yöneticileri 2003 yılında büyüme kararı alırken büyük bir hata yapmışlardı. Şirketin hisse değerini 480 dolarlar seviyesine getiren etkenin “çok lezzetli donat’lar” olduğunu düşünmüşlerdi. Ama bu büyük bir hataydı. İnsanlar 25 blok yürüyüp kuyrukta dakikalarca bekledikten sonra aldıkları birkaç donatı seviyorlardı; sadece lezzetli olanını değil! Oysa Krispy Kreme, ürünlerini her yere dağıtarak donat severlerin hayatını kolaylaştırdığını düşünüyor ve şirketin değerini daha da arttıracağını planlıyordu. Ulaşılması zor olanın cazibesi her bakkalda bulunabilenden fazlaydı ve ne yazık ki şirket yöneticileri bunu görememişlerdi. Tıpkı güzel bir park yerini terk ederken yavaş hareket etmemiz gibi; zor olan değerlidir.

İşte finansal piyasaların bu tuhaf ödül sistemi 2006 yılında TIME dergisinin “Yılın kişisi” ödülünü iyi tanıdığınız birine verilmesine sebep olmuştur. Şimdi birçok kişi TIME dergisinin 2006 yılında kime “Yılın kişisi” ödülünü verdiğini bulmak için arama motorlarına başvuracaktır. Hatırlamayanlar ve bilmeyenler için biz yine de söylemiş olalım: İrrasyonel düşünen size!

16 Temmuz 2012 Pazartesi

"Fa" notasına kim bastı?

Finansal piyasaların nasıl işlediği hakkında fazla bilgisi olmayanlar fiyatların keskin yükseliş ve düşüşlerinin ardında çok önemli ve sansasyonel gelişmelerin olduğunu düşünürler. Ama gerçek aslında hiç de düşünüldüğü gibi değildir. Çoğu zaman büyük fiyat hareketleri başta önemsiz adledilen olaylar sonucu gerçekleşir. Fakat bu önemsizlik kılcal damarlarında çok önemli bir ayrıntı saklar.

Finansal piyasalar sürprizleri sever. Olumlu haberler kadar olumsuzlara da bayılır fakat küçük bir şartla. Sonuçları önceden öngörülebilen gelişmeler finansal piyasaların arzu ettiği şeyler değildir. O nedenle bu tip gelişmelere aşırı tepkiler vermeyi sevmez. Önceden kestirilmesi ve öngörülmesi zor gelişmeler ise piyasalara istediği mutluluğu verir ve bunun sonucunda keskin fiyata hareketleri yüksek bir volatilite ile karşımıza çıkar. İşte bu piyasaların tam istediği şeydir.

Finansal piyasaları yönlendiren gelişmelerin ortak özelliği öngörülebilirlikleri ve yaratacağı sonuçların kestirilebilirliğinin düşük olması olduğu halde bu tür olayların neler olduğunu önceden bulabilmek oldukça zordur. Her gün okuduğumuz binlerce haberden hangisinin piyasaları etkileyebileceğini bilmek piyasaların gizli formülünü çözmek ile eş anlamlı sayılabilir. Fakat bu neredeyse imkansız gibidir. Yine de bunun nasıl yapılabileceği konusunda bilgi sahibi olmak isteyenler varsa onlara bir yöntem önerebiliriz.

Fakat yönteme geçmeden önce finansal piyasaların öngörülebilirliği düşük olan haberleri sevmesinin altındaki irrasyonel düşünce şeklini ortaya koymaya çalışalım. Bu yaparken de kendimize şu soruyu soralım: “Neden bazı şarkıları daha çok severken, bazılarını daha az severiz?”

Klasik müzik bestecileri eserlerinin ana temasını tonik akor denilen bir yapı etrafında kurarlar. Besteci bu melodinin etrafında uzun bir süre dolanır. Ta ki insanların tonik akoru en fazla duymak istedikleri ana kadar. İçgüdüsel olarak o gerilimli anlarda şöyle düşünürüz: Bu şarkı tonik akora nasıl ve ne zaman dönecek?.. İşte o anda tonik akorun sürpriz notaları başlar ve müzik bir anda çözülür. O an şarkıdan en fazla zevk aldığımız andır. Sevdiğimiz müzikler genellikle sürprize dayanan müziklerdir. Eğer bir şarkı öngörülebilir bir şablona sahipse aldığımız zevk düşük olur.

