26 Ocak 2014 Pazar

Cyc-lam(tir)-ate gitsin!

Sokaktaki vatandaşın kafası son günlerdeki ekonomik gelişmeler sonrasında bir hayli karışmış görünüyor. Ekonomi bilimine uzak olanlar ekonomi kanallarındaki yorumcuları dinlediklerinde nasıl düşüneceklerine bir türlü karar veremiyorlar. Yıllardır ekonomiyi uzaktan da olsa takip edenler yüksek faizin ne bela bir şey olduğunu öğrenmişlerdi. Ama ekonomi yorumcularının, son günlerde Merkez Bankasının faizi yükseltmemesi nedeniyle açtıkları yaylım ateşini gördüklerinde bildikleri hatalı mı acaba diye düşünmeye başladılar. Kurların yükselmesinin büyük finansal krizlerin habercisi olduğunu bilen sokaktaki vatandaş bu defa ekonomi kanallarındaki yorumcuların kurların yükselmesi gerektiği yönündeki yorumlarını dinlediğinde neye inanmaları gerektiği konusunda şüpheye düştüler. Peki ama yaygın ekonomik sağduyunun bu kadar kısa sürede değişmesi nasıl açıklanabilir? Yüksek faiz tehlikeliyken, yüksek kur öldürücüyken neden yorumcular şimdilerde tersini savunuyorlar?

Bu yorumları yapan ekonomi yorumcularına farklılığın nedenini sorduğunuzda alacağınız cevap ekonomi teorilerinin sabit olmadığı, modellerin farklı varsayımlarda farklı sonuçlar verdiği, piyasaların yapısının değişken olduğu, vs. olacaktır. Canım kardeşim, sen bu açıklamaları kendi meslektaşlarına yaparsın; bize anlayacağımız bir dille cevap ver bir zahmet. Emin olun, bu yanıtı verecek çok fazla uzmana rastlayamazsınız. Çünkü hiçbir ekonomi yorumcusu, sokaktaki insanın psikoterapisti ya da rehber öğretmeni değildir. Onlar bildiklerini söylerler ve giderler. Amaçları, uzman bilgilerinin yatırımcıların kararların önüne geçmesini sağlamaktır. Ama sokaktaki insanın bu tür bilgiyi kendi yaşam dünyası içine yerleştirmesi kolay değildir.

Ekonomi yorumcularının ekonominin belli dallarında uzman oldukları kesindir. Fakat ekonomi bilimi son derece geniş bir bilgi sistemine sahip olduğu için kişilerin uzman bilgisi daima sınırlıdır. Hiçbir ekonomi uzmanı, muazzam derecede karmaşıklaşmış ekonomi biliminin birkaç ufak bölümünden fazlası üzerinde gerek bilgi gerekse biçimsel yeterlilik anlamında bilgi sahibi olması mümkün değildir.

Bugün artık hiçbir şeyin sır olmadığına inandırılsak bile bu doğru değildir. İlkel toplumlarda tüm bilgi kişinin yaşadığı yerel çevrede yaşamanın gereklerine uyarlanmış biçimdeydi. Bugün televizyon kanallarında dinlediğiniz hangi ekonomi yorumu için bunu söyleyebilirsiniz? Yanıtı vermekte zorluk çekiyorsanız daha basit bir sorunun yanıtını vererek başlayabilirsiniz: Acaba elektrik düğmesine bastığınızda elektriğin teknik olarak ne olduğunu biliyor musunuz?

Ekonomi yorumcularının bizlerin faydasına sundukları bilginin günlük yaşamın süzgecinden geçmediği oldukça açıktır. Fakat buradaki temel sorunun sokaktaki vatandaşın eğitim sorunu olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Kendi arabanızı onarmayı, evinizin su tesisatını yenilemeyi, çatınızı aktarmayı yapamamanızdaki temel sorun neyse ekonomik yorumları günlük hayatın içine koyamamak için de aynısı geçerlidir. Finansal okuryazarlık kilit meseledir.

Fakat sokaktaki vatandaş nedense çözümü finansal okuryazarlığını arttırmakta değil de "hepimiz sıradan insanlarız" şeklinde savunma yapmakta bulur. Yani bilgisizliğe karşı pragmatik bir kabulleniş tutumu takınır. "Benim tek başıma yapabileceğim bir şey yok" savunması ile de risk çok küçükmüş gibi algılanır. Oysa sokaktaki insanın bu tür kabullenişindeki risk oldukça yüksektir. Ekonomik hayatın kişiler tarafından yönetilememesi "tüyo" bekleyen, kurun ne zaman yükseleceği konusunda içeriden bilgi bekleyen ya da altın fonlarına fiziki altına yatırım yaptığını sanarak para yatıran yatırımcı profili ortaya çıkarır. Bilgisizliğe karşı verilen savunmanın yarattığı psikolojik maliyetin ne kadar yüksek olduğu yapılan yatırımlar sonrası oluşan zararın ardından ortaya çıkar.

Özetlemek gerekirse, ekonomi yorumcularının gün boyu televizyon kanalları veya yaygın medya aracılığıyla bizlere sundukları bilgi bölük pörçük ve tutarsızdır. Bu tür bir ekonomi bilgisi meslektaşlar, arkadaşlar veya yakın kişiler arasında birinden diğerine aktarılan dönüşümlü bilgiden başka bir şey değildir. Buna karşın sokaktaki vatandaşın mücadeleci girişimden kaçınma şeklindeki davranış kalıbı mutlak duygulara yol açar. İyimserlik veya kötümserlik gibi pragmatik kabulleniş biçimleri yaratır. Bunların sonucunda da kayıplar.

