28 Ocak 2013 Pazartesi

Dünyanın en sevilen romanını sakın siz yazmayın!

Yatırım kararlarında kişisel bilgi seviyesi en önemli faktör olsa da bizi doğru karara götürecek en güvenilir faktör değildir. Makul bir kararı verecek bilgiye sahip olmamızın o kararı vermek için yeterli olmadığını gördüğümüz anları sıklıkla yaşarız. Büyüklük önyargısı (bigness bias) denilen bir olgu bu anların en tehlikeli düşmanlarından biridir. Usta bir yatırımcının öngörüsünü acemi birine göre daha tercih edilir bulmamızın altında yatan bu olgudur. Çünkü kafamızda garip bir büyüklük sistemi taşırız. 1 kilo elmayı 2 lira daha ucuza almak için tüm pazarı dolaşırız ama bir araba alırken 3.000 liranın pek lafı olmaz.

Aynı önyargı şirketler için de geçerlidir. Coca Cola şirketinin 20.yüzyıl başlarında yaptığı bir dizi hatanın nedeni bu yanılsamadır. Ezeli rakibi Pepsi’yi en az üç kere satın alması önerildiği halde sadece 1.000 dolar karşılığı olan bu satın almayı gerçekleştirmemişti. Belki fiyat 1 milyon dolar olsaydı alacaktı!.. Ya da batmaz denilen Titanic’in son derece ileri teknoloji ile yaratılan gövdesi üzerine eğer yeterli filika eklenebilseydi kayıplar daha az olabilirdi.

Bilginin geometrik artışı, karar verme sistemlerimizde gözle görülmesi zor bir değişime neden olmaktadır. İnsanlar, bilgi düzeyleri ve çevrelerindeki mevcut bilgi seviyesi arttıkça, daha fazla bilgiyi kullanarak karar vermek yerine daha az bilgiyi kullanarak kararlarını vermeye başlamışlardır. Genellikle burada en sık yapılan hata, bir şeyin değerini görünen gerçekliğiyle değil, büyüklük önyargısında olduğu gibi kendi duygusal değerlendirmelerimiz ekseninde vermemizdir.

Bu hafta Jane Austen’in Gurur ve Önyargı (Pride and Prejudise) adlı romanının 200.yılı. Yapılan anketlere göre roman tüm zamanların en sevilen birkaç romanından biri. Austen’i, 42 yıllık hayatında, roman tarihinin ilk büyük kültü yapan bu roman, sosyal değerlere olan ayrıntılı bakış açısıyla eleştirmenler arasında karşıt görüşlerin oluşmasına neden olsa da de en sevilen romanlar arasındaki yerini korumuştur.

İngiliz yazar David Lassman 2007 yılında bir deney tasarlar. Jane Austen’in Gurur ve Önyargı adlı romanını yeniden yazar. Sadece kitabın adını ve birkaç karakterin adını değiştirir ve yayınevlerine Alison Laydee (A Lady Austen’in takma adıdır) adıyla gönderir. Yayınevleri arasında Penguin ve Bloomsbury gibi büyük yayınevleri de vardır. Sonuçlar çarpıcıdır. Yayınevlerinden biri hariç hiçbiri kitabı tanıyamamıştır ve yayınlamayı ret etmiştir. Üstelik tarihin en etkileyici roman giriş cümlelerinden birine de dokunulmamıştı. (It is a truth universally acknowledged, that a single man in possession of a good fortune, must be in want of a wife)

Artan bilginin karar verme sistemimiz üzerinde yarattığı baskı bizi daha az bilgiyi kullanarak karar vermeye zorlamaya başlıyorsa, suçu çevresel faktörlere bağlamak doğru bir çözüm olmayacaktır. Görünen gerçekliği belirlemek için kullanacağımız ölçü bir romanı değerlendiren yayınevinin düştüğü hata gibi üzerindeki isim değil, romanın içindeki gerçeklik olmalıdır. Bunu sağlayamadığımız sürece yaşadığımız dünyanın anlamı da kaybolmaya başlıyor demektir.

Brezilyalı yazar Carolina Maria’nın Çöplük adlı eserindeki şu söz sanıyoruz karar verme sistemimizin düştüğü zayıflığın en somut uyarıcısı gibi durmaktadır: “Bugün de çöplükten yiyecek bir şeyler bulamadım ve çocuklarım 3 gündür tek bir lokma bile yiyemediler; duyduğum bir habere göre de İngiltere kraliçesi gördüğü yoğun ilgi sebebiyle kraliçe olmaktan sıkılmış."

Enformasyon şelaleleri kişileri giderek daha az düşünerek karar vermeye yöneltiyor ve bunun engellenmesi de maalesef mümkün olamıyor. Öyleyse söyleyecek fazla bir şey kalmıyor demektir. Umarız dünyanın en sevilen romanını bundan sonra siz yazmazsınız!

26 Ocak 2013 Cumartesi

Düşünmenin hem maliyeti hem de marjinal maliyeti yüksektir!

Finansal piyasalarda yatırım kararı vermek her gün biraz daha zorlaşıyor. Bilginin engellenemeyen çoğalışı, sınırlı bilgiyle karar veren insanoğlu için giderek büyüyen bir sorun. Hangi bilginin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı, finansal kararlara ne oranda girdi yapılacağı ve hangi yöntem ile işlenerek bir karara dönüştürüleceği artık hiçbirimizin kolay kolay altından kalkabileceği bir şey değil. Yardıma ihtiyacımız olduğu açık…

Televizyonlardaki ekonomi programları bize yardımcı olup yol gösteren insanlarla dolu. Milyonlarca bilgiyi aynı anda işleyebilecek bir kapasiteleri olduğu konusunda bizleri ikna etmede fazla zorlanmıyorlar. Yorumluyorlar, eleştiriyorlar, öngörüyorlar. Bizi her durumda motive etmekte son derece uzmanlar. Piyasalar yükselse de düşse de daima bir çıkış yolu sunarak ışığın yakın olduğuna inandırmakta zorlanmıyorlar. Kullandıkları dil ve üslup, kadim bir uygarlığın gizli sırlarını verirmişçesine iyi seçilmiş. Sahne ve kostümler de parıltılıyken bizlere inanmaktan başka seçenek kalmıyor. Eğitim, tecrübe ve yetenekleri konusunda fazla bilgiye sahip olmamakla birlikte yine de onlara inanç konusunda fazla cimrilik etmiyoruz.

Bilginin sürekli çoğaldığını bilmek insanlardaki zihinsel umursamazlığı zihinsel felce dönüştürmüş durumda. Bize sunulan her türlü bilgiyi, o bilgiyi düşünmenin maliyetinden daha ucuz olduğu sürece kabul ediyoruz. Genellikle de düşünme her zaman için yüksek maliyetli bir çözüm. Bu nedenle tercihimizin sunulandan yana olmasına şaşırmamak gerekiyor. Hiçbir yeteneği, eğitimi ve tecrübesi olmayan Kim Kardashian gibi kişilerin yayıncılıktan TV programcılığına, modadan kişisel gelişim koçluğuna kadar her alanda bir dünya markası olması nasıl bir karar verme sistemi içinde olduğumuzu fazlasıyla gösteriyor. Ünlülere inanmak konusunda pek zorluk çekmiyoruz. Yeter ki bize önerilerini sıralasın ve bizi düşünmekten kurtarsın.

Claire Chazal, Fransa’nın hala ünlü bir gazetecisi ve haber programcısıdır. Yetenekleri konusunda herkesi o kadar ikna etmiştir ki bu sayede elini atmadığı iş kalmamıştır. 1997 yılında yazdığı L’Institutrice adlı roman kısa sürede best-seller olmuştur. Bir romanın best-seller olması onun hiç de sıradan bir roman olmadığının basit bir göstergesi gibidir. Yoksa bir romanı milyonlarca insan neden okusun ki?

Fransa’nın en çok satan magazin dergisi Voici’nin aklına 2000 yılında dahiyane bir fikir gelir. Claire Chazal’ın romanını yeniden yazarlar. Romanın ismini, birkaç karakterin adını ve sadece kitabın ilk iki cümlesini değiştirirler. Sonra da kitabı L’Institutrice adlı romanı yayınlayan yayıneviyle birlikte ülkedeki en öneli yayınevlerine, tanınmayan bir yazarın adıyla gönderirler. Sonra da yanıtları beklemeye başlarlar.

Gelen yanıtlar şaşırtıcıdır. Tüm yayınevleri kitabı beğenmeyerek yayınlamayı ret ederler. Fakat en şaşırtıcı yanıt L’Institutrice adlı romanı yayınlayan Plot adlı yayınevinden gelmiştir. Yayınevi romanı tanımadığı gibi romanı sahibine geri göndermeyi bile gereksiz görerek, gerekirse ödemeli olarak ileteceğini söylemiştir.

Voici’nin editörü Jacques Colin’in dediği gibi yayınevleri de ünlü birini görünce düşünme yeteneklerini kaybetmektedirler. Bu bize hiç de yabancı gelecek bir olgu değil iç şüphesiz. Artık neredeyse tüm kararlarımızı TV ekranlarındaki ünlülerin düşünceleri doğrultusunda oluşturuyoruz. O ünlülerin gerçekten düşünce belirttikleri konuda uzman olup olmadıklarına bile bakmıyoruz. 15 dakikalığına bile ünlü olan birinden hayatımızın en önemli kararlarını verecek dersi alabiliyoruz. Kısaca dezenformasyon altında ağır bir yenilgi alıyoruz.

Eksik bilgi, kasıtlı eksik bilgi, gerçeği küçümseme ve TV aracılığıyla abartılan bilgi, sıradan insanın yaşam kaynağı haline gelmiştir. İnsanlar bilgi çöpleri ile yönetildiklerini farkında değiller. İyi, nazik ve anlaşılır bilgi her zaman gerçeğin ne olduğunu merak etmenin üzerini örtmektedir. Formu ne olursa olsun sunulan bilgi rasyonel bilgi olarak kabul edilmektedir. Ünlü birinin TV’den haykırdığı bir düşüncenin herkes tarafından kabul edildiğini varsaymak hiç kimse için zor değildir. Çöküş kaçınılmazdır artık.

Dezenformasyon altında ezilen insan sorumluluğu asla başka bir tarafa atamaz. Hatanın en büyüğünü daima kendisinde aramalıdır. Bu süreçte yine kararsızlık çekecekse biz şimdiden yardımcı olabiliriz. Eğer bilgi kirliliği altında ezilmemeye istekli ama bunu başaramıyorsa aciz; başarabiliyor ama istemiyorsa kötü niyetlidir. Hem istiyor hem de başarabilecek güçteyse değişim zamanı gelmiş demektir.

Bize sunulan her türlü bilgiyi, o bilgiyi düşünmenin yaratacağı maliyetten daha düşük bir maliyet sahip olduğu sürece kabul ediyoruz. Çoğu zaman da kazanan bize sunulan bilgi oluyor. Çünkü onun maliyeti hep daha düşüktür. Neden düşünmüyoruz sorusunun yanıtı bu kadar basittir. Klasik iktisat teorisi açısından yeniden özetlersek, düşünmenin hem maliyeti hem de marjinal maliyeti yüksektir.

24 Ocak 2013 Perşembe

Dezenformasyonu başarıyla yaratanlar!

Finansal piyasalardaki kararlarımızda bilgi kirliliğinin yarattığı kararsızlık davranışlarımızı önemli şekilde etkiler. Karar verme süreçlerinde kişinin en büyük düşmanı dezenformasyon ortamının yoğunluğudur. Her an her yönden gelen bilgi yağmuru altında karar vermenin zorluğu tartışılmaz. Ama çevresel dezenformasyon yine de tek düşmanımız değildir. Pek bilinmeyen bir zihinsel faktör de tıpkı çevresel bilgi kirliliği gibi ulaşılan sonuç üzerinde önemli bir verimsizlik yaratır.

Diyelim ki bir hisse senedi aldınız. Ne zaman satacağınız konusunda tek bildiğiniz yükseldiği zaman satmayı düşünmektir. Ama bu bile göreceli bir kavramdır. Ne kadar yükselince satacağınıza karar vermeniz gerekir. Peki ya düşerse? İşte bu daha kötü bir durumdur. Kayba hangi noktada dur demeniz gerektiğine karar vermeniz gerekir. Zihinsel bilgi kirliliği ya da karar vermeye yardımcı olacak bilgi eksikliği şeklindeki tam tersi bir durum karar sisteminizi kilitler. Çünkü hisse senedini alırken planınız yükselince satmaktı. Görev listenizin en tepesinde bu yazıyordu. Değişen şartlara uyum sağlayan yeni bir görev listesi oluşturmanız gerekiyordu. Oysa liste hala aynı... Üstelik size zarar veren hisse senedini satmak yerine, fiyatı düşen bu hisse senedinden, ortalama maliyeti düşürmek adına satın alırken bile bulabilirsiniz kendinizi. İşte bu durum, zihinsel dezenformasyon sonucu ortaya çıkan tuhaf bir durumdur. Üstelik bunun yaygın bir olgu olduğu gerçeği birkaç yıl öncesine kadar fark edilememiştir.

Bir felsefe profesörü olan John Perry, 1996 yılının sıkıcı bir okul günü, masasında düşünüyordu. Bir dergiye yazı yazacağına aylar önce söz vermişti ve yazıyı göndermesi gereken tarihin üzerinden haftalar geçmişti. Yazıyı yazması gerektiği hep kafasındaydı ama bir türlü oturup yazamıyordu. İş listesinin başında aylardır bu yazı duruyordu ama araya hep bir şeyler giriyordu. Bunları düşünürken yakın bir arkadaşı pinpon oynama teklifi için telefon etmişti. John, teklifi zevkle kabul etti ve bir anda kendini pinpon masasında buldu. Fakat bu pinpon oyunu belki de hayatının en önemli teorilerinden birini ortaya koyduğu anın başlangıcıydı. Peki ama John neyi fark etmişti?

John o gün, daha sonra adına yapısal erteleme (structured procrastination) dediği şeyin özünü keşfetmişti. Bu muhteşem bir stratejiydi; ertelemeyi verimli bir insan davranışına dönüştüren etkili bir teknik. Öyle bir strateji ki, bir işi ne kadar ertelerseniz sizi o kadar başarılı gösterecek bir altın anahtar.

Bir işi sürekli ertelemek başarısızlığın öteki adıdır. Bu dünyanın her yerinde aynı şekilde değerlendirilir. Fakat yapısal erteleme bu kötü özelliği sizin için bir erdeme dönüştürüyor ve sizi hem kendi, hem de diğerlerinin gözünde başarılı ve muhteşem kılıyor. Aslında işleri öteleyen insanlar tembel insanlar değildir. Sadece asıl yapmaları gereken işlerin yerine yaptıkları işler marjinal bir önem taşır. Mesela bir yöneticinizin, sürekli yakındığı şirket verimliliğini kökünden çözmek için masasında oturup organizasyon şeması çizmesi gibi. Herkes ondan daha farklı işler beklerken yöneticiniz neden kutular çizip içlerine bir şeyler yazmak gibi anlamsız bir işle uğraşıyor dersiniz?

