29 Nisan 2014 Salı

Deneyiminizin olması şart değildir!

Üniversiteden mezun olacaklar için iş arama sezonu başlıyor. Okul yaşamları boyunca belli kalıplara dökülen öğrenciler şimdi şirketlerin kalıplarına dökülerek yeni şekillerini alacaklar. Bu şekilsellik şüphesiz en çok finans kurumları için geçerli. Çünkü bu kurumlarda çalışanlar geçmişin özgür zanaatçıları gibi değil, yaratıcılıklarını baskı ve hakimiyetin hüküm sürdüğü bir dünyada göstermek zorundalar. Finans dünyasında çalışacak olanları nasıl bir iş hayatı bekliyor dersiniz?

Öncelikle geçmişin klasik istihdam politikası olan "emeklilik bizi ayırana değin" zihniyeti, yerini kısa vadeli evlilik sözleşmelerine bırakmıştır. Eşler (çalışan ve işveren) artık uzun süre aynı yastığa baş koymayı tercih etmiyorlar. Amerika'da yapılan bir araştırmada, finans sektöründe çalışanların kariyerleri boyunca ortalama 11 firma değiştirdikleri belirlenmiştir. Bizde de gidişatın bu yönde olduğu ortadadır.

Üniversite öğrencileri ilk kez yeni bir gerçekle yüzleşecekler: İş ilanı! Kendilerinde iş için gerekli bilgi ve enerjinin bulunduğunu düşünen gençler, iş ilanlarını okumaya başlayınca yeni bir gerçekle tanışacaklar. İş ilanlarının, kendi yetenek, bilgi ve becerilerinin daima üzerinde olduğunu fark edecekler. Bir iş bulmanın giderek ekstrem bir spora ya da elitist bir etkinliğe dönüştüğünü anlayacaklar. Bu ilanlardan kendilerine iş bulabilmeyi başaran azınlık ise işin idare edilme tarzının kendi becerilerine çok az yer verdiğini, hatta hiç vermediğini görecekler. İş hayatının "belirsizlik hayatı" olduğunu çok geçmeden kavrayacaklar.

Belirsizlik en korkunç gerçeklerden biri olmasına karşın iş hayatında daha korkunç başka bir gerçek daha vardır. Belirsizlik, kişilerin geçim mücadelelerini ve gelecek hayallerini ağır şekilde tahrip etmeye başladığında, ortak bir tutum takınarak korkularla mücadele etmenin mümkün olmadığı anlaşılır. Belirsizlik, bireyselleşmeyi yaratan tehlikeli bir güç gibi insanların hayatına girer. Birleştirecek yerde bölen, uyandıracak yerde uyutan, ortak çıkarı şahsi menfaate dönüştüren bir dünya yaratır. Korku, endişe ve yakınmalar herkesin sorunuyken, herkes bunlarla tek başına kalarak savaşır. Dayanışma, ortak dava, grup statüsü gibi savunmacı ve mücadeleci değerler anlamını yitirir.

Çalışanlarda belirsizliğin yarattığı bireyselleşme filizlenmeye başlayınca şirketin terfi konusunda başlangıçta verdiği sözler de unutulmaya başlanır. Çünkü artık her iki taraf da evliliğin sonunun yaklaştığını görmektedir. Karşılıklı sadakat ve bağlılık yok olmaya başlamıştır. Artık iş yeri bir "ev" değil, başta vaat ettiği konaklama koşullarını sağlamayan "otel" gibidir ve yapılacak şey biran önce orayı terk etmektir. Bağlar giderek zayıflarken iletişim kopmaya başlar. Artık evlilik birlikte yaşama dönmüştür.

Bir evrak çantası, laptop ve cep telefonundan ibaret finansal iş hayatı havai bir aptallık olarak algılanmaya başlanır bir süre sonra. Küçülme, işçi sayısını azaltma, personel giderlerini kısma ve kısa vadeli karlar anında ödüllendirilen yönetici kararları olurken, artan istihdam ve uzun vadeli şirket politikaları hemen cezalandırılır. Eli çantalı gezen adam ise ortaya çıkanı görmeme, gerektiğinde kaçınma, sıkışınca kaçmaya hazır olma vizyonu içindedir. Aptallığını hisseder ama bu şekilde davranmanın yönetim bilgeliği olduğunu bilir.

