31 Mart 2013 Pazar

Astrolojiye inanan insanlar hangi akıl sınıfının üyesi?

Biri size yatırımlarınızın değerinin finansal koşullara göre değil de doğum tarihinize göre belirlendiğini söylese herhalde gülersiniz. Fakat konu astroloji olunca bu tür safsatalara inanmak pek de canımızı sıkmaz. Astrologların iddiasını kolaylıkla kabul ederiz: Bir kişinin doğumu anında gezegenlerin konumu, insanın kişiliğini ve kaderini etkiler. Peki bu iddia ne kadar doğrudur? Gerçekten doğum anında gezegenlerin ve yıldızların konumu karakter üzerinde belirleyici midir?

Eğer bu iddialar doğruysa astrologların kaderimizi ve geleceğimizi söylemesi gerekir. Bakalım söyleyebiliyorlar mı?.. Balık burcunda doğan ünlüler arasında Einstein, Galilei, Vivaldi, Dali gibi ünlüler yanında Pasolini, Gelo gibi adı daha az duyulmuş başarılı kişileri görebilir ve bu yıldızlı temaşadan kendinize bir pay çıkarabilirsiniz. Fakat Balık burcu ile ilgili ünlü listelerinde John Wayne Gacy adını göremezsiniz. Oysa Gacy, en az Pasolini kadar sinema sanatına yön vermiş ve Gelo kadar etkili müzakere yeteneğine sahipti. Aynı zamanda alanında da dünyanın en başarılı kişisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki ama Gacy’nin adı bu listelerde neden yoktur?

Bunu merak eden Profesör Verle Muhrer, Amerika’nın en önemli 5 astroloğuna gider ve John Wayne Gacy’nin doğum tarihi, zamanı ve yeriyle ilgili bilgileri verir. Ayrıca gençlerle çalışmayı seven yaratıcı bir kişi olduğunu söyleyerek geçmişiyle ilgili bazı nötr bilgiler verir. Sonrasında da horoskopların John Wayne Gacy hakkında neler söylediğini öğrenmek ister. Eğer astrologlar kişilerin karakter özelliklerini ve kaderlerini yıldız haritaları üzerinden veya diğer yöntemlerle yapabiliyorlarsa, John Wayne Gacy’i de rahatça çözeceklerdir. Astroloji ve astrologlar açısından hiçbir problem olmaması gerekir. Bakalım bu 5 ünlü astrolog Gacy hakkında neler söylemişler?

Astroloji konusunda onlarca kitabı olan John Sandbach’ın Gacy hakkındaki yorumu şöyledir: “Agresif değil. Henüz tam olarak şekillenmemiş bir iş yapma mizacına sahip. Gençlerle çalışırken daha cesaretli olmalı…”

Yetenekli yerel astrolog Randy Goodman’ın Gacy hakkındaki yorumu: “İnsanlara hizmet etmek için doğmuş. Geçmişte enerjisini çok iyi kullanmış ve dünyaya katkıda bulunmuş. Hayatı çok pozitif…”

Astroloji yeteneği olarak kabul edilen Norma Knight haritaları inceler ve şöyle der: “Çok çok duygusal biri. Gençlerle arası çok iyi, sanki bir aracı gibi… Alırken ve verirken son derece güvenilir biri.”

Astroloji eğitmeni, yazarı ve dünyaca bilinen bir otorite olan Beverly Farrel 30 yıllık paranormal tecrübesiyle şöyle yorumlar: “Gençlerle çalışmaya devam etmeli…”

Astrolojinin kitabını yazdım diyen Neil F.Michelsen ise şöyle demiştir: “Diğer kişilerin ihtiyaçlarını çok iyi anlıyor, onlara karşı son derece saygılı ve iyi…”

John Wayne Gacy hakkındaki araştırma 80’li yıllarda “Astrology on death row” (Ölüm hücrelerinde astroloji) adıyla yayınlandığında herkes şok olmuştu. Çıkan sonuçlar, şöhretli astrologların Gacy’nin karakterini okuyamadığını söylüyordu. Çünkü John Wayne Gacy 33 genci palyaço kılığında kandırarak öldüren sapkın bir seri katildi. Sözleriyle gençleri kandıran Gacy sinemada palyaço katil filmlerinin fikir babasıydı. Peki ama Gacy’nin adı neden balık burcunun ünlüleri listesinde yer almıyor?

İşte bu kritik sorunun yanıtı, sözde astroloji biliminin insanlar üzerinde yarattığı başarının köklerinde saklıdır. Astrolojinin başarısının altında psikolog Robert Wiseman’ın da dediği gibi “dalkavukluk etkisi” denilen bir etki yatar. 1988 yılında psikolog Susan Blackmore tarafından yayınlanan “Probability Misjudgement and Belief in the Paranormal” adlı makalede bu etkinin sebebini ayrıntılarıyla anlatır. Astrolojiye inanç basitçe şöyle çalışır. İnsanlar, kendilerine söylenen olumlu şeylere inanmaya isteklidirler. Mesela kapasitelerinin büyük kısmını kullanmadıkları ya da bağımsız fikirli olduklarını ileri süren ifadelere kolaylıkla inanırlar. Çoğu zaman özel ifadeler bile toplumun büyük kesimi için doğru kabul edilebilir. Bu etkiyi çok iyi bilen astrologlar aynı zırvalıkları alabildiğine belirsiz ve okşayıcı hale dönüştürerek insanları “oldukça doğru” demeye yönlendirirler. Eleştirel bakış açısını kaybetmiş savunmasız insan da bu tuzağa kolaylıkla düşer.

Bu etkiyi burç sistematiğinden de kolaylıkla görebiliriz. On iki Zodyak burcu altı pozitif ve altı negatif burçtan oluşur. Pozitif burçların özellikleri, negatif burçlarınkilere göre her zaman daha olumludur. Psikolog Margaret Hamilton’un yaptığı bir araştırmada pozitif burçlarda doğanlar, negatif burçlarda doğanlara göre astrolojiye daha çok inanırlar. Çünkü pozitif burçlar dalkavukluk etkisinin daha üst düzeyde kullanıldığı burçlardır. İşte tüm astroloji hikayesi bu iki sözcüğe rahatlıkla indirgenebilir: Dalkavukluk etkisi!

Yapılan onca araştırma ve bilimsel tespite rağmen astrolojiye inancın sarsılmadan devam ettiği görülmektedir. Bizi etkilemek için dalkavukça sözler söyleyip öngörülerde bulunan astrologlara yerçekimi kadar sabit bir inanç duyduğumuz ortada. Yapılan birçok araştırma gibi bu yazı da, eleştirel bakış açısını yitirmiş savunmasız insan için hiçbir şey ifade etmeyecek. Değişim akılsızlığı kabul etmektir. Bir insanın kendini akılsız sayması mantıken mümkün değildir. Yani akıllı bir insan akılsız olduğunu söyleyemez; tıpkı akılsız bir insanın kendi akılsızlığını fark edemeyeceği gibi. Öyleyse astrolojiye inanan insanlar hangi akıl sınıfının üyesi?

27 Mart 2013 Çarşamba

İnsan Kaynakları, uzaya astronot gönderen kapıcıyı beğenmez!

Bir şirketi çökerten ya da çöküşün eşiğine getiren birçok neden sayılabilir. Genellikle bunlar finansal veya yapısal hatalarla ilgilidir. Satışların durması, aşırı borçlanma, yanlış yatırımlar, suistimal veya muhasebe hataları şirket iflaslarının genel nedenleridir. Fakat bazen bunların dışında sebepler de şirketleri zor duruma getirebilir. Hatta kimsenin aklına gelmeyecek sebepler bile.

2009 yılına gelindiğinde neredeyse tüm otomobil sektörü finansal kriz nedeniyle çökmüştü. Çok az firma krize meydan okumayı başarmıştı. Bunların en başında Toyota geliyordu. Artan satışları ve finansal görünümüyle geleceğe çok güçlü bakıyordu. Fakat 2009 yılının sonunda basit bir fren pedalı problemi ortaya çıktı. Şirket bazı arabalarını sorunu çözmek için geri çağırdı. Ama bu geri çağırma operasyonu kimsenin ummadığı bir noktaya gitti. 2 yıl içinde şirket 10 milyondan fazla aracını geri çağırmak zorunda kaldı. Satışlar düşerken zarar milyarlarca doları buldu. Fabrikalar kapandı, işçiler çıkarıldı. Kriz yönetime kadar sıçradı. Hisse zararı 30 milyar doları geçti. Peki ama basit bir pedal problemi nasıl oldu da Toyota’yı çöküşün eşiğine getirdi?

Toyota’yı bu derin krize sokan sebepler tamamen mekanik gibi görülse de aslında kök neden bu değildi. Tasarımı yetersiz uygulamalar ve zayıf düzenlemelerin bileşimini sunan Toyota’nın İnsan Kaynakları (İK) departmanı krizin asıl suçlusuydu. Aslında Toyota’nın İK departmanı, ne arabaları üretmişti, ne de pedalları satın almıştı. Konunun uzmanlarından John Sullivan’a göre kurumsal katastrofu yaratan işgücünün işe alımı, gelişimi, motivasyonu ve yönetimi ile ilgilenen İK departmanıydı. Acaba Toyota’nın İK departmanı hangi hataları yaptı dersiniz?

İK’nın ödül politikası işlememişti. Doğru davranışları ödüllendiren, yanlış davranışları cezalandıran ödüllendirme burada da vardı. Ama problemleri ortaya çıkarmayı teşvik eden işler bir yapı oluşturulmamıştı. Şirketin hızlı büyümesi hataların göz ardı edilmesine neden olmuştu. İletilen hatalar dikkate alınmadan rafa kaldırılmıştı. Böylece aylarca önce fark edilen bu hata hiç kimse tarafından savunulmamıştı.