Girişte sorduğumuz sorunun yanıtı bekleyenler varsa onu da hemen verelim. Üniversite öğrencisi Michael Sveda ateş düşürücü bir kimyasal üzerinde çalışırken elindeki sigarayı yere düşürür. Sigarayı tekrar ağzına götürdüğünde üzerinde çalıştığı maddenin tatlı olduğunu fark eder. Siklamet (cyclamate) o günden bugüne dünyanın en yaygın tatlandırıcılarından biri olarak kalır. Fakat tartışmalar hiç bitmez. Önce güvenilir bir madde olarak tanımlanır. Sonra kanserojen denir. Sonra yiyeceklerde yasaklanır. Ardından içeceklerde serbest bırakılır. 1984'te kanserojen olmadığı belirlenir. Bir yıl sonra, sakarinle kullanıldığında kanserojen olduğu açıklanır. Kısa bir süre sonra, sadece yapay tatlandırıcı olarak kullanıldığında yararlı olduğu söylenir. Siklamet üzerine açıklamalar biz bu yazıyı yazarken hala devam ediyordu. Kısaca söylemek gerekirse ekonominin tüm teorileri de siklamet gibidir. Karar size kalmış; finansal okuryazarlık geliştirilmediği sürece Cyc-lam(tir)-ate gitsin!

19 Ocak 2014 Pazar

Nasıl becerdin?.. Worldbank'la canım worldbank'la!

Ekonomi ya da finans ile ilgili raporların ilk cümleleri genellikle aynıdır. Dünya Bankasının (World Bank) büyüme tahminlerine atıfta bulunularak konuya giriş yapılır. Tahmin piyasasının aordu Dünya Bankasıdır desek abartı olmaz. Yıllardır bitmek tükenmek bilmez bir enerjiyle ülkelerin büyüme oranlarını tahmin ederler. Sizce ne kadarı tutmuştur bu tahminlerin?

Bu sorunun yanıtını bulmak için Dünya Bankasının ülkemiz için öngördüğü büyüme rakamlarına ve bir sene sonraki gerçekleşmelere bir bakalım isterseniz. 2008 yılı için tahmin edilen %3, gerçekleşen %0,9, 2009 için tahmin edilen %1,7, gerçekleşen %(-4,8), 2010 için tahmin edilen %4,9, gerçekleşen %9,2, 2011 için tahmin edilen %6,1, gerçekleşen %8,8 ve 2012 için tahmin edilen %2,9, gerçekleşen %2,2. Şimdi siz söyleyin, bu tahminler ne kadar isabetli?

Çok açık söylemek gerekirse, bir maymun bile daha iyisini yapabilirdi. Sorsanız size günlerce anlatacakları, nükleer santral karmaşasında modelleri vardır. Fakat ortaya çıkan sonuç gerçekten rezalet. Bu başarısızlığı gördükten sonra borsa tahmincilerine, finansal astrologlara ve hatta kur tahmini yapan Merkez Bankası başkanlarına insanın kızası gelmiyor. Söz konusu geleceği tahmin etmekse Nostradamus kılıklıları aşağılamaktan geri kalmazken, sıra ekonomi ve finans tahmincilerine geldiğinde, nedense aynı eleştirel bakış açısını maalesef gösteremiyoruz. Peki ama neden?

Bir kısım istatistiki ve matematiksel modellerle tahmin yapmayı bilimsel adletmek gibi çok eski bir değerlendirme hatasına düşüyoruz. Bu hatanın kökleri psikanalizin yaratıcısı Freud'a uzanır. İnsanları bir sandalyeye oturtarak, tüm psikolojik olguların bir neden sonuç ilişkisi ile belirlendiği inancıyla, kişisel vahye dayanan bir sistemi bugün bile bir bilim dalı saymayı maalesef Freud'dan öğrendik. Oysa Freud'un hipotezleri bilimsel olarak kanıtlanabilir değildir. Seans sırasında doktor tarafından yapılan gözlemlerin kişisel önyargılar ile çarpıtılabileceği gözden kaçırılır. Otoritelere göre, Freud'un öne sürdüğü tüm kuramların hatalı olduğu ortaya konulsa da Freud düşünce biliminde önemli bir çığır açmıştır.

Fakat Freud'un klinik anlatımı mükemmel olsa da nedensel açıklamalarının tümünü çocukluktaki deneyim ve fantezilere bağlaması, zihni orantısız indirgemedeki çarpıklığı açıkça ortaya koyar. Üstelik tüm teorilerinin kişisel gözlem ve rüyalarından oluşması da düşündürücüdür. Kişisel deneyimin teorileştrilmesi bilimsellik adına büyük bir hatadır. Freud'un tüm teorilerinin eleştiriye kapalı hali ve kanıtlanabilir olmamaları bir bilim değil inanç sistemi olduğunu gösterir aslında. Her türlü histeri vakasının nedeninin cinsellik olduğunu söylemek nevrotik belirtilerin gerçek olaylardan değil fantezilerden kaynaklandığını söylemek kadar akıldışıdır.

İşte gelişen kapitalizmle birlikte psikolojik sağlık ve hastalık arasındaki ayrım bulanıklaşmaya başlayınca gittikçe daha çok insan, günlük yaşam sorunları için psikanalistlerin kapısını aşındırmaya başlamıştır. Hastanın parası varsa tedavi sonsuza kadar sürer. Neredeyse yaşamın anlamını bulma yolu haline gelen psikanaliz dünyevi bir din yerine bilim gibi algılanmaktadır. Üstelik bir yaşam biçimi şeklini de alarak...

Tıpkı Psikanalizin bir bilim dalı ve bir yaşam biçimi gibi algılanması gibi ekonomik tahminler de ekonomik hayatın bir parçası ve hatta saygı duyulan bir bilimi haline gelmiştir. Teknik analiz gibi son derece sofistike modellerle insanlara bilimsellik aşılanmak istenmektedir. Bunun sonucunda ortaya çıkan da tıpkı Dünya Bankasının büyüme tahminlerinde olduğu gibi büyük bir yanılgı ve aptallıktır. Öngörüler, zaman içinde aptallığın derecesi ortaya çıkmasın diye "revize" adı altında makyajlansa da tahmin edilen ile gerçekleşen arasındaki uçurum oldukça büyüktür. Finansal okuryazarlık geliştirilmediği sürece de bu uçurumlardan düşenler maalesef hep küçük yatırımcılar olacaktır.

Piyasalar ile ilgili öngörülerin tamamının Dünya Bankasının büyüme rakamlarını referans aldığı düşünüldüğünde, savunmasız yeni yetme piyasa oyuncularının yatırım kararları başarısızlığının psikoloğa gitmekten başka çözüm yaratmayacağı ortadadır. Bir zamanların efsane reklamı Mintax'ta sorulan "Nasıl becerdin?" sorusunu analistlere sorarak son noktayı koyalım: "Worldbank'la canım worldbank'la!"