Üç ABD Başkanına danışmanlık yapan büyük Ekonomist Robert Reich finans dünyasında çalışanları dört gruba ayırır. İlk grup sembol manipülatörleri denilen fikirleri icat edip satılabilir hale dönüştürenlerdir. İkinci grup eğitimcileri, üçüncü grup ise personel hizmetlerinde istihdam edilenleri kapsar. Finans dünyasının alt tabakasını oluşturan dördüncü grup ise en büyük çoğunluğa da sahiptir. Bilgisayar ağlarına ya da satış noktalarına bağlı çalışan bu rutin işçiler, ekonomik sistemin en çok harcanan, kullandıktan sonra atılan ve bozulduğunda değiştirilebilen parçalarıdır. Yaptıkları iş ne çok özel bir beceri ne de etkili bir etkileşim sanatı gerektirir. O nedenle yerlerine yenilerini bulmak kolaydır ve pazarlık güçleri zayıftır. Onların çoğu kullanıldıktan sonra atılabilir olduklarını bildikleri için işlerine sevgi ve bağlılık geliştirmekte ve iş arkadaşlarıyla kalıcı ilişkiler kurmakta fayda görmezler.

Reich'in dördüncü kategorisinde yer alanların bugün tutunacak dalları olmadığı için geleceği düşünme ihtimalleri de olmayacaktır. Savaşma riskini göze alamadıkları için kazanmaları da pek mümkün değildir.

Bugün üniversiteden mezun olanların büyük çoğunluğu maalesef bu dördüncü grupta yer bulacak kendine. Diyecek fazla bir şey yok... Eski bir iş ilanında dediği gibi: "“Nükleer fizyon izotop molekül reaktif sayaçları ve 3 fazlı siklotronik uranyum fotosentezleyici işinde çalışacak eleman aranıyor. Deneyiminizin olması şart değildir.”

24 Nisan 2014 Perşembe

Üniversite mezunu ticari maldır!

Üniversiteden mezun olma zamanı yaklaşıyor. Finans dünyası yeni yetenekler kazanacak. Mezuniyet bekleyenler kariyerlerine nasıl başlayacaklarının hesaplarını yapıyorlar. Birçoğu idealist ve büyük hedeflere sahip. Enerji ve zamanlarını başarı için harcamaya hazırlar. Hocalarını, medyadaki yol göstericilerini ve şöhretli bilim adamlarını dinleyerek kendileri için en uygun başlangıcı yapmaya hazırlanıyorlar. Kendilerine birçok nasihat veriliyor. Önceliklerinizi tespit edin diyen var. Önyargılarınızdan kurtulun diyen. Kendinizi doğru anlatın, sektör analizi yapın, çalışacağınız şehirleri inceleyin gibi birçok öneri. Bu yüzeysel ve sığ önerileri dinleyen öğrenciler her şey kendi ellerindeymiş gibi bir havaya kapılıyorlar. Zaten bu önerileri okuyunca her şeyin sizin elinizde olduğunu düşünmekten başka seçenek aklınıza gelmiyor. Peki sizce bunlar doğru mu?

Bunların hepsi, kabalık olmasın ama, palavra. İş dünyasında sizi bekleyen şeyin ne olduğu size söylenmiyor. Ne hocalar, ne iş dünyası, ne de medyadaki yol göstericiler gerçekleri anlatmıyorlar. Peri masalları ve adil rekabetin olduğu bir dünyanın sizi beklediğini söylüyorlar. Oysa hiç de öyle değil. İş hayatına başlarken şu gerçeği öğrenmeniz faydalı olur: Kandırılıyorsunuz ve okurken de kandırıldınız!

