22 Ekim 2013 Salı

Kolayca boş konuşma tablosu!

Ekonomi haberciliğimiz giderek daha cilalı bir parlaklık kazanıyor. Fakat çoğu insan için bu habercilik anlayışı pek bir şey ifade etmiyor. Özellikle de kullanılan kelimeler ve cümle yapıları açısından.

Gün boyu yorumcuların kullandıkları kelimeler ne somut olayın niteliğinin farkına varmaya, ne ortaya çıkan sonuçlar üzerinde anlam üretmeye, ne de ekonomi dünyasının gerçekliğini anlamaya izin veriyor. Sıradan vatandaş bu yorumları dinlerken tam bir anlamsızlık içinde kalıyor.

Bugünün haber başlıklarına bir bakalım: "Veri sonrası endeksler güçlendi", "Tarım dışı istihdam beklentilerin çok üstünde" ve "Bankacılık dışı sektörler öne çıkacak". Kullanılan sözcükler çok açıkmış gibi görünse de biraz dikkatli bakınca çelişkili anlamlar taşıdıkları kolayca anlaşılıyor. Çelişki, çatışma ve karmaşıklığı törpüleyen pozitivist bir piyasa temsili sunuyor. Piyasalarda olan ile olması gereken arasında soyut bir toparlama yaratarak nesnel ve yansız görünmeye çalışıyorlar. "Endeksin güçlenmesi", "beklentilerin çok üstü" ya da "sektörler öne çıkacak" gibi kavramlarla daha iyi finansal sonuçlar elde etmek isteyen kişiler nasıl bir pratiklik kazanabilirler?..

Ortaya çıkan bu anlamsız dil, aşikar gibi görünenle karmaşık olanın üzerini örtüyör, pozitivist tutumuyla piyasa çelişkilerini eliyor ve evrensel gözüken kavramları ileri sürerek çıkar çatışmalarını ortadan kaldırıyor. Böylece kendini hem muhalefetten hem de gerçeklikle sınanmaktan koruyor. Fakat anlam ve sağduyunun yapısını bozduğunu hiç fark etmiyor. Artık hem bir şey hem de tersi söylendiğinde tartışmak mümkün olamıyor. Görünürde son derece yansız, pragmatist ve nesnel bir gösteri ortaya çıkıyor. Peki ama bu dil ne kadar gerçekçi?

Fransız işletme bilimci Didier Noye 1998 yılında iş dünyasını derinden yaralayan bir makale yayınlar. Aslında makalenin uzunca bir kısmı insanların "içerikten yoksun" eleştirisine maruz kalır. Anlatılan iş hayatının dilinin, döngüsel bir sistem içinde, her terimin yerine bir diğerinin rahatça geçebildiği sürekli olarak kendi içine kapanan bir dil olduğudur. Bu değerlendirmeler okuyuculara pek de bir şey ifade etmez. Ta ki Noye'nin makalenin sonuna koyduğu basit tabloyu gördükleri ana kadar kadar. Noye, "Kolayca Boş Konuşma Tablosu" adında bir tablo yayınlar. Şimdi size bu tablonun ekonomi haberciliği için hazırladığımız daha basit bir kopyasını sunuyoruz:



Noye'nin Kolayca Boş Konuşma Tablosu yukarıdakinin bir benzeriydi. Tablo basitçe kelimelerin birbirlerinin yerine geçebilme özelliklerinin mükemmel bir ispatını sunuyor. Tablonun temel ilkesi şu: Bir sütündaki herhangi bir sözcük diğer sütunlardaki herhangi bir sözcükle eşleşebiliyor. Şimdi deneyebilirsiniz. Bu basit matrisle yüzlerce anlamlı yorum yaratabilirsiniz. Hatta yarattığınız bu cümlelerin hangi haberlerde manşet olarak kullanıldığını görmek için de arama motorlarını başvurabilirsiniz.

İşte ekonomi yorumcularının yorum üretmeleri bu kadar basittir ve aslında ekonomi yorumculuğumuz Didier Noye'nin dediği gibidir: Kolayca boş konuşmak!

21 Ekim 2013 Pazartesi

Ekonomi kanallarımız maalesef Dalai-Lama dolu!