13 Ocak 2014 Pazartesi

İşi başından aşkın dünyaya iş dünyası diyoruz!

Üniversiteden mezun olan gençlerin büyük çoğunluğunun amacı bir şirkette çalışmak. Alacakları ücret ya da yapacakları iş bu amacın arkasında kalıyor bile olabilir çoğu zaman. Performansa bağlı post kavgasının içine girmiş olmak ailelerin bile en büyük ideali olmuş. Şirket kültürüne duyulan inanç artık bir salgın hastalık gibi hızla yayılıyor. Ne dersiniz, sizce bu ışıltılı dünya bir hokus pokustan ibaret olabilir mi?

Antropomorfizmin insanı biçimselleştirmesi gibi şirketlerde de insana benzer bir yapının olduğunu söyleyen sapkın örgütlenmeciler hala çoğunluğunu koruyor. Ama emin olun, şirketi anlatan kitaplarda verilen imajın tersine, şirketin ne kalbi ne kolu ne de damarları vardır. Şirketlere insani özellikler atfeden tüm bu metaforlar, onun yarattığı çatışmaların, tıpkı psikosomatik hastalıklar gibi çözülebileceğine inanılmasına zemin hazırlar. Ama bir şirket ne nevrotik ne de paranoyaktır. Oysa işleyiş şekli çalışanları nevrotik ya da paranoyak yapar. İşte şirketi insani biçimselliğe sokan yaklaşımların temel amacı, şirketlerin kendisinin hasta olabileceği, çalışanların olmayacağı yönünde göz boyamaktır.

İnsanlar şirketlerde çalışmaya başlayınca, şirketlerin kendilerini psikolojik olarak hasta edebileceğini anlamaya başlarlar. Oyunun kuralları yazılı olarak tanımlansa da aslında tanımsız olduğunu görürler. Ortamın tutarlı ve sabit değil tedirginlik veren bir değişim gösterdiğini kavrarlar. Yaptırım veya takdir biçimlerinin söylendiği gibi adil ve istikrarlı değil tutarsız olduğunu fark ederler. Verilen sözlerden tutulanların tutulmayanların yanında çok az olduğunu anlarlar. Şirketin bu paradoksal yapısı sonuçta ortaya iki tip çalışan çıkarır: Mutlak bir güç duygusuna inananlar ve kayıtsız şartsız bir teslimiyet içine girenler. Kullanılan çift anlamlı dil bile bir süre sonra insanların psikolojisini bozmaya başlar. Farklı anlamlar yüklenen başarı, mükemmellik, performans, kalite gibi kavramların aslında aynı anlama geldiği birçok kişide sadomazoşist dürtüler yaratır. Şirketin yarattığı psişik ıstırap ve ilişkiler ağı maalesef sonunda "kafayı sıyıran" çalışanlar yaratır. Bu ortam çok geçmeden yöneticileri de, sorunu doğuran süreçlerden ziyade çalışanların davranışlarına odaklanmaya iter. O andan sonra başlayan şey mobing, stres ya da depresyondur. Şirket içindeki hatalı eylemlere müdahale edemeyen çalışanlar ise artık birbirlerine saldırmaya başlamışlardır. Bu savaştan güçlü çıkan tek şey kendi başının çaresine bakma mantığı olur. Yani saldırganlık kişiden kişiye sıçrayarak sürer gider.

Bugün artık muhasebe ve finans değerlendirmelerinin insani ve toplumsal değerlendirmelere üstün geldiği bir şirketleşme çağında yaşıyoruz. Ücretliler karlılığın sunağında arka arkaya kurban ediliyor. Şirketler rasyonel talimatlar, sofistike kontrol teknikleri ve gelişigüzel yargıların bir karışımı şekline bürünmüş haldeler. Adeta libidinal enerjiyi işgücüne döndüren değirmenler gibiler. Yazık!

Sanırız fark etmişsindir; işi başından aşkın dünyaya da iş dünyası diyoruz.

12 Ocak 2014 Pazar

Sen Fibonacci'yi öğrenedur; borsada bir kişiye yedi keriz düşüyor!

Ekonomi kanallarına her sabah göz attığınızda finansal astrologların yorumları ile karşılaşıyorsunuz. Destekleri, dirençleri, kur ve endeks tahminlerini öğrenerek piyasaların gün içinde nasıl hareket edeceğini görüyorsunuz. Gelişmiş yazılımlar ile yapılan bu matematiksel hesaplamalara inanmamak elde değil. Bir de konuşan kişi "uzman" olunca. Artık yapacağınız tek şey kalıyor geriye, inanmak. Fakat finansal piyasaların ruhuna biraz meraklı biriyseniz, akşam eve döndüğünüzde, sabah dinlerken not ettiğiniz tahminlerin gerçekleşip gerçekleşmediğini öğrenmek isteyebilirsiniz. Fakat göreceğiniz şeyin ne olduğunu size söyleyebiliriz. Tahminlerin bir teki bile doğru çıkmayacak. Deneyin, göreceksiniz.

"Ama siz de çok insafsızsınız" diyenler olacaktır. "Adamcağız nerden bilsin borsanın o gün çalışmayacağını kuzum!" İşte, biz de tam bunu diyoruz. Tıpkı o gün borsanın hizmet vermemesinin hiçbir program tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı gibi sayısız değişkenden etkilenen ekonominin, tarihi analizlerle öngörülmesi de mümkün değildir. Peki ama insanlar bu analizleri dinlerken nasıl düşünmesi gerekiyor öyleyse?

Sorun biraz da düşünce sistemimizdeki bir algılama hatasından kaynaklanıyor. Akıllı sandıklarımızın sahtekar, sahtekar sandıklarımızın akıllı olabileceğini düşünememek gibi psikolojik bir değerlendirme yanlışlığı yapıyoruz.

