21 Mayıs 2013 Salı

Merkez Bankası Başkanını %'de kaçımız dinlesin?

Pek de alışık olmadığımız düşük faizli hayat birçoğumuzu büyük bir kararsızlığın içine itmiş durumda. Enflasyonun seyrine göre de zaman zaman eksi reel faiz denilen, faizin getirdiğinden daha fazlasını enflasyonun götürdüğü dönemlerden geçiyoruz. Tüm dünyada görülen bu duruma bizim de alışmamız gerekiyor.

Sıfıra doğru inişe geçen faizler klasik iktisat teorilerine göre, şirket yatırımlarının artması sonucu istihdamın artacağı ve ekonominin büyümeye devam edeceği anlamına geliyor. Öte yandan kişiler de ucuz maliyetli konut, taşıt vs. gibi kredilere yönelerek piyasaları canlandıracaklar. Buradaki kredi genişlemesinin de, mevduat faizlerinin düşmesi nedeniyle, mevduat sahiplerinin paralarını yatırım enstrümanlarına yönlendirmesi ile finanse edileceği iktisat teorileri tarafından söyleniyor. Buraya kadar her şey rasyonel ve sorun içermiyor. Peki ama tüm bunlar sıradan insanlar için ne ifade ediyor?

Öncelikle faizlerin bu seviyelere gerilemesi sonucunda oluşan negatif reel faizin, krizin faturasının, kriz dönemlerinde parasını tasarruf ederek bankalara yatıran ve ülkenin tasarruf açığı vermemesine çaba sarfeden sorumluluk sahibi insanlara çıkarıldığını gösteriyor. Emekli olmuş veya riski sevmeyen mevduat sahiplerinin sabit getirili enstrümanlardan enflasyonun altında gelir elde etmeleri büyük acımasızlık. Bu tür insanlara, mevduatlarınızı hisse senedine yatırın demek, otobüste yer verilmesini bekleyen insanların otobüsün altına atılması gibi bir şey. Fakat asıl tehlike bu değil. Tutucu yatırımcıları, bu tür yatırım kararları ile mevduat dışı yatırım enstrümanlarına yöneltmek etik dışı olmaktan öteye daha tehlikeli başka bir yön daha içeriyor.

Merkez Bankası Başkanımızın böyle bir süreçte bu tür yatırımcılara Bireysel Emeklilik Sistemini (BES) önermesi dikkatlerden kaçmamıştır mutlaka. BES sisteminin getiri açısından sabit getirili enstrümanlara göre daha fazla getiri sağlayabileceği muhtemeldir. Peki öyleyse Merkez Bankası Başkanımızı dinlemeli miyiz?

Bu tür söylemlerin Merkez Bankası Başkanı tarafından söylense bile düzenlemeler nedeniyle yatırım tavsiyesi sayılamayacağı açıktır. Öyleyse burada başka bir matematik var demektir. Eğer buradaki matematik birazdan anlatacağımız matematik ise oldukça tehlikelidir.

Küçük bir adada küçük bir banka olduğunu düşünelim. Bu bankanın aktif büyüklüğü 100 lira olsun. Topladığı mevduat 70 lira, verdiği kredi de 70 lira olsun. (Bu rakamlar Türk bankacılık sisteminin bugünkü toplam rakamlarının yüzde olarak ifadesidir.) Bu rakamlar aynı zamanda ideal bir banka yapısını da göstermektedir. Kredilerin mevduatla finanse edildiği sağlıklı bir banka modelidir. Bu adada faiz oranlarının %5’lerin altına inmesi nedeniyle Merkez Bankası Başkanı mevduat yerine BES’e yatırım yapmanın daha fazla getiri kazandıracağını söylesin. Halkın da bu çağrıya uyarak bir kısmının mesela mevduat sahiplerinin %20’sinin parasını BES’e yatırdığını varsayalım. Şimdi bu durumda bankaların bilanço yapılarına yeniden bakalım. BES’e yatırılan tutar 14 (70x%20) liradır. Bu 14 lira artık bilanço dışına çıkmış ve ilgili varlıklara yatırılmıştır. Bu durumda bankanın aktif büyüklüğü 86 liraya gerileyecektir. Yani banka %14 küçülecektir. Buna karşılık mevduat da 14 lira azalarak 56 liraya gerileyecektir. Kredileri ise hala 70 liradır.

BES’e aktarılan bu tutar sonrasında banka iki önemli problemle karşı karşıyadır artık. Öncelikle %14 küçüldüğü için yatırımcılarının hedefindedir. Çünkü küçülen bir şirket herkesin şüpheyle baktığı bir şirkettir. İkinci olarak ise banka 70 liralık kredisini finanse edecek mevduata artık sahip değildir. Mevduat hacmi 56 lira olduğu için banka yeni kaynak arayışı içine girecektir. İşte bu durum birçok büyük bankayı finansal krizde iflasa götüren sebeplerin başında gelmektedir.

Son yüzyılın en önemli iktisatçılarından J.K.Galbraith’ın “Para gerçeği, diğer tüm ekonomik konulardan daha fazla gizlenmeye çalışılmaktadır” sözünde anlattığı şey işte budur. Banka mekanizmasının arkasındaki bu basit matematik oynadığı zaman bir ekonomi alabileceği en büyük riski almış demektir. Finansal krizde de bozulan matematik budur ve yaşadığımız krizin sebebi de bu matematiktir.

Şimdi Merkez Bankası Başkanımızın önerisi ne kadar kişi tarafından uygulanacaktır bilmiyoruz. Ama bırakın %20’yi %5’ler seviyesinde bir BES’e (veya mevduat dışı diğer yatırım enstrümanlarına) kaçış bile bankacılık sistemi için oldukça alışılmadık ve korkutucu bir durumdur. Ne dersiniz, Merkez Bankası Başkanını %kaçımız dinlesin?