Finans merkezi olma yolunda her gün biraz daha ilerliyor, yeni oyuncaklara kavuşuyoruz. Bir finans merkezinin belki de en önemli aracı televizyonların ekonomi kanallarıdır. Gün boyu piyasaların nabzının atışını en iyi bu kanallar sayesinde duyarız. Ülkemiz televizyonculuğunun son parlak halkasının gün boyu ekonomi ve finans gelişmelerini sunan bu kanallar olduğunu söyleyebiliriz. Ve tabi ki son derece sofistike ekonomi yorumcuları.

İyi tahsilli ve yüksek bir farkındalık seviyesinde olduğu kolayca anlaşılabilen genç yorumcuların gösterişli yorumları herkesin ağzını açık bırakacak türden. Ustalıkla kurulan ve zengin vurgulamalarla süslenen sözleri ile hepimizi kendilerine hayran bırakan bu yorumcuların, sanki feleğin çemberinden defalarca geçmiş gibi kendilerinden emin yapıları da bir o kadar hayranlığı hak ediyor. Çin ekonomisindeki bir göstergenin Amerika'nın ekonomi politiğine etkisi dakikalarca tartışılabiliyor. Finansal okuryazarlık seviyesi henüz "south sea bubble" seviyesinde olan bir toplum için bu yorumun ne faydası olacak diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Ama yorumcuların nezaketine kaptırmışsınız kendinizi bir kere. İçeriklerine sahte bir bilgelik katmak için hatırlamak istemedikleri türkçe sözcüklerin yerine ingilizce eş anlamlılarını söylerken yüzlerindeki sahte "kendilerine kızma" edası bile o kadar samimidir ki alçakgönüllülüklerine belli belirsiz bir takdir oluşur içinizde. Peki ama hala hisse senetlerini "lale soğanı" gibi gören bir topluma ekonomi kanallarıyla sunulmaya çalışılan bu piyasa ateşi neyi ifade ediyor?

Tıpkı modern bir peygamber gibi bize hayatın gerçeklerini öğretmek için gelen Dalai-Lama'yı bilmeyeniniz yoktur. Sosyal medyada hergün defalarca kez tumturaklı sözlerine rastlamamak mümkün değil. Belki birçokları onun da tıpkı Depak Chopra ya da Maharishi Yoga gibi yarı evlilik danışmanı, yarı diyetisyen ve yarı yaşam koçu sosyetik bir guruya döndüğünü fark etmiştir. Hatta belki kendisi bile her konuşmasının sonunu gülümseme ile bitiren bir bilgelik ve huzur işportacısına döndüğünü fark etmiştir. Modern dünyaya göre ayarlanmış tatlı ve içi boş sözlerini artık herkes neredeyse ezbere biliyor. Yaşadığımız dünyada hiçbir engel olmadığını ve gerçekleri anlamaya herkesin ruhen kolayca ulaşabileceğini gösteren bukalemun bir söylem geliştirdi Dalai-Lama. Ona ne kadar saygı duyuyoruz değil mi? Peki ama Dalai-Lama'nın misyonu ne?

New Philosophers (Yeni filozoflar) ekolünün birçok filozofuna göre Dalai-Lama, medyatik başarısının yanında siyasi yönden başarısız biri. Tibet davasını savunmak için Budizmi popüleştirerek bir Hollywood starına dönüştü ve asıl meselenin içini boşalttı. Filozof Pascal Bruckner'e göre bu şarlatan peygamber, M.Gandhi ve M.L.King gibi şiddet karşıtı önderlerin etik ve tarihsel titizliğinden çok uzakta; inanç pazarında listede en üst sırada. Bugün, Çin işgalinin tüm alçaklığı karşısında ilgiye muhtaç bir çocuksu neşeyle söylevlerine devam ediyor Dalai-Lama.

Tıpkı Dalai-Lama gibi ekonomi kanallarımızın yorumcuları da finansal okuryazarlığı düşük bir topluma yol göstermek yerine biraz medyatik bir trader, biraz haşarı bir analist rolüne bürünmüş gibiler. Daima yüzlerinde olan suni gülümsemeleri ve sürekli aynı kalan konuşma vurguları ile piyasalar adına huzur saçan işportacılara dönüşmüş durumdalar. Yüzeysel ve karmaşık saptamaları ile ekonomi ve finansın içini boşalttıklarının farkında değiller. Finansal okuryazarlığı düşük seviyede olan toplumumuza içi boşaltılmış bir ekonomik bakış açısı sunuyorlar. Gün geçtikçe de bu içi boşalmış bilgi ve yorum tarzlarını arttırıyorlar. Herkesin bir trader ya da analist olduğunu sanarak günlük hayatın doğal bir parçası olan ekonomiyi yozlaştırıyorlar. Belki de bu yorumcuların en büyük amacı piyasaların Dalai-Lama'sı olmak; ne dersiniz, olamaz mı?