Beatles’ın 1964 yılında yaptığı “A Hard Day’s Night” adlı şarkıyı bilenler olacaktır. Grubun görece daha az dinlenen şarkılarından biri olan bu şarkı belki de müzik tarihinin en büyük gizemlerinden birini 45 yılı aşkın bir süre taşımıştır. Şarkının gizemi girişindeki bir saniyelik bir notadadır. Grubun gitaristleri George Harrison, John Lennon ve Paul McCartney gitarlarına hafifçe dokunarak bir ses çıkarırlar, kısa bir sessizlikten sonra ise şarkı başlar. Önceleri Beatles hayranları George Harrison’un on iki telli Rickenbacker gitarını, John Lennon’un altı telli gitarını ve Paul McCartney’in basgitarını bir araya getirerek o sesi çıkarmaya çalışırlar. Fakat başarılı olamazlar. Daha sonra müzik uzmanları konuya el atar. Stüdyolarda en gelişmiş tekniklerle aynı ses çıkarılmaya çalışılır. Ne yazık ki onlar da başarılı olamazlar. Şarkının giriş notası tüm denemelere rağmen aynı tınıda oluşturulamaz ve bir efsane olarak 45 yıl boyunca kalır.

Rock’n Roll tarihinin bu en efsanevi notası 2008 yılında bir matematik profesörü olan Jason Brown’un dikkatini çeker. Fakat o notanın esrarını çözmek için herkes gibi eline 3 adet gitar almaz. 19.yüzyılın büyük Fransız matematikçilerinden Joseph Fourier’ın üniversite öğrencilerinin bile anlamada çok zorlandıkları “Fourier dönüşümü” adlı formülünü alır ve bilgisayar laboratuvarına girer. Aslında bu karmaşık formül basit bir gerçeği ifade etmektedir: Her ses notalardan oluşur.

Jason Brown bu formülü ve gelişmiş bilgisayar yazılımlarını kullanarak Beatles’ın giriş akorunu yapı taşlarına ayırır. George, John ve Paul’ün gitarlarından çıkan notaları ayrı ayrı su yüzüne çıkarır. Fakat notaları birer birer ayrıştırırken hayret verici bir gerçekle daha karşılaşır. O an gördüğü şey müzik dünyasını şaşkına çevirecek niteliktedir: Dördüncü bir enstrüman!

Jason Brown, Fourier Dönüşümü formülünü kullanarak yaptığı hesaplamalar sonucu, muhtemelen Beatles’ın kompozitörü George Martin tarafından çalınan dördüncü bir enstrümanın da işin içine dahil olduğunu görür: Fa notasına basan bir piyano!

Beatles’ın tek bir notasının açıklanması 45 yıldan fazla sürmüştür. Müziğin yarattığı tınıyı matematik çözmüştür. Finansal piyasaların işleyişi de çoğu zaman yatırımcılara hoş gelen bir müzik yayar. Bu müzik fiyatların artış ve azalışının çıkardığı sestir ve yatırımcılara aldıkları pozisyonlara göre haz verir. Eğer bu müziği oluşturan notaları ayrıştırmaya kalktığınızda, yani piyasaları belli bir yöne hareket ettiren bilginin ne olduğunu öğrenmeye çalıştığınızda oldukça zorlanırsınız. Finansal piyasaların müziğinden anlayan yatırımcılar çoğu zaman gitarları ellerine alıp oluşan sesin aynısını çıkarmaya çalışırlar. Oysa finansal piyasaların işleyişi Beatles’ın şarkısı gibidir. Arka planda “fa” notasına basan birisi daima vardır.

12 Temmuz 2012 Perşembe

İşkence etmeyi ne kadar severiz?

Global ekonomi Avrupa Birliğinden gelen güven verici haberlerle şimdilik rayına girmiş görünüyor. Birliğin mevcut problemleri devam etse de Almanya’nın piyasalara gerekli güveni vermesi toz dumanın biraz olsun yatışmasına yardımcı oldu. Almanya bu kararı verirken çok zorlandı. Neredeyse iki yıldır süren kararsızlığı Avrupa’da birçok hükümetin devrilmesine ve sosyal ayaklanmalara neden oldu. Öyleyse şu soruyu sormak gerekmez mi? “Almanya piyasalara güven vermek için neden bunca yıl bekledi?”