19 Mayıs 2013 Pazar

Bedeli hiçbir şeyle ödenecektir!

E-ticaret sitesi Amazon’un sanal parası şu aralar gündemi meşgul ediyor. Amazon bugünkü konumunu sunduğu yenilikçi ve yaratıcı fikirlere borçlu. Bu seferki de onlardan geri kalır değil. Finansal krizin para birimleri üzerinde yarattığı güvensizlik göz önüne alındığında insanların çoğu yeni bir para birimi mi doğuyor diye düşünüyorlar. Finans çevrelerinin farklı görüşleri kafaları karıştırmış durumda. Ekonomik sistemi değiştirecek bir hamle olarak görenler bile var. Ama bu oldukça yanlış bir çıkarım.

Amazon’un sanal para sistemi daha önceki benzerleri gibi bir sistemle çalışıyor. Cebinizdeki dolarları veriyorsunuz ve karşılığında Amazon parası alıyorsunuz. Belli bir parite üzerinden başka bir parayı almaktan pek farkı yok. Bu yönü ile değerlendirildiğinde 80’li yıllarda atari salonlarındaki jeton satın alma işlemi gibi bir işlem yapılıyor. Aldığınız bu jetonla ya da Amazon parasıyla daha sonra Amazon’dan belirli ürünleri satın alıyorsunuz. Paranın farklı bir alanda kullanımı şu an için mümkün değil. Aslında halen internet üzerinde bu tip sanal paralar kullanan şirketler mevcut. Fakat sansasyonu yaratan Amazon gibi yaratıcı ve güçlü bir şirketin sanal para ile büyük bir ekonomi yaratacağı varsayımı.

Sanal paranın internet üzerindeki versiyonları inovatif girişimler olsa da sanal paranın tarihi aslında çok eskilere dayanır. İnsanların ihtiyaçlarının zaman içinde sürekli bir artış göstermesi deniz kabuklarından kakao tanelerine birçok farklı nesnenin para gibi kullanılmasına neden olmuştur. Fakat altının bir değişim aracı olmaya başlaması ile birlikte diğer nesneler gözden düşmeye başlamıştır. İlk sanal paralar 14.yüzyılda İtalyan tüccarlar tarafından üretilmiştir. Paranın uzun yolculuklar boyunca taşınmasındaki riskleri gören tüccarlar ödeme taahhüdü içeren senetleri kullanmaya başlamışlardır.

Ekonomik açıdan değerlendirildiğinde Amazon’un sanal para sistemi üzerine şöyle bir mantık yürütebilirsiniz. Diyelim ki küçük bir adada yaşayan iki kişi var. Kişilerden birinin 100 doları var. Diğeri ise adadaki tek ürün olan Amazon Kindle’a sahip. Amazon Kindle’ın değerinin de 100 dolar olduğunu düşünelim. Bu durumda adadaki toplam varlık miktarı 200 dolardır. Amazon Kindle’ın sahibi diğerine şöyle bir öneri yapıyor. Eğer 100 doları bana verirsen ben de sana Amazon parası veririm. Sonra sen de bu Kindle’ı alırsın. 100 doları olanın bu teklifi kabul ettiğini varsayalım. Bu alışveriş sonrasında adadaki varlık dağılımı şöyle olacaktır. Adamlardan birinin elinde 100 dolar olacak diğerinde ise Kindle olacaktır. Yani para ve ürün el değiştirdi. Sanal paranın nerde olduğuna bakarsak teknik olarak onun da satıcıda olduğunu görürüz. Yani Kindle’ı satanın varlığı 200 dolara çıkmıştır. Piyasadaki toplam varlık seviyesi 200 dolardan 300 dolara yükselmiştir. Yani 100 dolarlık bir kredi yaratılmıştır. Bu bir genişleme gibi gözükse de temelde büyük bir risk içermektedir. 100 dolar hala geçerli paradır ve el değiştirmiştir. Artık paranın sahibi ürünü satandır. Kindle’ı geri satmak mümkün gibi gözükse de firmanın geri alma programının olmadığı ortada. O zaman şunu açıkça söylemek hata olmayacak. Gerçek paranın gücünü karşı tarafa verdiniz. Bu durum elbette ki bu küçük ada için geçerli. Sonsuz müşterinin olduğu bir dünyada böyle olması mümkün gözükmüyor. Fakat bir gerçek var ki bu tür işlem hacimleri ne kadar çok artarsa ekonomik tıkanıklığı o kadar arttırırsınız.

Sanal paraları temelde bankaların yarattığı krediye benzetebilirsiniz. Yukarıdaki ada örneğine dönersek 2007 yılında başlayan küresel finansal krizin benzer bir süreç içinde ortaya çıktığını görebilirsiniz. Varlıkların krediyle değil de kişi, şirket ve devletlerin sahip oldukları parayla finanse edildiği varsayımında bu kriz yaşanmayacaktı. O nedenle gerçek paraya arbitre edilen değerlerin hacim genişlemelerinin ekonomik tıkanıklığa sebep olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenle sanal paraya indirgenen değerlerin kontrol altında tutulması oldukça önemlidir.

Amazon’un sanal para sürecini belki de şu Kızılderili sözüyle anlatmak mümkün olabilir. Beyazlar geldiğinde bizim toprağımız onların kutsal kitapları vardı. Giderlerken onların toprağı bizim ise kutsal kitabımız vardı.

