30 Aralık 2013 Pazartesi

Canım ya.

Kişisel gelişimin sahte büyüsünün etkileyemediği kişi kalmamıştır herhalde. Üstelik bunun için de pek yorulmaz. Basit bir teknik kullanır. Birkaç popüler kişisel gelişim kitabının reklam sunumlarından aldığımız şu satırlar bunu açıklıkla ortaya koyuyor:

"Çaresizlik öğrenilmiştir.Başarılı olmak da öğrenilebilir.Sende sandığından fazlası var!" (Her şey seninle başlar/M.Sekman)

"36 saat içinde kitabınızı iki kere okudum. Okurken sürekli gözlerim doluyordu." (Şu hortumlu dünyada fil yalnız bir hayvandır/A.Ş.İzgören)

"Önce kendi kanatlarına güven!" (Limit Sizsiniz/M.Sekman)

"Kendime yeni bir ben lazım dersen, iyi bir kitap çok şeyi değiştirebilir!" (Ya bir yol bul ya bir yol aç ya yoldan çekil/M.Sekman)


Kişisel gelişim kitaplarının başarısının arkasındaki basit tekniği rasgele seçtiğimiz bu dört örnekten fark etmişsinizdir sanırız. Şarkı sözlerimiz kadar zorlama bu ifadelerin ortak bir noktası var. Dördü de açıkça sizin yetersiz olduğunuzu söylüyor. Bununla da kalmıyor ve tüm suçun size ait olduğunu ima ediyor. Başarısız, özgüvensiz ve hatta eksantrik biri olduğunuzu düşünüyor ve eğer kitabın dediklerini yaparsanız istediğiniz şey olabileceğinizi vurguluyor.

Kişisel gelişim yazarları, yaşadığımız endüstriyel toplumun hayatımızda hiçbir soruna yol açmadığını düşünemeyecek kadar aptal insanlar değillerdir elbette. Ama bu noktaya asla değinmezler. İşsizlik, geçim sıkıntısı, aşırı çalışma ve işyerindeki kişilik yitimi gibi derin tahlil gerektiren konulardan kaçarak kendimize daha fazla saygı duymamız gerektiği gibi sahte bir modele saplanırlar. Yaşadığımız hayatın ekonomik imkansızlıklarını, mesleksel çöküntülerini ve psikolojik tahammülsüzlüğünü görmezden gelirler. Özsaygımızı arttırdıysak artık istediğimiz şey olabiliriz. Kişisel gelişim yazarı kılığındaki popüler hikaye anlatıcılarına itibarlı bir terapist gibi inanabiliriz artık. O kitabı okuyunca artık bir süper yıldıza dönüşmemiz an meselesidir. Kişisel gelişim kitapları milyonlar satarken bir süper yıldıza milyonda bir rastlama olasılığımız nedense kimsede bir kızgınlık yaratmaz. Bu işte bir tuhaflık olduğu düşüncesini doğurmaz.

Kişisel gelişim yazarları kutsal kitapların bile sorgulandığı bir dünyada yazdıklarının sorgusuz sualsiz kabul edilmesini beklerler. Çoğu kendini inançlı ya da en azından new age sempatizanı olarak tanıtsa da aslında hepsi popüler kültürün zavallı misyonerleridir. Yazdıkları ile bizleri özgüven, kendimizi yeniden keşfetme ve varlıklı bir birey olma ideallerine inandırmaya çalışırlar. Artık yük bizim sırtımızdadır. Bizim sorunlarımız, bizim kişiliğimiz, bizim ihtiyaçlarımız. Bir film yıldızı olmak istedin de olamadın mı; cevap hazırdır: "Ama güzelim, yeterince çalışmadın demek ki!" Patrondan zam istedin ve o da seni kovdu mu. Cevap yine hazırdır: "Kendine duyduğun saygı az, diğerleri senin auranın sınırlarını hissedebiliyorlar, imajını yenilemelisin!"

Aldığınız ücretle açlık sınırında yaşarken patronunuzdan zam istemenize emin olun bu yan çizen, kaypak ve sünepe yanıtı verir kişisel gelişim kitapları. Bu tür gerçekçi sorulara yanıtta vurguyu sana, senin arzularına, ihtiyaçlarına, özverilerine ve çok çalışma isteğine kaydırır. Yani ne kadar çok çalıştığını görmezden gelerek çok çalışırsan gelirinin artacağını söyler. Seni, hayatına yön veren tüm bu köleleştirici sistemi sorgulamaktan vazgeçirir. Yanlışları ve engelleri içselleştirerek hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarla dolu bir hayatı kabul etmeye şartlandırır. Çünkü kişisel gelişim gurusuna inanmışız bir kere; öyleyse yanlışın asıl kaynağı kendimiziz. Yoksa Amazon'a "personal development" (kişisel gelişim) yazdığımızda, çıkan 114.000 kitap nasıl yazılırdı, öyle değil mi?

Kısaca özetlemek gerekirse kişisel gelişim kitaplarına göre modern zamanların verdiği huzursuzluğun tek çözümü kişiliğimizi psikolojik olarak tatmin etmektir. Gözleri kırpıştırıp kafayı hafif yana eğip dudaktaki kesik sırıtışla söylenen şu acımtırak sevgi cümlesiyle yanıtımızı verelim öyleyse: Canım ya.

29 Aralık 2013 Pazar

Nasıldım? Muhteşemdin S..!

Tarihi dizi ve filmlere olan ilgi her geçen gün artıyor. Özellikle heybetli narsizmi ve görkemli fantastik mantığıyla saltanat paranoyasını izleyenlerin zihninde yeniden canlandıran Muhteşem Süleyman gibi diziler büyük bir popülerlik yakalamış durumda. Popüler kültür eleştirmenlerine sahip olmadığımız için neler olup bittiğini yorumlamakta zaman zaman güçlük çekiyoruz. Tıpkı Country müzik dinleyen Amerikalıların kendilerini her zamankinden fazla kovboy hissetmeleri gibi bizde de bu yapımları izleyenler kendilerini her zamankinden daha çok "padişah" gibi görmeye başlıyor. Peki ama bir türlü elde edemediğimiz eski zamanların yaşam biçimlerine duyduğumuz bu özlem nereden kaynaklanıyor? Kendimizi bir zamanlar neysek, o olduğumuza inandırma çabaları nasıl oluyor da toplum içinde bu kadar yaygın bir popülerlik kazanabiliyor?

Hayatımızdaki bu gözü dönmüşlüğe varan romantizm aslında bir yanılsama. Çağımızda artık ne insan doğası ne de özgürce katılınan sosyal gruplar kişiyi tatmin edebiliyor. Sosyal psikolojinin Avrupa'daki en zirve ismi Serge Moscovici'ye göre tatminsiz ve özlem çeken kişilerin bir topluma uyumu şimdinin perspektifinden ziyade, geçmiş olayların hatıraları tarafından şekilleniyor. Daha basit söylersek yaşadığı topluma tam olarak uyum sağlamayan birinin "bir gün doğduğum köye geri döneceğim" demesinden başka bir şey değildir.

Geçmişe duyulan özlem, özellikle cemaat, kabile veya sınıf gibi kısıtlayıcı toplumsal hiyerarşilerin senkronizasyonunda yaşayan bireylerde görülen eski zamanlara dönmenin sessiz bir arzusu sorunudur. Kişiler daha üst bir ahlak, etik ve yaşam düzenine dönecekleri yanılsamasına kapılırlar. Dizilerle somutlaştırılan bu hava sözümona rüya gibi yaşanmış olan bir döneme tuhaf bir özlem duygusu yaratır. Tıpkı Hollywood'un dürüstlük ve kahramanlık kavrayışını "Rambo"da somutlaştırması gibi.

Bu tür yapımlara özlem duyan, çoğu "hafif gelenekçi" (buradaki hafif vurgusu sigaralardaki "light" retoriği ile aynıdır) olan bu kişilerin, otokratik bir toplumu aydınlanma tarihi boyunca neden reddettiğimizden haberleri bile yoktur. Belki de bu onların doğaları gereğidir. Bugün, kimliksiz ve tutarsız güç gösterileri ile toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına çıkmak için geçmiş yılların basitliğinden yardım bekliyorlar. Orada bulmayı umdukları anlamlı bir şeyler ile geçmişi geri kazanarak küreselleşmeye meydan okuyacaklarını sanıyorlar. Patalojik bir yanılsama; hepsi o.