Bu medyatik liderin adını sokak dilindeki yaygın çarpıtılmış şekliyle okusanız da bu son cümlenin anlamı pek değişmeyecek: "Ekonomi kanallarımız maalesef Dalai-Lama dolu!"

8 Ekim 2013 Salı

Güçsüzler daima kazanır! (Hayır, yanlış okumadınız)

Dünya giderek daha sıradan bir yer oluyor. Öngörülemez ekonomik krizler, aşırı zenginlerin anlık sansasyonları, Afrika'da açlıktan ölen milyonlar, gelir dağılımındaki korkunç eşitsizlik ve daha sayılamayacak kadar çok şey. Artık hepsi sıradan. Neden mi?.. Çünkü küresel finansal sistem her şeyi basit bir metaya döndürebiliyor. İnsan hayatı ve insanlık da maalesef bu pazar içinde kaybolup gidiyor. Piyasalar her şeyin hakimi, mimarı ve yöneticisi olabiliyor; insanlar ise sadece seyirci.

Bu piyasa oyununda bazıları kaybederken bazıları kazanıyor belki ama sonuç hiç değişmiyor: İnsanlar değil para yönetiyor! Eleştiri yeteneğini kaybetmiş, bilgi çağlayanları altında ezilen kalabalıklar ise tüm akıl güçlerini kullanarak şu sonuca ulaşıyorlar: Güçlüler daima kazanır!

Bu sloganın insanlar üzerinde kendi kendini gerçekleştiren kehanet etkisi yaratması uzun sürmüyor. Bir süre sonra herkes kendini güçsüz hissetmeye başlıyor. Yapabileceği en büyük şeyin kendisine ve ailesine biraz daha zenginlik kazandırmaktan öteye olmadığını anlıyor kalabalıklar. Hayatında ya da yaşadığı dünyada değiştirebileceği tek şeyin bu olduğunu düşünüyorlar: Biraz daha zenginlik! İşte hepsi bu!

Ne kadar da mantıklı, değil mi; güçlüler daima kazanır! Tersini söylemek için insanın deli olması gerekir. Zayıfların her zaman kazandığını söyleyen birinin akıl sağlığından şüpheye düşersiniz herhalde. Öyleyse işte size bir fırsat: GÜÇSÜZLER DAİMA KAZANIR!

35 yaşında genç bir fizikçi olan Peter, uzun uğraşlar sonucu yazdığı bir makalesini, saygın bir fizik dergisine yayınlanması için 1964 yılında gönderir. Editörler makalede herhangi bir teknik hataya rastlamazlar ama bu makalenin fizikle ne ilgisi olduğunu pek anlayamazlar. Onlara göre makalenin yayınlanması gereken yer bir ilahiyat dergisidir. Peter pes etmez ve aynı makaleyi bir yıl sonra başka bir dergiye gönderir. Fizikçiler makaleyi okuduklarında Peter'in kurduğu denklemi kavrayamazlar. Bilinen tüm matematiksel formüller ihlal edilmiştir. Fizikçilerin yorumu açıktır. Teorik fizik gibi karmaşık bir alanda yeni yetme bir fizikçinin yapabilecekleri fanteziden öteye gidemez. Peter'ınki de böyle bir fantezidir. Uygarlık tarihinin en büyük teorik fizikçisi Stephen Hawking bile anlatılan konuya güler.

Bu kısa hikayede anlattığımız Peter'ın kim olduğunu sanıyoruz herkes anlamıştır. Higgs bozonu ile Nobel Fizik Ödülünü kazanan Peter Higgs'ten başkası değildir. Peki tam 50 yıl sonra Peter Higgs dünyayı şok eden bu değişimi nasıl yaratmıştır? Stephen Hawking'i bile yanıldığı özeleştirisini yapmaya iten, matematik kurallarına bile uymayan o formül nasıl yaratılmıştır?