Burada tartışmanın yanlış yöne gittiği ortada. Bu tür sistemlerin piyasalar üzerindeki etkisini tartışıyoruz. Ama düne kadar bu sanal parayı çıkaran şirketin borsadaki değerini tartışıyorduk. Bu hususu geçen hafta Ekonomist dergisi de farketmiş olacak ki Amazon hakkında önemli bir gerçeğin altını çizdi. Her zaman ekonominin en çarpıcı ürünlerini kendisine iş modeli yapan Amazon’un tartışılması gerektiğini söyledi. Hatta hiç kimsenin geçici projelerde Amazon’dan daha başarılı olamayacağı şeklinde ince bir eleştiri bile getirdi.

Güçlü devletlerin garantisini taşıyan paraların bile değerleri her gün dalgalanırken borsadaki değeri her gün değişen bir şirketin çıkardığı sanal paranın üzerine ancak “Bedeli hiçbir şeyle ödenecektir” yazılır herhalde.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Paramız değerlidir ama hayatımız değil!

Standart ve prosedürlerin yetersiz bulunduğu zamanlarda insanların yakınması normal bir davranıştır. Parasal konular açısından düşünüldüğünde kredi kartı masraflarına, hesap işlem ücretlerine veya yüksek faizlere itiraz etmek makul karşılanmalıdır. Çünkü insanlara fayda sağlamak için yaratılan finansal araçların yüksek yararları yanında küçük de olsa zararlarının olması, belli ölçüde tepki duyulması gereken bir husustur. Böyle zamanlarda beklenen, standart ve prosedürlerin net bir şekilde tanımlanmasıdır. Üstelik bunun en başta yapılması beklenir. “Bana masraf alınacağından bahsedilmedi!” şeklindeki bir yakınmanın haklılık payı çok yüksektir. Size fayda sağlaması için sunulan bir finansal hizmet de olsa size olan maliyetinin başta mutlaka anlatılması gerekir. Zaten biz de bu konuda yeterince hassasızdır. Söz konusu para ise tüm açıklamaların başta yapılmasını isteriz. Tüm standart ve prosedürlere uyulmasını bekleriz. Ama söz konusu sağlığımız olunca…

Son dönemlerde ülkemiz hane halkının belki de en popüler sporu Pilates. Bir yüzyıl kadar önce J.H.Pilates tarafından geliştirilen bu fiziksel fitness sistemi zihnin kaslar üzerinde hakimiyetini arttırarak bedeni ve omurgayı desteklediğini söylüyor. Peki gerçekten öyle mi? Sizi fazla yormadan Hollywood starına döndürmeyi vaat eden Pilates sizin aradığınız spor mu?

Pilates’in ünü ilk kez 1925’te Amerika’da yayıldı. O zamanlarda bir spor salonu açan J.H.Pilates’in salonuna tarihin en önemli dansçılarından Martha Graham ve önemli baletlerinden George Balanchine gelir. Zaten her yönden en üst seviyede vücut yapılarına sahip olan bu dansçıları görenler, görüntülerini Pilates’e borçlu olduklarını düşünürler. İşte o andan sonra Pilates’in gelişimi başlar. Neredeyse Pilates’in tüm özellikleri bu iki dansçının şaşaalı vücut yapıları üzerine kurulur: Yüksek esneklik, gelişmiş duruş, düzgün mide, güçlü arka sırt kasları ve daha birçok özellik.

Özel bir spor dalı olarak birçok benzersiz alete sahip olduğunu söyleyen Pilates’in aletleri aslında spor teknolojisi açısından pek de benzersiz değildir. “Reformer” kürekten, “cadillac” jimnastikten, “pedipull” makaralı aletlerden geliştirilmiştir. Diğer aletlerin de hangi aletlerden geliştirildiği kolayca anlaşılır.

Spor uzmanlarına göre Pilates’in yazdığı iki kitapta önerdiği tekniklerin birçoğu, ondan on yıl önce yazdığı kitapla modern vücut geliştirme sporunun babası sayılan Eugene Sandow’dan alınmıştır. Yani çalınmıştır.

Ağırlık sporları kasları kısaltırken Pilates uzattığını söyler. Tüm kaslar çalışırken kısalırlar, dinlenirken uzarlar. O nedenle Pilates’in iddiası saçmadır. Sürekli Pilates yaparak kasları uzatma düşüncesi biyolojik olarak bilinen tek bir sonuca ulaştırır: Bir süre sonra eklemleri hareket ettirememeye!

Pilates’in diğer egzersiz dallarından daha fazla hareket sunduğu iddiası doğru değildir. Aletli jimnastik gibi egzersiz sistemlerinde binlerce hareket olduğu bilinmektedir.

Pilates vücudu yeniden dengeleyerek doğru bir kas dengesi yarattığını iddia eder. Kişiye göre ayarlanmış tüm egzersiz tekniklerinin bunu sağlayacağı spor bilimi tarafından ortaya konmuştur. Fakat genel Pilates programlarının sakatlık riskini diğer sporlardan daha fazla arttırdığı da bu kapsamda ortaya çıkmıştır.

Vücut esnekliğinin diğer tüm sporlardan daha fazla artırıldığı iddiası ise yine doğru değildir. 1968 ile 1976 yılları arasında olimpik sporcularda yapılan bilimsel araştırmalarda esnekliğin diğer sporlardan yüksek olduğu tek dalın jimnastik olduğu belirlenmiştir.

Pilates makinalarındaki yaylar Newton’un hareket prensiplerinden farklı kullanıldığı için oldukça riskli sonuçlar yaratır. Yaylar uzadığında vücut direnci artar. Bu tür bir artış vücudun güç dengesindeki artışla uyumlu değildir. Çünkü vücut en fazla güç istediği noktada en az güç üretir seviyededir. Bu durum kasların büyümemesi sonucunu yaratır ki ilerleyen dönemlerde eklem rahatsızlıklarına davetiye çıkarılır.