İK’nın eğitim politikası başarısız olmuştu. Çalışanlara verilen eğitimler her zaman daha iyisini yapma üzerine kuruluydu. Olumsuz durumlarla nasıl mücadele edileceği eğitim konusu değildi. Bunun sonucunda pedallardaki problem ortaya çıktığı anda fark edilemeyip son ana kadar da anlaşılamamıştı.

İK’nın işe alım politikası pratik bir çöküş yaşamıştı. En iyi yöneticileri çok yüksek maaşlarla işe alan İK, yöneticilerin böyle bir problemi bile görememesi karşısında tam bir fiyasko yaşamıştı. Yöneticiler bu problemi görüp saklamış olsalar bile suç yine İK’ya aitti. Sorunlarla yüzleşemeyen yöneticiler aldığını fark edememişti. Çünkü alırken baktığı kriterler yaratıcılık, performans ve organizasyon odaklıydı.

İK’nın performans yönetimi sistemi adeta yangını körüklemişti. Gelişen performans ödüllendirilirken, hataları ortaya çıkaranlar verimsizlik ve pesimist görülüp nötralize edilmişti. Sadece verimliliğe değil, sorumluluk anlayışı içinde dengeli bir çalışma şekline sahip olanlara da performans ücreti verilmesi şeklinde dizayn edilmeyen performans yönetim sistemi çalışanları negatif durumlar karşısında köreltmişti. Büyük problemlerin habercisi küçük problemlerin ortaya çıktıkları an tespitine yönelik bir performans sistemi kurulmamıştı. Müdahaleler yüzeysel ve bulgusal düzeydeydi. Kök nedene gidilmiyordu. Suçlu ilk insan işten atılırken, sisteme sirayet eden suç dalgası gözden uzak tutuluyordu.

İK’nın yönetici gelişim programı öylesine modası gecikti ki hala yöneticilerin planlama ve organizasyon becerilerinin gelişmesine odaklıydı. Zor kararları verme ve problemlerle yüzleşme konularında herhangi bir eğilim yoktu.

İK’nın personel politikası her şirketinki gibi demodeydi. Problemleri ortaya çıkaranlar görmezden geliniyor, hatalı işlemleri üst yönetime iletenler cesaretlendirilmiyor ve sadece hırsla çalışanlar motive ediliyordu.

Sistematik hale gelen hatalar zinciri Toyota’yı çökertmişti. Tüm bu sayılan İK yönlü sebepler ise krizin kök nedeni olarak öne çıkmıştı. Her zamanki güçlü retoriği ile İK bu sayılanların krizle ilişkisi olsa bile kendisine servis edilmesinin hatalı olacağını söyleyecek ve kendisini savunacaktır. Pedalı üretenin, satın alanın, hatayı üst yönetimi zamanında bildirmeyenin sorumlusunun kendisi olamayacağını belirtecektir. Şirketin kültürünün ve yönetim anlayışının asıl sorgulanması gereken yer olduğunu ifade edecektir. Hakikatin anlamını kaybettiği bir çağda bunlara inanacak birçok “anlayışı kıt anlayışlı” da bulacaktır mutlaka. Buna karşı koymak mümkün değildir. Fakat küçük bir hatırlatma belki hatayı az da olsa üstlenmelerine sebep olabilir.

1986 yılında, kalkışından 73 saniye sonra düşen uzay mekiği Challenger faciasının nedeninin araştırıldığı günlerde televizyon kanallarından biri NASA’da görevli bir profesör, bir teknisyen ve bir kapıcı ile röportaj yapar. Her üçüne de basitçe aynı soru sorulur: Üsteki göreviniz nedir? Profesör, uçuştan sorumlu olduğunu ayrıntılarıyla anlatır. Teknisyen, mekiğin parçalarından sorumlu olduğu yanıtını tüm detaylarıyla verir. Kapıcı ise aynen şöyle der: “Görevim uzaya astronot göndermek!”

İşe göre eleman almak, işin tüm sorumluluğunu taşıyabilecek elemanı almak anlamına gelmez. İnsan Kaynaklarının anlamak istemediği şey budur işte: Tüm amacı NASA’ya profesör ya da teknisyen almaktır; uzaya astronot gönderen kapıcıyı beğenmez!

25 Mart 2013 Pazartesi

İnsan Kaynakları "kral çıplak modaevi"nden giyinir!

İnsan Kaynakları Yönetimi denilen organizasyonel fonksiyon, 2008 yılında patlayan krizle kaybettiği imajı ve özgüveni şu aralar yeniden toplamış görünüyor. Genç ve parlak İnsan Kaynakları(İK) uzmanlarının görüş ve önerilerine her yerde rastlamaya başladık. Bizlere iş görüşmelerinde nelere dikkat etmemiz gerektiğini, kendilerinin bizlerden neler beklediğini ve olmayan yeteneklerimizi nasıl göstermemiz gerektiğini yumuşak sözleriyle anlatıyorlar. Özünde yüksek bir samimiyet içeren bu açıklamaların, hatta sektörü bilen kişiler tarafından yazılmaları nedeniyle “içeriden” gelen bu bilgilerin, ne kadar değerli olduğu tartışılamaz. Peki gerçekte bu bilgiler ne kadar değerli? Güçlü bir retoriğe ve yumuşak ifade yeteneğine sahip bu insanlar kararlarını nasıl alıyorlar dersiniz? Onlardan aldığımız bilgiler işimize yarar mı?

İnsanı bir varlık ya da kendi ifadeleriyle “kaynak” gibi görmenin doğal sonucu, insanın metalaştırılması ve ardından gelecek olan istismardır. İK fonksiyonu son 30 yıl içinde hem metalaştırmayı hem de istismarı ne kadar iyi başardığını yaşanan krizde bize ilave bir açıklamaya gerek olmaksızın göstermiştir. Hırs duygusunu en tepeye koyan ve ne olursa olsun hırslı insanları istihdam etmeye öncelik veren insan kaynakları modelinin nasıl bir enkaz yarattığını hala izlemeye devam ediyoruz.

İK fonksiyonu, gösterişli retoriği ile şirketleri son 30 yıl içinde etkileyerek kendisine bağımlı kılmıştır. Stratejik yönetimde iş ortağı ve değer yaratma söylemleri ile 30 milyar dolarlık bir pazar oluşturularak global işgücü “uysallaştırılan ve kendisine verilene razı olan vahşi” konumuna dönüştürülmüştür.

İK uzmanlarının yaptıkları işlerin en önemlisi şirketlerine verimlilik sağlayacak kişileri bulmaktır. Adayların farklı coğrafya, kültür ve niteliklerle örülü özgeçmişleri hakkında karar verebilmek hayatın farklı yönleri hakkında karar verebilme yeteneğini gerektirir. Bu da temelde yüksek bir hayat bilgisi, yeterli bir tecrübe ve çok yönlü bir entelektüel bakış açısı ister. Bu biraz sağduyusu olan her insanın rahatlıkla yapabileceği bir çıkarımdır. Peki ama sizce İK uzmanları bu yeterlilikte mi?

Genellikle genç yaşlarda olan İK uzmanlarının böyle bir değerlendirme kabiliyetinde olacağını beklemek bir yana, sektörde tanıdığımız örnekleri itibariyle değerlendirdiğimizde, bakkalda para bozma yeteneğine sahip olmayan ya da para üstü alırken yüzü kızaran kişiler olduğu imajı çizmektedirler. Fonksiyon da bu yetersizliği fark etmiş olacak ki karar verme prosedürlerinde sübjektif değerlendirmelerin yerini merkezi değerlendirme sistemlerine dönüştürmektedir. Böylece ortaya ne stratejik ne de liderlik açısından değer çıkarılamamakta, pratik amaçlara hizmet eden bir yapı oluşturulmaktadır.

İK fonksiyonunun şeffaf olmayan bürokratik bir güç haline dönüşmesi istismarın göstergesidir. Yarattığı saçma kurallar bütünü ile “yaratıcılık” kavramının peşine takılarak “kaynak” bulmaya çalışırken, bir yandan da dünya, sektör ve şirketteki yapısal değişimleri kavrayamamanın yok oluşu içindedir. Yaratıcılığın kendi iş yapış şekillerinde yarattığı etki sonucu, personele yapılan ücret ve ödemeleri kesecek yaratıcılıklar göstererek CFO (Finans Yöneticisi)’nun “uşağı” rolüne girmiştir. Giderek şirket içi “suç oranı yüksek bir getto” haline dönüşmeye başlamıştır.

Görüşme süreçleri baştan sona incelendiğinde net olarak ortaya çıkan alaycı bir iletişim realitesi, zaman ve kaynak kaybı ve giden elemanın yerine aynısını bulabilmek için harcanan gereksiz efor… İşe alım, çalışan gelişimi ve kültürel dönüşüm konularında ikna edici konuşmalar yapsalar da adayların ardından ne kadar “tuhaf” olduklarına dair esprileri birbirlerine yapmadan duramazlar. Ama gazete ve dergilere yazdıkları yazılarda espri anlayışlarının ne kadar gelişmiş olduğunu bize anlatmazlar. Bu ikiyüzlülükten öte bilinçli bir istismardan başka bir şey değildir. İK fonksiyonu giderek stratejik partnerlik ve değer katma erdemlerini kaybederek yasal süreçleri takip eden ve rutin işleri ucuza yaptırmaya çalışan bir fonksiyon haline gelmektedir ve hatta gelmiştir de.