Hızla değişen dünyada bir yer edinemeyen şaşkın hafif gelenekçiler geçmişin seraplarına özlem duyuyorlar. Geçmişin grup kodlarına ve prensiplerine inanmaya başlayarak ideal hiyerarşiye ulaştıklarını sanıyorlar. Böylece yeni kurallara talip oluyorlar. Bu kabullenme bir süre sonra hafif gelenekçileri özgür iradelerini kaybetme riski ile başbaşa bırakıyor.

Arabaların arka camlarındaki tarihi sembollere kadar uzanan bu geçmişe özlem ritüeli aslında toplum içinde fark edilme ihtiyacından başka bir şey değildir. Hafif gelenekçiler genellikle toplumu potansiyel tüketici olarak kavrarlar. Bu geniş toplulukta kendilerini öne çıkarmaları elbette ki zor olacaktır. O nedenle geçmişe özlem aracılığıyla daha küçük ve açıkça tanımlanmış başka bir gruba katılırlar. Bunun sonucunda da tanınma şanslarının daha yüksek olacağını sanırlar. Daha kısa açıklamak gerekirse hafif gelenekçilerin toplum içinde dikkat çekme yolu birbirleriyle tamamen aynı olmaktan başka bir şey değildir. Bu da popüler piyasa kültürünün başka bir boyutudur aslında.

Popüler televizyon yapımlarından, geçerli bir tarih bilgisi olmayan hafif gelenekçinin payına düşen aslında tek bir şey vardır. Heybetli narsizm ve fantastik mantığın ulaştığı son zirve olan yatak odasındaki performansın emsalsiz maçoluğu: "Nasıldım?" "Muhteşemdin S..!"

26 Aralık 2013 Perşembe

Üniversitede kızlar teklif ediyormuş:)

Bankalar verdikleri kredi kartları ile daha hayatlarına başlamadan kredi ratinglerini bozdukları, yapmacık konuşma tarzına sahip olduğu düşünülen, davranışlarında dertsiz bir manasızlık var gibi görülen, cebindeki parayı bugün nereye harcayacak diye hayıflanılan ya da bunlardan hiçbir şey olmaz diye düşünülen üniversite öğrencilerine mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Sosyal medyadaki cesur ve kışkırtıcı sözlerini beğenmeyen de çoktur. Sürekli aile parası yedikleri için ekonomi hakkında da pek bir şey bilmezler ne de olsa. Eğer ekonomiyi takip etmek istiyorsak onca şöhretli ekonomist dururken kimse üniversitelileri takip etmez. Kahramanlarımız hep ünlü birileridir mutlaka. Acaba şu üniversiteli ne diyor diye izleyen ya da anlamaya çalışan bir kişi çıkmaz. Ben onları dinlerim diyenler de emin olun kendi hayran kitlesinin azalmaması için onlara mecburiyetten katlanırlar; hepsi o. Yoksa kendisine twitter'da ödevleriyle ilgili akıl soran öğrencilere yol gösterecek bir vizyon vermek dururken, "Ödev konularına yardımcı olmuyorum. Aksi takdirde herkes ödevini bana yaptırmaya kalkıyor." şeklinde zevzekçe cevaplar veren şöhretli ekonomistlerimiz olmazdı. Neyse konumuz bu değil. Ne dersiniz, sizce üniversitelilerin ne dediğine pek kulak asmamalı mıyız? Okullarında öğrendikleri ve gerçek hayatla ilgisinin pek olmadığını düşündüğümüz karmaşık formüllerle dolu bilgileri ile ekonomi hakkında yaptıkları yorumlar bir işe yaramaz mı?

Bugün sosyal medyada bir bilgiyle karşılaştım. Eren K. adındaki üniversite öğrencisi, merkez bankası başkanı bu yıl sonunda dolar kuru 1,92 olur dediğinde inanmamış ve oturmuş düşünmeye başlamış. Okulda öğrendiği bilgileri ve okuduğu haberleri değerlendirerek, tabi yüksek sezgi yeteneğini de ekleyerek dolar kurunun 2,13 olacağını söylemiş. Bunu da sosyal medyadan duyurmuş. Bugün ortaya çıkan tablo ise tamamen onu teyit ediyor. Eren, şöhretli ekonomistlerin aptal görünmemek için yorum yapmaktan özenle kaçındıkları bir alanda herkesin hayranlık duyması gereken bir iş başarmış. Peki ama bu işten ne kazancı olacak dersiniz? Elbette ki hiçbir şey; kazananlar yine öğrencilere yol göstermemek için her türlü kurnazlığı deneyen şöhret düşkünü kişiler olacaktır. Neden mi?

Bir zamanlar dünya ekonomisinin göz bebeği olan Enron battığında basın Sherron Watkins adında sahte bir kahraman yaratmıştı. Söylenen oydu ki şirketin üst düzey yöneticilerinden S.Watkins, mali tablolardaki muhasebe hilelerini yönetime önceden iletmişti. İyi de bir kaç iç yazışma ile yapılan uyarılar sonucunda hiçbir şey çıkmadıysa bu kişinin abartılıp ünlü yapılmasını gerektirir mi? Milyarlarca dolar zarar eden sıradan insanların acılarını hafifletir mi? Elbette etmez. S.Watkins'in yapması gereken kamu otoritelerini de haberdar etmek ve basına olay patladıktan sonra değil, patlamadan önce açıklama yapmaktı. Ama o her şey olup bittikten, insanlar mal varlıklarını kaybettikten sonra basına açıklama yaparak bu işten çıkar elde etmeye çalışan bir fırsatçıydı. Fakat yine de Enron'un batacağını daha önceden herkese duyuran birileri vardı.

Enron’un iflasından iki yıl önce, Cornell Üniversitesinde okuyan 6 öğrenci dönem ödevlerini yapmak için bir araya gelirler. Hocalarının derslerde kendilerine öğrettiği Beneish modeli, Lev and Thiagarajan indicators, Edwards-Bell-Ohlsen analizi gibi karmaşık teknikleri kullanarak Enron'un mali tablolarını incelerler. Hocalarının kendilerine öğrettiği karmaşık modelleri birer birer uygularlar ve sonunda raporlarını oluştururlar. Hocaları Charles Lee bu kalınca raporun ilk sayfasını açınca gördüğü şey karşısında şok olur. Çünkü raporun ilk sayfasında büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Şirket iflasa gidiyor, satın!”

Charles Lee, analizde kullanılan modellere son derece güveniyordu ama çıkan sonuç güvenilir gelmemişti ona. Hatta gülünç gelmişti. Tüm profesyoneller "alın" tavsiyesi verirken satın demek anlamlı bir karar olamazdı. Kaldı ki bu kadar tecrübeli insanın göremediği bir şeyi birkaç öğrencinin görebilmesi de komikti. Öğrencilerin bir yerlerde büyük hatalar yaptıklarını düşündü ve hepsine düşük not verdi.

Oysa çok geçmeden gerçek ortaya çıkmıştı. Üniversitelilerin öngörüleri doğru çıkmıştı. Fakat bu işten para kazanan kişi ise maalesef çıkarcı Sherron Watkins'ti. Hayatın bu acı kuralı bugün de değişmiş değildir. Merkez Bankası Başkanı büyük bir öngörü hatası yaparken umursamaz, düzensiz, yapmacık ve işe yaramaz üniversiteli doğruyu görebilmiştir. Fakat bu işten kazançlı çıkacak olan o üniversite öğrencisi olmayacaktır elbette. Hata yapanlar kendilerini kahraman gösterecek bir sosyal mühendislik mutlaka gerçekleştireceklerdir.

Yaptığın tahminler doğru çıkmıyor diye birden canın üniversiteye mi gitmek istedi tahminci abim. Bence hiç durma, en iyisini yaparsın. Haa, unutmadan, sana son olarak güzel de bir haberim var: Üniversitede kızlar teklif ediyormuş:)

25 Aralık 2013 Çarşamba

Hemen Popstar ol da sana hayran olalım!