Dennis Nilsen, on beş kişiyi öldürüp dolabında saklamıştı. Jeffrey Dahmer ise on yedi kişiyi öldürüp cesetlerin bazı kısımlarını yemişti. Yakalandıklarında psikolojilerinin bozuk olduğuna herkes emindi. Sokaktaki insan haklı görünüyordu ama gerçek öyle değildi. Mahkemenin yaptırdığı tetkiklerde her iki katilde de manik-depresif bir bozukluk olmadığı, şizofreni belirtisi taşımadığı, ilaç veya fiziksel bir rahatsızlığa bağlı herhangi bir ruhsal hastalık göstermedikleri görüldü. Yani her iki seri katil de modern psikiyatri tanı ölçütlerine göre normaldi.

Buna karşın David Koresh, Jim Jones gibi yüzlerce kişinin ölümüne neden olan tarikat liderleri başta olmak üzere birçok sahtekar, karizmatik kişilikleri nedeniyle yıllarca normalmiş gibi değerlendirilmişlerdir. İnsanların güvenini kötüye kullanan bu sahtekarlar aslında psikolojik olarak hasta kişilerdi. Fakat ne yazık ki sokaktaki insan akıllıları deli, delileri akıllı sanmada yine başarılı olmuştu.

Finansal okur yazarlığı henüz "lale soğanı çılgınlığı" seviyesinde olan sokaktaki vatandaş için bu tür uzman bilginin mutlak gerçek gibi sunulması oldukça tehlikelidir. Uzman görünüşü altındaki kişilerin kendi matematiksel fantezilerine aşırı derecede inanmış görünüşleri insanları da etkilemektedir. Coşkulu ve karizmatik duruşları da eklenince bu tür kişilerin ne tür bir psikoloji ile bu tür tahminleri yaptıkları gözden kaçırılıyor. Yani kendi yatırım dünyamızın Jim Jones'larını, David Koresh'lerini yaratmış oluyoruz.

Kurbanlarından para elde etmek için onları kandıran birinin sahtekarlığına inancımız tamken; bu tür yorumları, diğer kanalların evlenme programları verdiği saatlerde, hemen hemen aynı entellektüellik seviyesine sahip izleyicilere sunmak sahtekarlık, paranoyak bir sanrı ya da psikotik bir bozukluk değil de nedir öyleyse?

Unutulmamalıdır ki, gelişen bir piyasada güven sahtekarları her zaman olacaktır. Önemli olan kendimizi bunlardan nasıl koruyacağımızdır. Anthony Storr gibi bazı psikoloji otoritelerine göre kendisi de bir güven sahtekarı olan Carl Gustav Jung'un toplumda bilinenden çok daha fazla şizofren olduğu fikrine inanmamak elde değil. O nedenle görev yine sokaktaki insana düşüyor. Hiçbir kanıtı olmayan ve eleştirel olarak incelemeye açık olmayan teknik analiz gibi "finansal inanç" sistemlerine artık itibar edilmemelidir. Finansal okuryazarlığı geliştirmek, hem korunmanın hem de yatırımlardan kazanç elde etmenin tek yoludur.

Kuşkusuz bu yazılanları kaba bularak bir kalemde silecekler mutlaka olacaktır. Ama emin ol, sen desteği, direnci, Fibonacci'yi öğreneyim derken; borsada bir kişiye yedi keriz düşüyor...

9 Ocak 2014 Perşembe

Üniversiteli çöpçü!

Finansal kuruluşların gösterişli yapısı üniversitelerden yeni mezun gençleri cezbetmeye devam ediyor. Reklama düşkün finans şirketlerinde çalışmak için herkes kuyrukta. Herkes bu ışıltılı dünyanın içinde yer almak istiyor. Makina mühendisi makinalarla, elektronik mühendisi devrelerle veya matematikçi denklemlerle ilgilenmek yerine parayla ilgilenmeyi tercih ediyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Fakat mesleki idealler bir yana bırakılarak girilen bu yolculuk zaman içinde mutsuzluğu da beraberinde getiriyor. Finans sektörünün hiç de uzaktan göründüğü gibi parlak bir dünya olmadığı anlaşılıyor. Basit bir iç hesaplaşma ve yüzleşmede bile kişiliğin uğradığı tahribat kolayca ortaya çıkabiliyor. Sonrasında da kırılma, yılma, stres ve mücadele ile dolu günler başlıyor. Finans dünyasının uzaktan göründüğü gibi olmadığı anlaşılıyor. Herkese eşit şans verildiği söylense de hiç de öyle olmadığı kısa sürede ortaya çıkıyor. Birçok insan gençlik hayallerini unutup yıllarca aynı pozisyonda çalışmayı sürdürüyor. İster istemez insanın aklına şu soru geliyor: Finans dünyasında başarılı olmanın bir formülü yok mu? Belki de tüm gençliğini adadığı mesleğini bırakıp finans sektörünü seçenlerin bilmesi gereken bir şey yok mu?

Finans dünyasına adım atmayı düşünen farklı mesleklerden gençlere finans dünyasının altın anahtarının ne olduğunu söylemeden önce iRRasyonel'e gönderilen bir okur mesajını paylaşalım istiyoruz: "Finansal piyasalarda üç ayımı doldurdum. Üniversitede iken finansal piyasalara atılmak için tabirimi mazur görün kuduruyordum. Neden? Oynayan grafikler, akan rakamlar, gösterişli bir dünya. Fakat makyaj iyi yapılmış. Bu piyasalar bilimin sözünün geçmediği, güzel Türkçe konuşan modern(!) insanların günü X destek ve Y direnç seviyeleri ile kurtardığı, sıradan vatandaşın kandırıldığı, kıvırmayı öğrendiğiniz bir yer! Uzman sıfatların kartvizitlerine bakıp göğüs kabarttığı, kamera karşısına geçmeyi başarı gördükleri bir yer!" Ne dersiniz, bu sektör temsilcisinin özeleştirisi sizce de çarpıcı değil mi?