Cevap oldukça basit: Çünkü bu işleri yapmak, yapması gereken önemli işleri yapmamanın en başarılı yoludur. Yapılması gereken önemli işleri yapmadıkları sürece kimse onlara yeni bir iş veremeyecektir. Yapmaları gereken işleri güçlü bir “yeni iş savurucu” olarak kullanacaklardır.

Yapısal erteleyicilerin listelerinde yapılmayı bekleyen işler özel olarak seçilmişlerdir. Ortak özellikleri bir bitiş tarihlerinin olması, yüksek zorluk dereceleri ve önemlilikleridir. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Çünkü bu işlerin genellikle bitiş tarihleri esnektir ve o an zaten geçmiştir. Aynı zamanda zorluk ve önemlilik dereceleri de görünenin aksine oldukça düşüktür. Fakat hayatın böyle işlerle dolu olması yapısal erteleyicilerin şansıdır. Yapılacak şey, listelerini sürekli önlerinde tutmalarına rağmen bu işleri asla yapmamaktır. Bunların yerine mesela pinpon oynayarak insanların gözünde popüler bir pinpon kahramanı olmaya yönelirler. Yani önemli işlerden kaçınmanın en etkili yolu hiçbir şey yapmamak olarak yapısal erteleyiciye büyük bir huzur verir.

Herkesin göreceği üzere yapısal erteleme önemli miktarda kişisel bir kandırma içerir. Aslında sanal olan acilen yapılması gereken önemli işler listesi, kişinin kendini aldatmasına yardım eder. Pinpon oynamak gibi işlere harcanan zaman ile de kişiler kendilerini başarılı sanırlar. Gelen tüm işler de yapılacak listesi gösterilerek sahiplenilmez ve böylece başarılı addedilen hayat ilelebet sürdürülür. Yapısal erteleyicilerde gerçek olan tek şey kendilerini aldatma yeteneklerinin oldukça gelişmiş olduğudur. İşte bu yetenekleri en önemli işleri yapmayarak yaratacakları başarısızlıktan bile çok gelişmiştir.

Yatırım kararlarımızı alırken çoğu zaman bizi etkileyen davranış şekli yapısal ertelemeye benzer bir niteliktir. Almamız gereken kararı, tıpkı satılması gereken hisse senedini düşük fiyatlardan alarak ortalama maliyeti bilinçsiz bir şekilde düşürme işleminde olduğu gibi, zihinsel olarak yarattığımız bilgi kirliliği ile sürekli olarak erteleriz. Bu süreçte yaptığımız ortalama düşürme gibi konu dışı eylemler ile de kendimizi başarılı görür ve gösteririz. Oysa ortada tek bir gerçek vardır. Hisse senedinin fiyatı düşmüştür ama yapılacak işler listemizin en tepesinde hala fiyat yükselince satmak vardır. En önemli işimizden böylelikle hiçbir şey yapmayarak kaçınmış oluruz.

Önemli bir iş yapıyormuş görünürken, listemizdeki yapılacak daha önemli işleri, çok daha önemli işleri yapmamak adına savuşturucu olarak kullanmak başarı değildir. Olsa olsa kendini kandırmanın başarılı bir yöntemidir. Nedense insanın kendini inkar etmesi, kendini tanımasından hep daha zor oluyor.

22 Ocak 2013 Salı

Zengin olmak için Nijerya’dan e-mail bekleyenler!

Finansal piyasalarda yapılan yatırımlar karşılığı karşı karşıya kalınan risk, üstlendiğiniz tek risk değildir. Yatırımlarınızın değerinin düşmesinden daha tehlikeli bir riskle her zaman yüz yüzesinizdir. O da hatalı ve art niyetli bilginin yarattığı tehlikedir.

Herkesin kazandığı bir oyun salonu uzun süre ayakta kalamayacağı gibi herkesin kazandığı bir finansal piyasa da fazla uzun süreli olamaz. Bunun basit sebebi piyasalarda sonsuz para olmayışıdır. Bir hisse senedinin fiyatı sonsuza kadar artamaz. Düşüşler kaçınılmazdır. Piyasaların bu iki yönlü doğası getiri ve zararın olabileceğinin işaretidir. Öngörülmezlik, kişilerin daima kazanmalarının önündeki en büyük doğal engeldir. Fakat bazıları sürekli kazanma arzularını art niyetli davranışlarıyla destekleyerek ortalama yatırımcı için tehlikeli olabilecek bir bilgi ortamı yaratırlar. Bunu yapanların her zaman profesyonel oluğunu düşünüyorsanız yanılırsınız.

Jonathan Lebed’in hikayesi, insanların yatırım kararlarını verirken kendilerine sunulan bilgilerin arkasındaki önemli bir sis perdesini kaldırması açısından emsalsiz bir ders sunmaktadır. ABD Sermaye Piyasası Kurumu, Jonathan Lebed’i 2000’li yılların başında mahkemeye verir. Lebed’in işlediği suç “pompala ve boşalt” (pump and dump) adı verilen yaygın bir hisse senedi manipülasyonudur. Pompala ve boşalt operasyonunda işlemler kısaca şöyle yapılır. Yatırımcı, işlem hacmi çok düşük olan hisse senetlerinden satın alır. Aldıktan hemen sonra kişisel imkanlarını kullanarak hisse senedinin reklamını yapar. Bu reklamlardan etkilenen diğer yatırımcılar hisse senedinden alırlar. Böylelikle hisse senedinin fiyatı yükselişe geçer. Bu aşamada hisse senedini daha düşük fiyattan alıp reklamını yapan yatırımcı, yükselen fiyatlardan elindeki hisse senetlerini satar. Böylece aradaki fiyat farkından kar elde eder. Diğer yatırımcılar ise bu suni artışın uzun sürmemesinden ötürü kayba uğrarlar.

Lebed işlemleri şöyle yapıyordu. Önce hisse senedinden büyük miktarda satın alıyordu. Daha sonra Yahoo-Finans forumlarında ya da chat odalarında çok sayıda eposta ile şirketin reklamını yapıyordu. Genellikle “Tüm zamanların en ucuz hisse senedi!” gibi bir başlık altında hisse senedinin fiyatının çok yakın zamanda patlayacağını söylüyordu. İşte bu epostalardan etkilenen okuyucular hisse senedine hücum ederek fiyatı yükseltiyorlar, Lebed ise aldığı hisse senetlerini 1 gün bile geçmeden satarak büyük bir kar elde ediyordu. Mahkeme tarafından suçlu bulunan Lebed, herkesin düşündüğü gibi bir piyasa profesyoneli değil, sadece 13 yaşında bir çocuktu.

Lebed savunmasında “bilgi kirliliği olmazsa borsa da olmaz” diyordu. İnsanların çoğu bu argüman karşısında ne yönde düşünmeleri gerektiğini bilemez. Ama insanları hataya düşüren bu argümanın gerçekliği üzerine atfettikleri teyit değildir. Hem Lebed, hem de tuzağına düşünler aynı düşünce şekline sahiptiler: “Kazanmak için inanmak gerek!”

Kazanmaya istekli ama piyasalar hakkında fazla bilgisi olmayan duygusal kişiler bu hataya düşmüşlerdi. Çünkü piyasaya geç girenler bu tür epostaları okudukları zaman erken girenlerin çok para kazandıklarını düşünürler. Öyleyse acele etmeleri gerekiyor ki onları yakalayabilsinler. Böylece Lebed’in epostasına inanarak alım kararlarını verirler.

İnternet üzerinden gönderilen e-mail’ler ile yaratılan bilgi kirliliği herkesin dikkat etmesi gereken bir alandır. Kökeni Nijeryalı inovatif internet girişimcilerinin, ülkenin diktatör başkanı Sani Abacha ve ailesinin isimleri üzerine kurdukları hikayelerle tüm dünyadaki insanları dolandırmalarına kadar uzanır. Gönderilen postalarda, küçük bir para ödeyerek büyük bir servete kavuşacağınız yazmaktadır ve milyonlarca kişi bu tuzaklara düşmüştür.

Bilgi kirliliği yüksek bir mühendislik ile yaratılsa da aslında arkasında herkesi etkileyecek basit bir matematik vardır. Diyelim ki bir gün posta kutunuzda şöyle bir e-mail ile karşılaştınız: “Bugün X hisse senedini mutlaka alın çünkü yükselecek!” Birçokları pek itibar etmeyecektir. Fakat gün sonunda öngörünün doğru çıktığını gördünüz ve ertesi gün aynı kişiden yeni bir ileti aldınız. Bu kez başka bir hisse senedinin artacağını söylüyor. Yine almadınız tabi ki ama gün sonunda öngörünün yine doğru çıktığını gördünüz. Diyelim ki bu iletiyi üst üste 6 gün aldınız ve her defasında öngörü doğru çıktı. 7.gün aynı kişiden benzer bir eposta aldığınızda ne düşünürsünüz?

Birçok kişi tanımadığı birinden aldığı bir iletiye pek güvenmez ama yapılan araştırmalar az da olsa küçük bir kalabalığın bu tür tuzaklara düştüğünü söylemektedir. Karşıdaki kişinin başarılı bir tahminci olduğunu düşünebilirsiniz ama değildir. Basit bir taktiği vardır. İlk gün 64 kişiye e-mail göndermiş ve 32’sine hisse senedinin yükseleceğini, 32’sine düşeceğini söylemiştir. Başarılı olduğu 32 kişiye ertesi gün yeni bir e-mail göndererek bu kez yine aynı senaryoyu uygulamıştır. Yarısına düşeceğini yarısına yükseleceğini söylemiştir. 6 gün boyunca yaptığı budur ve 7.gün sadece 1 kişi kalmıştır. İşte tuzak bu basit matematiğin altındadır.

Tüm bu bilgi kirliliği tek bir sebep için yapılır: Kişilerin başarılı değerlendirme sistemlerini vaatlerle tahrip ederek onları kandırmak için. Piyasalarda kaybetmek kazanmak kadar normal bir durumdur. En başarılı yatırımcılar bile kaybetme potansiyellerini sıfırlayamazlar. Başkalarının karar ve önerileriyle sürekli kazanan veya çok kazanan olmak her durumda alınabilecek bir risk değildir. Bilgiyi yayan karşı tarafı tanımamanızın bir maliyeti vardır ve bu maliyeti hesaplamalarınızda mutlaka dikkate almanız gerekir. Bu maliyet maalesef çoğu zaman çok yüksek olabilmektedir.

Bilgi çağında ne kadar akıllı olduğunuz çok önemli değildir. Duygularınızın, aklınızın sesini ne kadar duyduğu önemlidir. Aksi takdirde zengin olmak için Nijerya’dan e-mail beklersiniz!

21 Ocak 2013 Pazartesi

Gelecek kıyamet ne zaman?

Debisi sürekli artan enformasyon çağlayanları altında finansal kararların oluşturulması oldukça zor bir iştir. Hatta birçokları için bu tek başına altından kalkılamayacak kadar ağır bir iştir. Finansal gelecek hakkında öngörülerde bulunmak piyasaların en önemli alanlarından biridir. Sıradan insanın yaparken zorlandığı, birçok bilginin işlenerek tek bir karara dönüştürülmesi sürecini sizlerin yerine yapan birilerinin olması büyük bir fırsattır. Yarı bilimsel birçok değişik teknik kullanarak yatırımcıların kararlarına yön veren kişilere karşı herkesin sempati ve ilgiyle yaklaşması doğal karşılanmalıdır. Finansal kararların önemli bölümünün bu analizler ışığında verildiği bilinen bir gerçektir. Fakat bu, sınırları iyi ayarlanması gereken bir davranıştır. Sunulan bir bilginin arka planında görünenin dışında gizli bir niyetin varlığı tehlikeli bir durumdur. Gürül gürül akan bilgi şelaleleri altında, bilimselliği konusunda kimsenin şüphe götürmeyeceği kararlar bile kolaylıkla finansal astrolojiye dönebilir.

Finansal astrologların en ünlü isimlerinin başında ABD’de CNBC televizyonunda Mad Money programını sunan Jim Cramer gelir. Hisse senedi önerileri büyük bir izleyici kitlesi tarafından yatırım kararına dönüştürülen Jim Cramer, 11 Mart 2008 tarihinde, daha sonra büyük tartışmalara neden olacak “emsalsiz” bir finansal öngörüye imza atar. 11 Mart 2008, küresel finansal krizin ilk büyük enkazı olan ABD’nin 5 büyük yatırım bankasından biri olan Bear Stearns’ün çöküşünün 3 gün öncedir. Jim Cramer, 11 Mart 2008’de, dünya finans tarihinin en önemli astrolojik hatalarından birini yapar ve Bear Stearns’ün harika durumda olduğunu izleyicilerine söyler. Bu açıklamanın üzerine kaç kişinin Bear Stearns hisse senedi aldığı tam olarak bilinememektedir. Gelen eleştiriler yüzbinleri işaret etmektedir. Fakat şirket bu açıklamanın üzerinden 3 gün bile geçmeden çok düşük bir bedelle başka bir şirkete satılarak piyasadan kaldırılır. Halkın parası buhar olup gider.

Her türlü bilgiyi bilimsel tekniklerle işleyerek karar verdiği düşünülen kişilerin tuzağına düşmek insanoğlu için doğal bir zorunluluk gibidir. Uzman bilgiye güven illetinden tarih boyunca kurtulamamışızdır. Bilgi ne kadar saçma olursa olsun “gizemli uzmana” güvenmek temel ihtiyaç gibidir. Hatalı ve belirli bir gizli amaç taşıyan bilgiyi yayanın da kendimiz gibi masum olduğunu düşünmek sanıyoruz hatanın başlangıç noktasıdır. Bu inanç bazen en inanılması güç safsatalara bile inanmamıza ya da en azından ilgilenmemize sebep olur.

İlk kıyamet tarihimiz Dorothy Martin adlı bir Scientology müdaviminden gelmişti. 21 Aralık 1954’te kıyametin kopacağına inanan müritleri tüm paralarını çekip yemişlerdi. Clarion adlı gezegenden aldığı mesajla hareket eden Martin, müritlerini büyük bir hayal kırıklığına uğratsa da 90’lara değin önemli bir kişisel gelişim gurusu olarak yaşamını sürdürmüştü.

Sektör oldukça canlıydı. İkinci kıyamet tahmini Amerikalı medya devi Pat Robertson’dan gelmişti. 1976 yılındaki açıklamasına göre 1982 yılının sonuna kadar kıyametin kopacağını insanlığa garanti etmişti. Öngörüleri ardından da sürmüştü. “Tanrıdan öğrendiğim kadarıyla” diye başladığı sözlerinin birinde altının 1.900, petrolün 300 dolara çıkacağını söylüyordu. (Tahmini hala geçerli bu arada.)

Sonraki tahmin New Age düşüncenin ABD’deki gurularından Elizabeth Clare Prophet’ten gelmişti. Onun bize kıyamet için garanti ettiği tarih 1990’dı. Yönettiği kilise sayesinde varlık içinde bir hayat yaşadı.

Koreli bir dini girişimci olan Dami Mission’a göre kıyamet tarihi 28 Ekim 1992’ydi. 144 bin müridinden topladığı 4,4 milyon dolar, öngörüsünün mütevazi bir karşılığı olarak kendisine verilmişti ama polis bu cömertliğe onu yakalayarak karşılık verdi.