Üniversitelerin azlığı, eğitimin yetersizliği, eğitim önündeki ekonomik engeller gibi birçok sebep sıralasak da gençlerin asıl hedeflerinin belli bir disiplin altında yetişerek meslek edinmek olmadığını eminiz birçokları fark etmiştir. Gençlerin büyük kısmının pop star olmak için yarışmadan yarışmaya koştuğu garip bir ülkede yaşıyoruz. "O Ses Türkiye" gibi adına ülke adını ekleyerek çarpık bir millileştirme propagandası yapan yarışmalar bile edindik.

Artık hepimiz ekran başında şarkıcı avındayız. Sekreter kızımız titrek sesiyle mırıldanıyor, dövmeli badanacı gür sesiyle haykırıyor, piercingli emlak komisyoncusu cırtlak sesiyle serenada çıkmış... Salonda izleyen kalabalık ve ekran başındakiler endişeli bir heyecan içinde. Acaba jüri de kendileri gibi karar verecek mi?.. Gençler birbirlerinin aynısı olan şarkılarını, birbirlerine benzeyen sıradan sesleriyle okuyarak ne kadar özel bir pop star olduklarına bizleri inandırmaya çalışıyorlar. Kendileri bu safsataya öyle bir inanmış ki, pop starlığın mihrabına yükselecekleri anı sabırsızlıkla bekliyorlar.

Mikrofon uzatıldığında hep aynı sözler: "Çocukluğumdan beri hayalim!.. En büyük idealim!.. Hayatımın anlamı!.. Kendime güveniyorum, başaracağım!.." Herkes hayalinde hep şarkı söylemek olduğunu söylüyor. Fakat popüler kültür tarafından kandırıldıklarının farkında değiller. Çünkü şurada bir tuhaflık olduğunu sezemiyorlar: "Hepimizin hayali aynı ve hepimiz hayalini aynı şekilde gerçekleştirmek istiyor." Sizce de tuhaf değil mi? İnsan doğası denilebilir ama doğallık bu kadar kopya edilebilir bir şey midir? Rastlantı olduğu düşünülebilir; rastlantısallık belli ölçüde olasılık içermez mi? Bu nasıl bir olasılık; arada bir de yazı gelmesi gerekmez mi; neden hep tura geliyor? Neredeyse gençliğin çoğu pop star olma hayalinde. Hayır, ne doğa ne de rastlantısallık; sadece trilyon dolarlık popüler kültür endüstrisi.

Her türlü engeli aşarak popüler bir insana dönüşme düşüncesi herkese inandırılıyor. Kişilerin kendi sınırlarını nasıl aşabilecekleri ile ilgili olarak bu tür programlar da bir rehber görevi görüyor. Popüler kültür satıcıları diyebileceğimiz bu tür programları organize edenler, tüm eforlarını izleyicilerin, sahnedeki karakter, söylediği şarkı, iniş çıkışlarla dolu hikayesi ve yüzeysel mesajlarıyla bağlantı kurması üzerine dayandırıyorlar. Bu tamamen ekonomik bir yaklaşım. Çünkü izleyici bu bağlantıyı ne kadar çok kurarsa o kadar çok sms gönderir. Zaten tüm amaç budur.

Bu tür programları izleyenler, pop star adaylarının sekreter, boyacı, boşanmış kadın, ailesinden kopmuş kız, kılıbık bir koca olduğunu öğrenirler. Böylece sıradan hayatlar abartılmış heyecan ve hayallerle çekici hale dönüştürülür. Verilen mesaj hep aynıdır: Kalbinin sesini dinle! Hepsi bu kadar. Tüm bir gençlik bu tatlı sözle kandırılır. Zaten pop star adaylarına biraz dikkatlice baktığınızda şunu fark edersiniz. Eğitim ya da ekonomik sistemin çarpıklıklarına meydan okuma gücü, enerjisi, bilgisi ve eleştirel bakış açısı olmayan; asi olma ihtimali zayıf olup pısırık bir uyumluluk yeteneği olan; sadece günü kurtarmaya yetecek kadar kahramanlık taşıyan ve gösteriş için öne çıkardıkları bedenlerine rağmen pek zeki olmayan tiplerdirler. Hatta sizden daha kötü bir ses tonu ve müzik yeteneğine sahip olmalarına rağmen aptalca bir hayale tutunmuş kişilerdir. Hayatlarını anlatmaya başladıklarında ise tüm bu uyduruk hatıraları nereden bulduklarını merak edersiniz.

Pop star yarışmaları sekreterler, boyacılar, yöneticiler, köylüler, pazarlamacılar ve garsonlar gibi farklı mesleklerdeki başarısız kişilerin semt pazarı haline dönüşmüş yerlerdir. Üzücü olansa insanların bu tür başarısız karakterlerle vakit geçirmeye ne kadar meraklı olduğudur. Gerçekten yazık. Aptallığın sınırsız olması başka türlü açıklanamaz herhalde. Kanadalı şarkıcı Avril Lavigne, 16 yaşında ünlü olup okulu bıraktığında, okul müdürünün basına yaptığı açıklama zaten aptallığın sınırsızlığını fazlasıyla göstermişti: "Başarısından dolayı çok heyecanlandım, müthiş hayalleri olan öğrenciler için mükemmel bir örnek."

Ülkemiz artık pop star olmayı dilenen, hevesleyen ya da takıntısıyla yaşayan gençlerle dolu. Bir Avril Lavigne olup genç yaşta okulu bırakmayı kim istemez, öyle değil mi? Hadi canım öyleyse, hemen popstar ol da sana hayran olalım!

23 Aralık 2013 Pazartesi

Ekonomi kanalları Elvis dolu!

Ekonomi kanallarımızdaki genç uzmanları mutlaka izliyorsunuzdur. Çalıştıkları şirketlerindeki yoğun tempolarının yanında bir de bizlere yardımcı olmak için televizyonlara çıkıp piyasaları anlatıyorlar. Pahalı kıyafetleri, güzel gülümsemeleri, güçlü mizah anlayışları ve yukarıdan bakan mütavazilikleri ile hayatımızı giren uzmanlar; sahi kim bunlar?

Finans sektörü içinde olmayanlar, "uzman" ünvanının işi iyi bilmekten geldiğini düşünebilirler. Ama bu hatalıdır. Finans sektörü işe yeni başlamış üniversite okumuş çaylağa uzman der. Sektör şunun farkındadır; para vermiyorsan, ünvan ver; ki parlak gençler başka şirketlere kaçmasın. İşte uzman hikayesi buradan başlar. Peki bu televizyon merakı nereden geliyor?

Kitle iletişiminin yarattığı popüler olma hayali bunda en önemli etken. Herkes kendisini bir çeşit şöhretin beklediğini düşünüyor. Sıradan olmalarına, şöhret olmak için özel bir yeteneğe sahip olmamalarına rağmen ünlü olacakları fikrinin normalliğini benimsiyorlar. Her gün gittikçe artan sayıda finans uzmanı ünlü olma hayali kurarken, bunu yerleşik pratikleri taklit ederek yapıyor olmaları gülünçtür. Genellikle sansasyonel çıkarımlar ve gelecek öngörüleri ya da masanın karşı tarafında oturanı bilgiyle döverek gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İşte herkesin yaptığı bu. Birbirinin benzeri yorumlar, değerlendirmeler ve davranışlar. Tıpkı dünyadaki binlerce Elvis taklitçisi gibi.