Üniversitelerden yeni mezun İK uzmanları fazla zeki tipler değildir. Çünkü hiçbir zeki öğrenci okulu bitirince İK uzmanı olma içgüdüsü taşımaz. Zaten firmalar da etik değerleri gelişmiş zeki insanları İK uzmanı olarak alma yarışında değildir. Hatta bazen şirketin diğer bölümlerinde işe yaramayan ama kovulacak kadar da kötü olmayan elemanlar İK ofislerinde çalıştırılmaya başlanır.

İK uzmanları üzerinde yapılan araştırmalar çok önemli bir eksikliği ortaya çıkarmıştır. İK uzmanlarının kişisel gelişim programları incelendiğinde aldıkları eğitimlerin %83’ü iletişim becerileri, %71’i hukuksal konular, %32’si yönetim ve sadece %2’si finans konularındadır. Bu rakam (%2 finansal eğitim oranı) bize açıkça şunu söyler. İK uzmanları işin parasal boyutu olduğunu gözden kaçırmakta, parayı tanımak istememektedirler. Bu bizim “para bozdurmayı bilmezler” önermemizin bilimsel ifadesidir. Şirketin yetenek arama ve koruma biriminin finansal zekayı ölçebilecek bir bilgiye sahip olamaması en yüzeysel ifadeyle traji-komiktir. Sermaye karlılığı ya da aktif karlılığı gibi kavramları bilmeden bir elemanın şirkete katacağı değeri hangi yöntemle ölçecekleri gerçekten merak konusudur. Bu nedenle insan kaynağı hakkındaki kararları çok düşük seviyede entelektüellik, tutarlılık ve güvenilirlik içerir.

London Business School’dan Lynda Gratton İK fonksiyonunun iki temel eksikliği olduğunu söyler. İlki İK, şirketin ve pazarın geleceği hakkında bilgi sahibi değildir. İkincisi ise hızlı değişen şirket iş stratejisini anlamadıklarıdır. Bu iki temel yetersizlikten dolayı Gratton İK fonksiyonunu “Eğitimli Yetersizlik” olarak tanımlar.

Ağırlıklı oranda kadın olan sektör çalışanları saçma sapan oyunlar oynatarak doğru elemanı seçtiklerini düşünen modern zaman Polyanna’larıdır. Ama keşke “Kral çıplak modaevi”nden giyinmeseler!..

23 Mart 2013 Cumartesi

Aptallar başarılarını başka türlü açıklayamazlar!

Şu aralar hangi finansal enstrümana yatırım yapılması gerektiğini merak edenler varsa hemen söyleyelim: “Neye yatırım yaparsanız yapın ama merdiven altından geçmeyin, kara kediyle karşılaşmayın!.. Önümüzdeki günlerde avucunuz kaşınacak; hisse senetlerinizin değeri artıyor!..”

Bu önerilerimiz eminiz herkese gülünç gelmiştir. Bir finans uzmanından böyle bir öneri duysanız sanıyoruz sizinle alay edildiğini düşünürsünüz. Bu düşüncenizde haksız da değilsiniz. Çünkü para konusu son derece ciddi bir iştir ve size yapılan önerilerin belli ölçüde realiteyi ve rasyonaliteyi yansıtması gerekir. Para söz konusu olduğunda tüm kararlarımızı yüksek bir mantıksal değerlendirme ile alırken, hayatımızın geri kalan anlarında bu mantıksallığın yerinde yeller eser. Balkon altından yürümeyiz, merdiven altından geçmeyiz, esince tahtaya vururuz, 13’ten nefret ederiz, kaldırım taşlarının köşelerine basmayız, ayna kırmayız ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi “bu maili 100 kişiye forward’lamazsan…” şeklindeki batıl inanışları hayatımıza krema yaparız. Bazen beceriksizliğimize, bazen bilgisizliğimize, bazense şanssızlığımıza bulduğumuz harika bahaneler... Peki ama birçok insanın hayatına girmiş olan bu batıl inanışlar ne kadar mantıklı?

İhtimal dahilindeki olumsuzlukların başımıza gelmemesi için takındığımız bu davranış şekilleri aslında hiç de düşündüğümüz gibi çalışmaz. Olumsuz olaylara maruz kalmamak için batıl inanışlarımızı kalkan yapmak, tıpkı kendimizi iyi hissettiğinizde iyi bir sonuçla karşılaşmayacağımız gibi, başarısız bir yöntemdir. İhtimal dahilindeki olaylar için plasebo etkisi (telkine dayalı tedavi) işe yaramaz. Ama sonuçta insanlar imkansıza inanma konusunda isteklidirler. Hitler 7 sayısının büyüsüne inanır, tenisçi Martina Hingis kort çizgilerine basmaz, fizikçi Bohr kapısına at nalı asardı. Amerikalıların yaklaşık %80’inin batıl inanışları vardır. Harvard ve MIT’de okuyan zeki “yaratık”ların bile aynı oranda batıl inanışları olduğu durumun vehametini fazlasıyla ortaya koyuyor. Peki ama neden?

Toplumlar uzun yıllardır batıl inanışlara sahip olduklarından, zamanın testinden geçmiş bu tür saçmalıklara inanan insanı bugünkü toplumda bulmak hiç de zor değildir. Kökleşmiş mantıksızlığın izlerine ulaşıp yok etmek gerçekten zordur. Psikolog Robert Wiseman bu olguyu araştırmak için iyi tasarlanmış bir deney yapar. Sayısal loto oyununda kendilerini şanslı hissedenler ile şanssız hissedenlerin tahminlerini alır ve gerçekleşen sonuçlarla kıyaslar. Binlerce kişinin katıldığı deneyde çıkan sonuçlar pek de şaşırtıcı değildir. Şanslı insanlar şanssız insanlardan daha başarılı gözükmez. Herhangi bir batıl inanışı olanlar da aynı ölçüde başarısızdır. Yani tarafların birbirlerine karşı bir üstünlüğü ya da zayıflığı ortaya çıkmamıştır. Sonucu yorumlamak da hiç zor değildir: Olasılık dahilindeki dışsal olaylar kişisel düşüncelerden etkilenmezler.

Konunun en etkileyici deneylerinden biri Mark Levin adlı bir lise öğrencisine aittir. Levin’in amacı, yolunuzdan geçen bir siyah kedinin kötü şans getirip getirmeyeceğini ölçmektir. Deneye katılanlarla önce bir yazı-tura oyunu oynanır. Ardından katılımcılar diğer odaya alınırken önlerinden bir siyah kedi kurnazca geçirilir. Sonra aynı kişilerle şanslarını denemek için yazı-tura oyunu yeniden oynanır. Ama sonuçlar değişmez. Kara kedinin şansa ya da şanssızlığa hiçbir etkisi yoktur.

Batıl inanışlar hakkında birçok deney yapılmasına rağmen sonuç hiç değişmemiştir. Batıl inanışın şansa ya da şanssızlığa herhangi bir etkisi yoktur. Peki ama bu inanışlar hiçbir geçerliliği yoksa nasıl oluyor da yüzyıllardır varlığını koruyabiliyor?

Uygarlık tarihinin belki de en önemli antropoloğu Polonyalı Malinowski’dir. I.Dünya Savaşı yıllarında sürgün edildiği Papua Yeni Gine’deki Trobriand adalarında uzun süre yerli toplulukları inceledi. Yerliler denizin kıyıya yakın yerlerinde balık tutarken herhangi bir batıl inanışa girmiyorlardır. Ama açık denizlere çıktıklarında her şey değişiyor ve batıl inanışlara teşebbüs ediyorlardı. Malinowski, yerlileri bir süre inceledikten sonra tarihin en önemli keşiflerinden birini yaparak batıl inanışların sebebini anlar: Belirsizlik!

Açık denizde yaşam kıyıdakine göre çok daha fazla belirsizlik içeriyordu. Yerliler, durumu kontrol altına almak ve tehlikeyi yok etmek için batıl inanışlara girişiyorlardı. Kısaca batıl inanışlar yerlilerde kontrol duygusunu güçlendiriyordu. Kişiler artan belirsizlik zamanlarında bir belirlilik duygusu arayışına giriyorlar ve mistik tarafı güçlü olan batıl inançların mantıksızlığında kaderlerinden olumsuz belirsizliği sileceklerine inanıyorlar.

Belirsizlik ekonominin en temel kavramlarından olduğu için batıl inanışların finans dünyasında görece daha az yaygın olduğu söylenebilir. Fakat yine de sıfırdır diyemeyiz. ABD Merkez Bankası Fed ve Harvard Üniversitesi tarafından geçtiğimiz yıl yapılan bir araştırmada dolunay zamanı hisse senedi fiyatlarının düştüğü görülmüştür. 25 ülkenin 30 yıllık piyasa bilgileri ve ABD hisselerinin 100 yıllık fiyatları incelendiğinde bu sonuca ulaşılmıştır. Bu sonuçta şaşırtıcı değildir. Batıl inanışların insanların içlerine işledikleri ve farkında olmadan karar verme sistemlerini etkilediği apaçık ortadadır.

Olasılıkların dünyasında yaşayan kalabalık insan toplulukları, olayların her türlü olası etkileşimini düşünerek yaşaması gerekirken, ihtimaller karşısında tuhaf bir aptallık içinde davranıyorlar. Toplum giderek tuhaf bir puzzle’a dönüşmeye başladı. Bir toplum puzzle’ının akıllı, yarı akıllı, yarı aptal ve aptallar gibi farklı parçalardan oluşması gerekirken neredeyse tek parçalı bir hale dönüşüyor. O parçanın neden giderek hakim parça haline geldiğini de sanıyoruz geri kalan azınlık parça (akıllılar) anlıyordur. Evet, aptallar şansa ve şanssızlığa inanırlar ve batıl inanışları hayatlarından eksik etmezler. Çünkü aptallar başarılarını başka türlü açıklayamazlar!