Ugandalı dini müteşebbis Credonia Mwerinde’ye göre kıyamet tarihi 1999’du. O da üstte anlattığımız öncüllerinin izinden gitmiş ve masum inananların paralarını ellerinden almıştı. Kıyametin kopmadığını gören samimi inançlılar doğal olarak paralarını istemeye gelince acı sonla karşılaşmışlardı. Mwerinde, 530 kişiyi oracıkta öldürmüştü.

Amerikalı radyo yapımcısı Harold Camping’e göre kıyamet 21 Mayıs 2011’de kopuyordu. Olmayınca hatalı tahmin için alçakgönüllülükle özür diledi.

Ardından Maya takvimi geldiği için öngörüler şimdilik durmuş gözüküyor. Bu anekdotlar şöyle bir düşünceye götürebilir: “İnsanlar bu kadar enayi olamaz!” Rasyonel gibi gelen bu değerlendirme aslında başka bir düşünce hatasını açığa çıkarmaktadır. Gün boyu inandığımız birçok safsatanın bunlardan farklı olduğu ya da daha gerçek olduğu. Fakat maalesef öyle değildir. İnandığımız şey kıyamet tahminleri kadar saçma öngörüler olmasa da sınırlı bilgi ve değerlendirme kapasitemizin kudretinin kapsamında kalan şeylerdir. Sonsuz bilginin baskısını üzerimizde hissederek karar vermek hiç kolay bir iş değildir. Özellikle de finansal piyasalarda.

Kıyamet tarihini tahmin etmek gibi uç örneklerde bile insanların şüphe seviyelerinin olması gerekenden düşük belirlenmesi problemin insan köklerindeki karşılığının ne kadar derin olduğunu göstermeye fazlasıyla yetiyor sanıyoruz. Eğer herhangi bir tekniği kullanarak kıyamet öngörüsü ya da piyasa öngörüsü yapıyorsanız, sadece öngörünüzü değil, öngörünüzü geçersiz yapacak durumları da açıklamanız gerekir. Sizin doğru olduğunu düşündüğünüz şeyi değil, doğru olmadığını düşündüğünüz nedenleri de ortaya koymanız gerekir. Gizli bir niyete sahip olan bilgi yayıcılar bunu yapmayacağı için bu değerlendirmeyi yapması gereken bizler oluyoruz. Fakat bunda pek başarılı olduğumuz söylenemez.

En basit haliyle bir düşüncenin dezenformasyon içerip içermediğini onun yapısından anlayabiliriz. Eğer düşünce tüm bilgiyi verip değerlendirmeyi size bırakıyorsa gerçek bir düşüncedir. Eğer sadece tek yönlü bir sonucu veriyorsa, gizli bir niyet taşıması ihtimali oldukça yüksektir.

En kısa haliyle sorun, herkese eşit dağıtılmadığı söylenen akıl seviyesinden değil, eşit dağıtılan sağduyudan kaynaklanmaktadır. Hiç kimse sağduyusunun az olduğunu düşünme cesaretini gösteremediği sürece bir dahaki kıyamet ne zaman diye bekler dururuz.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Üzülerek söylüyoruz piyasalar Tom Cruise dolu!

Hisse senedinden türeve kadar akla gelecek tüm piyasalarda yüzyıllardır hep aynı oyun oynanır. Büyük yatırımcılar istediklerini fazlasıyla elde ederken küçük yatırımcılar ısrarla piyasalara çekilmeye çalışılır. Piyasaların karmaşık işleyişi hakkında sınırlı bilgi sahibi olan kişilerin piyasalara hücumu tıpkı altına hücum gibi bir olgudur. Kulaktan kulağa dolaşan zenginlik hurafeleri, çevredeki insanların borsalardan orantısız getiri elde ettiği hikayeleri sıradan insanları borsalara yönlendiren en önemli dinamiklerdir. Piyasaların derinleşmeye (paranın artması) başlamasıyla küçük şirketlerin halka arzı da özel bir davet şeklidir aslında. Tıpkı analistlerin sürekli “Al” emri vermeleri gibi. Amaç daima küçük ve sıradan yatırımcıyı bu anlaşılması çok kolay olmayan, yüksek bilgi ve anlayış gerektiren sistemin içine çekmektir.

Gördükleri ve işittikleri ile yönlenmeye dünden razı olan entelektüel bakış açısı henüz olgunlaşmamış birçok kişi için altına hücum hikayeleri ihtiyaçlar piramidinin gıda kadar önemli bir tabakasıdır. Zengin olma yolunda bilgi ve anlayışın önemini göz ardı etmek çoğu zaman mutsuz bir sona davetiye çıkarır. Kaybedenlerin, pozitif bir teori ve pratikten yoksun masumane kararlarının cezasını çekmelerinin gerekli olduğunu düşünebilirsiniz. Hatta kendileri bile düşünebilirler. Ama bu gerçekten ağır bir vicdani yargılamadır.

Çünkü sıradan insanları piyasalara çeken basit algılamaların arkasında daima sistemli bir çabanın olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 2000 yılında ABD’de yapılan bir araştırmada 28.000 hisse senedi tavsiyesi taranmış ve çarpıcı bir sonuç bulunmuştur. Tavsiyelerin neredeyse %99,9’u “Al” yönündedir. Oysa gerçekleşen bunun tam tersidir. Al denilen hisse senetlerinin çoğu o dönemde düşmüştür. Peki ama piyasalarda bu bilgi kirliliği nasıl yaratılıyor?

Bugün dünyanın en popüler düşünce sistemi ve organizasyonlarından biri hiç şüphesiz Scientology adlı yapıdır. 1953 yılında Rob Hubbard tarafından kurulan örgüt, insanı, kendi ölümsüz doğasını unutmuş ruhani bir varlık olarak görür. Hubbard, Dianetics adlı kitabında bu dönüşümün nasıl sağlanacağının bilimsel (kendisine göre) tarifini verir. Bunu yaparken de psikoloji, genel sağduyu ve uzaylı harikalardan yardım alır. Yarattığı bilimsel dil ile hayatın anlamını keşfeden dünyadaki tek insan olduğunu düşündürtür. Bu görünüş, yönlenmeye ihtiyacı olan bilgi ve değer sistemi gelişmemiş birçok insan için kaçırılmayacak fırsattır. Peki ama yaratılan bu büyünün ne kadarı gerçektir?

Reklam yüzü aktör Tom Cruise olan Scientology’nin doktrin kitabı Dianetics, Hubbard tarafından “ateşin icadından sonra en büyük icat” olarak sunulur. Fakat kitabı bilimsel yönden inceleyen bilim adamlarının görüşü daha farklıdır.

ABD Psikoloji Derneği kitabı sözdebilim olarak tanımlamıştır. Kitaptaki teorilerin bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmadığını beyan etmiştir. Psikolog John Lee, kitaptaki psikolojik doktrinlerin eksik olduğunu ortaya koymuştur. Psikolog Harvey Fischer kitapta sunulan teorileri denekler üzerinde denediğinde kişilerin zihinsel süreçlerinde herhangi bir değişim olmadığını tespit etmiştir. Filozof Robert Carroll kitabı deneysel kanıtlardan uzak bir sahte bilim olarak tanımlamıştır. Popüler bilim dergisi Scientific American, kitabı yazının icadından beri sayfa başına kanıt-söz oranında en kötü kitap olarak seçmiş, saçmalık ve sağduyunun edepsiz bir karışımı olarak değerlendirmiştir. Isaac Asimov, abuk sabuk bir kitap; Jack Williamson ise Freud psikolojisinin çılgın bir güncellemesi olarak görmüştür. Clinical Medicine dergisi psikolojisinin yanlış algılanması ve yorumlanması sonucu oluşturulan profesyonel bir şarlatanlık olarak nitelendirmiştir. Ünlü psikanalist Erich Fromm ise Freud’un fikirlerinin aşırı basitleştirilerek propagandalaştırılmış hali olarak görmüştür. Aşırı mekanikleştirilen zihnin insani değerlerler ile uyumlu olmadığını söylemiştir. Anlambilim uzmanı Hayakawa ise bir bilim kurgu örneği olarak görüp birkaç dilbilimsel teknikle makul görünen fantastik hayaller yaratıldığını söylemiştir. Bilim yazarı Martin Gardner kitabın bilimle uzak yakın bir ilişkisinin olmadığını belirtmiştir. Ve daha sayılamayacak kadar çok eleştiri. Peki ama kimdir bu Roy Hubbard? Bir dahi mi?..

Guinness Rekorlar Kitabına göre dünyanın en çok basılan yazarı olan Hubbard üniversite eğitimi olmayan bir savaş gazisidir. Emeklilik maaşıyla geçinip bekçilik yapan biridir. 1947 yılında Emeklilik İdaresine yazdığı mektupta nasıl sefil bir durumda olduğunu anlatarak maaşına zam istemiştir. Maaşına biraz zam yapılsa da ertesi yıl hırsızlıktan suçlu bulunmuştur. Hubbard’ın mesleği bilim kurgu yazarlığıdır. Yazdığı hikayelerle para kazanmaya çalışmakta fakat bunda pek başarılı olamamaktadır. 1948 yılında bir bilim kurgu kongresinde aynen şunu söylemiştir: “Kelimesi 1 penny’e yazmak gülünç. Eğer bir insan milyon dolar kazanmak istiyorsa bunun en iyi yolu kendi dinini kurmaktır!”

Hubbard, bu sözleri söyledikten sadece bir yıl sonra Dianetics’i çıkarak bugün on milyon kişinin inandığı kendi dinini kurmuştur. Evet, o bir dâhidir, ama başkalarının akılsızlığını kullanan bir dahi.

Finansal piyasalarda yayılan bilgilerinin çoğunun ardında da böyle gizli çıkarlar vardır. Entelektüel seviyesi düşük olan fırsatçılar ve problemlerini çözmek için kahraman arayanlar bu tür bilgilerin peşine takılmakta fazla gecikmezler. Hatalı ve hileli bilgi, bazen hiç kimsenin fark edemediği bir şekilde, analistlerin daima “Al” emri vermesiyle gelir; ya da küçük şirketlerin halka arzı eşliğinde derinleşen piyasa söylemleriyle. Bazen en yakın arkadaşınızdan duyduğunuz “vurgun” hikayesiyle veya masum bir televizyon yorumuyla. Piyasalar bilgi okyanusu gibidir. Sorumluluk bilgiyi yayanda olsa da alanın da bilinçli bir tüketici olması hayati bir zorunluluktur. Aksi takdirde finansal piyasalarda da, bir bilim kurgu yazarının psikoloji ve sağduyu karışımıyla yarattığı Scientology mucizesi gibi dezenformasyon tuzaklarına her zaman düşülebilir. Hatta şunu söylemek sanıyoruz mübalağa olmayacaktır: “Piyasalar Tom Cruise dolu!”

Doğanın değişmesi gereken bazı kanunlarının zaman içinde hiç değişmediğini görmek gerçekten çok üzücü: Akıllı insanlar nedenler üzerinde düşünürken akılsızlar hep çoktan karar vermiş oluyorlar.

18 Ocak 2013 Cuma

Tanrıların Arabaları’nı okumayan kaldı mı?

Finansal piyasaların ritmini bozan en tehlikeli şey hatalı bilginin kasıtlı bir şekilde yayılmasıdır. Fiyatlara yön veren tek şey bilgi olduğu için hatalı bilginin kısa sürede ayrıştırılamaması fiyatları değiştirir ve bu da genellikle bilgiyi yayana getiri olarak döner. Sürü psikolojisiyle hareket etmeye meyilli birçok kişi maalesef bu tuzağın içine rahatça düşer. Yaratılan balon birçok masum kişiye ağır bir fatura çıkarır.

İnsanlar hatalı bilgiler nedeniyle uğradıkları kayıplar sonrasında büyük pişmanlık yaşarlar. Birçokları daha dikkatli olmak için yeni yaklaşımlar geliştirir. Fakat birçok insan ise ne tür bir tuzağa düştüğünü bile anlayamaz. Yayılan bilginin doğru olduğunu sanır her zaman. Tıpkı bundan tam 45 sene önce olduğu gibi.

1968 yılında yayınlanan bir kitap dünyayı ayağa kaldırmıştı. Uygarlık tarihi boyunca bir kitabın bu kadar popüler olduğu nadirdir. Ülkemizde de 2000’li yıllara kadar popülerliğini korudu ve elden ele dolaştı. Kitap tüm dünyada milyonlarca sattı. Bilim tarihinde bir devrim olarak kabul edilen bu kitap Eric von Daniken’in Tanrıların Arabaları (Chariots of the God?) adlı kitapıdır.

Yetenekli ve bizden kat kat akıllı uzaylıların dünyamızla olan geçmiş ilişkilerini bilimsel bir dille anlatan ve bu ilişkilere bolca kanıt sunan kitap tüm dünyada “ufoloji” denilen sözdebilimi yaratmıştır. Herkes bir anda bu dünya dışı varlıkları araştırırken bulmuştur kendini. Binlerce kitap basılmış, yüzlerce dergi yayınlanmış ve oluşan sektör milyarlarca dolar gelir yaratmıştır. Peki ama yazılanlar ne kadar doğru?

90’lara gelindiğinde Daniken’in Tanrıların Arabaları’nda sunduğu kanıtların doğru olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Eleştiriler öyle sertti ki Daniken ne diyeceğini bilememişti. Sunulan kanıtlar Daniken’in bir dolandırıcı olduğunu fazlasıyla ortaya koyuyordu.

Hindistan’daki paslanmaz çelikten yapılan sütunun uzaylılar tarafından yapıldığını söylüyordu. Bilimsel kanıtlar sütunun paslandığını ve dünyalılar tarafından yapıldığını söylüyordu.

Ekvator’daki yer altı tünellerinin uzaylılar tarafından yapıldığını, altın, özel heykeller ve metal tabletlerden oluşan kütüphaneler içerdiğini söylüyordu. Daniken kitapta bunları gördüğünü resimlerle anlatıyordu. Fakat bölgeyi araştıran jeologlar böyle bir mağaraya rastlamamışlardı.

Uzaylıların yaptığı altın objelerin bir rahip tarafından korunduğunu söylemişti. Rahibi bulan bilim adamları, pirinç ile altını ayıramayan bu adamın turistler için hediyelik eşyalar satan bir deli olduğunu gördüler. Daniken’in kitapta yayınladığı fotoğraflar ise bu hediyelik eşyaların fotoğrafıydı.

Daniken Peru’daki Nazca çizgilerinin uzaylıların gemileri tarafından oluşturulduğunu söylüyordu. Oysa arkeologlar yaptıkları araştırmalarda çizgilerin Kolombiya öncesi dönemde insanlar tarafından yapıldığını bulmuşlardı.

Piri Reis’in haritasının dünya dışı varlıklar tarafından çizildiğini, Antartika’daki dağların bugün bile yer altında olduğunu söylemişti. Ama haritanın işaret ettiği yerlerde yapılan araştırmalarda dağların olmadığı görüldü. Yani harita hatalıydı.

Daniken piramitlerin uzaylılar tarafından yapıldığını söylüyordu. Oysa bilim piramitlerin dünyalılar tarafından nasıl yapıldığını en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymuştu.