Uzmanlar, çalıştıkları şirketlerin kendi enerjilerinin gerisinde kaldığını düşünüyorlar. Ya da yeteneklerini bu bürokratik yapıda gösteremeyeceğine inanıyor. O nedenle televizyonlara çıkıyor, tweet atıyor, sosyal medyada parlaklığını ortaya koyuyor. Tuhaf olan ise her uzmanın aynı pratik yolu deniyor olması. Elvis taklitçileri gibiler; şirketlerinin, bireyselliklerini besleyemediklerini düşünüyorlar. Televizyona çıktıklarında tıpkı bir Elvis taklitçisi gibi iyi, yardımsever ve ilham verici bir kimliğe büründüklerini düşünüyorlar. Belki Elvis gibi kostüm ve makyaj değiştirmiyorlar ama aynı tarz vurgulama, ifade, davranış ve çıkarım şeklini uyguluyorlar. Ekonomiyi anlamak isteyen sıradan insanlar için hiçbiri birbirinden farklı bir özelliğe sahipmiş gibi görünmüyor; zaten insanlar da onları sadece gülümseme şekillerinden ayırt edebiliyor; yoksa yorumlarından değil.

Uzman, tıpkı Elvis kostümü giyen kişi gibi televizyon yorumcusu kimliğini giydiğinde o kimliği seven insanlarla ilişki kuracağını düşünüyor. Böylece kendi özgünlüğünün dışa yansıyan görünümünü yakalamaya çalışıyor. Kendi bireyselliğini açığa çıkarma ihtiyacı arttıkça da bir şirket çalışanı olmanın yeterli olmadığını düşünmeye başlıyor. Olduğundan daha fazlası olmak için tüm eforunu sarfediyor. Biz zamanlar küçük ofisindeki birkaç kişi tarafından beğenilmek için çabalarken şimdi tüm bir halk tarafından beğenilmek için mücadele veriyor.

Bugün artık belli bir gösteri sunarak ilgi toplama düşüncesi sanatçılardan finans uzmanlarına geçmiş durumda. Finans uzmanları adeta bir "mit" olmak için tüm eforlarını ortaya döküyor. Neredeyse hepsi kendisine yüksek bir kimlik yaratma tasasında. Piercingli, mini etekli, uzun saçlı ya da dövmeli uzman, bir zamanların memur, şef, işçi gibi ünvanlarını ya yok sayıyor ya da alay ediyor. Çünkü eski moda işleri sevmiyor; bızdık bir pop yıldızı gibi davranmayı istiyor.

Neredeyse tüm finans alemi, saplantılarını gizleyerek ve birbirini taklit ederek ünlü olma derdinde. Yüksek eğitimlerini yüksek gökdelenlerde çalışarak devam ettiren uzmanların yorumlarındaki yüksekten bakışın sebebini de anlamışsınızdır herhalde. Ne kadar da harika değil mi; ekonomi kanalları Elvis dolu!

22 Aralık 2013 Pazar

Hiç kimseyi kendine inandırmak zorunda değilsin!

"Marka Konferansı bu yıl da büyüleyici geçti" şeklindeki haberleri okumuşsunuzdur herhalde. Gidenler ayrıntılara hakimdir mutlaka. Gidemeyenler basın bültenlerinden konu hakkında bilgi sahibi olmak istediklerinde verilmek istenenin ne olduğu konusunda biraz endişeye kapılabilirler. Müzisyenler, reklamcılar, sanatçılar ve televizyoncular gibi şöhretli kişilerin, söylediklerine kendilerinin bile inanır gibi gözükmediği sözlerini okuyorsunuz bültenlerde. Bununla birlikte büyük şirketlerin bir kısım yöneticilerinin çocuksu yaklaşımlarla başarılı olduklarına bizi ikna etmeye çalışırken, milyar dolarlık sermayelerini göz ardı etmemize neden olan hipnotik yaklaşımlarını da görüyoruz. Anladığımız kadarıyla hepimize bireysel ya da kurumsal olarak "kendiniz olun" mesajı verilerek marka düşüncesi yerleştirilmek isteniyor. Peki ama nasıl marka olacağız?

Bu konferanstaki konukların kışkırtıcı bir mütevazilikle anlattıkları hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun kabul edilmiş davranış biçimlerine ya da akımlara karşı çıkan bir yaklaşım göremezsiniz. Genel yaklaşım aynıdır. Kendin ol, özünü anlamada derinleş; sonunda bir yenilik temsilcisi olacaksın. Dünyanın sizin belirlediğiniz şekilde yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. Dünyanın bunu fark etmesi için de istediklerinizi yapmanız gerekiyor. Bunları yapmayı başarırsanız dünya sizi izlemeye başlayacak demektir.

Çağımız şirketlerinin belki de tek temel stratejisi, tinerci gençten göbeğini kaşıyan emekliye kadar herkese hitap etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. O nedenledir ki bir akaryakıt şirketi "bizi biz yapan şey temiz tuvaletlerimizdir" demektedir. Sizden beklenen ise hayata, mutluluğa ve özgürlüğe dair rotanızı belirlemeniz değil, bunu görünüşte yapıyor olduğunuzdur. Yani bir markayı bilerek ve isteyerek tükettiğinizi çevrenize abartılı cümlelerle anlatmak. İşte hepsi bu!

Bugün tüm dünya gençliği kendilerini bir şöhretin beklediği üzerine yüzeysel fantezilere sahip. Her gün sayıları giderek artan insan yığınları marka olup fark edilmek telaşında. Çünkü önlerine sürülen yol haritası başarının bir marka olmaktan geçtiğini söylüyor. Tesadüfen televizyon programcısı olan şöhretler bile sıradanlığın aşırı örnekleri olmalarına rağmen maksimum tepkiyi almak ve ekranlarda etkili görünmek için nasıl sürekli ince ayar yaptıklarını anlatıyorlar. Ve hep aynı mesajı veriyorlar: "Kaybedenler kalabalıklarla olmaktan hoşnut olanlar; kazanalar ise kalabalıklar arasında kendini yeniden yaratanlardır." Ne dersiniz; sizce de öyle mi?

John, 1967 yılının Eylül ayında o gün, oldukça keyifsiz şekilde evinde oturmaktaydı. En yakın arkadaşı Eric emekli olmuştu çünkü. Eric, tam 25 yıl boyunca John'la birlikte rıhtımlarda hamallık yapmış ve 65 yaşına geldiği için şirket tarafından emekli edilmişti. John, Eric'in hayatının tek amacının dok işçiliği olduğunu düşünüyordu. Çünkü Eric hiç okula gitmemişti ve hamallık yaparken gerçekten çok mutluydu. Emekli olduğu gün bile akşama kadar yük taşımıştı Eric. Acaba emeklilikten sonra ne yapacaktı?

John bu garip düşünceler içinde televizyonu kurcalarken CBS kanalına gözü takıldı. Gördüğü sima ona yabancı gelmemişti. John yerinden doğruldu ve ekrana dikkatlice baktı. Gözlerine inanamamıştı. Ekrandaki kişi Eric'ti. Eric, rıhtımdan ayrılmanın kendisini nasıl üzdüğünü anlatıyordu ve rıhtım işçilerinden başka dostu olmadığını söylüyordu. Fakat program sunucusu kendisine bir kahraman gibi davranıyordu. Peki ama kimdi bu Eric?

Tüm hayatını hamallıkla geçiren ve hayatı boyunca doğru düzgün okula gitmemiş olan Eric, "Kesin İnançlılar" ve "Aklın Muhteris Çağı" gibi başyapıtların yazarı, uygarlık tarihinin en önemli filozoflarından, görüşleri bugün Sosyoloji ve Psikolojinin en saygıdeğer düşünceleri arasında yer alan bu kişi Eric Hoffer'den başkası değildi. Bir hamalken yazdığı kitaplar tüm dünyada milyonlarca satarken ve bilim çevrelerinin en önem verdiği eserler arasında yer alırken o sadece yük taşımayı tercih etmişti.

Marka konferansındaki katılımcıların büyük bir bölümünü aynı şeyi söylüyor aslında. Çevrenizdeki insanları, uzaktaki insanları ve şirketleri kendinize inandırırsanız bir marka olursunuz. Oysa Eric Hoffer nasıl dünyanın en etkili filozoflarından biri olduğu sorusuna o gün CBS kanalında şu yanıtı vermişti: "Hiç kimseyi kendime inandırmak zorunda olmadığım için!"

17 Aralık 2013 Salı

Yarın hava güzel olacak; bak yıldızlar gözüküyor!