Yüksek güç ve etki gerektiren hareketlerden kaçılması iskelet ve kas sisteminin yapısını bastırır. Bu da vücudun uzun dönemde güçlenmesini engeller. Diğer egzersizlerde kasların çalışırken büyüdüğünü eleştiren Pilates kasları doğal halleriyle geliştirdiğini iddia eder. Oysa bilimsel araştırmalar kas büyümesinin bir sonuç değil süreç içinde bir aşama olduğunu tespit etmişlerdir.

Bir rehabilitasyon tekniği olarak pazarlanan Pilates’in bilinen tüm bilimsel tedavi teknik ve yaklaşımlarıyla çelişmesi de önemli bir tartışma konusudur. Boyu uzattığı iddiası ise bu sporu yapanlar tarafından yalanlanmıştır.

Bugün milyarlarca dolarlık bir Pazar haline gelen Pilates hiç de bir yüzyıl önceki Pilates değildir. Her gün yeni eklemeler ile modern spor pazarlamasının en temel ürünü haline gelmiştir. İşte sorun da burada başlıyor zaten. Mesele insanların Pilates yapması değil, Pilates’in pazarlama şeklindeki gelişmiş yalancılıktır. Yoga, fitness ve vücut geliştirme sporlarının karma bir dalı haline gelen Pilates, sunduğu iddiaların hiçbirini bilimsel olarak ispatlamış değildir. Ortada tek sayfalık ne bir araştırma, ne bir prosedür ve ne de bir standart vardır.

Kredi kartı masrafına itiraz ederken rasyonel davrandığımızı düşünerek gerekli bilginin başta verilmediğini söyleriz. Hatta çıkarım yeteneğimiz biraz gelişmişse standart ve prosedürlerin yetersiz olduğunu iddia ederiz. Çünkü paramız önemlidir. Ama bu şüpheci tavrımız orada kalır. Söz konusu hayatımızsa söylenen tüm yalanlara inanmak için can atarız. Esnek bir vücut, dengeli bir duruş, zayıf ve çekici bir beden kazanmak uğruna ne bir standart, ne bir prosedür, ne de bir bilimsel gerçek ararız. Hayali bir bedene ve kimliğe istekle sarıldığımızdan, gerçekler yerine oportünizme yaslanan bu tür düşünsel sahtekarlıklara pek aldırmayız. Gizli umutların su katılmamış saftirikliği ile yıldız olma hayallerine kapılırız. Kendi sıradanlığımızdan nefret edip “esrarengiz öteki”yi idealleştiririz. Bu rahat görünüşümüz “bilmeye ihtiyaç duymayacak kadar imtiyazlı bir kişilik” olduğumuz hissini bile verebilir izleyenlere. Nasıl olsa bilinçten söz etmenin demode ve bedenin en önemli kahraman olduğu bir çağda yaşıyoruz. Geriye söylenecek tek bir şey kalıyor herhalde: Paramız değerlidir ama hayatımız değil!

12 Mayıs 2013 Pazar

Atom bombasını yapanlar başarılıydı; Sinoplu Diyojen başarısız!

Kişisel gelişim sektörünün cezbedici bulanıklığı içinde insanın kendini kaybetmemesi gerçekten çok zor. Bir gazetede yayınlanan Kaybetmek için doğanların 10 ortak özelliği başlıklı makale tam da bu cinsten. Kaybetmenin reçetesini sunarak kazanmayı öğreten bir manifesto şeklinde dizayn edilen yazı eleştirel bakış açısını kaybetmiş savunmasız insanlar için gerçekten kutsal bir metin tadında. Yazar kısaca, “bu yazıyı okuyup hala başarısız oluyorsanız gözüme gözükmeyin” diyor. Peki ama bu yazı gerçekte neyi ifade ediyor?

Yazı başkaları tarafından söylenmiş iki sözle başlıyor ama kaybetmekten kastın ne olduğu tam olarak açıklanmıyor. “Görkemli kaybeden”, “felsefeli kaybeden”, “kaybetmeyi sürdürülebilir hale getirme”, “kaybetmek için doğanlar” gibi dudak uçuklatan bulanık bir retorik ile savunmasız insanlar daha ilk rauntta sersemletiliyor. Otoriteye yaslanan bu kavramlardan kastın ne olduğu açıklanmıyor. Daha çok “Neden bahsettiğimi biliyorsun” ya da “ne kastettiğimi anlıyorsun” şeklinde bir mesaj var. “Eğer aynı zaman dilimi içinde yaşıyorsak ve benzer kültürel koşulları paylaşıyorsak, o zaman ne söylediğimi ve kaybetmek ile neyi işaret ettiğimi anlayacaksın” der gibi. Başarı ve başarısızlık sözcükleri “dometes” ve “salatalık” gibi tek bir anlamı varmış gibi tekilleştirilerek okuyucu büyülendiriliyor. Oysa başarı ve başarısızlık gibi kavramların tek bir anlamı olması bir yana tutarlı bir modelin parçası olmaları bile felsefik olarak mümkün değildir. Bu tür bir görüntülemenin paranoyakça bir aldanma olduğu açıktır.

Yazıda başarısız insanların ilk özelliği olarak iç disiplin yetersizliği gösterilmektedir. İrade kavramına getirilen tanımlamanın, sanki kendisi için var olan ve kişiyi kendi kör gelişiminin aracı olarak kullanan bir anlambilim içinde sunulması, kişiyi açıkça bir araç olarak göstermektedir. Hayatın öznesi olan insanın iradenin bir aracıymış gibi sunulması kavramsal tutarsızlıktan başka bir şey değildir. Bu tür yorumların deneyimsiz okuyucu üzerinde bir çekim etkisi yarattığı açıktır. Yorumun saçmalığı açığa çıkarsa da yazar yanlış anlaşıldığını savunarak bu zararsız yoruma sığınabilir.