18 Mart 2013 Pazartesi

Düşünen insanı nasıl ortadan kaldırırız?

Tarihi kurgu romanlar çok satan kitaplar listelerini esir almış durumda. Dervişler, krallar, padişahlar, halk entelektüelleri, gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile bilinmeyen tarihi kişilikler… Şu an hepsi birer hayat koçu olmuş durumda. Edebiyat adeta hortladı!

Soylu yoksulluk, adaletli diktatörlük, ilahi erdemlilik, naif barbarlık gibi birçok uçuk kişilik kurgulaması ile tarihi şahsiyetler ikonik hale döndürülerek büyük bir pazar yaratılmış durumda. Tarihin yeterli veri sunmadığı alanlarda, doğal bilimlerin (başta sosyoloji ve psikoloji) bugün ulaştığı bilgi birikimi ile bu boş alanları doldurmak yazarlar açısından son derece basit bir iş. Böylece ortaya kurmaca bir tarih ile psikolojik safsata karışımı bir aşure çıkarılıyor.

James Clavell’in 80’li yıllarda aktör Richard Chamberlain ile vücut bulan Shogun’u ile parlayan bu sektör, ölçüsüz yalanların edebiyat adı altında sunumunun nasıl bir başarı getirdiğini tüm dünyaya göstermişti. Bunu gören edebiyat simsarları ve yayıncılar hemen pazara daldılar. Sektörün hedef kitlesi, heyecanı seven yeniyetme gençler ve tarih okuma külfetinden kaçan aylak okuyucular. “Yeniyetme-aylak okuyucu” kitlesini hedef alan tarihi roman yayıncılığı, özellikle çokkültürlü yaşama geçişte zorluk çeken toplumlar için önemli bir risk içeriyor. Bu ikonik ilahlaştırma, toplumsal hassaslığı arttırarak tarihi hiç istenmeyen bir şekilde, “güçlü bir romantizm” duygusu ile yeniden gözden geçirmeye yöneltiyor. Sağduyu ve eleştirel bakış açısından yoksun bu tür bir yaklaşım, tarihten hatalı çıkarımlar yapılmasını doğuruyor. Yeniyetme-aylak okuyucu adını verdiğimiz bu grubun, bilgi çağının sınırsız enformasyon çağlayanlarını yönetemeyen insanlardan oluştuğu göz önüne alındığında sayılarının giderek arttığını rahatça söyleyebiliriz.

Bu tür kitapların okunması için sistematik şekilde yalan söylenilmesi gerekir. Düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifadesine edebiyat dendiğini biliyoruz. Burada yapılanın edebiyat olmadığı açıktır. Çünkü tarihi şahsiyetleri, anlatılan hikayeden çıkardığınızda ortaya somut bir hiçlik çıkacaktır. Aynı okuyucu kitlesi için bile gülünç bir metin kalacaktır geriye. İşte burada yazarların çarpıtma başarıları devreye girer. Tarihsel bir hata yerine sistematik olarak yalan söylenir. Çünkü bu yalan belli bir niyet ve amaçla söylenir. Niyet daha çok yeniyetme-aylak okuyucu, amaç daha çok ticari başarıdır. Yani bu tür kitaplardaki tüm tarihi çarpıtmalar sistemli şekilde söylenen yalanlardır. Bu hiç de Shakespeare’ın sanatsal yapıtlarında görülen “anlamlılık” değildir.

Tarihi romanların tanımlanmasındaki güçlük aşılabilmiş değildir. Kurgu sahnelerle yaratılan problemsiz bir geçmişin tarihi ne kadar yansıttığı büyük soru işaretidir. Gerçek bir karakter esas alınarak yazılan bu kitaplardaki baş karakterin yanındaki yardımcı oyuncuların uydurma kişiler olması, hangi tarihin anlatıldığı üzerine şüpheye düşürür. Güçlü karşıtlıklar yaratılarak, tarihin yaşanılan dönem itibariyle sıradan olduğu ilkesi ihlal edilir. Hırs, eziyet ya da öfke kurbanı olan yardımcı roller asıl kahramanı olduğundan daha güçlü gösterir. Böylece hikaye her şeyin güçlüsü ve zayıfı arasındaki “dilbilimsel stratejik macera”ya döner.

Kahramanların yeniyetme-aylak okuyucuyu etkiledikleri sektör tarafından bilindiği için yiğitlik, cesaret, adalet ve zeka orantısız şekilde şişirilir. Kahramanların insansı tarafları yok edilerek okuyucunun inanç ve bağlılık duygusu manipüle edilir. Yazara, insanlık öldü mü sorusunun tam sorulma zamanıdır. Tüm bunlar, yazar tarafında sistemli bir yalan söylemedir. Çünkü aynı okuyucu kitlesinin sıradan bir karakterde bu tür nitelikleri aşırı gülünç ve yapmacık bulacağı açıktır.

Yazarlar kendilerini tarihe kapı deliğinden bakıyoruz diye savunsalar da karnı ağrıyınca homurdanan, ölümden korkarak hareket eden veya pazar alışverişi için liste oluşturan baş kahraman sahneleri yoktur. Her şey olağanüstüdür fakat tüm bu abartma tarihi şahsiyetin ekseninde sıradan olarak sunulur okuyucuya. Olaylar en ince ayrıntısına kadar tariflenir, kişiler bugünkü sosyal bilimlerden destek alınarak detaylı karakter analizlerine tutulur. Her şey basit ve lütufsuzdur. Kolayca geçmiş zamanın bilincine girilir. Böylece eleştiri yeteneği felce uğramış savunmasız yeniyetme-aylak okuyucu bu gösteriye yenik düşer. Gerçek nedir sorusunun tek yanıtı yazarın gördüğüdür. Bu sistematik yalan söylemenin meşrulaştırılmış halidir.

Diyalogların özgün olduğunu söylemek de pek mümkün değildir. Bugünün bakış açısı ve dilbilim uzmanlığı ile yazıldıkları açıktır. Ticari başarı uğruna tarihsel doğruluk ayaklar altına alınır. Tarihsel kişilikleri ve tarihleri izole ettiğiniz zaman bu tür kitapları okumak tarihe değil birkaç gün önceye yolculuk hissi verir. Çünkü kitaplardaki ruh zamanın ruhudur. Çarpıtma, hata ve anakronizmde tüm eşikler aşılarak tarihi doğruluk ayaklar altına alınır. Bu dikkatsizlik ya da ihmal değil bilinçli şekilde yalan söylemedir.

Tarih okuma külfetine katlanarak mantıksal sorgulamaları gerçek veriler ile yapma zorluğunu yaşamak istemeyen yeniyetme-aylak okuyucular için bu tür sorgulamaları “reklamlar” kıvamında veren tarihi kurgu romanların okunması şaşırtıcı değildir. Gerçeğin bunaltıcı olduğunu herkes bilir. Çünkü herkes biraz tarih okumuştur. Sonunda bu gerçeği yazarlar da öğrenmişlerdir. Tarihi, kayda değer bir anlama ve iletme düzeyine sahip olmayan yazarların yarattığı tek şey fantezidir. Tarihi kurgu roman modeli ile dilin ve toplum bilimlerin dolambacında debelenip duran bir edebiyat anlayışı yaratılarak büyük bir pazar oluşturulmuştur. Kurbanlar her zamanki gibi eleştiri yeteneğini kaybetmiş savunmasızlardır.

Tarih yerine sunulan tüm bu söz oyunları ve argümanlar somut olarak tek bir şeye hizmet eder: Düşünen kişiyi ortadan kaldırmaya!

15 Mart 2013 Cuma

Kişisel gelişim insanı değiştirebilir mi?

Kişisel gelişim sektörünün masum cazibesine yenik düşenlerin sayısı her gün biraz daha artıyor. New Ageciler, reikiciler, motivasyonel hikaye anlatıcıları, kişisel başarı koçları, mutluluk rehberleri, meleklerle konuşmayı öğretenler, medyumlar, kristalciler, reenkarnasyoncular, transandantal meditasyoncular, şamanik vizyoncular, doğunun ruhani disiplinlerini öğreten şifacılar, kuantum terapistleri ve her gün eklenen yeni bir işkolu. Görünürde sizden para haricinde hiçbir şey talep etmeyen bu “vekil” dinlerin yarattıkları “inanıyorsan doğrudur” şeklindeki gizemli saçmalıkları insanları kolayca etkiliyor. Yapılan araştırmalar Amerikalıların neredeyse tamamının kişisel gelişim sektörünün cazibesine kapıldıklarını söylemektedir. Aşırı ölçüde rasyonelleşen dünyanın tuzaklarına takılanlar kendi yaşamları üzerinde yüksek bir denetime sahip olma güdüsüyle kişisel gelişime yönelmektedirler.

Bu blogta kişisel gelişim sektörü ile ilgili yazdığımız 20’ye yakın yazıya, kişisel gelişim gurularının aforoza varan eleştirileri incelendiğinde ortak nokta “insan kişisel olarak değişebilir mi” sorusuna neden cevap vermediğimiz olarak özetlenebilir. Ne dersiniz, insan kişisel olarak değişebilir mi?.. Birazdan bu soruya yanıt vereceğiz. Ardında da kişisel gelişim gurularını soracağımız soruya yanıt vermeye davet edeceğiz.

Sembolik dünyanın atölyesinde şekillenen kişilikler, doygunluk hazzını sürekli tatmin etmek isteyen bir topluluk yaratmış durumdalar. Derinleşen maddi yoksullaşma psikolojik teknikleri tek çözüm olarak görüyor. Gerçek değişimin ve çözümün istenmemesi kişisel doygunluk veren bu tür teknikleri cazip kılıyor. İşte bu psikolojik tekniklerin temel hatası buradadır: Kişisel olanın en üstte tutulması!