Bırakın mezun olduktan sonra sizi neyin beklediğini, okurken bile size üniversitenin ne olduğu söylenmedi. Şu anda hocalarınızın şirketler ve sizin aranızda nasıl çöpçatanlık yaptığını görüyorsunuzdur. Size durmadan sertifikalar öneriyorlar. Sertifikalı mezunun ancak ve ancak fiyat etiketlerini üstlerinde taşıyan insanların yer aldığı bir dünyada söz sahibi olacağını söylemiyorlar ama. İdeallerinizi, hayallerinizi, bilime olan aşkınızı paraya satmanızı istiyorlar. Bu sertifikaları almazsanız iyi bir iş bulamayacağınızı söylüyorlar. Oysa dört yıl boyunca sizi derslerle korkutmuşlardı. Emin olun üniversite hocalarınız kadar korkutacak bir "tanrı" bulmakta uzman kişiler göremeyeceksiniz hayatınız boyunca.

Sahip olduğunuz bilginin sizi refaha kavuşturmasını bekliyorsunuz. Oysa bundan 30-40 yıl önce üniversiteler kişinin konuşma özgürlüğünü korurdu. Bugün sadece bilgilerini paraya dönüştürme mekaniğini koruyorlar. Bunu da şöhretli üniversite olarak sağlamaya çalışıyorlar. O şöhretli hocalara, diğer öğetim görevlileriyle kıyaslandığında astronomik rakamların ödenmesinin sebebi budur. Ortaçağda bir üniversite hocası olmak fakir, hatta dilenci olmak anlamına gelirdi. Bugün bu durumun birkaç medyatik öğretim görevlisi haricinde değişmediğini görmek gerçekten üzücü. Ama bunların hepsi senden saklanır.

Bugün üniversiteler, mezunlarını, tıpkı bir ticari mal gibi şirketlere satmaya çalışmaktadırlar. Bunu kavrayamayan mezunlar ise hala acaba hazinede mi çalışsam, yoksa varlık yönetiminde mi gibi ütopik bir dünya hayal ediyorlar. Sanki geleceklerini belirlemek kendi ellerindeymiş gibi. Fakat bu iki çaba da boştur. Ne hocalar, ne de öğrenciler istihdamın şartlarını belirlemekte yeterlidir. Gerçek oldukça acıdır.

İş görüşmesine gittiğinizde kafanızdan ne geçtiği önemli değildir. İnsan Kaynakları ellerindeki sınırlı listeye göre hareket eder. Genellikle işleri zordur. Çünkü işe alacakları kişi sayısının en az yüz katı kadar başvuru vardır. O nedenle kriterlerini çok önceden belirlemişlerdir. Dikkat ettikleri birkaç özellik vardır: Yabancı bir üniversiteden mezun musun, ülkedeki şöhretli bir üniversitenin şöhretli bir bölümünü mü bitirdin, evrensel olarak geçerli bir yabancı dilin var mı ve yurt dışından verilen pahalı iş sertifikalarından birine sahip misin. İşte belirleyici kriterler bunlardır. Sen üç kişinin işini tek başına yaparmışın, bu işe gönlünü vermişin, herkesten çok çalışıp başarılı bir çalışan olacakmışın, hayatını bu işe adayacakmışın, kimsenin umurunda olmaz.

Tüm bu şartlar sonucunda ortaya ne çıkar biliyor musun: Toplam mezunların %1'ine yakını görece yüksek maaşlı ve gelecek vaat eden bir iş bulurken, geri kalanlar 2000'li yıllara kadar lise mezunlarına yaptırılan işlerde istihdam edilirler. Yani yarışa bazıları çok çok önde başlar. Önde başlayanlar üniversitedeki yakın arkadaşlarına bile şirket içinde yukarıdan bakmayı öğrenirler. Genellikle aralarındaki mesafe de zaman içinde pek kapanmaz. Arka gruptakilerden bazıları çok çaba sarfedip arayı kapatsa da öndeki gruptakiler onlara küstahça bakmayı sürdürürler.

Üniversiteden yeni mezun arkadaşım, işte gerçek budur. Ticari bir malla aynı yapıya ve sürece sahip şekilde seni üreten üniversiteden mezun olarak fiyat etiketini daima üzerinde taşıyacağın bir iş hayatına başlıyorsun. Söylediklerim finans sektörü özelinde değerlendirilse de hemen hemen tüm sektörlerde durum aynıdır. Üzülerek söylüyorum üniversiteden mezun arkadaşım, -azcık muhasebe bildiğini varsayarak- sen bir ticari malsın! (Doğruluğunu eski mezunlardan teyit edebilirsin.)