Başarısız insanların ikinci özelliği zaman kullanım bilincindeki zayıflık olarak belirtilmiş. Zaman için sunulan tanımın bir akıştan çok teknolojinin dili olarak kurgulanması okuyucuya hükmetmenin göstergesidir. İnsanın eğlenirken mevcut anda yaşaması olgusu görmezden gelinerek katı bir zaman tarifesinin olduğu orta çağ manastırı silueti çağrıştırılmaktadır. Zamanı doğadan kopararak adeta şimdiki zamanda değil de tarihte yaşayan insan profili yaratılmaktadır.

Başarıyı dış faktörlere bağlama eğilimi üçüncü özellik olarak veriliyor. Fakat başarı ve başarısızlık kavramları üzerine getirilen ego, öz saygı gibi tanımlamaların insan derisinden dışarı fırlarmış gibi açıklanmaları insanın bütünlüklü varoluşuna aykırıdır. Çünkü başarısızlığı açıklarken kullanılan “rüzgar karşıdan esiyordu, hakem karşı tarafı tutuyordu” gibi ölçütlerin hayatın birer parçası olduğu argümanı es geçilmektedir. Yazarın buradaki üslubunun tipik olanı tipik olmayandan ayırma düzeyinde kaldığı anlaşılmakta, makul bir çıkarım yapılamamaktadır.

“Saydı” tipi düşünmeye yatkınlık başlığındaki dördüncü özellikteki mantık sıçramalarını yakalamak gerçekten çok zor. Daha çok başkalarına ait sözlerin bir resmi geçidini okuyorsunuz. Sözlerden birinin adı belirtilen kişiye ait olmaması, yazıyı hazırlarken yapılan araştırma düzeyinin hangi seviyede olduğunu fazlasıyla gösteriyor. Açıklamalardan başarısızlığın, başarıyı etkileyen zihinsel bir durum olduğunu anlıyoruz. Çıkış ve varış noktası üzerine düşünülmeyerek kavramın toplumsal pratik tarafı görmezden geliniyor. Bu durum basitçe kalkan bir uçağın bir daha hiç inmemesi gibi bir düşünce şekline karşılık geliyor.

Arabeskleşmeye yatkınlık olarak verilen beşinci özellik başarısızlığın kültür ile ilişkisi üzerine temellendirilmiş. Arabesk gibi ortalama genel geçer bir kavramla “bela paratoneri, kurban psikolojisi, eziklik ile ezme içgüdüsü” gibi bir anda psikolojik detaylandırmaya sıçranarak konu hakkındaki uzmanlık okuyucuya dayatılıyor. Yazının tamamına hakim olan “bağlam-dışılaşma” burada da hakim. Burada buna başka bir çarpıklık daha ekleniyor. Yabancısı olduğumuz bir kavramı tanıdık bir kavramla ilişkilendirmek için yapılan metafor kullanımının tam tersi uygulanıyor. Yani tanıdık kavram yabancı kavramlarla açıklanıyor. Bilim dışından gelen okurlara hitap eden bu belirsiz bilimsel jargon derin bir düşünceyi yutturmaya çalışır gibi davranıyor. Genel olarak özetlendiğinde ise arabeskleşme gibi gözden düşmüş bir kavramı eleştiri konusu yaparak düşünen kişiyi ortadan kaldırıyor.

Atalet ve tembelliğe yatkınlık başlıklı altıncı maddede fizikten ödünç alınan bir kavramın açık çarpıtması görülüyor. Atalet kavramına getirilen “miskinlik, tembellik, … yılgınlık” şeklindeki açıklamanın hangi sözlükten alındığı merak konusu. Atalet fizikte harekette bulunmamak anlamına değil hareketin korunması anlamına gelir. Bu TDK sözlüklerinde de aynen bu şekilde tanımlanır. Fizikten ödünç alınan bu teknik kavramın anlamının istismar edilmesi ile cahil okuyucuya gözdağı verilmektedir. Yapılan yüzeysel bilgiçlik taslamaktan başka bir şey değildir.

Kaybetme korkusundan kazanmaya kalkışmama başlıklı yedinci maddede “ya başarırsam”, “gördüğümden eksik yaşarsam” gibi anlamsız cümle ve ifadelerin manipüle edilişine tanık oluyoruz. Araştırmalara atıf yapılarak aslında popüler düzeyde bilgi sahibi olunan bir konuda engin düşünce sahibiymiş gibi bir tavır sergileniyor. Ama bunun nedeninin bilinçli bir düzenbazlıktan mı, kendi kendini kandırmaktan mı, yoksa her ikisinden birden mi olduğu anlaşılamıyor.

Psikolojik iç sabotajlara yatkınlık başlıklı sekizinci maddedeki psikolojik pratiğin hangi bilimsel kaynak ile desteklenebileceği büyük merak konusu. Başarının bir kavrama sorunu olduğunun anlatılmaya çalışıldığı bu maddede, başarı tıpkı dağcılıkta olduğu gibi “erişilen izole bir zirve” olarak görülüyor. Başarının hayatın niteliksel bağlamı içinde ele alınması gerçeği gözden kaçırılıyor.

Kendisini geliştirmeye kapalılık, kurnazlığa yatmak başlıklı dokuzuncu maddede de dilbilgisi büyücülüğü devam ediyor. Başarı, tam olarak tanımlaması anlaşılamayan soyut bir bilgi edinme eyleminin gelip geçici ve libidinal bir işlevi gibi konumlandırılıyor. Bu yaklaşım Kurt Gödel’in herhangi bir biçimsel sistem ya tutarlı olur ya da tam olur ama ikisi birden olmaz şeklindeki “Tam Olmama Teoremi”nin son örneği gibidir. Çıkış ve varış noktaları görmezden gelinen başarı ve başarısızlık gibi kavramlar için bu tür bir tanımlamanın, kavramların, tanımlamakta kullanılan sözcükler dışında bir alanının olmadığını akla getirir. Oysa hayatın sonsuz anlamı içinde bu açıklamalar hiçbir gerçeği ifade etmez. Maddenin tamamında, başarısızlığa, çağa özgü bir açıklama getirilmesinin, Aristotales’ten bu yana var olan bir kavrama “uzman” değinmesinin niteliğindeki düşüklüğü de gösterir gibidir.