İtiraf etmek gerekiyor ki bu açık sözlü eleştirinin herhangi bir yerinin hatalı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Üstelik sektörün gerçek doğasını deşifre etmek yetisine sahip insan sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Gelin şimdi buradan hareketle finans dünyasına gireceklere altın kuralın ne olduğunu anlatmaya başlayalım: Marx&Spencer'in CEO'su Luc Vandevelde 2001 yılında 38 mağazalarını kapattığını ve böylece hissedarlara 2 milyar pound kazandırdığını açıklamıştı. Bu başarı karşılığında kendisine 15 milyon pound performans primi verilmişti. Finans dünyasında başarının altın kuralını anladım diye içinizden geçiriyorsanız biraz bekleyin. Hissedarlara ya da yatırımcılara para kazandırmanız sizi başarılı kılmaz. Sizi başarılı kılacak olan şey şudur: İki değerler sistemi arasındaki çelişkiye önem vermemek!

Luc Vandevelde o gün bu açıklamayı yaptığında binlerce insan grevdeydi. Çünkü işlerinden olmuşlardı. Fakat bu hiç önemli değildi. CEO'nun hizmetinde çalıştığı şirket için hakikat finansal mantıkta saklıdır. Yani hissedarların ne kazandığı önemlidir. Oysa işten çıkarılan insanlar için hakikat mesleki bir takdir ve ailesini geçindirmek için alacağı ücrettir. Yani varoluşsal bir gereklilik. İki değer sistemi arasında kalan CEO bir şeyi iyi bilir: Her iki anlam da semboliktir. Ne hissedarların daha çok kazanması ne de işsiz kalanların açlıktan ölecek olması gerçek hakikatler değildir. Ona göre hakikat karlılık, marjlar, endeksler ve kurlardır. Eğer rakamlar iyi değilse firma ölüyor demektir ve bundan daha önemli bir hakikat olamaz. Oysa öte tarafta , kazandıklarını hayatta kalmak için harcayan insanlar sırf CEO kadar hesap kitap yapmayı bilmedikleri için acımasızca çaresizliğe terk edilmişlerdir.

Sanıyoruz anlatabilmişizdir. Eğer öğrenmek için yıllarınızı verdiğiniz mesleğinizi bırakıp finans dünyasına girecekseniz şunu bilmeniz gerekir. Finans sektöründe başarının altın kuralı iki değerler sistemini de sembolizm düzeyine indirgeyebilmektir. Hakikat birilerinin daha fazla kazanması için birilerinin ölmesi değil, rakamların büyülü dünyasıdır. Başarılı CEO'ların ciddiyet ve pragmatizm örtüsü altında yaptıkları tek şey yerel ve insani gerçeklere temas etmeden soyut rakamlara dalıp gitmektir. İşte hepsi bu!

Mesleğini bırakıp finansçı olmayı düşünen üniversiteli! Paranın dilinin bilindiği bir sektörde çalışmak sana saygı getirecek diye bekliyorsan çok bekleme. Çünkü kimse "ünversiteli finansçı"sın diye sana saygı duymaz. Ama emin ol, işini iyi yapan bir çöpçüysen herkes sisteme lanet etse de sana derin bir saygı duyar; çünkü sen bir "üniversiteli" çöpçüsün!

8 Ocak 2014 Çarşamba

Yatırımın altın kuralı:Halayıkken hanım olan kurna kırar tasıylan!

Gelişen finansal piyasalar bir ülkede zengin sayısını arttırırken, paranın emekle orantısız şekilde elde edildiği bu süreç içinde "sonradan görme"lik denilen bir nitelik standardının cilası da parlar. Maalesef gelişen finansal piyasaların ülkemizdeki en somut göstergesi yüksek kurumsallaşma, piyasalara giriş kolaylığı ya da parasal rezerv genişlemesi olmamış; sonradan görme sayısında büyük artış şeklinde gerçekleşmiştir. Artık gözümüzü ne yöne çevirsek sonradan görmelerin tüm kültürü gasp eden açıklamalarını görüyoruz. Gösteriş bağımlısı emlak kralları, canlı şarkı söylerken ilkokul korosundaki gibi sesini kontrol edemeyen yeteneksiz popstarlar, aldığı milyon dolarlara karşı verebildiği tek şey saç baş yoldurmak olan futbolcular, müsamere kıvamındaki dizi oyuncuları ve daha bir çoğu. Tüm bunlara karşın basını ve sosyal medyayı işgal eden açıklamalarını okuduğunuzda ya da videolarını seyrettiğinizde gördüğünüz tek şey sonradan görmeliğin ölçüsüz dışavurumudur. Para ve emek arasındaki orantısız dağılımın bir sonucu olarak ortaya çıkan bu ruh hali ne anlama geliyor dersiniz?

Paranın yarattığı bu bozulmuşluk büyük bir sıradanlık yaratıyor. Sonradan görmelerin neredeyse tamamı sürekli olmadıkları bir şeymiş gibi davranıyorlar. İçine girdiği yeni sınıfın kurallarını sabırlı şekilde öğrenme sürecine tabi olmak yerine, parasız geçen yıllarında özendiği ve paraya sahip olur olmaz da taklit etmeye başladığı kişinin yerine geçmeye çalışıyorlar. Böylece burjuvazinin peşine takıldığını sanıyorlar. Amaç soyluluğa ulaşmaktır. Çünkü soylular diğerlerinin hiçbir zaman erişemeyecekleri bir yaşam tarzına sahip olduklarını düşünürler. Bu bir kopyalama sürecidir. Elde edilen para ile özenilen hayat tarzı taklit edilmeye çalışılır. Sonradan görme taklitçiler soyluların ruhunu elde ettiklerini düşünseler de yaşadıkları hayat görüntü seviyesinde bir parodidir. Soylu sınıfın kodlarını karmakarışık şekilde kombine ederek sadelik yerine rüküşlüğe, zarafet yerine şatafata, soyluluk yerine ise asimile olmuş avama ulaşırlar.

Doğuştan sahip olunmayan soyluluğun parayla satın alınmaya çalışılması eğilimi sonradan görmeliğin temel kodudur. Parasını yaşam tarzına dönüştürme girişiminde abartıya kaçmış, unutturmak istediği doğuştan ait olduğu sınıfı bir kere daha açıkça ortaya çıkarmıştır. Ne derse desin, ne yaparsa yapsın doğuştan soylu olanlardaki rahatlık, kaygısızlık ve yerindelik onda hep eksik kalır. Abartılı giysileri ve doğallığı kaçmış sözleriyle her zaman bayramlıklarını giymiş çocuk gibidir. Tüm çabası doğuştan sahip olduğu sınıfın kodlarını ortaya çıkarmaktan başka bir şeye hizmet etmez aslında. Fakat bunun farkında bile değildir. İnsanların çok parasının olması onları ayrıcalıklı ve soylular sınıfının bir üyesi yapmayacağını bir türlü anlayamaz. O nedenle de sadece başarıya ulaşmış ve yüksek sınıflarca kabullenilmek için tepinen bir birey olarak kalır.