14 Nisan 2014 Pazartesi

İki cins bira severim: Bedava ve Budweiser!

Herkesin en büyük hayali zengin olmak. Zengin bir müsrif olmak ise herhalde ikinci en büyük hayal. Aslında zengin olmanın yolu belli: Bir işyeri açmak, yatırım yapmak ya da tasarruf etmek. Eğer bir insan kendini varlıklı biri yapmak istiyorsa bu üç seçeneğin dışında elinde başka bir seçenek yok.

Peki biz ne yapıyoruz? Kazancımızın tamamından fazlasını harcıyoruz. Tüm gelirimizi harcamış olmamız yetmezmiş gibi üzerine bir de kredi ve kredi kartı gideri ekliyoruz. Yani gelecek dönemlerdeki kazancımızı da harcamış oluyoruz. Zengin görünmek uğruna geleceğimizi harcıyoruz. Anlık zengin görünme arzusu hepimizi mahvediyor. Peki biz bunları yaparken gerçek zenginler ne yapıyor dersiniz?

Gazeteler ve medyada görüyorsunuzdur mutlaka. Zenginler har vurup harman savuruyor. Para sorun olmadığı için harcama da sorun olmuyor. Geziyor, tozuyor, yiyor, içiyorlar. Yani aklınıza gelecek ne varsa yapıyorlar, hepsi bu. T.Stanley ve W.Danko adlı iki Amerikalı iş teorisyeni de aynen böyle düşünüyordu. Araştırmaya başladıklarında ise gerçeğin hiç de böyle olmadığını gördüler.

Stanley ve Danko, bulgularının sonuçlarını Bitişikteki Milyoner (Millionaire Next Door) adlı kitapta yayınladılar. 1996 yılında yayınlanan kitap on milyon dolardan fazla varlığı olan kişiler üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarını içeriyordu. Araştırmacıların inceledikleri milyonerler tek kelimeyle pintiydi. Neredeyse tamamı imkanlarının altında bir yaşam sürüyordu. Birçoğu ikinci el araba kullanıyor, çok az para harcıyor ve büyük miktarda para biriktiriyordu. Yüksek statülerini sergilemiyor, maddi bağımsızlıklarını mütevazice korumaya çalışıyorlardı. Mevki ve gösteriş peşinde koşmak yerine tasarruf yapmaya devam ediyorlardı. Herkes, gösteriş yapmadıktan sonra zengin olmanın ne anlamı var diye düşünürken, gerçek zenginler araba, saat ve mücevher gibi lüks ürünlere çok az para harcıyorlardı.

Aslında her şey çok açık. Biz yarınki paramızı bugünden harcarken gerçek zenginler hala tasarruf yapmaya devam ediyorlar. Borçla gerçeğe dönüştürdüğümüz hayallerimizi faturanın son ödeme gününe kadar yaşamaya devam ederken, milyonerler kazandıklarının çok çok azını harcamayı sürdürüyorlar.

Anlatılmak isteneni herkes anlamıştır. O nedenle sözü fazla uzatmanın bir anlamı yok. Bir zenginin dediği gibi: İki cins bira severim: Bedava ve Budweiser!

13 Nisan 2014 Pazar

Kahraman olmayı düşünme; hayatta kalmaya bak!

Gezi Parkına gittiğinde göklere çıkarılan, Rock festivaline gittiğinde yerden yere vurulan üniversite gençliğini tanımayanınız yoktur herhalde. Üniversite yılları geride kalmış olanlar için üniversiteli gençlik kısaca şudur: Davranışları saçma bulunan, genellikle şüpheli bakılan, kendini beğenmiş, gelenekselden uzak, eşitlikçi, özgürlüğüne düşkün, hümanist, geleneksel ilişkileri vazgeçilir gören, çoğu zaman bencil ve sonunda kesinlikle bireyci. Peki günümüz üniversite gençliğinin nasıl düşündüğünü gerçekten biliyor muyuz?