Başarı hakkında yanlış yargılara sahip olmak başlıklı onuncu ve son madde yine dilbilimsel büyücülükle gösterilemeyeni gösterme iddiasındadır. “Başarısız insanlar da bilir ama yanlış bilir” sözündeki edebi ve felsefi tarzın teorinin aygıtı olan mantığın hangi tekniğine sığdığı belirsizdir. Adeta mantık yıkılarak metafizik bir inşaya gidilmektedir. Kısacası sosyal bilimsel bir konu edebi bir metne çevrilerek ortaya kullanıma hazır bir metafor deposu çıkarılıyor.

Yazının tamamında alışıldık olmayan kavramlarla yaratılan yüzeysel açıklamalar eleştiriyi oturtacağımız bir zemin bırakmıyor aslında. Montaigne’den bugüne aydınlanma rasyonalitesinin uğradığı bütünlüklü yenilgiyi bu yazı açıkça gösteriyor. Aklın kusursuz ve saydam ürünü olan dili kullanarak yaratılan dilbilimsel büyücülüğün bizi getirdiği noktaya bakın. Başarı ve başarısızlık eylemlerinin baş karakteri olan insanın içi boş bilimsellikle bastırılarak adeta bir sembol düzeyine indirilmesi…

Biri belirtilen kişiye ait olmayan toplam 6 söz ve bilimsel görüntüsü verilen “doğru dozda tavır, kaybetmeyi kimlikleştirme, başarısızlık merkezli” gibi ne anlama geldiği anlaşılamayan bulanık mantıklı 39 kavram bu kısa makalenin içine sığdırılarak çokbilmiş bir terminoloji yaratılmış. Dilin dolambaçları arasında boğulma noktasına gelinmiş. Ayrıca “kişisel gelişim kitaplarını ve yazarlarını suçlamak çoğu insana daha kolay gelir” şeklinde bir final cümlesi ile de yazıya baştan bir “koruma ve kutsama klozu” eklenmiş. Çıkış ve varış noktaları açıklanmayarak başarısızlığı evcilleştirdiğini söyleyen sembolik bir kişisel gelişim zırvalığı yaratılmış.

Bilgi çağında her zamankinden daha fazla dolaylandırılan yaşamımız her gün biraz daha imgelerin, sembollerin ve pazarlama tekniklerinin manipülasyonu altına girmektedir. Makalenin tamamında toplumsal bir varlık olan insandan bahsedilmediği gibi doğadan arındırılmış bir zamanda yaşayan insan kimliği yaratılmaktadır. Muhtemelen bilimsel olduğu düşünülen bu makalede nedensel düşünme tarzından yeller esmekte, insan bir yanılsama gibi ele alınmaktadır.

Bütünü incelemenin küstahlığı ile parçaları incelemenin kendini beğenmişliği arasında kaldıysak daha ileri bir adım atmamız nasıl mümkün olabilir? Çıkış ve varış noktalarını umursamadan bu yoksullaştırıcı gerçekliğin üstesinden gelmek mümkün olabilir mi? Kişisel gelişim, parçalanmış bilgi ile gelen yalıtılmışlıkla hangi kişisel ve sosyal sorunu çözebilir? İş hayatının bitkin hale getirdiği eleştiri yeteneğini kaybetmiş savunmasız insanlardan oluşan ultra-mecalsizler karşısında adeta bir pop yıldızı haline gelen uzmanlar hangi kültürü kurtarabilir? İzafi olan akademik sterillikleri ile uzmanlar boş ve ruhsuz ıvır zıvır bilgileriyle nasıl bir toplum inşa edebilirler?

Soruları uzatmanın bir anlamı yok. Bu tür kişisel gelişim yazıları tek bir şeye hizmet eder. Mutluluk için mutluluğunuzu feda etmeye!

Son tahlilde başarıyı uzman ve kişi arasında karşılıklı bir tasarım olarak gören ve ortaya kibirli bir başarı şekli çıkaran bu yazı, kralın hakkını krala teslim etmek gerekirse, evrensel kişisel gelişim sözdebilimi ölçütleri içinde başarılı bir yazıdır. Sadece belki ismi hatalıdır. Yazıyı okuduğunuzda yazıya şu ismin konulmamasının büyük bir hata olduğunu siz de göreceksiniz: “Atom bombasını yapanlar başarılıydı; Sinoplu Diyojen başarısız!”

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Bilgi mutluluğun düşmanıdır!

Her yanımız yoga salonu doldu. Sektör her yıl milyarca dolar gelir yaratıyor. Vaat edilen aynı klasik doğu büyücülüğü: fiziksel, zihinsel ve ruhsal sağlığı geliştirerek spiritüel evrime yardım etmek! Zaten geriye de pek bir şey kalmıyor. Öyleyse hemen bir yoga salonu bulup esnetmeye başlayalım! Ne dersiniz, her şey bu kadar basit mi?

Vücudumuzdaki sözde enerji merkezlerini (bilimsel olarak henüz kanıtlanmamış olduğundan) açarak beden ve zihni uyumlu hale getiren omurgayı esnetme hareketlerine kısaca yoga deniyor. Başlamadan önce, sunduğu tarih ve güçlü edebiyata bir göz attığınızda, bu şaşaalı retorikten bile şifalanabilirsiniz. Ardından bir de önerilen egzersizleri yaparsanız artık üstün bir insan modeli oldunuz demektir. Güneşe selam ile başladığınız yol sizi kısa sürede Van Damme gibi iki bacağınızı açarak yere oturmaya kadar götürecektir! Üstüne tütsüyü de yaktınız mı!.. Peki ama yoga gerçekten sağlığa yararlı mı?