Sorunun yanıtını her zamanki gibi irrasyonel insan davranışlarında arayarak Alman liderlerin psikolojisini çözümlemeye çalışalım. Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram, 1961 yılı Temmuz ayında bir deneye başlar. Tarih, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın yargılanmaya başladığı tarihin 3 ay sonrasıdır. Milgram, yaptığı deneyde şu soruya yanıt aramaktadır: “Eichmann ve soykırıma katılan binlerce subay ve görevli sadece kendilerine verilen emri mi yerine getirdiler? Soykırıma katılanların hepsi sadece “göreve itaat” suçuyla mı suçlanmalıydı?”

Milgram, bu sorulara yanıt bulmak için basit bir deney kurguladı. Deneklerin vicdani duyguları ile otoritelerini karşı karşıya getirerek verdikleri kararları gözlemledi. Deney kısaca şöyle yapılıyordu. Denek deney salonuna girdiğinde iki kişiyle karşılaşıyordu. Bunlardan biri deneyle ilgili komutları verecek görevliydi. Diğer kişi ise “gönüllü bir denek” olarak tanıştırılsa da aslında o da deney ekibinden biriydi. Deneğe, yapılacak deneyin cezanın, öğrenme ve hafızayı nasıl etkilediği üzerine bir deney olduğu anlatılır. Gönüllü deneğe öğrenci rolü, gerçek deneğe ise öğretmen rolü verilir. Öğretmen o anda öğrencinin de kendisi gibi denek olduğunu düşünüyordu ve üzerinde inceleme yapılacak kişinin o olduğunu sanıyordu. Fakat asıl incelenen kendisiydi.

Önce öğrenciye kelime çiftlerinden oluşan bir ödev veriliyor ve verilen ödevi ezberlemesi isteniyordu. Ezberini tamamladıktan sonra deney odasına alınıyor ve elektrikli bir sandalyeye bağlanıyordu. Asıl deneğe deneyin başladığı söyleniyordu. Asıl denek, öğrencinin ezberlediği kelime çiftlerinden ilkini söyleyecek, öğrenci ise ezberlediği diğer sözcüğü söyleyecekti. Eğer öğrenci kelimeyi doğru hatırlamazsa öğrenciye elektrik şoku uygulanacaktı. Her yanlış yanıtta öğretmen önce uygulayacağı şokun voltajını öğrenciye söylüyor, sonra da butonu çeviriyordu. Her hatalı yanıtta voltaj 15 volt arttırılıyordu. Voltaj yükseldikçe öğrencinin bağırmaları da artıyordu. Aslında öğrenciye verilen voltaj yoktu ve bağırmalar rol gereğiydi ama öğretmen rolündeki denek bunu bilmiyordu.

80, 100, 120 derken 150 voltta öğrencinin haykırışları yükselmeye başlamıştı. Deneyle ilgili komutları veren görevli bağırışlara itibar etmeden diğer soruyu öğretmene iletiyor, öğretmen de öğrenciye soruyordu. Öğretmen durması gerektiğini düşünmüyordu. 200-300 volt arasında öğrenci dayanamaz hale geliyor ve öğretmene yalvarıyordu. Fakat öğretmen, görevliden gelen yeni soruyu sorarak voltajı arttırmaya devam ediyordu.

Bu deneye öğretmen rolüyle katılan deneklerin üçte ikisi, araştırmacı deneyi sonlandırıncaya, yani 450 volta kadar elektrik vermeye devam etmişti. Oysa 300 voltta öğrenci “can çekişir” rolü yapıyordu. Bu gerçekten çarpıcı bir sonuçtu. Öte yandan öğretmen deneklerin kendi rızalarıyla elektrik vermeyi durdurdukları seviye ise 300 volttu. O ana kadar elektrik vermeyi sürdürmüşlerdi.

Sonuçların oldukça şaşırtıcı bir başka boyutu daha vardı. Deneyden önce bir grup öğrenciye “Sizce kaç öğretmen 450 volta kadar çıkar?” diye sorulmuştu. Gelen yanıt yüzde birdi. Aynı soru konunun uzmanı psikologlara da sorulmuştu. Onların yanıtı ise binde birdi. Oysa deneklerin %70’e yakını 450 volta çıkmıştı.