Sonradan görmelerde endişe verici olan küstahlıklarından çok teslim olduğu sınıfın da kodlarını yozlaştırmalarıdır. Amerikan rüyasını taklit eden avam tabakası olmaktan öteye ulaştıkları bir yer maalesef yoktur. Olağanüstü enerjilerini soytarı beceriksizliğinde harcayıp dururlar. Paranın yarattığı medya alt kültürlerinden birine ait olurlar ve genellikle de hep orda kalırlar.

Amerikalılar bu sonradan görme durumunu güzel bir deyişle ifade eder: "Parası olanlar ve para olanlar!" Fakat hiç kimse sonradan görmeliği Türkler kadar güzel anlatamaz; yatırımın altın kuralı olarak aklınızda tutmakta fayda var: "Halayıkken hanım olan kurna kırar tasıylan!"

6 Ocak 2014 Pazartesi

Tatlım, burada yazdıklarım yatırım tavsiyesi değildir!

Bugün sosyal medyada düşüncelerini okuduğum insan sen misin? Oldukça basit bir soru, değil mi? Yanıt kimilerine göre evet: "Görmüyor musun, adım yazıyor ve resmim var; üstelik resmi adresim olduğunu teyit eden bir ibare de koydum; hala anlamadın mı?" Kimilerine göre ise hayır: "Bu hesap uydurma; zaten 50 sene önce ölen bir şairin adını yazdım; hala anlamadın mı?" Sizce doğru yanıt hangisi peki; sosyal medyadaki kişi sen misin?

Herkes iyi bilir ki sosyal medyada insanlara vaat edebileceğiniz tek şey düşünceleriniz ve hayata bakış açılarınızla ilgili sırlardır. O nedenle de göreviniz bu sırları ifşa etmekten başka bir şey değildir. Olayları nasıl yorumladığınız, ne düşündüğünüz, nereye gittiğiniz, ne yaptığınız vs. Tüm bunları ne açıklıkla ifşa ettiğiniz izleyenlerinize olan sorumluluğunuzun derecesini gösteriyor. Öyleyse yanıtı bulduk; sosyal medyadaki kişi sensin!

Eğer yanıtı bulduysak, şu basit soruya da cevap verelim öyleyse: Yaşadığımız hızlı değişen dünyanın bizi neye dönüştürdüğünün farkında mıyız acaba? Bize artık bir insan denilebilir mi? Bir oyuncuya, bir taklitçiye, neyi ne için yaptığını bilmeyen birine dönüştüğümüzü görmüyor muyuz? Acaba ironik şekilde bir ruh hastası mı olduk; tüm hayatımızı sosyal medyada ortaya koyarken hem zevk alıyoruz hem de dünyanın sonu mu geldi diye düşünüyoruz. İzlediğimiz kişinin düşüncesini okurken karşımızdaki sanal insanın aslında bir hayalet olduğunu bile fark etmiyoruz.

Bakınız wikipedia'da hayalet nasıl tanımlanıyor: "Ölü bir kişinin duyu organlarından en az biriyle algılanabilir şekilde belirmesi. Ölü bir kişiye benzer görüntü, ses gibi algıların genellikle ölen kişiyle ilgili bir yerde ortaya çıkması söz konusu olur. Hayaletlerin varlığı tartışmalıdır, şüphecileri ikna edecek kesin bir kanıt bulunamamıştır." Bu tanımdan "ölü" sözcüğünü çıkardığınızda sosyal medyadaki kişinin niteliklerine ulaşmış olmuyor muyuz; ne dersiniz?

Nedense hiçbirimiz hayalet bir yana sanal bir organizma olduğumuzu bile kabul etmek istemiyoruz. Ne de olsa resmi adresimiz, öyle değil mi! Ama bir çelişki var. Kare bir deliğin içine bir daire sokmaya çalıştığımızı fark etmiyoruz. Kişiliğimizi kare ile sembolize edersek, alınıp satılan ürünler dünyasını (sosyal medya) sembolize eden daireyi içinden geçirmeye çalışıyoruz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, kare daireden maalesef geçmez. Ya da illa o delikten geçireceğiz dersen, kişiliğimizin bir kısmını törpülemek gerekiyor.

Henüz hiçbir kitabı dilimize çevrilmemiş olan İngiliz sosyal teorisyen Nikolas Rose'un, sosyal medyadaki insan sen misin sorusuna yanıt olacak harika bir teorisi var. Ona göre modern insan kendi halinde bir girişimciye dönüşmüş durumda. Kendi hayatını veya ailesinin yaşantısını ince hesaplarla bir yatırım aracına ya da bir şov programına çevirmek için her türlü hüneri sergiliyor. Tüm gününü, varlığını kapitalizmin bir ürünü olarak kurgulamakla geçiriyor. Belki de aradığımız yanıt Rose'un sözlerinde saklı: Kendi halinde bir girişimci!

Yanıt her ne olursa olsun ortada tek bir gerçek var. Artık modern insan daha fazla kişiyle ilişki kurmak için adeta birbiriyle yarışıyor. Hazırcevaplığı, kendini pazarlamayı, bilgisi ve fikri olmadığı konularda bile ahkam kesmeyi öğreniyor. Artık hayaletlerle yaşamayı hepimiz öğrendik. Diyecek bir şey yok. Kim olduğunuza siz karar verin. Ama yine de hatırlatmakta fayda var: Tatlım, burada yazdıklarım yatırım tavsiyesi değildir!

2 Ocak 2014 Perşembe

Vücudun iyi para eder!