Uzay mekiğinde oturan astronot dediği resmin geleneksel Maya kıyafeti giymiş bir yerli olduğu tüm kültürel yönleriyle açıklığa kavuşturulmuştu. Ve bunlar gibi daha birçok safsata…

Bugün hala devam eden milyarlarca dolarlık bir sektör yaratan Daniken dezenformasyonun belki de dünyadaki en önemli kişisidir. Yarattığı ufoloji akımı bugün hala insanları zengin etmeye devam etmektedir. Daniken, tüm bunların kurmaca olduğunu yıllar sonra itiraf etmek zorunda kalmıştır. Dünyalı atalarımızı hafife alarak bir uzaylı ırkçılığı yaratan Daniken “süper uzaylılar” sektörüne hayat vermiştir.

Biraz araştırıldığında ise daha korkunç bir gerçek ortaya çıkmıştır. Daniken’in hiçbir tahsili yoktur ve bir otelde hizmetçi olarak çalışırken zimmetine geçirdiği paralar nedeniyle hapse atılmıştır. Hapisten çıkınca gittiği Mısır’dan çok etkilenmiş ve bu kitabı kaleme almıştır. Kitabı beğenen editör, piyasadaki diğer kitaplardan kopya çekerek kitabı yeniden yazmıştır. İşte “Tanrıların Arabaları” denilen uydurma bilimsel kitap böyle yazılmıştır.

Hatalı bilgi kasıtlı olarak kullanıldığında işte bu kadar tehlikeli olabilmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde finansal piyasalar da hiç korunaklı yerler değildir. Bu nedenle kararların girdisi olan bilginin mutlaka eleştirel ve entellektüel bakış açısıyla sorgulanması gerekir.

Akıllıca davranmanın önündeki en önemli engel çoğu zaman akıllı görünme çabasıdır. İnsanlar sıklıkla bu tuzağa düşerler. Daniken’in ne akıllı ne de bilgili bir adam olmadığı ortadadır. Peki ama Daniken bunu nasıl başardı derseniz yanıt oldukça açıktır: Başkalarının akılsızlığından faydalanarak!

16 Ocak 2013 Çarşamba

Filozofik zombilere lütfen dikkat edin!

Parasal durumunuz mu kötü? Panik yapmayın, size bu illetten kurtaracak çözümü sunuyoruz. Birkaç günlüğüne bir kursa katılmanız yeterli. Girişimcilik ya da bir zanaat kursu olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kuantum kursu.

Kuantum kursunun ne olduğunu merak edenler olabilir. Fiziği çağrıştıran bir adı olsa da aslında bir kişisel gelişim tekniği. Tekniğin ülkemizdeki merkez bankalarından Nilda Ferhan Efeçınar kurs davetinde aynen şunu söylüyor: “Bugüne kadar bu çalışmayı hakkıyla uygulayan hemen hemen herkes kendi mucizesini oluşturdu.” Yani zengin olmanız kursa ödeyeceğiniz orantısız bir ücrete bakıyor. Ne dersiniz, sizce N.F.Efeçınar haklı olabilir mi?

Kuantum terapistleri, kuantum fiziği denilen fiziğin en karmaşık alanlarından birini tedavilerine alet ediyorlar. Kuantum fiziği ile saçma bağlantılar kuruyorlar. Orta ve üst sınıfı hedef alan pazarlama teknikleri ile plasebo etkisinden (düşünerek kendini iyileştirme) öteye herhangi bir faydası henüz ölçülememiş olan bir teknikle etkisiz ilaçlar çağına dönüşe çağrı yapıyorlar.

Kuantum fiziği, maddenin partikül ve dalgalarının hareketlerini matematiksel olarak tanımlamayı sağlayan bir bilim dalı. Kuantum terapistleri, kuantum fiziğinin bazı matematiksel modellerini kendi çözümlemelerine ismen dayanak yaparak kişiler üzerinde bir baskı yaratıyorlar. Kuantum fiziği açılımlarıyla da bu karışıklığı sıradan insanın içinden çıkamayacağı bir hale dönüştürüyorlar. Kişileri, etkili tıbbi çözümlerden uzak tutarak ümit etmenin hatalı bir boyutunu sunuyorlar. Kısaca kuantum tedaviyi sistematik olarak modern fiziğin yanlış yorumlanması olarak tanımlayabiliriz. Filozofik ve matematiği görmezden gelen çözümler öneriyorlar. Üstelik bunu ölçülebilir boyuta sahip hiçbir objenin kuantum fiziği için uygun olmadığını bile bile yapıyorlar. Tam bir kara mizah.

Yöntemin dünyadaki yel değirmeni Deepak Chopra. Deepak Chopra, dünyanın en zengin gurusu aynı zamanda. Sanırız bu bilgi birçok şeyi açıklıyordur. Başarısı basit bir mesajda saklı: “Mutluluk mümkündür!” Bu mesaj çevresine örgülediği “düşünce-vücut” paradigması ve bulanık alanları kapatmak için kullandığı kuantum tekniği ile Hintli yazılımcıların zekasını kişisel gelişime yansıtan bir girişimci Deepak Chopra. Mutluluk mümkündür şeklindeki bir paradigma aslında basitçe şunu ifade ediyor. Eğer şu anda okuduğunuz yazı kuantum tekniğini eleştiren değil de öven bir yazı olsaydı muhtemelen on katı daha fazla kişi okuyacaktı. Ya da belki de daha fazlası.

Sözdebilimlere olan inancın gerçek bilime olan inançtan daha sempatik karşılanması kişisel bir zafiyet haline gelmiştir. Eleştirmenler “Filozofik zombilere dikkat!” diyerek insanları uyarsalar da pek fayda etmemektedir. Amerikalı yazar Robert T.Carroll, sözdebilim ve paranormal olaylara eleştirel bir yaklaşım getirdiği Skeptic’s Dictionary adlı sitesinde Chopra’nın “düşünce-vücut” sistemi ile neden bahsettiğini belirleyemediğini söylemektedir. Chopra, kuantum tekniğini sürekli bilime dayandırsa da akıllı bir insanın modeli çözümleyebilmesi imkansızdır. Sıradan insanın eleştirel yeteneği bu değerlendirmeleri yapamayacağı için çoğu zaman bu bilimsel saptırmalara inanmaktadır. Fakat Deepak Chopra bu saptırmaları uzun süre saklayamamış ve sonunda biyolog Richard Dawkins’in “The Enemies of Reason” adlı belgeseldeki çapraz bir sorusuna yenik düşmüştür. Chopra’nın itirafı aynen şöyledir: “Kuantum teorisini sadece bir metafor olarak kullandım. Fizikteki kuantum teorisi ile benim düşüncelerimin hiçbir ilgisi yoktur.” İşte gerçek bu kadar açıktır. Kuantum adı kurnazca bir pazarlama tekniğidir. Kaldı ki en ileri fizikçilerin bile anlamakta zorluk çektiği bir disiplini “duygu tüccarlarının” anlaması zaten mümkün olamaz.

Bunu fark edenlerden biri de Ig Nobel komitesidir. Ig Nobel, 1991 yılından bu yana bilimin çeşitli dallarında, bilimsel tuhaflıklara ve saçmalamalara alternatif Nobel Ödülü veriyor. Nobelli bilim adamlarından oluşan jüri dezenformasyonun en başarılı kişilerini seçiyor. Adı Ignoble (basitlik, aşağılık, düşüklük, alçaklık) sözcüğünden geliyor. 1998 yılında Ig Nobel Fizik ödülü Deepak Chopra’ya verildi. Bilim adamlarından oluşan kurul, kuantum fiziğini hayat, özgürlük ve ekonomik konulara uygulamada gösterdiği emsalsiz yorumlama yeteneği ile Chopra’yı ödüle layık gördü. Sanıyoruz bu Nobel, kuantum tedavisinin nasıl bir sahtebilim olduğunu yeterince gösteriyordur.

Ama hala bu gerçeği görmezden gelenler için uygarlık tarihinin (bize göre) en büyük teorik fizikçisi Richard Feynman’ın değerlendirmesine kulak verelim. Feynman, kuantum tekniği gibi safsataları, görünüşte bilimsel metotları takip eden ama aslında bilimsel olmayan uygulamalar olarak değerlendiriyor. Her şey bilime uygun başlar ama asla bilime uygun sona ermez. Yani uçak bir yerden bir yere gitmek üzere havalanır, ama asla bir daha iniş yapmaz!

Evet, kişisel gelişim sektörünün, uygarlık tarihinin en büyük fizikçilerinden biri olan Feynman’a göre tanımı bu kadar basittir: “Bir yere gitmek üzere havalanan ama asla bir daha inmeyen uçak!” Eminiz bu soruyu bu tür destekleri alan herkes kendine soruyordur. Size vaat edilen şey verilmemiştir. Sonsuz mutluluk, büyük servet, ilelebet aşk… Eeee, nerde öyleyse uçak?.. Ne zaman iniş yapacak?..

Girişteki sorumuza dönersek, mucize yaratacağınız vaatleriyle sizleri kurslarına davet edenlerin anlamaları gereken tek bir şey var: Faaliyete geçmiş cehaletten daha ürkütücü bir şey olamaz! O nedenle lütfen ama lütfen filozofik zombilere dikkat edin!

15 Ocak 2013 Salı

Bilginizi sınırlayın, cehaletinizi sonsuz yapın!

Şimdi size finansal kararlarınızda yaptığınız hatalar sonrasında ne yapmanız gerektiğinin altın formülünü vereceğiz. Diyelim ki hisse senedi aldınız ve değeri düştü. Ya da bir yatırımınızdan istediğiniz getiriyi elde edemediniz. Öncelik tasa yapmayın. Mutluluk ve acı aslında aynı duygulardır. Yapmanız gereken öfkenizi dışa vurmak ve onu yaşamaktır. Kırın, dökün, bağırın ve hatta gerekirse hisse senedi hangi şirkete aitse ona söylenin… Yoksa bu yöntemi beğenmediniz mi?

Böyle bir tavsiyeyle karşılaşsanız eminiz ki gülüp geçersiniz. Çünkü bunun gerçekten sorunu çözmeye yetmeyeceğini kolayca anlarsınız. Aptalca bir şaka olarak bile değerlendirebilirsiniz. Fakat ne acıdır ki bu tür yöntemleri kullanarak bizleri problemlerimizden arındırdıklarını söyleyenlere her yıl milyarlar ödüyoruz. Sadece bununla kalsak iyi, üstüne ya problemlerimiz daha da derinleşiyor ya da geçerli bir özgeçmişe sahip olmayan sahte bir gurunun kitaplarının esiri olmaya başlıyoruz.

Şimdi girişteki önerimize yeniden dönelim ve kişisel gelişim gurularının düşüncemizi nasıl etkilediklerini anlamaya çalışalım. Kullandıkları entelektüel dil ve cilalı düşüncelerle duygusal zenginliğimizi nasıl yok ettiklerini görelim. Diyelim ki depresyondasınız ve bir kişisel gelişim gurusuna gittiniz. Size şöyle bir basit soru soracaktır: “Mutluluk ve üzüntü duygularını iyi ve kötü olarak sınıflandırabilir misiniz?” Siz de muhtemelen hemen şöyle diyeceksiniz: “Mutluluk iyi, üzüntü kötüdür.” Kişisel gelişim gurusu bu kez size alaycı alaycı bakıp şöyle diyecektir: “Anneniz öldü ve siz annenize üzülüyorsunuz. Bunun nesi kötü?..” Guru anlatmaya devam eder: “Duyguların hepsi bizim için var. Onları yaşamaktan korkamayalım…” Vesaire vesaire.

İşte o anda kişisel gelişim tuzağına düşmeye başlarsınız. Kitaplar, kurslar, seminerler derken paranızın önemli bir kısmını kişisel sorumluluklarınızdan kaçma bedeli olarak bu kişisel gelişim “sahte peygamberlerine” kaptırırsınız. Şüphesiz bu tercih meselesidir. Fakat hedef gösterdikleri sorunlara somut çözümleri olmayan bu guruların yarattığı duygular bazen çok tehlikeli bir hal alabilir.

34 yaşında, utangaç, mütevazi ve nazik bir iş kadını olan Rebekah Lawrence 2005 yılında böyle bir kursa katılmayı uygun buldu. Ne alkol, ne ilaç, ne de başka herhangi bir problemi vardı. Eşiyle olan çocuk sahibi olma konusundaki kararsızlıklar dışında herhangi bir sorun yaşamıyordu. “Dönüm noktası” (Turning point) adlı kurs “insan ruhunun özüne yolculuk” vaat eden çarpıcı bir slogana sahipti ve bu Rebekah’yı etkilemişti. 695 doları düşünmeden ödeyiverdi. Kişisel gelişim gurusu duygularını sonuna kadar yaşaması gerektiğinden bahsetmişti Rebekah’ya. Bu sözler onu derinden etkilemişti. Kursun ikinci günü, çalıştığı ofiste, arkadaşlarının gözü önünde, elbiselerini çıkararak kendini 14.kattan aşağı bıraktı. Bu hazin bir sondu. Mahkeme ölümden kişisel gelişim gurusunu suçlu bulmuştu: “Eğitimde verilen kontrolsüz bilgiler Rebekah’nın bebek çelişkisi ile nedenselliği güçlendirdiğinden denge bozukluğunu arttırmış ve ölüme götürmüştür.” Daha basitçe ifade edersek Rebekah’nın zaman içinde doğal yollarla çözebileceği bir problem (bebek sahibi olma), zamansız yardım ile daha da büyüyerek kontrol edilemez bir noktaya gelmişti. Peki önerilen çözüm ne kadar doğru? Yani negatif duyguları dışa vurumu yüksek bir dozda yaşayarak mı çözeriz?

Bir iletişim profesörü olan Brad Bushman, yaptığı bilimsel araştırmalarla duyguların hiç de sanıldığı gibi tedavi edilmediğini ortaya koymuştur. Kişisel gelişim guruları Aristo’dan gelen ve Sigmund Freud ile pasaport kazanan katarsisi (duyguların yaşanarak yok edilmesi) önermektedirler. Ya da başka bir açıdan ifade edersek negatif duyguları bastırarak çözemezsiniz, açığa vurmalısınız. Yüzeye çıkarmalı hatta onları yaşamalısınız. Fakat Bushman’ın yaptığı araştırmalar ve deneyler tam tersini söylemektedir. Birçok deneyde öfke gibi duyguların açığa çıkarılarak bastırılamadığı, tersine daha da arttığı görülmüştür. Fakat Bushman’ı şaşırtan deneye katılanların ifadeleridir. Katılımcıların %70’i, negatif duygularını açığa çıkararak yeniden yaşamalarının kendilerini iyi hissettirdiğini söyleseler de duygularının azalmadığı, tersine arttığı görülmüştür. Negatif duyguları açığa çıkarmanın katarsise değil ama bu tekniği kullanan kişisel gelişim gurularının işine yaradığı artık bilimsel bir gerçek olarak ispat edilmiştir. Psikolog Deberoh Cox da uzun dönemde de aynı sonucun oluştuğu, negatif duyguları açığa çıkarmanın saldırganlığı arttırdığını ortaya koymuştur.