"Dünya ticaretinde durağanlık, depresyon gibi etkilerle karşılaşabiliriz. Tarımda ve finansal hayatta sorunlar oluşabilir. Kuraklık dünyayı zorlayabilir. Para temsilcisi Venüs’ün Neptün’den alacağı kare açıyla, sosyal hayatta skandallar, ayrılıklar, boşanmalar, ahlaksızlıklar, finansal kandırmacalar söz konusu olabilir."

Bu yorum bir ekonomiste ait değil; hatta bir teknik analistten bile gelmiyor. Bu yorumun sahibi finansal astrolog Hande Kazanova. Ekonominin gidişatını veriler, endeksler ve göstergelere bakarak değil de yıldızlara bakarak özetlemiş. Birçok kişinin bu tür yorumlara inandığına eminiz. Hatta ekonomistlerin karmaşık yorumlarından yorulanların da bu tür temayüllü laflara daha fazla kulak kabarttığı ortada. Teknik analizcilerin tarihi verilere bakarak yaptıkları gelecek analizlerine olan inancımız bile henüz tam değilken bu finansal astroloji de nerden çıktı?

Bilimin, kişilerin önceden belirlenemeyecek yaratıcı faaliyetlerinden çok giderek bulmaca çözme anlamına kavuşması bu tür akımların popülerliğindeki en önemli destekleyici gibi görünmektedir. Artık tüm bilimler daha iyi bilgi üretmek gibi bir saçmalığın peşinden gidiyorlar. Mesela tıp bilimi "daha iyi sağlık" üretmek gibi hayali bir saplantının peşinden giderken ekonomi de daha kesin gelecek tahmini yaratmak için tuhaf saplantılar ediniyor. Bilim, bilim olma özelliğini kaybederken daha iyi bilgi üretme merkezi haline geliyor. Bu ekonomi için de maalesef böyle. Ekonomi bilimi ekonomiye hizmet etmek yerine teknik analiz, gösterge yorumlama ve en sonunda finansal astroloji gibi araçlarla geleceği daha doğru tahmin etme amacına hizmet etmeye başladı. Artık yatırımcılar kendileri için daha doğru bilimsel bilgi yerine geleceği daha iyi tahmin eden araçlara bağımlı durumdalar. Bunun sonucunda da "karar alma" artık bir ticari meta haline dönüşmüştür. Ekonomi biliminin ilerlemesi beklenirken adeta mitolojik bir tarih yazılmaya çalışıldığını görüyoruz.

Ekonomik geleceği sunan bilgilere duyulan güven bir süre sonra kendi kendini gerçekleştiren kehanete döner. İnsanlar artık ekonomi bilimine ve en sonunda da kendi yargılarına güvenmeyi bırakarak, gerçekten bilip bilmediklerinin kendilerine söylenmesini isterler. Ekonomi kahinlerine olan güven önce kendi adlarına karar verme yeteneklerini engeller, sonra da kendi başlarına karar verebileceklerine olan inançlarını felce uğratır.

İnsanların kendi adlarına karar vermede giderek daha aciz bir hale gelmesi beklentilerini de değiştirir. Kıt kaynaklar için çekişmeyi bırakıp finansal kahinlerin bol keseden vaatleri için rekabet etmeye başlarlar. Kendi sınırları ekseninde, kendi haklarına ilişkin kararlar almayı öğrenememiş kişiler sonunda piyasaların içinde piyona dönerler. Bilgi tüketicisine dönen yatırımcı kendisine verilenle yetinecektir artık.

Gelelim finansal astrolojiye. Defalarca söyledik ama bir daha söyleyelim. Ne güneş sistemi, ne yıldızlar, ne de dünya hiçbir bilgiye sahip değildir. Nasılsa öyledirler. Tüm akıllı filozof ve bilim insanlarının yüzyıllardır söylediği şey budur. Onlara ilişkin bilgiler, kişilerin dünyayla olan etkileşimi aracılığıyla yaratılır. Bilginin yıldızlar ve gezegenler üzerinde depolanmasından söz etmek, semantik (anlambilim) uyanıklıkla masum insanların tuzağa düşürülmeye çalışılması anlamına gelir. Bilgi sağlama araçlarını bilginin kendisiyle karıştırmak, kavrayış sorunumuzun ne kadar tehlikeli bir noktaya geldiğinin açık göstergesidir.

20.yüzyılın en etkili filozoflarından H.Bergson'un şu sözü finansal astrologların ya da daha geniş anlamıyla söylersek finansal kahinlerin ve onlara güvenenleriin nasıl bir hata içinde olduklarını fazlasıyla anlatıyor: "Bir inancın gücü, dağları yerinden oynatmasından değil, yerinden oynatılacak dağları görmemesinden anlaşılır." Tıpkı H.Kazanova'nın asgari ücretin düşüklüğü, fakirlikten canlarına kıyanlar, gelir adaletsizliği ve işsizlik gibi yöneticiler tarafından yaratılan temel sorunları görmezden gelerek para temsilcisi Venüs’ün Neptün’den alacağı kare açıyla finansal kandırmacalar olacağından bahsetmesi gibi. Yazık.

Kendi kendilerini kandırmakta güçlük çekmeyen kişilerin başkaları tarafından da kolayca kandırılabileceği asla unutulmamalıdır. Yıldızlar konusuna gelince; yıldızların size verebileceği tek bir bilgi vardır; bazen o da tutmasa da: "Yarın hava güzel olacak; bak yıldızlar gözüküyor!"

16 Aralık 2013 Pazartesi

Yatırım, ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

Ekonomi haberciliğimizin yetersizliği üzerine bir süredir yazdığımız yazılar, farklı çevrelerde, eleştirel bakış açısının üzerindeki ölü toprağının kalkmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Bugün sosyal medyada dolaşan bir paylaşım şöyle diyordu: "Borsaların gelişimini o ülkedeki insanlar belirler. Sütlaç tarifi anlatan borsacıyı 20bine yakın kişi takip ediyorsa fazla söze gerek yok..." Atıfta bulunulan konu hakkında bilgi sahibi olmasak da medyatik bir analistin yemek programına katılmasının eleştirildiği sonucunu çıkarıyoruz. Konuyu toplumumuza özgü bir taraftarlık ihtiyacı içinde değerlendirirsek bu düşünceye katılır ya da katılmayız. Ama biraz düşündüğümüzde karşımıza çok çetrefilli bir konunun çıktığını görürüz: Uzmana duyulan güven!

Sosyal medyanın sunduğu soyut birliktelik koşullarındaki toplumsal bağlantıların yarattığı güven duygusu, insanlarda giderek gelişen bir inanç sistemi yaratır. Aslında yabancı olan bir uzmana karşı göreceli ve geçici olan bu güven ilişkisinin taraflar açısından irdelenmesi gerekiyor. Öncelikle hayatını finans ile kazanan bir analistin yemek programına katıldığında ne düşündüğünü sosyolojik olarak açıklamaya çalışalım. Kanımızca buradaki temel olgu, 20.yüzyılın ABD'deki en etkileyici sosyoloğu E.Goffman'ın deyimiyle uygar ilgisizliktir. Tıpkı birbirini tanımayan iki kişinin şehirde yürürken birbirlerine yaklaşıp geçip gitmeleri gibi. Birbirlerinin yanından geçen bu iki insanın sergiledikleri ilgisizlik, kayıtsızlık değildir. Kibar yabancılaşma olarak adlandırılabilecek bir davranıştır. Bu iki kişi birbirlerinin yanından geçerken karşılıklı olarak ışıkları söndürürler. Bu davranış düşmanca değildir. Yemek programına katılan analist açısından değerlendirdiğimizde ise kendini yeni bir yabancı olarak bize tanıtma derdinde olmaktır. Kendisine karşı kibar bir yabancılaşma ile yeni bir güven bekler.