Kişisel gelişimciler tüm mutsuzlara her şeyin daha farklı olabileceği mesajını verir. Mutsuzluğu, yalnızlığı, yoksulluğu kolayca çözülebilecek problemler olarak tanımlar. Son 40 yıl içinde bu tür dertlere deva olarak ardı ardına sunulan kişisel gelişim teknikleri bugün çok düşündürücü bir toplum modeli yaratmıştır: Akıl sağlığı uzmanları insanların %90’ından fazlasının kronik ruhsal bozukluklar gösterdiğini söylemektedir. Kişisel gelişim teknikleri arttıkça ruhsal bozuklukların da artış gösterdiği açıktır.

Kişisel gelişimin hiç kimseyi uzun vadede tedavi edemediği bilimsel olarak ortaya konmuş bir gerçektir. Sakinleştiriciler dünyanın en çok satan ilaçlarıdır. Mesleki tükenmişlik, kişileri hüzünlü bir hayat görüşüne yöneltmektedir. Amerikalıların %80’i intiharı aklından geçirdiğini söylüyor. Fast-food çalışanlarının %70’i kasadan para çalıyor. Obezite neredeyse her dört insandan üçünün sorunu. Bunların sonucunda ortaya çıkan anlamsızlık ve yalıtılmışlık en saçma kişisel gelişim fikirlerini bile cazip hale getiriyor. Kişiler anlık zevkler peşinde koşma arzularını bu kişisel gelişim safsatalarıyla daha da arttırıyor. İnsanlar, bu uyduruk tekniklere inanmak için derin bir arzu içindeler. Psikolojiden destek alan bu teknikler adeta bir psikoloji dini yaratmış durumdalar.

İş stresine çözüm kır yürüyüşü, tüketim çılgınlığına çözüm geri kullanılır malzemeler olarak tavsiye ediliyor ve üç bin yıl öncenin erdemleriyle ahlak dersi veriliyor. Yabancılaşma, yalnızlık ve mutsuzluk kişiye indirgenerek çözümler sunuluyor. Toplumsal bir varlık olan insanın toplumla olan ilişkileri asgari seviyeye indirilerek içi boş bir çözüm dayatılıyor. Sorunların asıl kaynağı olan toplum görmezden geliniyor. İçedönüklüğe yönelten sınırsız bir sahtekarlık sunularak tecrübe gizemli guru eşliğinde servis ediliyor. Kişisel tedavi eksen alınarak yabancılaşma arttırılıyor ve toplumsal kopuşa zemin hazırlanıyor. Her kopuş da yeni bir kişisel gelişim tekniğini beraberinde getiriyor. İnsan duyguları ticarileştirilirken toplumsal sınıflar arasında artan eşitsizlik görmezden geliniyor. Sadece kişiler arası ilişkiler ele alınarak toplum inkar ediliyor. Neredeyse tüm kişisel gelişim kitapları gerçekten kaçan çözümler sunuyor.

Açıkça görüleceği gibi bu kişisel gelişim çılgınlığı ve psikolojik insan yaratma çabası toplumu görmezden gelerek soruna sorun eklemektedir. Kişilik değiştirilmesi ile sağlanan sadece toplumun kavranmasına engel olunmaktır. İnsanlar psikolojiye yöneldikçe toplumu unutmaya başlıyorlar. Kişisel gelişim sektörü geliştikçe toplumun parçası olamayan kişilerin sayısı da artıyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan her türlü toplumsal sorun da yine kişisel gelişim sektörü tarafından kişisel bir problem olarak tanımlanıyor. Örneğin bir ülkenin eğitim politikasındaki başarısızlıklar bile öğrenciler üzerinde kişisel gelişim teknikleri uygulanarak aşılmaya çalışılıyor. Kazanılan her sınav kişisel gelişimin başarısı olarak algılanırken, eğitim sorunu toplumsal bir sorun olarak algılanmaktan uzaklaşıyor. Çünkü başarısız olanların yaşadığı boyun eğiş bir süre sonra kişisel gelişim sektörünün taçlandırması ile ayağa kalkıyor. Sanki bu yarışta herkes kazanacakmış gibi bir hava yaratılıyor ve toplum giderek çözülüyor. Ülkeleri yönetenler ise bu işin tek kazananı oluyor.

Kişisel gelişim öyle iflah olmaz bir noktaya ulaşmıştır ki yapmak istediği tek şeyi aşık olmak olarak tanımlayan bir insanlar yığını yaratılmıştır. Sanki aşık olmak tek taraflı bir süreçmiş gibi… Kişisel gelişim bireyin isteklerine çözüm olmazken toplumsal düzeni de bozmaktadır. Kişinin içsel dünyasını tek gerçek gibi algılayan kişisel gelişim, toplumu yavaş yavaş yok etmektedir. Kişisel gelişim ne sınıf sorununu, ne uygarlığı, ne de çarpık sistemi eleştirmeden sadece psikoloji ile sorunları çözeceğini düşünmektedir. Oysa psikolojinin bilinen en önemli ismi Freud’un bile hayatı boyunca hiçbir hastasını tam olarak iyileştiremediği bilinen bir gerçektir.

Kişisel gelişim, deliren insanlardan mutlu olan bir sektör imajı çizmektedir. Kendi kendinelik arttırılırken toplumsal sevgi dışlanmaktadır. Kişi, kişisel olarak geliştiğini düşünürken, duygularının yok olduğunu fark edememektedir. Kişisellik arttıkça toplumsal olan da bozulmaktadır. Acı olan ise gerçekten yardıma ihtiyacı olanların en fazla sömürülen insanlar olmasıdır. Kişisel gelişim sektöründe her dört müşteriden üçünün eski müşteri olması bu gerçeğin açık bir göstergesidir.

Zaman içinde birçok kişisel gelişim tekniğinin yok olması sahteliğin boyutunu ortaya koyuyor. 70’lerin her derde deva tekniği Primal Scream bugün artık nostaljiktir. Aynı şekilde 80’lerin en popüler kişisel gelişim tekniği olan EST yöntemi de bugün gözden düşmüştür. Ama maalesef Carl Jung gibi psikolog görünümlü bilim tacirleri sektöre her zaman ilham vermeye devam etmektedir.

Kişisel gelişim sektörünün bilmesi gereken şey şudur. Gerçeklik sadece kişisel bir yaratı değildir. Kişilerin kendi yaşamları üzerinde belirli bir kontrole sahip olmaları isteği haklı bir istektir. Ama bunun sunuluş şekli toplumsal gerçekliği göz ardı etmemelidir. Toplumsal gerçekliğe olan duyarsızlığın yaratacağı şey yabancılaşma, yalnızlık ve bilgisizliktir. Kişilerin psikolojik kaçamakları bu sorunların hiçbirini maalesef çözemez. Üstelik sırf kişi istiyor diye mutlu olacağını beklemesi de anlamsızdır. Zaten dünya da böyle bir yer değildir. Güçsüzlük, yoksunluk veya çaresizlik istemeyerek de olsa bazen kabul edilmesi gereken durumlardır. Afrika’da açlıkla mücadele eden milyonlarca insanı hangi kişisel gelişim tekniği ile doyuracağınızı söyleyebilir misiniz?

Kişiliği yeniden biçimlendirerek toplumu değiştireceğini düşünenler politikacıların sevdiği aptallardır. Düşünen kişinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı açıktır. Kişiliği biçimlendirmek veya öze şekil vermek gizemli guru marifetiyle değil ancak bilinç tarafından sağlanabilir. İnsanın özü, gurunun ustalıkla seçtiği kelimelerden etkilenebilir ama bu yüzeysel değişimin getirecekleri götüreceklerinden daha az olacaktır. Beat akımının önemli yazarlarından William Burroughs'nin şu sözünün kişisel gelişim guruları hakkında olmadığını kim iddia edebilir: "Senin "Ben"in tamamen aldatıcı bir kavram!"

İnsan değişebilir mi sorusunu sormuştuk yukarıda. Cevabı sanıyoruz biraz verebilmişizdir. Belki değişebilir ama bu değişimin yarattığı olumsuz sonuçlar değişime aç insanı her zaman aratır. Şimdi buradan tüm kişisel gelişim gurularına soruyoruz: “Değişim gücünün insandan alınarak bir ticari mal haline getirilmesi değiştirilmesi gereken bir olgu değil midir?”

13 Mart 2013 Çarşamba

Yaşamlarımız ritim dolu ama ilerleme maalesef yok!

Finansal piyasaların en bilindik sözlerinden biri Warren Buffet’ın “Diğerleri hırslıyken korkak, diğerleri korkakken hırslı olun” sözüdür. Bu söz, ilk kez duyanlar için etkileyicidir. Bu nedenle sosyal medyada sıklıkla paylaşılır. İlk bakışta yerleşik bir düşünce şeklini yıkar gibidir. Yatırım kararlarında yaygın bir davranış şekli olan sürü psikolojisine karşı çıkan bir stratejiyi vurgular. Warren Buffet gibi bir yatırım dâhisinin düşünce şeklinin böyle olduğunu bilmek sıradan yatırımcıya güç verir. Sizce bu sözü kendine referans alıp yatırım kararı veren var mıdır?