İnsanların birçoğu ekonomi ile ilgilenmez gözükseler de ekonomik bir kararın yarattığı sorunları nasıl çözeceklerini iyi bilirler. Düşen bir hisse senedi için kimse kapıları saatlerce tekmelemez. Kendisine uygun bir çıkış yolu bulmaya çalışarak kaybın daha fazla artmamasına gayret eder. Fakat ekonomik düşünce şekline ve eleştirel bakış açısına sahip olmayanlar kişisel gelişim tuzaklarına kolaylıkla düşebilirler.

Birçok kişinin bazı konular hakkında hiçbir şey öğrenmemeye çalıştığı ve bu konuda da oldukça başarılı oldukları ortadadır. Sıra dışı olanla ilgilenmenin dahilik olduğunu düşünenler, sıradan gerçekleri bile anlamamış olanlardır çoğu zaman. Gereksiz ve tehlikeli olabilecek bilginin önemli olduğu bir çağı yaşıyoruz. Birçoklarının gayreti ise sadece bilgilerini sınırlayıp cehaletlerini sonsuz yapmak!

14 Ocak 2013 Pazartesi

Finansal piyasalarda Robin Hood neden yok?

Ülkesindeki “servet” vergisini protesto etmek için Rus vatandaşlığına geçen Gerard Depardieu Fransız halkını olduğu gibi dünyayı da ikiye bölmüş durumda. Kariyeri boyunca 145 milyon euro vergi ödediğini belirterek bunun yeterli olduğunu düşünen Depardieu belki haklı olabilir. Birçokları ise tam tersini düşünüyor ve zenginden daha fazla vergi alınmasından yana. Açıkçası bu tartışmada kimin haklı olduğunu bulmak pek mümkün değil. Çünkü herkes kendince haklı görünüyor. Öyleyse gelin konuya başka bir açıdan yaklaşalım. Sizce böyle bir karar alarak devrim yaptığını düşünen Fransa Hükümeti bu kararının arkasında durabilecek mi?

Bu kararı alan Fransız hükümetinin halkın nezdinde Robin Hood mertebesine yükseldiğini söylemek sanırız hatalı bir çıkarım olmayacaktır. Zenginden alıp yoksula vermeyi düşünen veya bunu yapan birine dünyanın her yerinde bu unvanın verileceği açıktır. Aslında Fransız hükümetinin temel amacı devletin artan harcamalarını ve büyüyen bütçe açıklarını finanse etmek. Krizde yeterince harap olan yoksul halka daha fazla yüklenmemek için zengine yönelinmiş. Hükümet, tüm dünyanın evrensel kahramanı Robin Hood’a duyulan saygıyı, tıpkı onun gibi davranarak politik bir icraate dönüştürmek istemiş. Peki ama sonu nereye varacak?

Tarih boyunca Robin Hood karakteri birçok kişi için kullanılmıştır. Fakat bu ismi şüphesiz gerçek anlamda hak eden tek kişi Salvatore Giuliano’dur. İtalyan tarihinin en ünlü eşkıyası olan Giuliano, 1950 yılında 28 yaşındayken öldüğünde tüm mafya filmlerinin en etkilenin karakteri olmuştu. Dünya o zamanlar onu pek tanımıyordu. 1947 yılında, LIFE adlı adı pek duyulmamış bir dergi (bugün dünyanın en popüler dergilerinden sayılır) yakışıklı bir İtalyan’ın resmini kapaktan yayınladığında, herkes onu İtalyan sinemasının yeni yıldızı sanmıştı. Ama içerik okunduğunda insanlar tam anlamıyla şok olmuşlardı. Kapaktaki parlak saatli outdoor giyimli karizmatik adam, çetesine, kazancının yarısını yoksullara dağıtmak için yemin ettirmiş olan modern çağın Robin Hood’u ve İtalya’nın en azılı eşkıyası Giuliano’dan başkası değildir. 600 kişilik ordusuyla zenginlerden çaldığı paraları yoksul halka dağıtmaktadır ve bu yolda hiçbir fedakarlıktan kaçınmamaktadır. Halkın sevgilisi ve kahramanıdır. Böyle bir kahramanın uzun yaşaması beklenir ama maalesef öyle olmaz. Giuliano, en yakın adamı tarafından öldürülür. Tarihin en önemli Robin Hood’unun mesleğini sadece birkaç yıl sürdürmesine müsaade edilmiştir. 2010 yılında yakınları DNA testi için mezarını kazdırdıklarında ise başka bir sürprizle karşılaşırlar; mezardaki kişi o değildir!

Robin Hood öyle bir yok edilmiştir ki cesedine bile ulaşılamamıştır. Peki ama neden? Halkın bu kadar düşkün olduğu bir karakter neden kısa sürede ortadan kaldırılmıştır?

Cevap, Robin Hood düşüncesini zihninden silmiş olan toplumsal yapıda saklıdır. Ayrılıkçılığın çöküşü Giuliano’yu açıkta bırakmıştır. Karmaşıklığın olduğu bir dönemde herkes umursamazdır ama işler yoluna girdiğinde kimsenin ilkel kahramanlara tahammül gücü kalmaz.

Bugün Fransa da aynı toplumsal süreçten geçmektedir. Krizin Avrupa Birliği içinde yarattığı karmaşık havayı fırsat bilen Fransız Hükümeti açıklarını yamamak için Robin Hood kimliğine bürünmüştür. Çünkü krizle fakirleşen orta sınıf içgüdüsel olarak zenginlerin zenginliğinden rahatsızdır. Sarılacak hiçbir dalı kalmayan Fransız hükümeti için bu güvenilir bir eldir. Fakat bu ayrılıkçı ortamının küresel dünyada uzun süre sürdürülmesi çok mümkün görünmemektedir. Kaldı ki insanların zihinlerinde ayrılıkçılık düşüncesini uzun süre taşımaları da mümkün değildir. Farklı sınıfların farklı düşünceleri bir süre sonra ortaya zor kullanan bir Robin Hood’un ileride herkes için sorun olmaya başlayacağı düşüncesini çıkaracaktır. Açıkçası tüm yollar Fransız hükümetinin bu karardan ya geri adam atacağını ya da ilk seçimlerde iktidarı kaybedeceğini göstermektedir.

Aslında böyle bir durumda Fransız Hükümetinin yapması gereken tek bir şey vardır. Amerikalı ekonomist Murray Rothbard’ın önerisi aynen şöyledir: “Bütçe açıkları için tek çare vergiyi arttırmak değil, bütçeyi daraltmaktır.” Yani Fransız hükümetinin yapması gereken harcamalarını azaltmaktır. Fakat bunu yapmak ekonomik küçülme getireceğinden acı bir reçetedir ve her devirde görmezden gelinmesi son derece normaldir.

Finansal piyasalar ayrılıkçılığın olmadığı yerler olduğundan Robin Hood’lara rastlamak da pek mümkün değildir. Herkesin eşit şansa sahip olduğu bir ortamda Robin Hood’un yapabileceği tek iş politikaya atılmaktır!

13 Ocak 2013 Pazar

Nehrin olmadığı yere köprü vaat edenler!

Dünyanın en zengin iki adamı Warren Buffet ve Bill Gates yanlarına Steve Jobs’u da alarak kendilerini tanımayan bir NLP gurusuna gitselerdi ne olurdu acaba?

Warren Buffet kendisini kısaca şöyle anlatacaktı: “50 yıldır, Omaha'da 3 odalı bir evde yaşıyorum ve arabamı daima kendim kullanıyorum. Bir özel jetim yok. Birkaç şirketim var ve şirketlerin CEO'larıyla asla toplantı yapmıyorum. Sene başında onlara sadece bir mektup gönderiyorum…”

Bill Gates muhtemelen şöyle diyecektir: “Bir şirketim var ve hala şirkette yazılım mimarı olarak çalışıyorum. Müşterilerim, yazılım sisteminin çok hata ürettiğini söylüyorlar…”

Steve Jobs ise şunları söylerdi herhalde: “Sürekli aynı modeli piyasaya sürüyorum. Sadece numarasını değiştiriyorum. Şirket benim ama nedense her şeye ben onay veriyorum…”

NLP gurumuz, eğer bu üç kişiyi de tanıyamadıysa, büyük bir kibirle aynen şu cevabı verecektir onlara: “Eğer gerçekten değişmek istiyorsak ben olmaktan vazgeçip başka birisi olmaya hazır olmalıyız, eğer buna hazır değil isek hemen NLP ile ilgilenmeyi bırakmalıyız.”

NLP gurumuzun özel yanıtlarını sona bırakarak konumuza dönelim. NLP(Nöro linguistik programlama), bazı psikolojik metotlar ve eleştirmen Noam Chomsky’nin dilbilimsel teorilerinden ilham alınarak 1970’li yıllarda Richard Bandler ve John Grinder tarafından geliştirildi. O yıllardaki toplumsal hareketler bu tip alternatif yaklaşımlar için iyi bir pazardı ve NLP de bu fırsatı diğer birçok teknik gibi iyi değerlendirdi. ABD’de popüler olan NLP, 2000’li yıllara doğru popülerliğini kaybetmeye başladı. Çünkü yapılan bilimsel araştırmalar ve deneyler yöntemin kusurlarını gözler önüne seriyordu. ABD’deki pazarını kaybeden teknik, entellektüel bakış açısı yeterince gelişmemiş Türkiye gibi ülkelere açılmaya başladı. Şu aralar kafanızı nereye çevirseniz bir NLP gurusuna rastlıyorsunuz. Peki ama NLP gerçekten başarılı olabiliyor mu?

Nöroloji, psikoloji, biyoloji gibi bilimleri bir araya getirerek kompozit bir bilim dalı oluşturduğunu söyleyen NLP’nin aslında bir pseudoscience (sözdebilim veya sahte bilim) olduğu bugün bilim insanları tarafından açıkça ortaya konan bir gerçektir. Çünkü doğal bir bilim gibi test edilerek yanlışlanabilir değildir. Tıpkı kişisel gelişimde olduğu gibi anekdotlar ekseninde bir yaşam alanı üzerinde pazarlandığının kanıtıdır. Mesela NLP için temel inanç kendinizi yeniden programlayabileceğinizdir. Diyelim ki denediniz ve başarılı olamadınız. Alacağınız cevap başarısızlığın sizden kaynaklandığıdır. Ya da “ben zaten başarılıyım, programlanmaya ihtiyacım yok dediniz”, o zaman da sizi görmezden gelir. “Nası’ bilimse?..”

NLP, 80’lerin başında psikoterapide önemli bir ilerleme olarak sunulmuştu. Fakat 90’lı yılların başında yapılan çalışmalar NLP’nin bilimsel açıdan tutarsız olduğunu söylüyordu. ABD Ulusal Araştırma Komitesi (National Research Counsil) NLP’nin varsayımları hakkında hiçbir bilimsel kanıta ulaşamadığını açıklamıştı. Araştırmayı yürüten ekibin lideri Daniel Druckman, NLP’nin etkili sonuçlar yaratan bir sistem olmadığını görmüşlerdi. Ama onları şaşırtan bu sonuç değildi. Druckman ve ekibi NLP modelinin etkileyici şekilde iyi hazırlandığını görmüşlerdi. Hiçbir bilimsel veriye sahip olmamasına rağmen, bilimsel boşlukları kullanarak mükemmel bir “ponzi şeması” yaratılmıştı. Son derece etkileyici ama bilimsel olarak büyük boşluklara sahip birçok etkileyici tanımlama yaratılmıştı (pragmagraphics, surface structure, deep structure, accessing cues, non-accessing movement gibi). Psikolog B.Bayerstein’a göre bu ifadelerin kullanılma nedeni insanların bilimsel karar sistemlerini tahrip ederek bilim ile ilişki kurma girişimlerini boşa çıkarmaktı.

Komitenin raporu NLP’nin kredibilitesini kaybetmesine neden olmuştu. NLP gurusu bilim adamlarından Tosey ve Mathison, NLP’nin bilimsel değil, olgusal olarak ele alınmasını gerektiğini ve hipotezden bağımsız araştırılması gerektiğini söyleseler de NLP’nin güvenilirliğini arttıramamışlardı.

NLP, adında yer aldığı gibi herhangi bir “nöro” ve akademik düzeyde “linguistik” çözüm sunmuyordu. Deneysel psikolog Corballis’e göre NLP adı, bilimsel saygınlık ifadesi katmak için oluşturulmuş sahte bir terimdir. NLP, bugün ABD’de sözdebilim’in en önemli örneği olarak gösterilmektedir. Psikolog Norcross tarafından yapılan çalışmada, 65 bilim insanının Delphi metodu denilen, yapılandırılmış iletişim tekniklerini kullanarak çözümler sunan kişisel gelişim yöntemleri değerlendirilmiştir. “What does not work?” adlı bu çalışmada NLP, en güvenilmez 10 teknikten biri olarak puanlanmıştır.

Tüm bu eleştirilere NLP tekniğinin kurucusu Bandler’ın verdiği cevap aynen şöyledir: “Tarih boyunca herkesin tedavi ettiğinden daha fazla kişiyi tedavi ettim.” Kendini beğenmiş insanlardan birçok kişinin nefret ettiğine eminiz. Bandler’ın tedavi edemeyip başarısızlıkla sonuçlanan müşterilerinin sayısının ne olduğu konusunda bir fikre sahip değiliz. Ama tedavi ettiğini söylediklerinin en az on katı olması muhtemeldir. Bilimsel eleştirilere faydacı bir ahlakçılıkla bilimdışı yanıtlar vermek kişisel gelişim sektöründe de sık karşılaşılan bir durumdur. Bu blog’ta yayınlanan kişisel gelişim eleştirilerine bazı gurulardan gelen eleştiriler de aynen Bandler’inki gibiydi. Kendi kitlelerine kattıkları katma değeri överek, eleştirileri yapanları faydasızlıkla suçluyorlardı. İspatlanmamış ve hileli tekniklerle psikolojik, ruhsal, kişisel ve zihinsel yardım amacıyla milyonları ceplerine indirenlerin kendini beğenmişliğine ABD’de “quack factor” (şarlatan faktörü) dendiğini de hatırlamakta fayda var sanıyoruz.

Şimdi tekrar girişteki NLP gurumuza dönelim. Warren Buffet’ı dinledikten sonra şu öneriyi yapacaktır: “Başarılı olmak istiyorsan geçmişteki takıntılarından kurtulman gerekiyor. Kendine yeni bir ev tut. Şirket CEO’ları ile yaşadığın negatif tecrübeler seni başarısız kılmış olabilir. Kendileriyle yüz yüze toplantı yapmalısın. Bu toplantıda onların göz hareketlerine ve sözlerine odaklanmalısın. Eğer kursa gelmeye devam edersen ayrıntılarını öğrenebilirsin…”

Bill Gates’e cevabı da muhtemelen şöyle olacaktır: “Herkes hata yapabilir, hiç sorun değil, doğru yerdesin. Yapman gereken, bulunduğun sektörde senden daha başarılı firmaları kendine örnek alıp modelleme yapmak…”

Steve Jobs’a yanıtı ise şöyledir: “Piyasadaki başarılı diğer firmalar ne yapıyorsa siz de aynısını yapsanıza. Ericsson, Nokia ve Blackberry’nin ne kadar harika telefonları var…”

Yorum okuyucuya ait. Fakat bir şeyi belirtmeden geçemeyeceğiz. Bu örneklerin verilmesinin bir amacı var. NLP’nin bilimsel olarak başarılı olabileceği tek hedef kitlenin entelektüel gelişimini tamamlamış ve hayata karşı başarısını ispat etmiş kişiler olduğu tespit edilmiştir. Sizce bu insanların NLP’ye başvurması için bir neden bulunuyor mu?