Ortalama bir ülkenin elli yılda yaşayacağı gündemi bir haftada yaşayınca şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşmanız olasıdır. Bugün internet gazetelerinin en çok okunan haberlerine göz attığımızda yorumlanması kolayca yapılamayacak bir şey fark ettik. Anlaşılması zor bu karmaşık gündem içinde dahi en çok okunan haberler bikinisini bağlarken poz veren kadın, elbisesinin altına iç çamaşırı giymemiş olan ünlülerle ilgili bir slayt gösterisi, yılbaşına bekar giren yakışıklı ve derin göğüs dekoltesi ile evinin kadını olduğunu söyleyen manken. Tuhaf değil mi; ne ekonomi, ne siyaset, ne de hukuk. Nasıl oldu da insanları bu kadar çok dikizlemeyi sever olduk? Nasıl oldu da bol teşhirli bu fotoğraflara bakmanın aymaz müptelası olduk?

Gazete haberlerinin bir haber olmaktan çok giderek röntgenciliğe benzediğini fark etmek zor olmasa gerek. Gazeteler muhtemelen şöyle düşünüyor: Tıpkı sanatın teşhir için kullanılan ve sonunda ruhen bir arınma sağlayan bir disiplin olması gibi kışkırtıcı habercilik de eğlenceli bir arınma sağlıyor. Bu tür haberlere bağımlılık, bir süre sonra ünlülerin hayatını daha çok arzulama ve onlar gibi sürekli izleyici kitlesi önünde olma ihtiyacını yaratıyor. İnsanlar soyunan, giyinen ya da bir yerlerini göstermeye çalışan kişileri seyrettikçe, onlarla ilgili fotoğraflara baktıkça, bir süre sonra bir koltukta oturup röntgencilik yapmanın o kadar da tatmin etmemeye başladığını düşünüyorlar. O an kişiler "biz de yapmak istiyoruz" aşamasına gelmiş oluyorlar. Hadi hepimiz ünlü olup röntgencilere cazip pozlar verelim! Yahu, verelim verelim de niye veriyoruz?

Bugün artık bir Türk çikolata markası olan Godiva'nın hikayesi ile bu soruya yanıt bulmaya çalışalım. Lady Godiva, at üstünde çıplak şekilde halkın arasında dolaşır. Eğer kimse Godiva'ya bakmazsa ülkedeki vergiler düşürülecektir. Öyle de olur. Ahaliden hiç kimse kafayı kaldırıp çıplak güzel Godiva'ya bakmaz. Hikayenin ana fikri açıktır: Dikizlemek kötü bir şeydir. İyi de bir davete iç çamaşırı giymeden giden ve birilerinin bunu fark etmesi için dua eden hanımefendinin(!) Godiva'dan ne farkı var? Bir mankenin görmemizi istediği kısımlarına bakmamalı mıyız?

Toplumsal alışkanlıkların Godiva'dan bugüne geçen üç yüz yılda nasıl değiştiği apaçık ortadadır. Bugün Godiva hikayesi okuyanların kafasında hemen hemen aynı ihtiyacı doğurur: "Keşke o dönemde bir el kamerası ve youtube olsaydı." Bugün artık gazete haberlerinde okuduğumuz her frikik, her skandal ya da her cinsel fantezi belli bir fiyatı olan ticari mala dönüşmüştür. O gün Godiva kimsenin kendisine bakmamasını istiyordu, oysa bugün baksınlar diye dua ediyor.

Vücudun ortaya serilmesine dair doymak bilmez bir arzunun nasıl ticari bir mala dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz artık. Eskiden insanlar bu tür ihtiyaçlarını yüz yüze iletişim ile tatmin ederlerdi. Şimdilerde ise sadece dikizliyor ve röntgencilik yapıyoruz. Sokakta peşine takılıp takip etmiyoruz, sıkıştırıp taciz etmiyoruz, zorlayıp tecavüz etmiyoruz. Sadece büyük bir masumiyetle, oturduğumuz koltuktan resimlere tıklayıp röntgencilik yapıyoruz. Ne kadar da harika değil mi? İnsanlığını kaybetmiş insanlık sorununa çarpık bir çözüm bulmuşuz da haberimiz yok.

Piyasa toplumu her şeyi alınıp satılabilecek bir meta haline getirmeyi başarıyor. Şüphesiz bunu neyi ne için yaptığını düşünmeyen insanlar marifetiyle yapıyor. İnsanlar düşünmeden yapmaya devam edecekler elbette. Fakat bir şeyi iyi öğrendiklerini söyleyebiliriz: Hayatımız, fikirlerimiz ya da mücadelelerimiz para etmiyor ama vücudumuz iyi para eder!

1 Ocak 2014 Çarşamba

Ay kıyamam bebişime ben ya!

2013'ün, sosyal medyada sivil itaatsizliğin patladığı yıl olarak ülkemiz tarihine geçmesi beklenebilir. Medyanın dikkatini çekmek isteyen birçok otantik isyancıya sosyal medyada rastlamak mümkün. Hack grupları, ölmüş kişiler adına konuşanlar, tanrı adıyla yazanlar, ünlüleri delirtenler ve daha birçoğu. Neredeyse herkes protestocu statüsünü kullanarak ünlüler dünyasına katılmak istiyor. Yayın hep aynı frekanstan: "Buradayım, bir şey yaptım, beni görün!" Karşı duruş, eleştiri ve isyan adeta ünlü olma peşindekiler tarafından sömürgeleştirilmiş. 2013'te zirve yapan bu şenlikli toplum sizce de bir şeyleri eksik yapmıyor mu? Bir güç gösterisi için siteleri hackleyen, ünlülere cevap veremeyecekleri zor sorular soran, çarpıklıkları ironik bir dille eleştiren ve daima daha iyiyi istiyormuş gibi görünen bu dinamik kitle bir yerlerde hata yapıyor olamaz mı?

Yaşananları, çarpıklıkları ve medyatik kişileri sürekli protesto eden muhalif kitlenin 2013 yılında ana akım medya haline geldiğine şahit olduk. Ama bir şey bizi şaşırtmıyor artık. Pasif izleyici durumundaki büyük kitlenin akılsız alışkanlıklarını sarsarak toplumun genel algısını değiştirmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü sosyal medyanın karşı duruşu popüler kültüre sürekli servis yapan bir tarz haline dönüşmüştür. Protestocuların kendilerini merkeze koyan küçük gösterileri ile ana akım medya tarafından "terbiye edilmiş sirk aslanı"na döndürülen geniş kitleleri etkilemeleri imkansız görünüyor.