Eğer varsa uzun bir süre bekleyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yatırım kararlarında sürü psikolojisinin sekteye uğradığı dönemler nadir görülür. En son 2008 yılında küresel krizin derinleşmesiyle yaşanan kısa dönem Buffet’ın stratejisinin uygulanacağı nadir dönemlerden biriydi. Son yüz yıllık periyotta bu tür dönemlerin en az on yılda bir yaşandığı açıkça görülmektedir. Buradan şu çıkarımı rahatlıkla yapabiliriz: Yatırım yapmak için kimse on yıl beklemez. Öyleyse bu söz pek de önemli bir strateji içermemektedir. Buffet’ı yakından izleyen finansçılar ise bu sözün böyle olmadığını bilirler. Sözün orijinal hali “Size nasıl zengin olduğumu söyleyeceğim. Kapatın kapıları. Diğerleri hırslıyken korkak, diğerleri korkakken hırslı olun” şeklindedir. Sözün bu hali bir yatırım stratejisi değil masalsı yapısını açıkça ortaya koyar. Fakat sosyal medyadaki yer kısıtı ve diğer faktörler bu sözü kısaltarak bilinen anlam ve formunun dışına çıkarmıştır. Peki ama neden?

Sosyal medya ortamlarını ne zaman açsanız alacağınız enformasyonun önemli kısmı topluluğunuzdan gelen ünlü sözleridir. Facebook, twitter gibi ortamlarda işlem hacminin büyük kısmı bu ilham verici sözlerden oluşur. Arkadaşlarınız etkilendikleri sözleri hemen sizinle paylaşmak gereksinimi hissederler. Temelde bekledikleri beğenidir. Kendilerine göre farklı bir bakış açısının ve yaratıcılığın sunduğu mutlak bir çözüm olduğunu düşündükleri bu sözlerle topluluklarına nasihat vermek ikinci amaçtır. Muhtemelen insanların da kendileri gibi bu sözün yardımına ihtiyacı olduğunu düşünürler. Ama neresinden bakılırsa bakılsın bu son derece kaba bir kestirim ve bir ölçüde de kendini bilmezliktir. Çünkü karşı tarafın bu nasihate ihtiyacı olduğunu bilmek o kadar da kolay değildir. İnsanların tamamı bile bu söze ihtiyaç duymuyor olabilir. Peki öyleyse neden paylaşılır bu sözler?

Diyelim ki kendilerini araştırmacı ve anlayışı gelişmiş bir guru olarak tanıtmak istemeleri bunda etkili olmuş olabilir. Ama öyle olmadıkları ortada. Çünkü gerçekten biraz bilgi sahibi olsalar karşılarındakilerin kendilerinden daha fazla şey biliyor olabileceğini düşünüp bu bunaltıcı davranışı topluluklarına yaşatmazlar. Ayrıca bir guru başkasının sözlerine sarılan bir tip de değildir. İnsanların yetenek ve algılarının daha gelişmiş olabileceğini düşünebiliyor olmaları beklenir en azından. Çevre üzerinde belirleyici bir davranış içine girerek yapısal bir şekilciliğe kaçmanın da felsefik olarak ucuz bir gösteri olduğu açıktır.

Ne Gandhi’nin duyarlı yaşam tarzını, ne Paulo Coelho’nun bilgeliğini, ne de Mark Twain’nin eleştirel mizahını öğrenerek insanların hayatlarını değiştirmedikleri açıktır. Yine de bu sözlerle topluluğa ilham vermeyi istiyor olabilirler. Acaba bu sözlerden alınan ilhamla ulaşılan bir başarı gözlemleyebildiniz mi? Sizi bilemeyiz ama istatistikler hayır diyor.

Tüm sözleri tarihi bir kişiliğe söyletmek oldukça mümkündür. Giderek bu eylemin sadece birkaç kişinin sözlerine indirgenmesi rastlantı değildir. Yanlış ve hatalı sözler, sosyal medyadaki yer kısıtı, çeviri hatası ve etkililiğin arttırılması gibi nedenlerle giderek artmaktadır. Sahte sözlere rastlamanız yüksek ihtimaldir. Hatta altta imzası yer alan kişiye ait doğru bir söze rastlamanız gerçekten düşük bir ihtimaldir. Gazeteci Carl Cannon’un yaptığı bir araştırmada Mark Twain’e ait 27 sözden sadece 11’inin gerçek olduğu ortaya çıkmıştır. Yani sözlerin %60’ı sahtedir. Peki ama uygarlık tarihi en parlak iletişim dönemini yaşarken ortaya çıkan bu kendini bilmezlik neyin sonucudur?

İnsanlık tarihi on binlerce yıl öncesine uzanır. Yapılan araştırmalar arkaik atalarımızın bizden daha kötü bir yaratıcılık, yöneticilik, üç boyutlu algılama ve planlama yeteneğine sahip olmadığını söylemektedir. Son yüzyılda araştırmacıların ulaştığı birçok ilkel kavim incelendiğinde, hala eski atalarının davranış kalıpları ile yaşadıkları görülmüştür. Orta Afrikalı Mbutiler on bin yıl önce olduğu gibi hala ne herhangi bir hayvanı evcilleştirmişler, ne de tarlalarını ekip biçmişlerdir. Mbutiler, sahip oldukları çok az şeyi paylaşarak suç oranını sıfıra indirmişlerdir. Modern bizler ise bir Gandhi veya Dostoyevski sözünü paylaşarak toplumumuzu erdemli olmaya davet ediyoruz.

Kalahari çölünde yaşayan ilkel Buşmanlar zamanlarının çoğunu dinlenerek ve eğlenerek geçirerek sakin ve güvenli bir hayat yaşarlar on binlerce yıldır. Biz modern ve gelişmiş kuşaklar ise Budist dervişlerinin bir satırlık kavrayışlarını tweet atarak huzur peşindeyiz.

Paleolitik ilkeller çok az yiyecekle uzun süreler yaşarken biz zeki ilericiler post-modern guruların öğütlerini facebook’ta paylaşarak sağlık arıyoruz.

Afrikalı ilkel Kunglar bir leoparı çıplak elleriyle etkisiz hale getirirlerken biz cesur modernler Dale Carnegie’nin sözleriyle cesaret arıyoruz.

Andaman Adasındaki ilkellerin küçük çocukları metali bile dişleriyle eğritirken biz güçlü modernler Shakespeare’nin sözlerini paylaşarak gücümüzü gösteriyoruz.

İlkelliğin sembolü haline gelen Aborijinler, soğuk çöl gecelerinde bile yarı çıplak dolaşırken biz derisi kalın modernler uydurma derviş deyişlerini birbirimize sunarak ısıtıyoruz içimizi.

Kuzey Afrikalı ilkel Dogonlar sadece en güçlü teleskopların gördüğü yıldızı çıplak gözleriyle görebilmekte, Buşmanlar ise Jüpiter’in dört uydusunu gözleriyle görebilmektedirler. On bin yıl sonra biz modernler Galileo ve Platon’un sözlerini sosyal medyada birbirimize ileterek astronomi yeteneğimizi geliştiriyoruz.

Bostwanalı ilkeller kendi iç programları ile hareket ederek bireysel özerkliklerini yaşarken, biz her şeyin farkında modernler, Montaigne sözlerini birbirimize ileterek kimliğimizi arıyoruz.

Tüm bu alıntılar tek bir sonuca ulaşır. Doğa ile kültür arasında bir ayrım vardır ve uygarlaşmayanlar birinciyi seçmişlerdir. Kültürü seçen biz uygarlar ise on bin yıldan daha fazla süre geçmesine rağmen ulaştığımız nokta yetersizliklerimizi uydurma bir söze indirgeyerek topluluğumuzla paylaşmak olmuştur. Sembolik kültüre olan saplantımız bizi ilerleme ve aydınlanma yerine hiçliğe saptıran bir yola sokmuştur. Bunu kavrayamamamızın tek nedeni ise yönetmekte zorluk çektiğimiz enformasyon şelaleleridir.

Yaşamlarımız ritim dolu ama ilerleme maalesef yok!

10 Mart 2013 Pazar

Sorun, aptallık değil, raf ömrünün uzun olmasıdır!

Finansal piyasalar sıradan insanlar için son derece gerçeküstü yerler gibi gözükse de aslında bilimsel ölçütlerle hareket etmeye çalışan gerçek yerlerdir. Kararlar daima somut çıkarımlar sonrasında alınır. Hırs genellikle piyasaları ölçüsüz bir alana çevirse de, bu da belli bir rasyonellik içinde kabul edilir. Finansal piyasalarda ak sakallı dervişlere rastlamayacağınız gibi doğunun spritüal bilgelerine de rastlamazsınız. Kısaca hayat finansal piyasalarda derviş masallarıyla yürümez.

Hisse senetlerinde büyük bir kayba maruz kaldığınız gün size “Gülümsersen her şey düzelir” diyen çıkmaz. Zaten çıkarsa doğunun (tek somut gerçeği) dövüş sporlarıyla karşılık vereceğiniz az çok tahmin edilir. Ya da “Sen böyle negatif düşündüğün için kaybettin; pozitif düşünseydin böyle olmazdı” diyen bir hafif zekalıya da rastlamazsınız. Veya geleceğiniz için yatırım yaptığınız şirketin battığını öğrendiğinizde, “Önemli olan şimdi; yarını boşver” diyen bir kendini bilmezi de kolaylıkla göremezsiniz. Çünkü söz konusu olan paradır ve paranın ne anlama geldiğini herkes iyi bilir.

İnsanların sağduyusu, çok az şeye karşı aynı düzeyde hassastır. Bunların başında para gelir. Para konusunda bu tür saçmalıklara herkesin karnı toktur. Ama mesele para değil de daha soyut kavramlar olduğunda bu yeteneğimizi kaybederiz. Bu kavramların başında metafizik prensipleri bilimsel kurallarmış gibi sunan düşünce şekli gelir. Para gibi somut şeyleri son derece gerçekçi bir yaklaşımla ele alırken soyut konularda pek iyi değilizdir. Hele söz konusu olan doğunun mistik bilgeliği ise düşünce sistemimiz felce uğrar.