Deneyden çıkan sonuç aslında basitti. İşkence etmek insanları düşündüklerinden daha az etkilemektedir. Bu nedenle Alman yöneticilerin geçen süreçte krizle boğuşan ülkelerin ne kadar can çekiştiğine aldırış etmemiş olmaları normal karşılanmalıdır. Deney elbette ki sadece Almanlar adına değil, aslında herkesin içindeki gizli kalmış bir dürtüyü ortaya koyması açısından tüm insanlık adına önemli bir deneydi.

Avrupa’da finansal krizin derinleşmeye başladığı son iki yıldır, bugün alınmış önlemlerin daha önceden neden alınmadığı sorgulandığında, bu deneyin bakış açısıyla şu sonuca rahatlıkla varabiliriz. Böyle derin bir krizde hiçbir tecrübesi olmayan birçok otorite (kişi, kurum ve kuruluş), alınacak kararı hiyerarşinin en tepesindeki kişilere bırakmışlardır. Hiç şüphesiz Avrupa Birliği için bu Almanya’dır.

Tüm krizler insan icadıdır

Finansal krizlerle yaşamaya alışan dünya artık krizlerin nedenlerini araştırmaktan yorulmuş durumda. Dev finansal kuruluşların düşük çözünürlüklü kar amaçlı finansal operasyonları ve bunun üzerine hükümetlerin, halklarının refahını ön plana koyarak yarattıkları borç dağları sonrası global bir açmaza giren dünya ekonomisi sorunun kaynağını “mükemmel fırtına” olarak görüp yoluna devam etme çabasında. Hataların gerçek nedenleri ve nereden kaynaklandıkları gerçekçi değerlendirmeler ve tedbirler ışığında araştırılmadığı için krizlerin sebepleri ve suçluları asla bulunamıyor. Hataların ortaya çıkarılması yolundaki isteksizlik ne kadar güçlü olsa da uygarlık tarihinin başından bu yana birçokları tarafından kabul gören şu düşünce her zaman haklı çıkmıştır: “Tüm krizler insan hatasıdır!”

Dünyanın en büyük beş depreminden biri sayılan ve Japonya’nın yaşadığı en büyük deprem olarak kayıtlara geçen Tohoku depremi 11 Mart 2011 tarihinde meydana geldi. Depremin şiddeti 9 olarak ölçüldü. Deprem sonrası oluşan ve boyları 40 metreye varan tsunami dalgaları ülkeyi büyük bir felaket yaşattı. Yaklaşık 20.000 kişi hayatını kaybetti. Fakat yine de yaşanan bu kayıplar Fukushima Nükleer Santralinde yaşanan ve aylar süren gerilim filmi kadar dünyayı korkutmamıştı. Deprem ve tsunami sonrası santralde başlayan nükleer sızıntı 85.000 kişinin bölgeden tahliyesi ve 7,4 milyar dolarlık zarar yaratmıştı. Santraldeki sızıntının uzun süre kontrol altına alınamamış olması yeni bir “Çernobil” endişesini tüm dünyaya yaşatmıştı. Peki kaza neden olmuştu?

Aslında santralde her şey baştaki kriz senaryoları dahilinde kontrol altındaydı. Deprem sonrası santraldeki dört ünite otomatik olarak devre dışı kalmış ve soğutma motorları devreye girerek reaktörleri soğutmaya başlamışlardı. Fakat santrali işleten TEPCO adlı şirket, deprem sonrası oluşan dalgaların büyüklüğünün, yapılabilecek tüm öngörülerin üzerinde kaldığı için ısıyı denize taşıyan sistemlerin bozulduğunu belirterek önlenemez bir kriz oluştuğuna dikkat çekmiştir. Bu tür büyük doğal felaketlerin önceden tahmin edilmesi imkansız olduğu için “öngörülemeyenin önlenemeyeceği” argümanı elbette ki geçerli bir yaklaşımdır. Buna kimsenin diyecek bir sözü olmayacaktır. Peki TEPCO’nun ve ardından hükümetin yaptıkları bu değerlendirmeler ne kadar gerçekçiydi?