2013 ana akım medya ile sosyal medyanın büyük kapışmasının yaşandığı yıl olarak sanıyoruz tarihe geçecektir. Toplumsal tabandan gelen kızgınlığı ülke çapında gerçek bir harekete dönüştürme düşüncesindeki sosyal medya, ana akım medyanın popstar yarışmaları, kişisel gelişim kitapları ve evlenme programları gibi entrikalarla yarattığı "şişme toplum"u (kavram, "şişme kadın" olarak bilinen obje ile aynı işlevsellikte kullanılmıştır) değiştirmesi maalesef çok zor. İsyancı sosyal medya fenomeni şu inançla hareket ediyor: "Önemli olan adalet. Herkes temel haklara sahip olmak zorunda. Kaynaklar adil paylaşılmalı. O nedenle konuşuyorum." İşte bu inanış onları tehlikeli bir hataya sevk ediyor. Kendilerini yeniden keşfetmek ve özel olduklarını topluma onaylatmak için birbirleriyle hemfikir küçük ateşli gruplara ayrılıyorlar. Sonrasında da amaç doğal adalet isteğinden güç ve popülerlik savaşına dönüyor.

Akıllı bir sosyal medya isyancısının tanınma şeklinin, şöhretli sanatçılarınki gibi sansasyon yaratmaktan geçtiğini anlamak artık zor değil. Buradaki temel sıkıntı, bir davaya adanmışlık ile popüler kültürdeki bireysel macera arzusu arasındaki derin sınırın bulanıklaşmasıdır. Çünkü kendisini gerçekten mücadeleye adayan birinin fark edilmek gibi bir kaygısının olmayacağı bilinen bir olgudur. Yolsuzluklara, gelir eşitsizliğine veya adaletsizliğe sosyal medyadan yapılan isyan sahte bir isyan olup aslında bireysel konformizmin bir yan çıktısıdır. Bir internet sitesinin çalışamaz duruma getirilmesini, ücretlerinin azlığı nedeniyle greve giden işçilerin eylemleri kadar değerli görmek mücadeleye adanmışlığın duvarında bir tuğla bile olamaz.

Sosyal medyada adalet, eşitlik ve insan hakkı gibi erdemler için mücadele verenler aslında gerçekten mücadele kapasitesi olmayan kişilerdir. Tıpkı bir araştırma için odaklanmış deney grubunun sahte demokrasisinde olduğu gibi yarı otonom bir hayata indirgenmişlik vardır. Ortaya konulanlar ise tatmin olmamış potansiyelin dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Sosyal medyada bir söz veya video paylaşmayı, gelir adaletsizliğine bir darbe vurmakla eş görüyoruz. O nedenle de sosyal medyada eleştiriyor, karşı duruyor ve isyan ediyoruz. Çünkü bu başkaldırı pozu bizi toplum tarafından birkaç saniye bile olsa tanınan bir ünlüye çeviriyor. Zaten tüm istenilen bu değil mi? Sanki işyerinde amirine sürekli dalkavukluk yapan sen değilmişsin gibi kurukafalı dövmeni emsalsiz bir isyancı gibi sunduğun fotoğrafla saygı mı bekliyorsun? Sahte bir twitter hesabının Rebellion (isyan) marka parfüm gibi şişeye konmuş bir koku olduğu ve sadece koklama heyecanı arayan müşterilere satılacak bir isyan pozu olduğunu hiç mi düşünmedin? Bir internet sitesini muazzam (!) bilgisayar bilginle hacklerken tıpkı iktidarlar gibi yukarıdan bakan ve küstah bir davranışa gireceğini fark etmedin mi? Sonra da üstüne toplumsal sorumluluktur deyip kan ihtiyacı olanların bilgilerini paylaşmanın fakirlere sadaka veren iktidarlardan farklı mı olduğunu sandın? Cevapları sen daha iyi biliyorsun fakat şunu asla unutma. Dünyanın en önemli toplum bilimci, eleştirmen ve filozoflarına göre sosyal medya gerçek muhalefet yaratmanın mümkün olmadığı ölü bir kültürdür.

Sorun şu ki toplumun sınırlara ihtiyacı var. Sosyal medyada olduğu gibi karşı durma hayranlığı içindeki bir kültürde yaşamak, sınırı olmayan bir toplumda yaşamak gibidir. Sosyal medyada ayağı kayma, sendeleme, tökezleme ya da yok olup gitme mümkün olmadığı için meydan okumak, karşı durmak ya da ayaklanmanın bir yolu yoktur. Sonuç tükenme ve umutsuzluktur.

Ünlü olma derdindeki saydam ve patetik sosyal medya fenomeni! Görüş ve tecrübelerinden doğan bireyselliğin gereksiz bir öfke yarattığını unutma. Gündelik heyecan arayan bir konformist ve iyi bir tüketici olduğunu tüm şirketler biliyor. Takipçi sayın arttığında reklamlara konu olmanın sebebi budur. Hünerlerini sosyal medya olmadan gösterebileceğine kimsenin inanmaması da bu yüzden.

Sosyal medya ile gerçek toplum yok olurken sahte bireysellik yükseliyor. Tanrı ismiyle tweet atmak ne çevreyi kirleten şirketleri boykot etmede ne de hırsızlık yapan yöneticileri görevden almada rol oynar. Bireyselliğin taklit edilerek ünlü olma hayallerini arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Şu unutulmamalıdır ki yine önde gelen düşünürlere göre son iki yüz yılda gerçek başkaldırı olarak düşünülen olayların neredeyse tamamına yakını bireysel taklit normlarını içermektedir. Yani daha açık söylersek sosyal medya karşı duruşun değil tanınma arzusunun ifadesidir.

Sevgili sosyal medya fenomeni! 2014'e girerken; insanın kalbinde yeni tecrübelere, yeni şablonlara ve gerçeği genişletmeye yönelik bir dürtü olduğunu söyleyen bilimsel gerçeği savunacaksan; ay kıyamam bebişime ben ya!