Finansal piyasalar şüphesiz kolay anlaşılabilir yerler değildir. Karmaşık doğalarının içinde manipülasyon, spekülasyon veya suistimalle sıklıkla karşılaşırsınız. Liboru manipüle edenlerin şirketlerine kazandırdıkları para inanılmazdı. Oysa yasalar, yapan kişileri cezalandırdı. Suçluların, tıpkı Bandler gibi, şöyle dediğini düşünsenize: “Ben şirketime ne kadar çok para kazandırdım biliyor musunuz? Siz sadece eleştiriyorsunuz, kime ne faydanız var?”

Evet, finansal piyasalarda çok şey görebilirsiniz ama bunu büyük bir başarıymış gibi sunan şarlatanları göremezsiniz. Hele hele nehrin olmadığı yere köprü vaat edenleri asla!

12 Ocak 2013 Cumartesi

Erkekler hayal kurarken malzemeden çalmaz!

Finansal piyasaların etkin şekilde çalışmasının önündeki belki de en büyük tehdit manipülasyondur. Sanıyoruz ekonomik ilişkilerin başladığı günden beri var olmayı başarmış bir eylemdir manipülasyon. Hükümetler ve piyasa düzenleyicileri, piyasa manipülasyonunu engellemek için sürekli yeni yasalar uygulamaya koyuyorlar. Manipülasyonu engellemeye yetmediği görüldüğünde de düzenlemelerin şiddeti devamlı arttırılıyor. Fakat manipülatif işlemler her ortama uyum sağlayan bir virüs gibi yaşamına sürdürüyor. Peki ama piyasa manipülasyonu bir türlü neden önlenemiyor?

Son birkaç yıldır gördüğümüz birkaç büyük manipülasyona baktığımızda nedenleri kavramakta pek zorluk çekmiyoruz. Mortgage piyasasındaki aşırılıklarla dolu pazarlama, Libor oranları ile sürekli oynanması ve emtia türev piyasalardaki sert fiyat hareketleri bize tek bir şeyi gösteriyor; daha fazla getiri elde etme isteği... Peki hırsı kanunlarla kontrol altına alamaz mıyız?

Manipülasyon basitçe yapay olarak varlıkların arz ve talebini etkileyerek fiyatlarla oynama anlamına gelir. Üç önemli bileşene sahip olduğu söylenebilir. Yapay olarak yani bilinçli bir art niyet taşıması gerekir. Varlığın arz ve talebini “görünen bir el” ile etkiler. Son olarak da fiyatı belli bir amaç ile değiştirmeyi ya da kendine göre ayarlamayı amaçlar. Şimdi bu açıklamalar sonrasında şu iki soruyu yeniden soralım ve yanıtını bulmaya çalışalım: Piyasa manipülasyonu neden var?.. Nasıl önleriz?..

Erkeklerin gençlik yıllarından başlayarak evlendikleri zamana kadar yaratıcı düşüncelerinin önemli kısmı doğru eşi nasıl bulabilirim üzerinedir. Erkek açısından en önemli amaç daima daha güzel bir kadını eş olarak görmektir. Bu aslında temelde erkeğin eşit bir ödünleşmeden daha fazlasını istediği şeklinde de yorumlanabilir. Kendi seviyesinin üzerinde bir eş bulma arzusu en ilkel zamanlardan beri var olan av-avcı ilişkisini akla getirebilir. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın fiziksel özelliklerine göre eş bulmak erkeğin “master” planıdır. Peki bu çetin mücadelede erkek güzel bir eşi nasıl bulacaktır?

Bilinen yöntem partnerinizi ne kadar çok beğendiğinizi belli etmektir. Fakat bu kadınlar açısından sorumluluk üstlenmek anlamına geleceğinden ilk başlarda başarılı olmayacak bir yöntemdir. İlişkinin başlamadan bitmesi anlamına da gelir. Erkek yaratıcılığı yüzyıllardır birçok etkileme tekniği geliştirmiş olsa da bilimsel olarak belli açılardan ispat edilmiş tek teknik “itme-çekme taktiği” (push-pull tactic) denilen yöntemdir. Partnerinize önce ilginizi, hemen ardından ilgisizliğinizi göstermeniz stratejisine dayanır. Kontrolü elinizde tuttuğunuzu gösterirken partnerinizin karar verme sisteminde karışık duygular yaratırsınız. Partnerinizi ani bir cevaba yönlendirmeden sizi daha fazla düşünmeye sevk etmiş olursunuz. Bu kadınlar açısından düşülen bir tuzaktır ve kontrolü elinizde tutmaya devam ettiğiniz sürece istediğiniz eşi bulma şansınız da o kadar artacaktır.

Eş bulma tarihin en eski zamanlarından beri erkekler açısından avlanma kadar önemli görülmüştür. Fakat avlanma zaman içinde evrim geçirerek farklı bir boyut alsa da eş bulma hala bilinen usullere göre yapılmaya devam etmektedir. Erkek açısından eş bulmada en önemli strateji kabul edilen itme çekme tekniğine şimdi biraz daha yakından bakalım. Erkeğin uyguladığı stratejinin üç önemli bileşene vardır. Erkek, partnerini eşi olmaya ikna etmek gibi bilinçli bir gizli niyete sahiptir. Ne kadar önemli bir kişi olduğunu partnerine ikna ederek nadirliğini öne sürmektedir. Ya da başka bir ifadeyle arz talep dengesini “görünen bir el” ile değiştirmektedir. Üçüncü olarak da hem kendi hem de partnerinin değerini (fiyatını) belli bir amaç için değiştirmeye çalışmaktadır. Yani ödünleşmenin son derece adil olduğuna partnerini ikna etmektir. Bu üç özellik açısından değerlendirildiğinde yapılan şey açık şekilde manipülasyondur. Yapılış şekli itibariyle de piyasa manipülasyonundan farklı değildir.

Görüldüğü gibi manipülasyon eş bulma ritüelinin var olduğu günden bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. İnsan doğasının farklılıklarından evrimlenen bu teknik çok geçmeden piyasalara da sıçramış ve ekonominin vazgeçilmezi haline gelmiştir. Şu çıkarımı yapmak sanıyoruz hatalı olmayacaktır. Manipülasyonu önlemek, ne yapılırsa yapılsın pek mümkün değildir. Çünkü kökleri insan davranışlarına dayanan derin izler içermekte ve yapılan her müdahale manüpülasyonu yok etmeyip farklı bir şekilde evrilmesine neden olmaktadır. Kısacası, hırsın yasalarla kontrolü pek mümkün değildir.

Piyasalar ve manipülasyon her zaman aynı cümle içinde kullanılabilecek sözcüklerdir. Düzenlemeler sadece yeni manipülasyon tekniklerinin evrilmesine sponsorluk yapmaktan öteye bir işe yaramazlar. Çünkü unutulmamalıdır ki erkekler eş bulma da başarısız bile olsalar hayal kurarken malzemeden çalmadıkları ortadadır.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Dağları oynatacak gücün olduğu yerde, dağları oynatacak inançlara yer yoktur!

Finansal piyasalarda kaybedenlerden iseniz hiç üzülmeyin. Çünkü şimdi size altın formülü vereceğiz. Diyelim satın aldığınız hisse senetlerinin fiyatı düştü ve çok para kaybettiniz. Yapmanız gereken hesabınıza her baktığınızda mutlu olmanız ve acı duymamanızdır. İlave bir şey yapmanıza gerek bulunmuyor… Ya da diyelim ki kredi kartı borcunuzun ödeme günü geldi ve paranız yok. Tasa etmenize ya da depresyona girmenize gerek bulunmuyor. Kendinizi mutlu hissedin. Eğer zihniniz böyle hissederse bedeniniz de buna mutlaka uyum sağlayacaktır.

Bir finansal danışmanın sorunlarınıza bu şekilde cevap verdiğini görseniz herhalde sizle dalga geçildiğini düşünürsünüz. Kesinlikle haklısınız, sizinle dalga geçiliyordur. Peki ama kişisel gelişim kitaplarını okurken neden böyle düşünmüyorsunuz? Sizin sorununuzun ne olduğu konusunda en ufak bir fikre sahip olmayan birinin önerilerinden neden medet umuyorsunuz?

Mutluluk, para, aşk veya acıyı yenmenin altın kurallarını öğrettiğini söyleyen kitaplara her yıl milyarlar ödüyoruz. Birçok kişi kitapları büyük bir beğeniyle okusalar da sonuçta kitabın vaat ettiği şeye ulaşamadıklarını kendileri de biliyorlar. Eleştirmen J.Uebergang kişisel gelişim sektörünün yalanlar, mitler ve tehlikeler üzerine kurulu olduğunu söylüyor ve herkesi uyarıyor.

Başkalarına bağlı kalmaksızın kendinizi tamir etmenize kişisel gelişim deniyor kısaca. Motivasyon, psikoloji ve iletişim gibi alanlarda mental yapınız, guruların öğütleri ile geliştirilmeye çalışılıyor. Cilalanmış anekdotlarıyla sonsuz mutluluk, ebedi aşk, sınırsız zenginlik, efsanevi başarı vaat eden bu yazarların özgeçmişlerine baktığınız zaman tuhaf bir şey fark ediyorsunuz. Hiçbiri pazarlamaya çalıştığı konuyla ilgili geçerli bir eğitime sahip değil. Ne o konuda üniversite tahsilleri var, ne de yıllar süren araştırmaları. Kurslar, seminerler veya kendilerini geliştirerek guru düzeyine ulaştıklarını söylüyorlar. Hastalanınca doktora değil de peyzaj mimarına gitmek gibi bir şey…

Kitapların sunduğu altın formüller herkes için aynı. Yani benim başım ağrıyor ya da midem bulanıyor demeniz pek önemli değildir. Tedavi kanser tedavisiyse siz de aynı tedaviyi alacaksınız demektir. Diyelim ki depresyondasınız. Formül herkes için aynı. Kök nedenin kişiden kişiye farklılık gösterebileceği umursanmaz. Üstelik sizin geleneksel çözümlerinizi de alay konusu ederler. Kadim sırların evrimsel süreçlerden geçirilerek makyajlanmış hali önünüze tedavi diye sunulur.

Kişisel gelişimin size önerdiği şey Ikea’nın önerdiğinden farklı değildir. Kendi mobilyanız gibi kendi zihinsel ve bedensel probleminizi onarmanız veya yeniden yapılandırmanız istenir. Fakat giriştiğiniz iş dolap yapmak gibi basit değildir. Beyniniz ve vücudunuzda yaşananların birçoğu size yabancı şeylerdir. Başınız ağrıdığını biliyorsunuzdur ama buna sebep olan şeyin kötü beslenmeden mi, zararlı içeceklerden mi, hastalıktan mı veya diğer herhangi bir sebepten mi kaynaklandığını bilemezsiniz. İşte o anda elinize bir kişisel gelişim kitabı aldığınızda size önereceği şey çoğunlukla bellidir. Pozitif düşünün, kötülüğü, acıyı, zayıflığı veya kötü düşünceyi kafanızdan silin. Olumlu şeyleri düşünüp, olumsuzluklara kafayı takmamak herkese mantıklı gelen bir yaklaşımdır. Geleneksel bilgeliğin ve ahlaki doktrinlerin de doğru kabul ettiği bir düşüncedir. Peki ama bilimsel olarak ne kadar doğrudur?

Başarıya ulaşmak için negatif düşünceleri kafamızdan silmemiz gerektiği düşüncesi bilimin birçok defalar ortaya koyduğu gibi tamamen hatalıdır. İlk kez 1994 yılında sosyal psikolog Daniel Wegner tarafından ortaya konan “Ironic Processes Theory” bu mitin aslında hatalı olduğunu göstermiştir. Wegner’in bugün tüm psikoloji dünyası tarafından kabul edilen teorisi basitçe şöyledir. Eğer zihninizden bir olumsuzluğu silmek için zihninize daha fazla çaba göstererek bunu yapabileceği yönünde yüklemeler yaparsanız, ulaşacağınız sonuç şu olur. Bu bilişsel yüklemeler zihin tarafından engellenir; üstelik engellenmekle de kalmaz, eski olumsuz düşüncenin güçlenmesine neden olur. Daha basit söylersek biri size beş dakika boyunca beyaz ayı düşünmeyin derse, bırakın düşünmemeyi, aklınızdan çıkmadığını görürsünüz. Leanordo DiCaprio’nun oynadığı “Inception” adlı film de bu teoriyi anlatır.

Görüldüğü gibi negatif bir durumun varlığı altındayken pozitif düşüncelerimiz kısıtlı mental yetilerimizde bir değişiklik yaratamamaktadır. Bu kişisel gelişim kitaplarının sunduğu temel düşünce olan pozitif düşüncenin sakat tarafını açıklıkla gözler önüne sermektedir.

Finansal piyasalarda işlem yapanlar problemlerin nasıl çözüleceğini oldukça iyi bilirler. Düşen bir hisse senedinin yaratacağı kaybetme mutsuzluğunu pozitif düşünerek değil, belli bir noktada zararı durduracak bir satış emri ya da şirketin gelecek potansiyelini yeniden inceleyerek tolore etmeye çalışırlar. Ya da kredi kartını ödeyecek paraya sahip değilseniz, sorunu çözecek şey pozitif düşünerek bir yerlerden para beklemek değil, yapılandırma prosedürlerine bakarlar. Eminiz bunları siz de biliyorsunuzdur. Çünkü finansal okuryazarlığımızın zayıf olduğu söylense de bunları bilecek kadar gelişmiştir. Ama kişisel gelişim okuryazarlığımızın hala çok düşük olduğunu söylemek sanıyoruz hatalı bir çıkarım olmayacaktır.

Karşılaştığınız sorunların çözümü için, gurusu olduklarını söyledikleri konuda hiçbir geçerli eğitime sahip olmayanların sahte tedavilerinden önce bilimin kesinliklerine inanırsanız, eminiz ki hayal kırıklığını daha az yaşayacaksınız. Eric Hoffer’in şu sözünü sanıyoruz bir kere daha hatırlamak gerekiyor: “Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur."

7 Ocak 2013 Pazartesi

Pozitif düşünce başarısızlık getirir!

Şimdi size finansal piyasalarda zengin olmanın altın formülünü veriyoruz: “İsteyin, Alın ve Kabul Edin!”

Formülü şüpheyle karşılayanlar için biraz daha açalım. Önce bir hisse senedi alabilirsiniz. Hangisi olduğu mühim değil. Ardından fiyatının yükselmesini tüm kalbinizle isteyin. Muhtemelen fiyat yükselecektir. Eğer yükselmediyse hata sizdedir. Çünkü isteğinizle evrenin verdiklerini aynı hatta getirememişsiniz demektir. Biraz çalışırsanız mutlaka başaracaksınız…

Finansal piyasalardan hiç anlamayan birinin bile bu zırvalığa inanacağını sanmıyoruz. Peki bunun ne anlama geldiğini merak ediyorsanız hemen söyleyelim. Bu düşünceler James Arthur Ray adlı kişisel gelişim gurusunun temel başarı ve zenginlik formülü. “Etkili insanların 7 alışkanlığı” kitabının yazarı Stephen Covey’in de hocası olduğunu söyleyen Ray, kişisel gelişim ayinlerinde ölçüyü biraz fazla kaçırarak birçok insanın ölümüne sebep olduğu için şu sıralar hapiste.