Bir uluslararası ilişkiler uzmanı olan Ivan Arreguin Toft boş zamanlarında boks maçı izlemeyi seviyordu. 1970 yılında Muhammed Ali'nin Foreman'ı yendiği maç kafasına takılmıştı. Maç öncesinde Ali'ye şans veren neredeyse yok gibiydi. Foreman dünya şampiyonuydu ve güçlüydü. Ali ise genç ve tuhaf bir boksördü. Fakat maçı kazanan Ali olmuştu. Toft'un, Ali'nin nasıl kazandığı konusunda bir çıkarımı vardı ve bunu test etmek üzere çalışmaya koyuldu. Uzun bir araştırma döneminden sonra 2001 yılında makalesini yayınladı. iRRasyonel'e göre belki de dünya tarih araştırmalarının en çarpıcısı ortaya konur. Toft, "How the Weak Win Wars" (Güçsüzler savaşları nasıl kazanıyor?) adlı makalesinde son 200 yıl içinde gerçekleşen 197 savaşı inceler. Bilinen tüm gerçeklere karşı çıkan şu sonuca ulaşır. Güçsüz olan taraflar güçlülere karşı %64 daha fazla kazanmışlardır. Yani savaşların %64'ünü güçsüzler kazanmıştır. Peki ama nasıl? Güçsüzler güçlüleri nasıl yenmişlerdir?

Toft'un araştırmalarından çıkan basit bir sonuç vardı. Güçsüzler bilinenin, yerleşik düşüncenin, beklenilenin, alışıldık olanın aksine sıradışı ve akla mantığa aykırı bir strateji belirledikleri zaman güçlüleri yenebiliyorlardı. Buna asimetrik karşıtlık adını vermişti. Güçlü olanın kazanma arzusu düşük, güçsüz olanın kazanma arzusu yüksekti. Sonuçta da arzusu yüksek olan kazanıyordu.

Muhammet Ali Foreman'ı yenerken basit bir strateji kullanmıştı. Foreman Ali'ye her yumruk atışında Ali'nin kulağına şöyle fısıldadığını duyuyordu: "George, beni hayal kırıklığına uğratıyorsun!" Bu alışıldık olmayan davranış şekli Foreman'ın tüm dengesini bozmuştu. Peter Higgs'in 50 yıl önce yazdığı makale de bilim dünyasının bilinen tüm kabullenmelerine karşı geliyordu. Sıradışı ve fazlasıyla zekiceydi. Sonuçta kazanan da 50 yıl önce dalga geçilen Peter Higgs olmuştu.

Bugün her şey sıradan. Öngörülemez olduğu düşünülen olaylar bile artık herkese sıradan geliyor. Güçlülerin her zaman kazanacağına duyulan sarsılmaz inanç, güçlerinin sadece biraz daha fazla varlık edinmekten öteye olmadığını düşünen milyarları esir almış durumda. Oysa Toft'un makalesi her şeyi ispatlıyor. Rakibiniz sizden güçlüyse, sıradışı bir strateji ile onu yenebilirsiniz. Bunu yapmak içinse ihtiyacınız olan şey biraz daha fazla düşünmekten başka bir şey değil. Unutmayın, güçsüzler daima kazanır.

3 Ekim 2013 Perşembe

Yağ sudan daha hafiftir!

Amerika'da olanlar eminiz birçoklarının kafasını karıştırmıştır. Bütçe tasarısının onaylanmaması, borç tavanının yükseltilmemesi ihtimali ve işçilerin zorunlu izne gönderilmesi piyasalar üzerindeki kara bulutları yeniden arttırdı. Bunun sonucunda şimdilik kepenkleri indirdiği tanımlaması yapılan bir süper güç var elimizde. Peki ama herşey bu kadar iyi giderken bu kriz de nerden çıktı? Her şeyi açıklayacak basit bir yanıt yok mu?

Aslında son beş yıldır yaşananların basit bir yanıtı var: "Yağ, sudan daha hafiftir!" Nasıl yani diyenler varsa, ki mutlaka vardır, şimdi yeniden anlatacağız.