Sorun, sokaktaki insan için uzmana duyulan güvenin haklı mı haksız mı olduğu değildir. Sorun, uzman bilginin yarattığı risk ve faydanın sürekli bir kendini yaratma içinde olmasıdır. Yüzyıllar önce insanlar rahiplerin ya da büyücülerin kararlarını göz ardı edebilirlerdi ama bugün uzmanın bilgisi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Tıpkı sallanan bir uçakta, uçak personelinin soğukkanlı ve kayıtsızca gülümseyen yüzünü aramamız gibi. O an uçaklarla ilgili tüm istatistikler unutulmuştur artık. İşte ekonomi analistine duyulan güvende de bu hayati kırılma vardır. Yani sokaktaki insanın kolayca ulaşma imkanı olmadığını düşündüğü ekonomi yorumları nedeniyle, ekonomi yorumcularını daima ekonomi programında görmek ister. Böylece kedisine duyduğu güvenin gerçek bir güven olduğuna inanarak rahatlar. Sütlaç tarifi açısından değerlendirdiğimizde ise sokaktaki insanın ekonomiye ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir analistin yemek programına katılımı. Çünkü ekonomiye yakın birisi için analistin evlilik programına bile katılması bir güven sorunu oluşturmaz.

Aslında sütlaç tarifi yapan analistten sokaktaki insanın asıl talebi şudur: "Bize sütlaç yerine bu yorumları nasıl yaptığını anlat?" İşte uzmanın asıl rahatsızlığı buradadır. Çünkü analistler uyumlu olduklarını düşündükleri zihinsel yoğunlaşmaları ile yarattıkları yorumların yanlış bilgiler içerebileceğinin farkındadırlar. Çünkü herkesin bilebileceği gibi hiçbir bilgi o denli keskin; hiçbir çıkarım içine şans öğesi girmeden doğru çıkacak kadar kapsamlı değildir. Daha açık söylersek, eğer hastalar hastane odalarında ve ameliyatlarda yapılan hatalarla ilgili tam bilgi sahibi olsalardı; büyük olasılıkla birçoğu doktorlara güven duymazdı.

Kısaca özetlersek sorun sütlaç tarifi meselesi değildir. Sorun bilgisizliğin her zaman biraz kuşku ve birazcık da tedbir için zemin hazırlamasıdır. Sokaktaki insanın bilgisizliği analisti günde yirmidört saat analiz yapmaya yönlendirir gibidir. Bunu göremediğinde ise sahip olduğu bilgisizlik onu kuşku ve tedbir güdüleriyle güvensizliğe iter. Bu nokta, sütlaç tarifi meselesinde olduğu gibi gerginlik zemininin oluştuğu noktadır. Bu nokta üç farklı davranış şekline sebebiyet verir. Ya sorunu kendisi çözer; ya kötümserliğe sokar; ya da sistemle olan tüm ilişkilerin koparılması sonucunu yaratır. Mesela bir tarihte olumsuz bir hisse senedi tecrübesi yaşayan biri bu üç tepkiden birini verecektir: Ya finansal okuryazarlığını arttıracak, ya hisse senetlerine karşı daima bir olumsuzlama içinde olacak, ya da hisse senetleri ile tüm ilgisini kesecektir.

Finansal okuryazarlığın arttırılması gerekirken ülkemizde genel tepki nedense hep sistemle tüm bağları kopartmak ya da kötümserlik olmuştur. Bu tepki şekli maalesef yıllardır değişmemiştir; sütlaç meselesi ile de hala devam ettiği görülmektedir. O nedenledir ki, finansal okuryazarlığın önündeki en büyük engel "Yıllar önce hisse senedi aldım; çok zarar ettim; bir daha asla!" şeklindeki düşünce olduğu da asla unutulmamalıdır.

Kısaca özetlersek, diğer hiçbir şeye benzemeksizin, yatırım ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

15 Aralık 2013 Pazar

Hadi canım, öyleyse yeniden fokuslanalım!

Ekonomi haberciliğimize olan eleştirel sesler giderek yükseliyor. Temel soru işaretleri, bu habercilik anlayışının sıradan insan için son derece kafa karıştırıcı olması, yorumcuların gizli gündemlerinin olup olmadığı ve uzmanların yeterliliği. Fakat asıl önemli sorun, dil.

Kullanılan dildeki üslubun sokaktaki insan için fazla yabancı sözcük içeren soyut ve üstten bakan bir dil olması artık kimseyi rahatsız etmiyor. Çünkü herkes bu dile alıştı. "Fiyatlardaki toparlanma", "Hisse senetlerindeki düzeltme" ya da "risklerin fiyatlanması" ifadeleri kimseye yabancı gelmiyor. Toparlanma, düzeltme ve fiyatlama gibi kavramlar artık finansın vis viva'sı( Latince yaşam enerjisi). Peki ama bu tuhaf dil de neyin nesi? Nerden çıktı durup dururken?

Endüstrileşme, birçok alanda olduğu gibi finans dilini de yozlaştırmış ve felç etmiş durumda. Genel anlamda dil, algılama ve güdüleme yaratan bir araçtır. Fakat finansın dili de zaman içinde endüstrileşerek metalaşmaya doğru kaymıştır. Buradaki temel dönüşüm işlevlerin fiilden isme doğru yer değiştirmesidir. Yani toparlanmak, düzeltmek ya da fiyatlamak gibi insanların düş gücünü de zenginleştiren fiiller toparlanma, düzeltme ve fiyatlama gibi isimlere dönüştürülmüştür. Artık konuşulan bol isimli bir ekonomi dilidir. Peki bu dil ne anlama geliyor?

Mesela büyük bir şirket çalışanının "işim var" demesini ele alalım. İşi olduğunu söylese de aslında burada vurgulanan iş ile aradaki mülkiyet ilişkisidir. Oysa bir çiftçi "işim var" demez; sadece iş yaptığını, çalıştığını söyler. Tıpkı şu İspanyol atasözünde anlatılmak istendiği gibi: "Van a trabajar, pero non tienen trabajo." Yani çalışırlar ama işleri yoktur. İşte finans dilindeki bu isimlendirme de bir faaliyetten çok bir malı belirtmektedir artık. Yani toparlanma, düzeltme ve fiyatlama yapılmaz; toparlanma, düzeltme ve fiyatlamaya sahip olunur.

"Hisse senetlerindeki düzeltme" gibi iyelik cümleleri artık bir ilişki değil, bir ayrıcalık anlamına gelir. Fiilden isime doğru yapılan bu değişiklik, sıradan insan üzerinde, başkaları tarafından yapılan şeylerin artık kendisinin olduğu algısı yaratır. Tıpkı doktordan elde edilen bilgiyle "sağlığım" denmesi gibi finans uzmanından alınan bilgi sonucunda da "param" denir. Bundan sonra yüklemler mal cinsinden, istekler ise kıt bir kaynak için girişilen rekabet cinsinden belirtilmeye başlanır. "Hisse senedi almak istiyorum" cümlesi "alım yapmak istiyorum"a döner. Özne ilk cümlede eylemi yapan kişi konumundayken ikinci cümlede yatırımcı kişiliğine bürünmüştür. Böylece malı tüketen bir tüketicidir artık. İşte kilit dönüşüm buradadır. Eğer bugün finansal sistem bir casino'ya dönüştüyse, pay almak için girişilen bu rekabetin sonunda nasıl bir kumar yarattığını söylemeye fazla lüzum yoktur herhalde. Çünkü insanlar birer isim olarak algıladıkları şeyler hakkında artık kumar oynamaya başlamışlar demektir.

"Fiyatlardaki toparlanma", "Hisse senetlerindeki düzeltme" ya da "risklerin fiyatlanması". Eminiz birçok kişi neden bahsettiğimizi tam olarak ve kesinlikle anlamıştır. Bu algılama şeklini değiştirmek artık pek kolay değil. Hele bunları büyük bir inançla söyleyenler bir de iyi eğitim almış parlak kişilerse...

Belki bize bir şey söylemek düşmez. Ama hayatı boyunca okula gitmemiş dünyanın en büyük düşünürlerinden Eric Hoffer'in başyapıtı "Kesin İnançlılar"da söylediği şu söz belki bir yanıt olabilir: "İnsanlar sadece anlamadıkları şeylerden kesinlikle emin olurlar!"

Hadi canım, öyleyse yeniden fokuslanalım!

9 Aralık 2013 Pazartesi

Mugabe'ye dönüşmeden Mandela olmayı düşleyen üniversiteli!