Yoga, statik germe ile esnekliği arttırdığını söyler. Derin nefes alma ve meditasyon teknikleri ile de rahatlama hali yaratır. Esneklik kültürüne tapınma nedense insanları daha fazla esnekliğe ihtiyaç duymaya yöneltir. Ünlü spor uzmanı Vern Gambetta’ya göre aşırı esneklik, eğer beraberinde aynı düzeyde bir güç getirmediği sürece oldukça tehlikelidir ve beraberinde eşiti bir düzensizlik yaratır. Yoganın statik doğası sportif performansı maalesef arttırmaz. Yoganın gücü arttırmasının tek koşulu vücut ağırlığının da artmasıdır. Bu da istenen bir durum olmadığına göre esneklik kültürüne tapınmak fiziksel düzensizliği göze almak demektir.

Bazı yoga teknikleri esnetmeyi tetiklemek için aşırı dozlu ısıtma teknikleri kullanır. Spor hekimi Robert Gotlin’e göre kaslar ısıtıldığında %25 düzeylerinde bir genişlemeye maruz kalırlar. Statik germe egzersizleri başladığında gelen ani soğuma sakatlık riskini yükseltir. Dizler, sırt ve ayak bilekleri riskin en yüksek olduğu yerlerdir.

Yoga daima zararlı toksinleri vücuttan attığıyla övünür. Ama Kanada Araştırma Enstitüsünden Stephen Cheung’a göre, vücut toksinleri yoga ile değil, terleme ile atar ve bu yolla atılan toksinler de oldukça azdır.

Spor eğitmeni Eric Cressey’e göre kadınların diz üstü kasları arka ayak kaslarından daha dominanttır. Eğer bir kadının arka ayak kasını aşırı gererseniz kadın yavaşlar ve güçsüzleşir. Bu da çapraz bağ yırtıklarına sebep olur.

Times dergisi bilim editörü William J.Broad’a göre erkeklerin leğen bölgesinin kadınlarla aynı olmaması, erkeklerin kadınlara göre daha az esnek olması sonucunu yaratır. Aynı hareketlerin hem erkekler hem de kadınlar üzerinde yaptırılmaya çalışılması erkeklerin sakatlanma riskini arttırır.

Tüm bu riskler sonrasında ABD’de 1994 ila 2011 yılları arasında erkekler üzerinde yapılan araştırmalarda yoga yapanların yaklaşık %20’sinde sinir zedelenmesi, kırık ve çıkık gibi sakatlıklar tespit edilmiştir. Erkeklerin kendi kendini tedavi edeceğine olan maço inancı oranların olduğundan düşük çıkmasına neden olurken, kadınlarda sakatlık oranı daha da yüksektir. Burada sayamadığımız daha birçok riski ve rahatsızlık türünü de eklediğimizde ortaya zor bir soru çıkar: Yoga, soğukkanlı ve masum bir canavar mı?

Burada sorun gündelik hayatı anlam bakımından eksik bulanların kaybetmiş oldukları eleştirel bakış açılarıdır. Ivır zıvır şeylerle bu eksikliğin doldurulma yoluna gidilmesi, ölmüş doğu bilgeliğinden nekromantik (nekromansi; ölmüş kişilerin ruhlarıyla bedensel ve ruhsal koruma sağlamak) bir beslenmeden başka bir şey değildir. Yani sorun tamamen zihinsel bir aktivite olarak görülen ruhaniliğe bağlılık sorunudur. Ruhaniliğin statik kuvvet gerektiren hareketlerle birleşmiş hali olan yoga, büyük malikanenizin boş odalarını evsizlere tahsis etmek yerine birkaç kuruş sadaka vermek gibi zahmetsiz bir yöntemdir. Böylece kolaylıkla maddi sorumluluktan kaçılmış olunur. Ruh ve beden masörü olan yoga eğitmeni bir ay gibi kısa sürede içinde bulunulan çöküşten kurtulma garantisi verir. İnanmamak aptallıktır artık! Ne kadar harika değil mi?

Hayatın her anında olması gereken bilgi ve eleştirel bakış açısı maalesef unutulmuş durumda. İnsanlar çalışmadıkları zamanlarda zihinlerini masum şekilde nasıl dağıtacaklarını düşünmekle meşguller. Gerçekten düşündürücü… Demek ki insanlar şöyle düşünüyorlar: Bilgi mutluluğun düşmanıdır!

7 Mayıs 2013 Salı

Ekonomi yoga sevmez!

Merkez bankasının sistemli çabaları sonrası reel faizlerin eksi seviyelere dönmesi sıradan insanlar için karmaşık bir durum yaratıyor. Böyle bir ortamda ekonomik davranış şeklinin ne olacağı ve sonucunda ne getireceği büyük merak konusu. Merkez bankası görevini yapmanın mutluluğu içinde. Yani faizler kontrol altında. Peki ama bu ne ifade ediyor?

Sanskrit dilinde “kontrol altında tutmak” anlamındaki sözcükten türeyen kavram yoga’dır. Vücudumuzdaki sözde (bilimsel olarak henüz kanıtlanmamış olduğundan) enerji merkezlerini açarak beden ve zihni uyumlu hale getiren omurgayı esnetme hareketlerine kısaca yoga deniyor. Başlamadan önce, sunduğu güçlü edebiyata bir göz attığınızda, bu şaşaalı retorikten bile şifalanabilirsiniz. Ardından bir de önerilen egzersizleri yaparsanız artık üstün bir insan modeli oldunuz demektir. Güneşe selam ile başladığınız yol sizi kısa sürede Van Damme gibi iki bacağınızı açarak yere oturmaya kadar götürecektir! Üstüne tütsüyü de yaktınız mı!.. Peki ama yoga gerçekten sağlığa yararlı mı?