Kişisel gelişim kitaplarını her yıl milyarlarca lira harcıyoruz. Motivasyon ve ilham yeteneğini geliştirerek insanlara ve şirketlere başarının, zenginliğin ve mutluluğun altın formülünü veren kitaplara maalesef karşı koyamıyoruz. Stephen Covey’in “Etkili insanların 7 alışkanlığı” kitabını tüm dünyada yüz milyonların okuduğu söyleniyor. Covey kadar “stereo” düşünce zenginliği veremese de yerli “mono” versiyonu olabilecek yazarlar da giderek artıyor...

Kişisel gelişim kitaplarına bakıldığında, bildiğinden daha fazlasını bizlere sunmak için gösterdiği çabayı takdir etmeden geçemeyeceğiniz bir guru ile karşılaşıyorsunuz. Neredeyse hayatın tüm gizli yasalarını -bilimin tüm çabalarına rağmen bulamadığı- birkaç anekdot ve yarattığı sağduyu balonuyla sunduğunu görüyorsunuz. Kitapların ne kadar başarılı bulduğunu söyleyen kişilerin ifadeleri de hemen yanı başında. Başarı hikayelerinde kullanılan örneklemin ana kütlesinin hiçbir zaman belirli olmadığı ve bu anekdotlarla ulaşılan sonucun test edilebilirliğindeki zayıflık birazcık içgörü sahibi olan herkesin anlayabileceği bir şeydir. Ayrıca "kendinden bilme" de bir haklılık aracı değildir. O nedenle bu tür yorumlar fazla bir bilimsel kanıt sunmuyor. Sanatçı, sporcu, bilim adamı gibi bilinen simaların hikaye ve sözlerini bu kitaplarda sıklıkla görebilirsiniz. Ama mesela en büyük bilim filozoflarından sayılan Karl Popper’in şu düşüncesinden ufak bir iz bile bulamazsınız: “Milyonlarca beyaz kuğu gördükten sonra, tek bir siyah kuğuyla karşılaşmak, ‘bütün kuğular beyazdır’ önermesini geçersiz kılar.”

Kişisel gelişimciler eleştiriye açık olsalar da üzerinde durdukları zemine karşı eleştiriye pek saygılı değillerdir. Çünkü tartışılması zor diye sundukları anekdotların ad hoc (durumun gereklerine göre geliştirilmiş) olduğu son derece açıktır. Oysa böyle bir yaklaşımla bakıldığında tüm kesin yanlışları bile doğru kılabilirsiniz. Kişisel gelişim kitapları dogmatizm ve modaya uyma eğilimini usta bir lafazanlıkla sunarak gelişmiş bir eleştirel bakış açısına sahip olamayanların eleştirilerinden kolayca sıyrılırlar. Kısmi mühendislikle pratik bir sahne yaratırken, kendi gelişmişlikleri ölçüsünde anlambilimlerini (semantik) yaratırlar. İşte anekdotlardaki bu anlambilimsel farklılıklar bir toplumun düşünce şeklini değiştirirken büyük bir zarara da sebebiyet veriyor.

Eleştirmen Steve Salerno, kişisel gelişim kitaplarının hedeflere ulaşmada etkisiz ve kişisel olarak da zararlı olduğunu söylüyor. Bu kitapları okuyanların büyük bir bölümü bu iki sonucu biliyordur ama bir kere daha açıklayalım. Evet, kişisel gelişim kitapları etkisizdir çünkü yapılan araştırmalar bu tür kitap satışlarının %90’a yakınının eski müşterilere olduğunu söylemektedir. Bu açıkça şu anlama gelir: Eski kitap vaat ettiği cenneti getirememiştir.

İkinci olarak bu tür kitapların kişisel olarak zararlı olduğu gerçeğidir. Zarar, sadece ödenen parayla sınırlı değildir. Economist dergisinde, 11 Haziran 2009 tarihinde yayınlanan “Positive thinking’s negative results” (Pozitif düşüncenin negatif etkileri) başlıklı makale çok çarpıcı bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kişisel gelişim kitapları tek bir düşüncenin doğruluğuna inanır: “Pozitif düşünce olumlu sonuçlar getirir.” Fakat Waterloo Üniversitesinden Joanne Wood’un yaptığı deneyler bunun tam tersini söylemektedir: Pozitif düşünme, kendine güveni olmayan kişisel gelişim sektörünün hedef kitlesi için negatif davranışlar yaratmaktadır. Çünkü bu tip insanlar kendi düşünceleriyle sürekli çatışma halindedir. Pozitif düşünce kendine güvenmeyen bir düşünce sisteminde güçlü bir dirençle karşılaşır. Yani kendini sevmeyen bir kişinin pozitif düşüncesi bu düşünceyi terse çevirmeyip daha da güçlendirir. Bunun sonucunda da kişisel gelişim kitaplarını okuyanlar pozitif düşüncelerini arttırırken kendine güven duygularını daha da zayıflatırlar.

Finansal piyasalar birçok insanı zengin edemez belki ama milyonlarcasını eder. Oysa bilimin cilasıyla süslü bidonlarını ahlakın gizli musluğuyla dolduran hikayeci ve hayalci kişisel gelişim yazarlarının kitaplarını okuyarak kesinlikle zengin olamazsınız. Yine de olmakta ısrar edenler varsa eleştirmen Christopher Buckley’in şu sözünü hatırlatabiliriz: “Kişisel gelişim kitaplarından zengin olmak istiyorsanız yapmanız gereken bir tane yazmaktır.”

5 Ocak 2013 Cumartesi

Nezaketin maliyeti Acun Ilıcalı’nın geliridir!

Finansal piyasalar birçok insan için bir Monet tablosu gibi algılansa da aslında son derece gerçekçi yerlerdir. Fiyat denilen, varlıkların anlık değişen değerlerinin oluşturulması oyunu piyasaların gerçeğidir. Fiyatın, fiziki olmayan piyasalarda oluşturulması sanal olduğu düşüncesini yaratmamalıdır. Çünkü fiyatı oluşturan temel düşünce maliyet denilen kavramdır. Bir varlığın o anki maliyeti fiyatın oluşmasının temel hareket noktasıdır. Finansal piyasalar her şeyin bir maliyeti olduğunu çok iyi bilir. Bu herkesin kolayca kabul edebileceği, kulağa hoş gelen bir gerçektir. Fakat bunun günlük hayatımızda göz ardı edilmesi ortaya çok önemli bir sorun çıkarır. Sorun sözcüğünü bazen “bulaşıcı bir hastalık” ile de değiştirmek mümkündür…

Kişisel gelişim öğretisi, bir toplum içinde saygınlıktan önce normallik kazanmak istiyorsanız insanlara nazik davranmanız gerektiğini öğütler. Nezaketin doğal bir davranış şekli olması son derece normaldir. Üstelik bunun kişisel gelişimle falan da bir alakası yoktur. Ama kişisel gelişimin sponsorluğunu yaptığı nezaket daha farklıdır. Mesela son derece amatör bir şiir yazarak şair olduğunu düşünen bir insana karşı beğeni duymanızı ister. Berbat veya onuncu kez duyduğunuz bir espriye gülmenizi önerir. Bu şekilde davranıldığı sürece beyaz yalanlar sosyal hayatın enerji merkezi haline gelirler. Kişiler kendilerini şair ya da komedyen olarak görmeye başlar… Bir şiirin sıradan, bir şakanın kötü olduğunu söylemenin insanların duygularını ve kalplerini kıracağını düşündüğümüz için nazik olmaya çalışır ve bazen de tam tersini söyleriz. Ne güzel bir şiir, ne harika bir espri!.. Peki ya maliyeti?

Psikolog Joyce Ehrlinger, kişisel gelişim sektörünün, nezaketin korunması için tavsiye ettiği bu küçük yalanların çok tehlikeli olduğunu ortaya koymuştur. Kaleme aldığı “Polite but not honest” (Nazik ama dürüst değil) adlı makale bu tehlikeyi etkili şekilde açıklar. Ehrlinger, yaptığı deneyler ve araştırmalar sonucunda, nazik davranışların, kişileri yetenekleri hakkında aşırı güvene kapılmaya yönlendirdiği ve ciddi bir aşırı güven problemi yaşadıklarını tespit etmiştir. Aşırı güven her zaman kötü değildir elbette. Fakat kişilerin kalpleri kırılmasın diye takınılan nezaket tehlikelidir ve onun yüksek maliyetini toplumun geri kalanı ödemek zorundadır. Nasıl mı?

Bir komedyenin gerçekte olduğundan daha komik olduğunu düşünmesi veya bir dansçının ne kadar sıradan ve yeteneksiz olduğunu bilmemesinin bir maliyeti olduğunu maalesef bilmeyiz. Got Talent ya da bilinen adıyla “Yetenek Sizsiniz” tüm dünyada izlenme rekorları kıran bir yarışma. Yetenekli amatörlere ve tanınmamış göstericilere fırsat verilerek ortaya çıkarılmaları sağlanıyor. Fakat ortada kimsenin dikkatinden kaçmayan da bir gerçek var. Katılanların tamamına yakını sıradan, gereksiz ve hatta utanılacak bir yeteneğe sahip. İşte psikolog Joyce Ehrlinger’e göre bu nezaketin maliyetidir. İnsanlara yetenekleri hakkında dürüst geri bildirimler yapılmadığı sürece, herkes kendini yetenekli sanacak ve bunu herkesin görmesi için de böyle bir yarışmayı fırsat olarak değerlendirecektir. Diğerlerinin kendisini gerçekten yetenekli olarak gördüğünü düşünen yeteneksizler bu doğru olmayan bilgiye güvenerek aşırı bir güven ile ortaya çıkacaklardır. Tüm gayret ve eforları da doğal olarak boşa gidecektir.

Yetenek Sizsiniz’de gördüğünüz yeteneksiz kişileri aslında oraya çıkaran kişisel gelişimin yarattığı nazik ama dürüst olmayan kişisel yönlendirmelerdir. Neden bu yarışmaları seyretmeye bu kadar bağımlıyız sorusunun yanıtı da burada saklıdır. Sadece arkadaşımız veya aynı grup içinde yer alıyoruz diye ve nezaket adına yeteneksize dahi, amatöre profesyonel, sıradana özel ya da berbata iyi niyetli dediğimiz sürece bu yarışmalardaki yeteneksizleri seyretmeye devam edeceğiz.

Birçok insana soyut ve vahşi yerler olarak gelen piyasalar maliyetin ne olduğunu iyi bildiği için fiyatı oluşturmakta fazla zorluk çekmezler. Fakat maliyeti hesaplama becerisinden yoksun olan kişisel gelişim düşüncesi ortaya büyük bir toplumsal maliyet çıkarır. Üstelik bunu çıkarmakla kalmaz, bu maliyeti, bu tür yarışmaları organize edenlerin cebine zenginlik olarak da koyar.

Nazik mi, dürüst mü?.. Nazik bir toplumda yaşamayı sürdürelim ama bir şeyi de unutmayalım. Kalbe, kan pompalamaktan başka bir görev verdiğinizde nasıl bazen saçmalıyorsa, düşüncenizi de kişisel gelişimle geliştirmeye kalktığınızda aynı durumla karşılaşabilirsiniz.

4 Ocak 2013 Cuma

Aptallık, hırsızlıktan daha tehlikelidir; sadece paranızı değil, zamanınızı da çalar!

Sizi sevmeyen biri paranızı çalarsa o hırsız ya da suçlu değildir. Ceza çekmesi de gerekmiyor. Paraya aşırı düşkün biri olarak kabul edin ve onu affedin. Çünkü o mağdurdur!..

Paranızı çalan bir kişi olabileceği gibi, bir şirket veya finansal kuruluş da olabilir. O nedenle onları da affedebilirsiniz. Onlar da suçlu sayılmazlar. Olsa olsa birer kurbandırlar!..

Bu sahte derviş sözlerine inanan yoktur herhalde. Finansal piyasalar böyle bir yer olsaydı ekonomik aktivitelere güvenir miydiniz? Şüphesiz hayır. Üstelik bırakın hırsızlık yapmayı, fiyat oluşumlarını etkileyecek haberlerin yayınlanması bile yasaktır birçok ülkede. Güven ve huzurun sürdürülebilir olması için finansal piyasaların korunaklı yerler olması gerekir. Çünkü hayatın kendisi de böyledir. Suç ve suçlu her zaman için cezalandırılır. Aksi takdirde suçun artmasının önüne geçilemez. Fakat sosyal düzeni sağlayan bu nedensellik son yıllarda büyük bir yara almış durumdadır. Artık suçluyu mağdur ya da kurban olarak gören bir illet ile uğraşmak zorundayız. Bu illeti birçok insan zaten yakından tanıyordur.

1993 yılına gelindiğinde tenisin zirvesinde Monica Seles adlı 18 yaşında genç bir bayan vardı. Tüm kupaları genç yaşında kazanmış ve tenisin efsaneleri arasına o yaşta girmeyi başarmıştı. 30 Nisan 1993 tarihinde, Hamburg’ta katıldığı bir turnuvada ikinci seti oynuyordu. İşte tam o anda spor tarihinin en kara olaylarından biri gerçekleşti. Günter Parche adlı holigan sahaya girerek Seles’i bıçakladı. Bu olaydan sonra Seles kortlardan iki yıl uzak kaldı ve bir daha da istediği başarıyı yakalayamadı.

Spor dünyası derin bir şok içindeyken Parche tutuklanmıştı. Herkes büyük bir ceza alacağını düşünürken ertesi gün serbest bırakılmıştı. Dünya şaşkındı. Peki ama böyle bir şey nasıl olabilirdi?

Yazar Steve Salerno, 2005 yılında yazdığı SHAM adlı kitapta konuya belki de en çözümleyici açıklamayı getirir. Parche serbest bırakılmıştır. Çünkü onu bu suçu işlemeye iten şey Seles’in en büyük rakibi Steffi Graf’a duyduğu saplantılı aşktır.

Evet, hakim obsesif aşkından dolayı Parche’yi suçsuz bulur. Salerno’ya göre psikolojik tedaviyi yeterli gören adalet sisteminin altındaki erozyon kişisel gelişim denilen düşünce sistemi tarafından yaratılmaktadır. Kişisel gelişimin ortaya koyduğu anlayışa göre suçlu diye bir şey yoktur. O olsa olsa bir kurban ya da mağdurdur. Hırsız, rüşvetçi ya da tecavüzcü olması da mümkün değildir. Onlar da kendine yardım etmeyi başaramadıkları için sadece birer mağdurdurlar. Eğer kişisel gelişim kitaplarını okuyup bu zaaflarını yenebilselerdi bu sonuç ortaya çıkmazdı.

İşte bu sahte evrensel harmoniyi sunan bilgilere kişisel gelişim deniyor kısaca. Hani birçoğumuzun isimlerine aldanıp hayatımızın bir veya birkaç anında aldığımız kişisel gelişim kitapları. sonusz aşk, ebedi mutluluk, büyük zenginlik sunan kitaplar… Bugün tüm dünyada suçlular bu kadar kolay suç işleyebiliyorlarsa bunda hiç şüphesiz kişisel gelişim denilen bu illetin payı büyüktür.