Son dönemlerin dünyada ve ülkemizde en çok satan kitaplarından biri Eckhart Tolle’un Şimdinin Gücü (The power of now) adlı kitabı. Doğu kültürünü yeniden paketleyip sunan bu kitap daha öncekilerde olduğu gibi kayaların canlı olduğunu söyleyip, onları canlı yapan şeyin ne olduğunu söyleyemeyen bir metaforik kalitesizlik içeriyor. “Kral çıplak modaevi”nden giyinmeyi seven birçok kişi için bu kitap bir başyapıt. Budist felsefe bu kez de “şimdi”ye vurgu yaparak çıkıyor karşımıza. Hakkında kaynaklarda çok fazla bilgi bulunmayan yazar Tolle de, bu tür kişisel gelişim kitapları yazan herkes gibi öncelikle bu kitaba ihtiyaç duymanızı kusursuz bir şekilde sağlıyor. Sonra da doğal olarak çözüm diye kendini sunuyor.

Bu tür kitapların kullandığı etkileme tekniği burada saklı. Tıpkı çok iyi bir pazarlamacıya hayır diyemeyip hiç ihtiyacınız olmayan bir şeyi satın almanız gibi, bu tür kitaplarda aynı teknikle kendilerini satıyorlar. Yazar Tolle, ne bu konularda bir akademik geçmişse sahip, ne de pratik hayatta bir başarısı bulunuyor. Tek başarısı bu kitabı yazmak. Zaten eleştirel bakış açısının %10’unu bile yitirmemiş bir okuyucunun bunu kitabı eline alır almaz anlaması çok mümkün. Çünkü kitabın giriş bölümündeki teşekkür kısmında, yazar, Budist rahiplerden hapishane mahkumlarına birçok kişiye teşekkür ediyor. Ama sadece iki kişinin adını veriyor. Biri kitabın yayıncısı, diğeri ise sözdebilimin dünyadaki en iyi pazarlamacılarından televizyoncu Oprah Winfrey. Tolle’un teşekkürü son derece yerinde: Biri bastı, diğeri pompaladı!

Aslında sorun Tolle’un kitabı değil. Bu olmasa bir başkası mutlaak olacak. Mistik doğu bilgeliğinin sorgulayıcı bakış açısını yitirmiş savunmasız insanlar bulması çok zor değil. Önemli olan arkadaki mekanizmanın nasıl işlediğini anlamak. Oprah Winfrey ya da onun gibi birçok aklı başında görünen kişi, bu tür yozlaşmış toksinleri masum insanlara enjekte ederken acaba kendileri ne düşünüyorlar?

Aydınlanma düşüncesi denilen bilimsel sorgulayıcı bakış açısını modası geçmiş olarak gören “post-modern” pazarın, zaten eğitim seviyelerindeki düşük nitelik nedeniyle, sadık müşterisi olmaya dünden hazır üçüncü dünya ülkelerine pazarlanması Oprah Winfrey gibilerin temel hareket noktasıdır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Hindistan’da yaşanmıştır. 90’lı yıllarda “Halk için bilim” adıyla batıl inançların Hindistan halkına elbirliği ile pazarlanmasına girişildi. Meşhur “pozitif enerji” her yerde maksimize edilmeye başlanmıştı. Tabi bu işin içinde politikacıların olmaması düşünülemezdi. Başı derde giren bir politikacıya spritüal guru danışmanı tarafından tavsiye edilen şuydu: “Ofise doğudan bakan kapıdan girerseniz dertleriniz bitecek.” Bu masum önerinin kime ne zararı olabilir diye düşünebilirsiniz. Bir kişiye vardı ve o da evini kaybetti. Çünkü ofisin doğu tarafında bir gecekondu vardı ve politikacı odasına doğudan girebilsin diye gecekondu yıkılmıştı.

Hintli bilim insanı biyolog Mera Nanda bu konuyu batılı post-modern entelektüellere anlattığında aldığı cevap şaşırtıcıydı: “Bilimsel düşünce ve geleneksel Hint düşüncesi birbirleriyle aynı değere sahiptir.”

İşte Oprah Winfrey gibi düşünen post-modern entelektüeller, ilerici olduğunu sandıkları böyle bir anlayışa sahiptirler. Onlara göre fizik ve metafizik aynı derecede ilerici ve değerlidir. Bu tür kitapların arkasındaki reklam gücü buradan gelmektedir. Ama savunmasız insanların bir şeyi iyi bilmeleri gerekiyor. Bu tür entelektüeller, sıradan insanlara mistik doğu bilgeliğine inanç duymaları konusunda ısrar ederken, kendilerine gerekli olduğunda (mesela hasta olduklarında) batının gerçek bilimini kullanma ikiyüzlülüğüne hiç çekinmeden düşerler.

Sağduyunun, para dışındaki kavramlara herkes için eşit tepki verdiğini söylemek maalesef mümkün değildir. Ya da başka bir bakış açısıyla söylersek, sorun aptallık değil, raf ömrünün uzun olmasıdır.

7 Mart 2013 Perşembe

Astroloji başarısını yaratan yarı akıllılar ve yarı aptallardır!

Siz de Balık burcuysanız, parasal açıdan şanslı bir döneme girdiğinizi falınızda okumuşsunuzdur. Astroloji, sözdebilimler içinde en popüleridir. Falsız kaldığında düşünce sisteminde boşluk hisseden dünyanın önemli bir kısmı için astroloji vazgeçilmezdir. Bu büyük pazarda sorulması gereken iki soru vardır: Astroloji ne kadar güvenilirdir ve neden astrolojiye inanırız?

Biraz finanstan anlayan biriyseniz falınızda yazan parasal açıdan şanslı olacağınıza yönelik öngörünün aptalca bir iyimserlik içerdiğini bilirsiniz. Çünkü piyasalarda dengeler her an değişirken, şanslı olacağınızı bilmeniz yeterli olmaz. Mesela aldığınız hisse senetleri şanslı olduğunuz bir günde %20 yükselebilir. Biraz daha yükselmesini beklerken bu kez %30 düştüğünü görebilirsiniz. O nedenle şanslı olmak pek bir şey ifade etmez. Peki öyleyse astroloji bize ne demek ister?

Astroloji bize basitçe şöyle bir genellemede bulunur. Güneş, yılın belli bir gününün belli bir anında hep aynı yerden geçer. Bu nedenle doğum yılları farklı olsa da aynı doğum tarihine sahip olan kişiler aynı tür bir gezegensel ve yıldızsal çekime maruz kalırlar. Bu da onların benzer niteliklere ve kadere sahip olacaklarını ifade eder.

Astrolojinin en güvendiği dal olan bu fizik gerçeği maalesef büyük bir hata içermektedir. Çünkü yapılan araştırmalar, dünyanın güneş karşısındaki pozisyonun her yıl 22.000 millik bir sapma gösterdiğini ortaya koymuştur. Öyleyse aynı gezegensel etkiden bahsetmek mümkün değildir. 40 yıllık bir periyotta 780.000 millik farklılık astrolojinin derin yanılgısını gözler önüne sermektedir.

Bugüne kadar yapılan birçok bilimsel araştırma astrolojinin güvenilir bir tarafının olmadığını defalarca ortaya koymuştur. Bu araştırmalardan şüphesiz en önemlisi eski bir astrolog olan Geoffrey Dean ve psikolog Ivan Kelly’nin yıllar süren çalışmalarıdır. Temel çıkış noktaları güneş, ay ve yıldızların aynı doğum tarihine sahip insanlarda aynı sonuçlar yaratacağıydı. Araştırmaları onyıllar sürdü. Aynı dakikalarda doğmuş 2.000 bebeğin doğumdan yaşlılıklarına kadar hayatlarının her anını incelediler. Çalışma 1950’lerde başladı ve bulgular 2003 yılında “Is astrology relevant to consciousness and Psi?” adlı makale ile yayınlandı. Araştırmacılar iş, endişe seviyesi, evlilik, gerginlik, sosyallik, IQ, sanat, spor ve matematik yeteneği gibi 100 farklı karakteristiği yakından incelediler. Astrolojinin söylediğine göre bu kişilerin benzer sonuçlar göstermeleri gerekiyordu ama sonuçlar hiç de öyle değildi. Aynı doğum tarihine sahip insanların nitelikleri birbirinden oldukça farklıydı.

Bu rapor astroloji dünyasında büyük bir gürültü kopardı. İngiltere’deki Astroloji Birliği Başkanı Roy Gillett rapora şiddetle karşı çıkarak “aşırı hassas” davranıldığını söyledi. Bu eleştiri aslında astroloji sektörünün başarısının nereden kaynaklandığını açıklıkla göstermektedir. Fazla ince düşünmeyen ya da fazla sorgulamayan savunmasız (eleştirel bakışa açısına sahip olmamak anlamında savunmasızlık) insanları etkilemekten… Ne kadar da harika değil mi? Bilgisizlik üzerine kurulan devasa bir sektör!

Bir başka araştırmada dünyanın her yerinden 160 astroloji falcısının kehanetlerindeki doğruluk oranı incelenmiştir. Sonuçlar sıradan insanların tahminlerinden daha başarısızdır. Aynı sonuç Shawn Carlson’un deneyinde de çıkmıştır. Bu beklenmeyen bir sonuç değildir. Çünkü horoskoplarında Uranüs, Neptün ve Plüton’u nereye koyacağını bilemeyen astroloji falcılarının gezegensel çekimden bahsetmelerini imkansızdır. Peki tüm bu tutarsızlıklara rağmen neden insanlar hala astrolojiye güvenme eğilimi içindedirler?