Üniversite öğrencilerinin büyük bir kısmı finans sektörüne bir yerlerinden girme telaşında. Uzaktan parlak görünen, paraların havada uçuştuğu, herkesin ortalamanın üstünde giyindiği ve mütevazi bir küstahlıkla insanları küçük gören bu yapının bir parçası olabilmeyi hayal ediyor. Üniversitelilerin sorusu hep aynı: Bir finans kuruluşunda nasıl iş buluruz? Sahi, nasıl bulurlar?

Elbetteki bazılarının şansı daha yüksek: İş görüşmelerinde sürekli gülümsemeye çalışanların, güzel görünmek için dişlerini beyazlatanların ya da ingilizce öğrenenlerin. Yükselmek içinse şirket içindeki sahte aile ruhunu geliştirmek için gece kulüplerine gidenlerin, daha hızlı merdiven tırmanmak adına şirketin parlak simalarından biriyle evlenenlerin ya da yine yükselmek adına boşananların, çatışmaları yönetmek için liderlik, performansı arttırmak için kişisel gelişim seminerlerine katılanların. Şüphesiz bunların şansı çok yüksek. Peki ama şirketlerin kapısında kuyrukta telaşla bekleyen biriyseniz yapmanız gereken nedir?

İşte burada sonuç tamamen size bağlı. Zaten az olan işlerden birini kapmak istiyorsanız önce piercing'inizi çıkarmanız, berbere gidip uzun saçlarınızı ve sakallarınızı kesmeniz ve kendinize yükselmeye aç, heyecanlı bir acemi çaylak süsü vermeniz gerekir. Yani kısaca kendinizi olduğunuzdan çok farklı göstermeniz gerekiyor. Böylece kendinizi iş verilebilir biri olarak göstermiş olursunuz ve hayallerini kurduğunuz projelerin arasına gömülürsünüz. Alacağınız vasat ama asgari ücretlilerle karşılaştırıldığında yüksek ücretin karşılığı sizi siz yapan şeylerden uzaklaşmanızdır. Artık gönüllü olarak bir çalışma aracına dönüştüğünüz için sizden kendinizi satmanız yani haksız da olsa rekabet ederek öne geçmeniz beklenir. Çünkü aldığınız görece yüksek ücret yaptığınız işe değil gülümsemeniz, kendinizi ifade ediş şekliniz ve şirketin kurallarına uymanıza verilmektedir. Kendi kendinizi ne kadar iyi sömürürseniz o kadar başarılısınızdır artık.

Eğer bir şirkette yüksek ücretli bir iş arıyorsanız yapmanız gereken şey belli: Kendinizden hızla uzaklaşmak! Bu son derece kışkırtıcı fikrin ne kadar doğru olduğunu araştırmak istiyorsanız bir profesyonele başvurabilirsiniz. Ya da eski bir raporda yazan Fransızların saatlik üretimde Avrupa'nın en verimli insanları olduğu yıl aynı zamanda anksiyite ve anti-depresan haplarının da dünya şampiyonu olduğu açıklamasına. Sizce arada bir ilişki olamaz mı?

Yıllar geçtikçe edindiğiniz sayısız bilgi sizi bir sonuca varmaktan özellikle kaçınan uzmanlık terimleriyle konuşan bir finans yöneticisine çevirdiği zaman belki kendi kendinizden uzaklaşmanın ne demek olduğunu anlarsınız. Finans dünyası içinde olmayı mahalledeki çöpleri toplamaktan daha üstün gördüğünüz sürece bu kendinden uzaklaşma fenomenini şirketler daha çok talep edeceklerdir, emin olun. Ve sizlerin birçoğu duvarda M.L.King'in "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’ın beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup 'Burada işini çok iyi yapan bir çöpçü yaşıyormuş' desin" sözünü okuyup etkilendiğinizde, bir outlet mağazasında gizlice alışveriş yaptığınızı bile farketmeyeceksiniz.

Edindiğiniz rasyonel bakış açısı, elinizdeki son ankete göre nutuk atan bir pazarlamacı haline getirecek sizi. Bir kişisel gelişim uzmanının, kendinizi geliştirmek için "Ben=Ben" formülünü saatlerdir size anlattığını fark edemeyeceksiniz. Kendi peşinizden koşup durmanız için tasarlanan kişisel gelişime Fizik bilimi gibi inanacaksınız. Bir sınavda başarılı olamadığı için hayatları mahvolan son derece akıllı ve bilgili insanların yakınmaları size gülünç ve haksız gelecek.

Şirketin hayati meseleleri için önemli toplantılara katılacaksınız. Emin olun, herkesin rol yaptığını anlayacaksınız rahatlıkla ama masanın üzerinde ceset varmış gibi soğuk bir duygusuzlukla masadakilere gülümseyeceksiniz. Basamakları hızlıca çıkmak için dizlerinizin üzerine çöküp yalvardığınız halde böbürlenmekten de geri kalmayacaksınız.

Bu karamsar tabloyu felaket gibi görüyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçek felaket nedir biliyor musunuz; bu kendinden uzaklaşma eğer sizi kaygılandırıyor ama tesir etmiyorsa, ki öyle olduğunu bugün finans sektöründe çalışan kişilere bakınca kolayca anlarsınız; işte gerçek felaket budur. Kaygılanıyoruz ama tesir etmiyor!

Yine biliyoruz ki üniversiteden yeni mezun her genç bu karmaşık dünyada Mugabe'ye dönüşmeden Mandela olmayı düşler. Fakat çoğu sonunda kendisini her hafta The Economist beklerken bulur!

8 Aralık 2013 Pazar

Üzülmeyin şekerim, mühim olan işlem hacmi!

Finansal okuryazarlığı geliştirme yönlü çabaların önündeki en büyük engel hiç şüphesiz yaygın medya aracılığıyla sunulan ekonomi haberciliği. Haberlerin sunuluşu, yorumların yön göstericiliği ve analizlerin uzman dilinde her zaman büyük bir belirsizlik var. Tüm bu kavram ve çıkarım bilgeliğinin sıradan insanın ne işine yarayacağı pek anlaşılamıyor. Hatta insanlarda büyük bir kafa karışıklığı ve gelecek belirsizliği yarattığı bile söylenebilir. Peki ama sunulan bilgi neye hizmet ediyor?

Sıradan yatırımcının ilk amacı ekonomi yorumcularından elde edeceği bilgi ile finansal kararlarına yaratıcılık katmaktır. Ama ekonomi yorumcuları tarafından imal edilen bu bilgi o kadar baskın bir niteliktedir ki sıradan yatırımcı önemsizleştirilerek konunun dışına itilir. Adeta yorumcu sıradan yatırımcıyı kast sisteminin en alt basamağına itiverir. Kullanılan dildeki yapay uzmanlık, tıpkı zenginlerin, sofra adaplarının fakirlere anlatılarak öğretilemeyeceğine inanmaları gibi bir algılama içerir. Yani ekonomi yorumlarının da bir sofra görgüsü ve adaba uygunluğunun olacağına inanırlar. Oysa sıradan yatırımcının, zaten açlık sınırının altındaki geliriyle hayatta kalabilmek gibi bir imkansızı başarmış olduğu dikkate alınmaz. Ekonomi yorumcularının hayatta kalmayı başaramayacakları bir gelirle sıradan yatırımcı denilen insanların onurlarıyla yaşadıkları umursanmaz. Oysa eğer bir yorumcunun sıradan yatırımcıdan farklı olarak bildiği bir şey varsa bunun paylaşması gerekmez mi?

Şüphesiz bilginin, üyelerinin çoğu arasında büyük ölçüde eşit paylaşıldığı kabileler çok gerilerde kaldı. Belki onlara ilkel dememizin en büyük sebebi de bu bilgi paylaşımındaki eşitliktir. Bugünkü yüksek uygarlık seviyemizde artık daha fazla kişi daha fazla şey biliyor ama bu bilginin nasıl uygulanacağı ve diğerlerinin faydasına nasıl sunulacağı pek bilinmiyor. Ekonomi haberciliğimize baktığımızda ise şunu görüyoruz. Sıradan yatırımcının bilmesi gerekenden daha fazlası, bilgili olduğunu sanan biri tarafından tasarlanarak kayıtsız bir zorlamayla sıradan yatırımcıya sunuluyor. Dayatmayla sıradan yatırımcının anlayacağı ve yatırım kararlarını oluşturabileceği düşünülür. Ne kadar da harika değil mi?