Bu tür kitapları zaman zaman okusak da söz konusu para ise o kadar müsamahakar olamayız. Hele hele finansal piyasalar da bu asla kabul ve tahammül edilemeyecek bir şeydir. Paramızı çalan daima hırsızdır ve öyle de kalması gerekir.

Piyasalar çoğu zaman vahşi yerler olarak değerlendirilip kınanırlar. Fakat kişisel gelişim saplantısına fazla bulaşmadıkları için yine de çok korunaklı yerler oldukları rahatça söylenebilir. Unutmayın aptallık hırsızlıktan daha tehlikelidir. Sadece paranızı değil zamanınızı da çalar.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Sonsuz, insanların toplam aptallık miktarıdır!

Gelin 2013’e pozitif düşünerek girelim ve bazı rasyonel önerilerimizi sıralayalım. Eğer pozitif düşünürseniz iki aydır yatıramadığınız kredi kartı borcunuzu bugün yatıracaksınız... Hatta pozitif düşünmenin derecesini birazcık daha arttırabilirseniz ne zamandır yükselmeyen hisse senetlerinizin değeri de yükselecek… Eğer pozitif düşünceye zirve yaptıracak yetenekli kişilerdenseniz küresel krizi de önleyebilirsiniz…

Ne o, öneriler komik mi geldi?.. Muhtemelen bu vaatlere inanıp pozitif düşünme egzersizlerine başlayacak olan yoktur. Ekonominin katı gerçekliğinin bu tür kişisel gelişim zırvalıklarına pek izin vermediği ortada. Ama bu tür kişisel gelişim hikayeleriyle her yıl milyonlarca kişinin tuzağa düşürüldüğünü hepimiz biliyoruz; bazılarımız anlamasa da... Finansal piyasalar ve ekonominin realitesini kavramış olanların bu tür tuzaklara düşmedikleri açık. Peki ama kişisel gelişim sıradan insanları nasıl kandırıyor ve tuzağına düşürüyor?

Kitapçıya gittiğimizde rafların kişisel gelişim kitaplarıyla dolu olduğunu görüyoruz. Hayatımızı iyileştireceğini söyleyen tekniklerini gururla sunuyorlar. Başarı, mutluluk, aşk, sağlık ve zenginliğin altın formüllerini verdiklerinden oldukça eminler. Üstelik bunu hayatın kavramsal sınırlarını da aşarak yapıyorlar. Başarıyı sınırsız, zenginliği sonsuz, mutluluğu ebedi, aşkı ölümsüz sunuyorlar. Bu kitaplardan belki de en öne çıkanı, 2007 yılında Rhonda Byrne adlı Avustralyalı TV yapımcısının yazdığı Sır (The Secret) adlı kitap. Tüm dünyada milyonlarca satılan bu kitabın sırrı nedir dersiniz?

Kitabın bize sır olarak sunduğu şey cazibe kuralı (law of attraction) denilen eski bir fenomen. Kısaca pozitif şeyleri düşünürseniz pozitif, negatif şeyleri düşünürseniz negatif şeylerle karşılaşacağınızı söyleyen eski bir inanış. Size para geleceğini düşünürseniz para gelir ya da uçurumdan aşağı düşeceğinizi düşünürseniz düşersiniz. Peki ama düşünce gerçekten böyle bir güce sahip mi?

Bilimsel araştırmalar pozitif düşüncesinin yararlı olduğunu ortaya koyuyor. Ama ne The Secret ne de diğer kitaplar bu görüşü dikkate almıyorlar ve mesajlarını kuşkulu bir ideolojinin içine yerleştiriyorlar. Bir nevi Da Vinci Code gibi garip bir yaklaşım benimsiyorlar. Sır adlı kitapta yer alan, tarihin ezoterik ve bilimsel şahsiyetlerinden derlenen sözleri okuyup pozitif düşünmeye başlarsanız, kısa süre içinde istediğiniz şeye ulaşacağınız vaat ediliyor. Eğer o şeye ulaşamazsanız hatanın sizde olduğu ve negatif düşünmüş olabileceğinizi söyleniyor. Eğer içinde bulunduğunuz uçak düştüyse bu sizin negatif düşüncelerinizden kaynaklanmıştır diyor. Ya da Iraklıları öldüren Amerikan askerlerinin tek eksiğinin pozitif düşünce olduğunu belirtiyor… İnsanı aptal yerine koymanın ustaca işlenen bir boyutu. Peki ama bu kitabın yolundan gidip istediklerini elde ettiklerini söyleyenler?..

Bu tür siteleri incelediğinizde önerilenlerin başarılı olduğunu söyleyen birçok insanla karşılaşıyorsunuz. Onların başarı hikayeleri bizi etkileseler de milyonlarca kişinin oynadığı piyangoyu da birilerinin kazanacağını göz ardı etmek doğru değildir. Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde ise bu tür örnekler iki sorunun cevabını vermekten uzaklar. Bu olumlu örnekler hangi örneklem havuzundan çekildi? Diğer soru ise tavsiyelerin başarılı olduğunu nasıl teyit ettik?

Okuduğumuz başarı hikayeleri bu sorulara cevap veremediği için bu kitapların sunduğu hipotezin doğru olduğu sonucuna ulaşmamız mümkün değildir. Tespit edilebilirliği ve yanlışlanabilirliği olmayan bu tür hikayelerin, kitapların başarısı ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Anekdotlara dayanan bu tür kitapların para harcamaktan başka bir amaca hizmet etmedikleri aşikardır.

Ama maalesef birçok insan bu tür kitapları alarak başarı, aşk, mutluluk veya sağlık elde edeceğini düşünüyor. Ama aynı tavsiyeleri alıp ekonomik dünya için uyguladığınızda gülünç oluyor. Kimse pozitif düşünerek vadesi gelmiş kredi kartı borcunu yatırmayı hayal edecek kadar aptal değildir. Piyasaların karmaşık ve öngörülemeyen yapısı içinde her şeye hazırlıklı olmanız gerekir; ama bu tür saçmalıklara rastlayamayacağınızı şimdiden söyleyebiliriz.

Sınırsız başarı, sonsuz mutluluk, ebedi aşk... İnsanların bilgisiz doğduğu açıktır ama aptal doğmazlar. Eğitilerek aptallaştırıldıkları düşüncesinin baş hizmetkarı şüphesiz kişisel gelişim saçmalıklarıdır. Finansal piyasalar kişisel gelişim saçmalıklarına pek kulak asmazlar çünkü onlar bir şeyin farkındadır: Sonsuz, insanların toplam aptallık miktarıdır!

1 Ocak 2013 Salı

Küresel krizin suçlusu Karatay Diyeti mi?

İnsanlık tarihinin bilinen en eski bilimlerinden matematik ve ekonomi en gösterişli eserlerini 2000’li yıllarda yarattılar. Ama aynı zamanda bu onların en büyük çöküşleri anlamına da geliyordu. Peki ama bu tarihi tesadüf nasıl yaratılmıştı?

2000’li yıllara gelindiğinde insanların hayallerindeki dünyayı yaratacak bir bilim dalı arandığında ekonomiden daha uygunu olamazdı hiç şüphesiz. İnsanlar hayallerini gerçekleştirirken ortaya da büyük bir katedral çıkıyordu. Ekonomi yanına matematiği de alarak dünyanın en gösterişli katedralini inşaya başlarlar. Önce faizlerin düşürülmesiyle uygun bir zemin oluşturulur bu katedral için. Ardından herkese hayallerindeki evi alması için gerekli olan krediler verilir. İnsanlar geri ödemeleri yaparken ezilmesinler diye faizler zaten düşürülmüştü. Fakat bu krediler yine de geri ödenemezlerse bankaların başı ağrımasın diye menkul kıymetleştirme denilen işlem yaratılır. Böylece riskler bankalardan yatırımcılara yönlendirilir. Yatırımcıları az kazanma riski ile baş başa bırakmak doğru olmazdı. O nedenle CDO denilen teminatlandırma işlemi ile riskler yatırımcılardan bağımsız oluşumlara aktarılır gibi yapıldı. Ama ne olursa olsun geri ödenmeme riski orada da sorun olmasın diye CDS denilen sihirli bir koruma mekanizması yaratıldı. Artık birileri ödemesini yapmazsa sigorta şirketleri tüm zararı ödeyecekti. Peki ama ya bu sigorta şirketleri de batarsa?.. O da düşünülmüş ve monoline denilen ve adeta sigorta şirketini sigortalayan bir sonsuz sigorta mekanizması oluşturulmuştu. Hatta kainatta hiç kimse için uygun görülmeyen 4A rating bu şirketler için uygun görülmüştü. Kısaca ekonomi ve matematik ortaya harikulade bir katedral çıkarmıştı. İyi de on yıldan daha uzun bir sürede, bilimin tüm kesinlikleri kullanılarak yaratılan bu katedral 2007 yılında kısa bir süre içinde kağıttan bir kule gibi nasıl çöktü öyleyse?

Kişisel gelişim kitap, CD ve kurslarına her yıl milyarlar ödüyoruz. Bunlar içinde belki de en büyük pay kilo verme kitaplarına ait. Arka arkaya çıkan bu kitapları almadan edemiyoruz. Bir sonra çıkan adeta bir öncekinin kusurlarından arınmış ve mükemmel bilimi yaratmış gibi bize sunuluyor. Bunlardan biri de son zamanlarda çok satan Karatay Diyeti adlı kilo verme ve sağlıklı yaşam kitabı. Bu kitap da diğerleri gibi klasik bir diyet kitabı olmadığını açıklayarak ve diğerlerinin eksikliklerine sahip olmadığını söyleyerek söze başlıyor. Ardından tıp bilimini de kendine hizmetkar eyleyerek tavsiye ve önerilerini sıralamaya başlıyor. Kitabı okuyup önerileri uygulayanlar kısa sürede başarılı olduğunu gördüklerini söylüyorlar. Peki ama bilimsel olduğunu söyleyen bu kitaplar gerçekte ne kadar başarılı?

Ülkemizde bu tür kitaplar henüz yeni yeni popüler olmaya başlasa da başta Amerika olmak üzere birçok ülkede 30 yılı aşkın süredir yayınlanıyor. Peki bu ülkelerde -mesela ABD'de- ne oldu biliyor musunuz? Bilimin en ileri teknikleri ile yazılan bu kitaplar son 30 yılda sadece tek bir şeye hizmet etti: Amerikalıları obez yapmaya!

Son otuz yıldır bu kitapları kullanarak kısa süre içinde kilo verdiklerini söyleyen insanlar uzun vadede obez bir toplum yarattılar. Şu an Amerikalıların üçte biri obez, üçte biri ise aşırı kilolu durumda. Amerikalıların sadece üçte biri normal kilosunu muhafaza ediyor ve onların sayısı da giderek azalmakta. Bu sonucu yaratan elbette ki birçok neden sayılabilir. Fakat bunlar içinde kişisel gelişim kitaplarının da payının büyük olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Kişisel gelişim kitaplarının bu sonuca katkısı nasıl oluyor dersiniz?

Aslında sorun bilimin ortaya koyduğundan çok daha karmaşık bir yapıya sahip olan insan doğasından kaynaklanıyor. Belli bir nedensellik bağı ile yaklaşıldığında aşırı kiloların da bir sebebinin olduğu kesindir. Fakat doğru çözüm kişinin -bilimin yanında- bunu kendi yaşam ortamı, doğası ve duyguları ekseninde değerlendirerek kök nedene ulaşmasıdır. Bilimin kesinliklerinin her insanın doğasında yaratacağı semptomların farklı olacağını bilmek hiç kimse için zor olmasa gerek. Ya da insanın makine olmadığı söylemek için tıp doktoru olmak gerekmiyor. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan zayıf insanlar bu kitaplarda anlatılan bilimsel zayıflama tekniklerini okudukları için mi zayıf kalıyorlar dersiniz? Ülkemizin zayıf insanları Karatay Diyetini okumasalar bile mucizevi bir rastlantısallıkla mı bu bilimsel teknikleri uyguladılar öyleyse? Elbette ki hayır! Onların başarısı olsa olsa kendi doğalarını yakından tanımaları ve hatalarından sonra kurban değil suçlu olduklarını düşünmeleridir. Bu da onları çözüm için daha zaruri şekilde istekli olmaya yönlendirmiştir.

Artık şu gerçeği herkesin bilmesi ve anlaması gerekiyor. Bu doğal dengeyi göz ardı eden Karatay Diyeti gibi kitaplar insanlara sadece zayıflama ve dengeli bünye tavsiyeleri vermekle kalmıyor, aynı zamanda çok değil on yıl içinde obez bir toplum yaratmanın manifestosunu da sunmuş oluyorlar.

Bilimin en son imkanlarını arkasına alarak yayınlanan zayıflama kitaplarının 30 yıldan kısa bir süre içinde Amerika’yı obez bir toplum haline getirmesinin ardındaki nedensellik, 2007 yılı Ağustos ayında patlayan küresel kriz için de geçerlidir. Ekonomi ve matematik bilimlerinin tüm kesinlikleri ile ortaya koydukları katedral kimsenin aklına gelmeyecek bir şeyle yıkılmıştı. Dünya kredi hacminin binde birinden daha azını oluşturan kredibilitesi düşük müşterilere (subprime) verilen konut kredilerindeki geri ödeme probleminin yarattığı güven sorunu. Güven duygusu bilimin açıklayamadığı bir yapıya sahipti. Her bünyede farklı şekilde ortaya çıkıyor ve bir araya geldiklerinde kontrol edilemez bir hal alıyordu. Bu bir kelebeğin kanat çırpasının başka bir yerde yarattığı fırtına değil, aynı anda bir köprüden uygun adım geçen askerlerin yarattığı bir titreşim gibiydi ve başladıktan sonra artık askerlerin normal yürüyüşe geçmeleri titreşimi durdurmuyordu. Ya da daha basit söylersek öngörülebilir ama ortaya çıktıktan sonra önlenemez bir şeydi. Oluşan güvensizliği kontrol altında tutabilecek bir ekonomik teori ya da matematiksel bir formül de bulunamayınca kağıttan katedral çökmüştü.

Ekonomi ve matematiğe aşırı güven hala içinden çıkamadığımız bu küresel krizi yarattı. Küçük bir problem sonrası oluşan güven krizinin tüm domino taşlarını yuvarlaması gibi, bilimsel diyetleri uygulayan insanlar da karşılaştıkları en küçük bir olumsuzlukta “Bu da işe yaramıyor, artık yapabileceğim başka bir şey yok!” diyerek büyük bir güvensizliğin içine giriyorlar. Sonrasını ise hepimiz biliyoruz.

On yıl içinde yaşanacağı bugünden belli olan obezite krizini yaşamamak hala elimizde. Karatay veya Dukan Diyetleri gibi kitapların sunduğu aşırı bilimsel tavsiyeleri bugünden çöpe atıp kendi doğamızı daha fazla anlamaya çalışmamız gerekiyor. Eğer bunu yapamazsak yeni krizin suçlusu maalesef Karatay Diyeti olacak!