60'lı yılların başında Amerika'nın en büyük yağ tüccarı Tino de Angelis'ti. Her türlü bitki ve salata yağının ticaretini yapıyordu. Yine o yıllarda finans sektörünün en güçlü kuruluşlarından biri ise American Express'ti. Seyahat çeki ve kredi kartı pazarında yakaladığı başarıyı şimdi de şirketlere kredi vererek sağlamak istiyordu. İşe piyasanın en büyük yağ tüccarıyla başlamak gerçekten büyük bir fırsattı.

Tino'nun geniş depoları yağ tankerleri ile doluydu. Banka, bu tankerlerdeki yağları teminat alarak kredi verebileceğini söyledi. Tino dünden razıydı. Küçük bir formalite vardı ama. Eksperler tankerlerdeki yağ miktarını ölçeceklerdi. Tino "hayhay" demişti. Birkaç gün içinde eksperler gelerek kontrole başladılar. Tüm tankerleri açarak yağ miktarını ve kalitesini ölçtüler. Çıkardıkları raporu bankaya verdiler. Banka müdürü raporu görünce oldukça sevinmişti. Yüksek kaliteli bu kadar çok yağı teminat almak gerçekten karlı bir iş olacaktı. Banka gerekli işlemi yaparak Tino'ya krediyi verdi.

Ertesi sabah bankanın müdürü keyifle kahvesini yudumlarken yağ sektörü ile ilgili raporları okuyordu. Bir rakama gözü takılmıştı. Bu rakam ülkenin toplam yağ stoku rakamıydı. Tuhaf olan tarafıysa şuydu. Bu rakam teminat aldıkları yağ rakamından düşüktü. Kafası karışmıştı. Ülkenin yağ stoku nasıl olurdu da Tino'nunkinden az olurdu?

Skandal tam da Kennedy suikastinin olduğu günlerde ortaya çıktı. Borsa birkaç dakikada %5 geriledi. Banka müdürü olan biteni anladığında ise iş işten çoktan geçmişti.

Tino, belki finans ve bankacılıktan anlamıyordu ama liseden kalma biraz fizik bilgisine sahipti. O sıkıcı fizik derslerinden birinde yağın sudan daha hafif olduğunu öğrenmişti. Hevesli American Express ise ona bu bilgiyi pratiğe dökme fırsatı vermişti. Tino bütün tankerleri önce su ile doldurmuş, sonra üzerine birkaç santim kalınlık oluşturabilecek kadar yağ eklemişti. Eksperlerin gördükleri tankerlerin yüzeyindeki bu yağdı işte. Bu ince yağ tabakası onlara tüm tankerlerin yağla dolu olduğu fikrini uyandırmıştı. Büyük hata burada yapılmıştı.

Son beş yıldır yaşanan ekonomik düzelmenin altında yatan görüntü budur maalesef. ABD'nin ve diğer birkaç büyük merkez bankasının piyasaya sürdükleri karşılıksız para krizin altında ezilen dünyayı rahatlatmıştır. Oysa bu para batması istenmeyen büyük finansal kuruluşlara enjekte edilen ve oradan da yüksek getiri elde edilecek alanlara aktarılan paradır. Tarihi tepe noktalarına yükselen borsa endeksleri, ekonomilerin de tarihi güçlü seviyelerinde olduğuna işaret etmesi gerekiyordu. Ama maalesef böyle değildi. Sıcak para tıpkı yağ gibi suyun üstünde durduğundan herkes tankerin tamamen yağla dolu olduğunu düşünmüştü. Tıpkı Warren Buffet'ın 2008 yılında "Süte fazla su karıştırıldı" diyerek finansal krizi tanımlaması gibi bu kez de yağa fazla su karıştırılmıştı. Piyasalar iyi gittiğinde gördüğümüz sadece yağdı. Oysa altında ABD'nin ve diğer merkez bankalarının bastığı karşılıksız paralar vardı.

İşte şimdi Amerika bu parayı basmaya istekli değil. Bu para olmayınca da yağın altındaki su seviyesi maalesef yükselmiyor. Öyle olunca da çöküş tekrar kapımızda beliriyor.

Sanırız anlatabilmişizdir. Amerika para basmazsa tankerler boş kalır ve yağ zemine yapışır. Ya da sürekli endeksleri yorumlayarak her şeyi çözümlediklerini sanan ekonominin çok bilmişleri için bilimsel olarak açıklarsak; yağ sudan daha hafiftir!