Aslında sıradan yatırımcılar bu tür programları izleyerek yüzlerce endeks, veri ve göstergeyi öğrenirler. Uganda'da faiz oranlarının düşürüldüğünü, Fed'in edebiyattan tam not alan parasal politikalarını ya da Çin'in dış ticaret dengesini. Fakat burada önemli bir sorun var. Sıradan yatırımcının bu kavrayışı son derece yüzeyseldir. Tıpkı cep telefonunun nasıl kullanıldığını bilip işleyişi hakkında hiçbir şey bilmemek gibi. Sıradan yatırımcı ekonomi yorumcusunun ticari mal gibi paketlediği bilgiye uyum göstermeye çalışır. Bu durum sıradan yatırımcıyı alacağı yatırım kararları karşısında gittikçe daha güvensiz bir hale getirir. Sıradan yatırımcının öğrenme dengesi altüst olmuştur artık. Bundan sonra edineceği bilgi, kendi yaptıklarından da çok az şey öğrenmesi sonucunu getirecektir. İşte bu nokta maalesef finansal okuryazarlığın durduğu noktadır.

Söylediklerimizi basitçe özetleyerek son noktayı koyalım. Eğer bu ekonomi yorumcuları bir doğum uzmanı olsalardı, kendilerine, "tüm denemelerimize rağmen çocuğumuz olmuyor" şikayetiyle gelen bir aileye muhtemelen şu yanıtı vereceklerdir: "Üzülmeyin şekerim, mühim olan işlem hacmi!"

3 Aralık 2013 Salı

Anormal bir duruma verilen anormal tepki normaldir?

Ekonominin dinamikleri, piyasa göstergeleri ve günlük gelişmeleri yorumlayamayanlar başta olmak üzere öngörülerini teyit yanılsaması gereği belli bir uzmana dayandırmak isteyenler ve finansal okuryazarlığı yetersiz olanlar için medyatik ekonomistleri takip etmek zaruri bir ihtiyaçtır. Bu anlamda son zamanların şüphesiz en medyatik ekonomistleri tüm kehanet enerjisini Nobele adamış Roubini ve bu zevki yeni tatmış Shiller'dir diyebiliriz. Artık hangi gazeteyi, dergiyi ya da internet sitesini açsak bu iki ekonomisti görüyoruz. Peki bu ekonomistlerin yorumlarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu sorunun yanıtını bulmak için çok derin bir araştırma yapmayacağız. Sadece bugünkü yorumlarına göz atacağız. Roubini aynen şöyle söylüyor: "Türkiye'nin başlıca büyük şehirlerinde gayrimenkul balonunun oluşumunu gözlemlemek mümkün. Bu piyasalarda, konut fiyatlarının hızlı artışı, bunun gelir düzeyleri ile oranlandığındaki yükselişi dikkat çekiyor." Shiller'in yorumu ise şöyle: "Ben şu anda bir alarm olduğunu ifade etmiyorum. Fakat bir çok ülkenin borsası rekor yüksek seviyeleri test etti ve bazı konut piyasalarında fiyatlarda keskin çıkışlar meydana geldi."

Her iki yorumu birlikte düşündüğümüzde son derece sığ, basit bir neden sonuç ilişkisine dayanan, zorlama bir keskin çıkarım sunan ve söylenilenden çok söyleyenin kişiliği üzerinden anlam çıkarılabilecek yorumlar oldukları rahatça söylenebilir. Roubini'nin Türkiye üzerine çıkarımı ise tamamen uydurma. Çünkü büyük şehirlerde konut balonu olduğunu gösteren hiçbir sağlıklı rakama sahip değiliz. İşçi ve memur maaşları dışında gelir düzeylerinin ne olduğu konusunda da bir veri yok. Yani tamamen dedikodular ve yetersiz rakamlar üzerinden yapılmış bir kehanet. Shiller'inki ise son derece yüzeysel. Eğer Amerika'da finans dersi ilkokullarda okutuluyorsa çocuklar bile bu yorumu yapabilir. Peki ama bu ekonomistler bu basit yorumları yaparken nasıl oluyor da şöhretli olabiliyorlar? Bu ekonomistler gerçekten zeki kişiler mi?

Psikoloji bilimi varlığını güçlendirmeye başladığı 1900'lerin başından bu yana şüphesiz en güçlü saldırısını yazar Ken Kesey'in "One Flew Over the Cuckoo's Nest" romanının baş kahramanı Randle McMurphy'den almıştır. Randle'ın anti-psikiyatri hareketi karşıtı hikayesi bugün birçok kişinin zihnine kazınmıştır ama yine de kısaca özetleyelim. Son derece zeki biri olan Randle deli numarası yaparak uzun süre kalması gerektiği hapishaneden kurtulur ve bir akıl hastanesine yerleştirilir. Randle şimdi daha rahattır. Hapishaneden kurtulduysa, bir tımarhaneden kurtulması da pek vakit almayacaktır. Planını uygulamaya koyar ama koğuş arkadaşları gözüne takılır. Her biri derin bir psikolojik probleme sahiptir ve psikologlar bu insanları iyileştirememektedir. Randle buradan kaçmadan önce son bir iyilik yapmak ister ve arkadaşlarına yardım eder. Kendi geliştirdiği tekniklerle arkadaşlarının psikolojik problemlerine çözüm bulur. Randle'ın zekası gerçekten büyüleyicidir. Fakat Randle'ın çözemediği bir problem içten içe kendisini kemirmektedir. Hastanedeki otoriter hemşire Ratched'tir bu. Her ikisi arasında baştan beri amansız bir çatışma vardır ve bir yerden sonra bu çatışma Randle için dayanılmaz hale gelir. Akılcı örgütlenme akılcı olmayan bir sonuca doğru hızla gitmektedir. Çılgın ve acımasız bir sistem içinde kapana kısılmış gibidir zeki Randle. Sonuç ise son derece anormaldir. Ya da başka bir şekilde söylersek anormal bir duruma tepki olarak verilen anormal bir yanıt olduğu için normaldir. Hapishaneden deli taklidi ile kaçmayı başaran zeki Randle bir akıl hastanesinde sonunda gerçekten delirmiştir.

Sinema tarihinin en başarılı karşı kahramanı olarak bilinen Randle tiplemesiyle oskar ödülü alan Jack Nicholson'un oynadığı Ken Kesey'in romanından uyarlama filmin adı herkesin tahmin edebileceği gibi Guguk Kuşu'ydu. Guguk Kuşu bugün hala piyasa toplumunun yanılsamalarını en çarpıcı şekilde ortaya koyan eser olarak gözükmektedir.

Ne Roubini ne de Shiller bu yorumları yapabilecek kadar sığ insanlar değildir. Fakat piyasaların örgütlü yapısı ve birçok değişkene bağlı sistemli işleyişi karşısında basit çıkarımlar ile öngörüler yapmak ellerinden gelenin en iyisidir. Piyasalar bu ekonomistleri adeta bir Popstar'a çevirdiklerinden özdenetimleri giderek erimektedir. Tıpkı Randle gibi zekice hamleler ile geldikleri noktadan, sıradan insanların daima gelecekte ne olacak sorularına yanıt vermekten tutarsız bir astroloğa dönüşmüşlerdir. Toplumun kendilerinden beklediği artık anlık kararlarına dayanak olmalarıdır. O nedenle bu insanlar bir zamanların krizi ve konut balonunun patlayacağını öngören dahi ekonomistleri değillerdir. Artık toplumun asılsız isteklerine yanıt verebilmek için damgalanmış karşıt kahramanlardır. Randle gibi delirmemişlerdir belki ama ekonomiden biraz anlayan sağduyulu insanlar için yapılan bu yorumlar güçlü bir patolojik işaret taşımaktadır.

Şimdi sonuç üzerine düşünebiliriz. Ne dersiniz, sizce bunlar anormal midir; yoksa anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki olduğu için normal mi?