Astrolojiye duyulan güçlü inancın arkasında teyit yanılgısı (confirmation bias) denilen psikolojik bir faktör yatar. Astrolojiye inananlar, sadece gerçekleştiğini gördükleri kehanetleri hatırlamaya meyillidirler. Gerçekleşmeyen kehanetleri hemen unuturlar. Kendilerine astrolojinin saçma olduğu söylendiğinde, hemen hafızalarına gerçekleşen kehanetler gelir ve inançlarına daha sıkı sarılırlar. Bu tür “kesin inançlılar” üzerinde yapılan araştırmalarda ise başka bir tuhaflık daha tespit edilmiştir. Hatırladıkları gerçekleşen kehanetlerin kendi becerilerinden mi yoksa durup dururken mi olduğunu ayırt edemeyecek bir zihinsel yetersizlik gösterdikleri görülmüştür. İnsanların düştükleri bu durum gerçekten üzüntü vericidir. Eleştirel bakış açısı yok olmuş, sorgulamadan kabul eden bir birey türü yaratılmıştır. Astroloji ortaçağ karanlığının yarattığı etkiyi tek başına yaratma başarısı göstermiştir. Hikayenin sonu burada da aynıdır: Ceplerini tıka basa dolduran sayısız astroloji taciri!

Kanadalı sihirbaz ve araştırmacı James Randi, “Flim Flam” adlı kitabında, genç yaşlarında, bir gazetede astroloji falları yazdığını anlatır. Kullandığı yöntem eski dergilerden öngörüleri alıp karıştırdıktan sonra gelişigüzel çekerek yazmaktır. Tahmin edileceği gibi bu yöntem çok başarılı olmuş ve insanlar, öngörülerin doğruluğuna büyük güven duymuşlardır. Randi, daha sonra bu işi ahlaki ve etik değerler nedeniyle bırakmıştır. James Randi uzun yıllardır tüm astroloji uzmanlarına açık bir çağrı yapmaktadır. Kehanetlerinin doğruluğunu bilimsel testler altında kanıtlayan kişiye 1 milyon dolar vermeyi taahhüt etmiştir. Tahmin edeceğiniz gibi bugüne kadar henüz kazanan çıkmamıştır.

Astroloji neresinden bakılırsa bakılsın büyük bir ticari başarıdır. Bu başarıyı yaratanlar sorgulama gücü gelişmiş akıllı insanlar olmadığı gibi, sorgulama gücü olmayan aptallar da değildir. Çünkü bunlar iki kutupta yer alan az sayıdaki topluluklardır. Bu başarıyı yaratan bilgi çağının görüntü boyutundan öteye geçemeyen yarı akıllı ve yarı aptallardır! Çünkü onlar öğrenmemek için büyük çaba sarf ederler ve bunda da daima başarılı olurlar.

4 Mart 2013 Pazartesi

İnsanların cahil olma hakları yoktur!

Yatırım amacıyla satın aldığınız evin değerinin düşmeye başladığını gördüğünüzde yatırım danışmanınızın şöyle dediğini düşünün: “Bu zihinsel bir sorun. Düşünme şeklinizi değiştirirseniz problemin yok olduğunu göreceksiniz…” Aslında pek de hatalı bir tavsiye sayılmaz. Eğer hafif bir zeka ve algılama gücüne sahipseniz zarar etmeyi çok önemsemeyebilirsiniz. Ama gerçek dünya maalesef böyle değildir.

Yatırım danışmanınızın sizinle dalga geçtiği açıktır. Siz de gerekli cevabı verirsiniz zaten. Öte yandan şiddetli baş ağrısı ile doktora gittiğinizi ve doktorun kafanızda bir delik açarak ameliyat yapmamız gerekiyor dediğini düşünün. Tepkiniz ne olur? Muhtemelen yine aynı olacaktır. Önerilen tedavinin tıpta yerinin olmadığı açıktır ve doktorun bir dolandırıcı olma ihtimali yüksektir. Bu iki olay bizi basit bir çıkarıma götürebilir. Bilimsel gerçekler veya batı bilimine olan bakış açımız yüksek bir muhakeme içerir. Fakat tuhaf olan bu eleştirel bakış açısını doğu bilgeliğine gösteremiyor olmamızdır.

Bugün neredeyse her mahallede bir alternatif tıpçı, ayurvedacı, kristal şifacısı, kuantumcu, mıknatıs terapisti ya da son zamanların en popüler tekniklerinden Reiki gurusuna rastlayabilirsiniz. Alternatif sağlığa her yıl milyarlar harcadığımız, gelişmiş ülkelerin istatistiklerinden anlaşılıyor. Ülkemiz gibi modernizmin bileşenlerini tanımadan postmodern kültürün kalıpsızlığına merak salan, filozof Feyerabend’in deyişiyle “Ne olsa uyar”cıların sayısının hızla arttığı toplumlarda da bu tür düşüncelerin giderek güçlenen bir sempati topladığı ortada.

Reiki, kendi ifadelerine göre yaşam enerjisini kullanarak tedavi etmek anlamına geliyor. Hemen her Reiki sitesinde şu tür bir bilgiye ulaşabiliyorsunuz: “Günümüzde birçok hastalığın altında zihinsel nedenlerin bulunduğu ve hastalığa yol açan zihinsel kalıplar değiştiğinde hastalığın da iyileştiği artık bilinmektedir. Reiki sadece fiziksel boyutta değil zihinsel ve ruhsal boyutta da pozitif enerji veren özelliklere sahiptir…” Anekdotsal ifadelerin burada da sonu yok. Çok şükür ki “Reiki tıbbı reddetmez” açıklamasını okuduğunuzda derin bir nefes alıyorsunuz. Reikiciler acaba bu yüksek farkındalıklarının nasıl oluştuğunu açıklama zahmetine katlanabilirler mi? Ortaçağda veba kentleri süpürürken neredeydiler acaba, neden Penisilin’in bulunmasını beklediler? 18 ve 19.yüzyıllarda toplumlar çiçek salgınından yok olurken neden evrensel enerjiyi kullanamadılar, çiçek aşısının bulunmasını beklediler? Kadınların %20’sinin doğum yaparken öldüğünde neden bu enerji açığa çıkmadı da modern cerrahi tedbirlerinin doğuşu beklendi?

Bu soruları sorması gereken elbette biz değiliz. Bu tür tekniklerle sömürülen savunmasız insanların bu soruları sorması gerekiyor. Neyse bu paylaşım sorununu bir tarafa bırakarak Reiki’ye dönelim. Bu teknik söylendiği gibi gerçekten başarılı mı?

Bu tekniğin bilimsel olarak işe yaradığına dair bir kanıta bugüne kadar ulaşılmış değil. 2008 yılında bir grup bilim adamının yaptığı araştırmalarda Reiki’nin plesebo etkisinden öteye bir faydasının olmadığını ortaya konmuştur. “Effect of Reiki in clinical practise” adlı makalelerinde Reiki uygulanan hastalar ile kontrol gruplarının benzer sonuçlar verdiği açıkça gösterilmiştir.

ABD Kanser Derneği 2011 yılında Reiki’nin kanser tedavisinde veya herhangi bir hastalığın tedavisinde başarılı olmadığını açıklamıştır. Aynı düşünceyi alternatif tıp konusunun ulusal merkezi de açıklayarak enerji alanlarının varlığının henüz bilimsel olarak kanıtlanmadığı açıklamasını yapmıştır. Tüm Reiki’cilerin de bağlı olduğu bir organizasyonun bu açıklamayı yapması gerçekten vahimdir.

Reiki ekollerinin kendi aralarındaki güç savaşları ise herkesin tahmin edebileceği gibidir. Reiki’nin ne olduğu, nasıl yapılacağı, ücretlerin ne olacağı konusunda birbirlerinin gözlerini oyacak bir çok guruya rastlamak artık çok kolay. Ne de olsa her şey savunmasız insanlar için.

Evrim biyoloğu Richard Dawkins’in dediği gibi bu tür teknikler “test edilemez, test edilmesi istenmez ve test edilirse başarısız olur”. Alternatif bir tıp olamaz. Eğer tedavi ediyorsa onun adı tıptır. İşte Reiki gibi tekniklere bu ismin verilmesindeki nedensellik burada saklıdır. Çünkü tedavi etmiyorlar.

Reiki’nin bu kadar popüler olmasında en büyük payı, şüphesiz Oprah Winfrey ile Tv programı yapan ve bir Reiki uygulayıcısı ile evli olan Dr.Mehmet Öz’e vermeden geçmemeliyiz. Mehmet Öz’ün bazı teorilerinde de “Occam’ın Usturası” metodunu benimsediği maalesef ortadadır. Belli bir konuda ilave araştırmaya gitmek yerine mevcut fenomenlerle açıklamaya girişmeyi (karmaşık olana basiti tercih etme şeklindeki düşünce şekli) filozof Occam’lı William 14.yüzyılda önermişti. Tıbbın önemli kişilerinin bile bu tür zihinsel yerinde saymalara takılması insanlık adına gerçekten üzüntü verici.

Ne kadar üzüntü vericidir ki, savunmasız insanlar elbirliği ile, savundukları düşünceleri destekleyecek herhangi bir bilimsel veriye sahip olmayan bulanık fikirlerin içine çekilmektedirler. Burada suçlu aranacaksa aslan payını alternatif tıp gurularına değil, savunmasız insanlara vermek gerekiyor. Bilimi istismar eden tüccarlar elbette ki suçludurlar. Ama onlardan daha fazla, onların sözde bilimlerinin peşinden koşanlar suçludur. Çünkü uygarlık tarihi bize bir şeyi oldukça pahalı bir şekilde öğretmiştir: İnsanların birçok hakları vardır ama cahil olma hakları yoktur!