Yoga, statik germe ile esnekliği arttırdığını söyler. Derin nefes alma ve meditasyon teknikleri ile de rahatlama hali yaratır. Esneklik kültürüne tapınma nedense insanları daha fazla esnekliğe ihtiyaç duymaya yöneltir. Ünlü spor uzmanı Vern Gambetta’ya göre aşırı esneklik, eğer beraberinde aynı düzeyde bir güç getirmediği sürece oldukça tehlikelidir ve beraberinde eşiti bir düzensizlik getirir. Yoganın statik doğası sportif performansı maalesef arttırmaz. Yoganın gücü arttırmasının tek koşulu vücut ağırlığının da artmasıdır. Bu da istenen bir durum olmadığına göre esneklik kültürüne tapınmak fiziksel düzensizliği göze almak demektir.

Bazı yoga teknikleri esnetmeyi tetiklemek için aşırı dozlu ısıtma teknikleri kullanır. Spor hekimi Robert Gotlin’e göre kaslar ısıtıldığında %25 düzeylerinde bir genişlemeye maruz kalırlar. Statik germe egzersizleri başladığında gelen ani soğuma sakatlık riskini yükseltir. Dizler, sırt ve ayak bilekleri riskin en yüksek olduğu yerlerdir.

Yoga daima zararlı toksinleri vücuttan attığıyla övünür. Ama Kanada Araştırma Enstitüsünden Stephen Cheung’a göre, vücut toksinleri yoga ile değil, terleme ile atar ve bu yolla atılan toksinler de oldukça azdır.

Spor eğitmeni Eric Cressey’e göre kadınların diz üstü kasları arka ayak kaslarından daha dominanttır. Eğer bir kadının arka ayak kasını aşırı gererseniz kadın yavaşlar ve güçsüzleşir. Bu da çapraz bağ yırtıklarına sebep olur.

Times dergisi bilim editörü William J.Broad’a göre erkeklerin leğen bölgesinin kadınlarla aynı olmaması, erkeklerin kadınlara göre daha az esnek olması sonucunu yaratır. Aynı hareketlerin hem erkekler hem de kadınlar üzerinde yaptırılmaya çalışılması erkeklerin sakatlanma riskini arttırır.

Tüm bu riskler sonrasında ABD’de 1994 ila 2011 yılları arasında erkekler üzerinde yapılan araştırmalarda yoga yapanların yaklaşık %20’sinde sinir zedelenmesi, kırık ve çıkık gibi sakatlıklar tespit edilmiştir. Erkeklerin kendi kendini tedavi edeceğine olan maço inancı oranların olduğundan düşük çıkmasına neden olurken, kadınlarda sakatlık oranı daha da yüksektir.

Sağlığa yararını öve öve bitiremeyen, insan bedenini kontrol altında tuttuğunu söyleyen yoganın insan vücudu için taşıdığı riskler bugün merkez bankasının negatif reel faiz dönemi ile ekonomi için de ortaya çıkmış görünüyor. Yoganın esnetme ve germe ile yaptığını merkez bankası faiz oranlarını sistemli şekilde düşürerek yapmaktadır. Enflasyondan daha düşük seviyelere çekilen oranlar ilk bakışta insanları yatırıma yönlendirir bir hava yaratmaktadır. Fakat negatif reel faiz düzeyine esnetilen oranların, bu kadar esnemeye uygun olmayan ekonomik bünye için riskli olduğu açıktır.

Yerli yatırımcı için tasarrufun yatırıma kayması mevcut tasarruf açığının daha da artması anlamına gelecektir. Bu elbette ki ekonominin uzun dönem için aldığı bir risktir. Öte yandan yabancı yatırımcı için negatif reel faiz pek de anlamlı bir durum değildir. Hatta iştahlarını kabartan bazı fırsatları bile sunabilir.

Ekonomik dengenin güçlenmesi döviz kurlarını giderek zayıflamasına neden olur. İşte bu ortam carry trade yatırımcısının en sevdiği ortamdır. Borçlanma faizlerinin sıfırlar seviyesinde seyrettiği ülkelerden alınan krediler, hazine bonosu getirisinin görece yüksek olduğu bizim gibi ülkelere yatırılarak, aradaki faiz farkından ve değiş tokuş işlemleri ile de kur farkından çok kolay para kazanılır. İşte böyle bir durumda da döviz kaynaklarını kaybetme riski alırsınız.

Negatif reel faiz tıpkı yoga gibidir. Kısaca yeniden kıyaslarsak; yoga vücuttaki enerji merkezlerini açtığını söyler. Negatif reel faiz de yatırımın enerji merkezlerini açtığını… Ama ikisi de sözdedir. Tek gerçek krizde tasarruf yapana faturanın çıkarılacağıdır. Yoga vücutta gerçek gücü ortaya çıkarmaz. Negatif reel faiz de ekonominin gerçek görüntüsü değildir. Aşırı esnetme vücutta gerçek gücü ortaya çıkarmayacağı gibi ekonomi için de faizlerin negatif reel seviyelere düşmesi güçlü ekonomik yapının göstergesi değildir. Üstelik sakatlık riskini aşırı derecede de arttırır. Geçen yıl sabit kur seyri DİBS hacmindeki yabancı payını tarihi %25 seviyelerine çıkarması bunun basit bir göstergesiydi. Bakalım bu yıl ne olacak? İşte negatif reel faiz hikayesi sokaktaki insan için bundan ibarettir!