Japonya Hükümeti kazayı araştırması için bağımsız bir değerlendirme komisyonu atar. Komisyon raporunu 2011 yılı sonunda açıklar. Komisyonun, hükümeti ve işleten şirketi hedef alan suçlamaları o günden beri devam etmektedir. Çünkü rapor, hükümet ve TEPCO’nun dediği gibi “öngörülemediği için önlenemeyen” bir felaketten bahsetmemektedir. Tüm otoriteleri şaşırtan rapor kısaca şöyle demektedir: “İnsan hatası!”

Aslında rapor birçoklarının görebildiği bir gerçeğin altına yeniden çizerek başlıyordu: “Güvenlik için gerekli aygıtlar deprem nedeniyle zarar görmemiştir.” Bunda şaşırtıcı bir şey yoktu. Çünkü gerek TEPCO, gerekse hükümetin açıklamaları da bu yöndeydi. Fakat komisyonun bu noktadan sonraki tespiti herkesi şok etmişti: “Felaket öngörülebilir ve önlenebilirdi!”

Komisyon başkanı Kiyoshi Kurokawa felaketin insan hatası nedeniyle gerçekleştiğini ve kaza anında reaktörlerden birinde yeterince eğitimli elemanın mevcut olmadığını belirtiyordu. Bu da bir ihmal olduğunun açık bir kanıtıydı ona göre. Ayrıca hükümetin teknik bilgi eksikliği yüzünden tahliye kararını vermekte gecikmesi de diğer önemli hata olarak görünüyordu. Rapor spesifik bir yönetici adı belirtmese de TEPCO’nun üst düzey yöneticilerinin zan altında oldukları ortada.

Komisyonun diğer önemli bulgusu ise TEPCO yöneticilerinin içinde bulunduğu anlayış eksikliği. TEPCO üst yöneticileri kazayı baştan beri büyük tsunami dalgalarına ve onların öngörülmezliğine bağlamışlardı. Bu tür bir bakış açısı Challenger kazasında NASA yöneticilerinde de vardı. Uygarlık tarihinin en büyük fizikçilerinde ve Challenger kazasını araştırma komisyonu üyesi Richard Feynman NASA yetkililerine böyle bir kazanın olma ihtimali nedir diye sorduğunda milyarda birlere karşılık gelen bir yanıt almıştı. Aldığı yanıtın üzerine “Peki bunu nasıl hesapladınız?” diye sorduğunda ise herkes birbirine bakmıştı. Çünkü bu rakam gerçekçi değildi ve hesaplanarak ulaşılmamıştı.

TEPCO da hesaplama yapmaksızın tüm suçu yükselen dalgalara ve büyük depreme fatura etmişti. Oysa komisyonun uzun araştırmaları sonucu ortaya çıkan gerçek çok farklıydı. Reaktörlerden biri büyük deprem gerçekleşmeden yarım saat önceki öncü sarsıntılarda yara almıştı.

Hükümetin tahliyede geç kalması ise diğer bir büyük hataydı. Gerek TEPCO gerekse hükümet kazadan sonra tam iletişim halinde karar verdiklerini söylemişlerdi. Fakat rapor böyle demiyordu. Başbakanlık ofisi ile TEPCO arasındaki iletişimin kopuk olduğunu söyleyerek her iki tarafı suçluyordu. Başbakanın patlamadan sonra santral görevlilerine gereken talimatları verdiği şeklindeki savunma ise raporda farklı bir trajedi içinde sunuluyordu: “Talimat verilen yöneticiler değil işçiler olunca santraldeki kontrol tümüyle yok olmuştur!”

Kısaca söylemek gerekirse Fukishima felaketi, hükümet, işleten şirket ve düzenleyici otoritelerin deprem, tsunami ve diğer doğal afetlerin yaratacağı riski dikkate almadan oluşturulan güvenlik önlemlerinin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Bu kısa değerlendirmeyi 2007 yılında başlayan ve hala farklı piyasalarda şiddetini gösteren finansal krizin tüm safhaları için de kullanabiliriz. Hükümetler, düzenleyici kuruluşlar ve piyasa oyuncuları riskleri daima “öngörülmezlik” bahanesi ile düşük görme isteği içindedirler.

Fukishima raporunu hazırlayan Dr.Kurokawa felaketi tanımlarken şu kısa tanımı kullanıyordu: “Made in Japan!” Ya da yaşanan finansal kriz için söylersek “İnsan icadı!”