Aklına ve tercihlerine tapan, medyanın sunduğu hayali değerlerle yaşayan bir üniversite gençliği oluştu. Çok para kazanmak ve meşhur olmak gibi idealleri var. Eskilerin "aza kanaat" etme düşüncesini tanımıyorlar. Tutkusuzluk, alaycılık ve aşağılama ile bağlantılı bir yaşam tarzına sahipler.

Yapılan araştırmalar üniversitelilerin %10'undan daha azının gazete gibi çokseslilik sunan şeyleri okuduğunu gösteriyor. Haber kanalı seyredenler ise yok denecek kadar az. 1960'larda öğrencilerin %60'ı siyasi konularla ilgilenirken bugün bu oran %10'lar seviyesinde.

Dizi ve filmlerdeki karakterler inşaat işçisi, temizlikçi veya kasiyer olmadığı için hayattan beklentiler oldukça yüksek. Davranışlarına bakılırsa çuval dolusu para kazanmadıkları sürece mutlu olacak gibi görünmüyorlar. Üniversitenin, gençleri hayatın çalkantılarına karşı duygusal anlamda iyi hazırlamadığı da göz önüne alındığında gelecek şu açıdan bile büyük korku veriyor: Bugün ABD işgücünün %60'ını satıcılar, garsonlar, temizlikçiler, bahçıvanlar, bakıcılar ve güvenlik görevlileri oluşturuyor!

Gerçekliği düşük basmakalıp laflarla konuşmak genel eğilim. Medya, eğitim sistemi, aileler ve arkadaşlar "hayallerinin peşinden koş" mottosunu gençlerin kafasına yerleştirmiş. Hayallerinin peşinden koşmak yerine faturaları ödeyecek bir iş bulmak gibi somut konular üniversitelileri geriyor. "İstediğin her şey olabilirsin" gibi gerçek dışı beklentiler gençlerin beynine sokuluyor. Ama sonuçta iş aramaya utanan, "torpil" ve "referans"ın elinden tutmasını bekleyen "idealist" gençler yetiştiriyoruz. Gençler "kendine saygı duyma" saçmalığına tutunurken, başkaları ile ilişki kurularak geliştirilecek yeteneklerini kısıtlıyorlar. Konulan hedeflere nasıl ulaşılacağı genellikle anlatılmadığı için gençler sadece hedef koymakla kalıyorlar.

Gençlerin ana dili bireyselcilik olmuş gibi görünüyor. Çünkü çevrelerindeki sahtelikleri yorumlamakta zorlanıyorlar. Krediyle gelen sahte zenginliği, estetikle gelen sahte güzelliği, dopingle gelen sahte spor başarısını, reality show'la gelen sahte şöhreti, milli gelir içinde %80'lere dayanan tüketimin yarattığı sahte ekonomiyi, sosyal ağlardaki arkadaşlarla gelen sahte dostluğu anlayamıyorlar, yorumlayamıyorlar. Sonrasında da memnuniyetsizliğini ve eleştirilere yanıtını, işin içine ironi katarak gösteren bir eğitimli gençlik ortaya çıkıyor.

Şimdi gelelim başlangıçta sorduğumuz soruya: Peki üniversiteliler nasıl düşünüyor? ABD'de 1987 yılında en çok satan kitaplar listesinde bir kitap vardı ki herkesi şaşırtmıştı. Hatta yazarı bile kitabın uzun süre çok satanlar listesinde kalmasına hayret etmişti. Kitabın yazarı Amerikalı filozof Allan Bloom'du. Kitabın adıysa Amerikan Aklının Kapanışı (The Closing of the American Mind).

Kitap büyük bir kitleyi derinden sarsmış ve kumdan kalelerini yıkmıştı. Bloom, üniversitelinin nasıl düşündüğünü ilk kez bu kadar çarpıcı şekilde ortaya koyuyordu. Herkesin kendi değerlerine sahip olduğu ve bunların asla tartışılabilir olmadığı gençliği şöyle anlatıyordu: Üniversitelinin bireyciliği, kişilik üzerine odaklanarak daha büyük meseleleri dışlıyor. Dinsel, tarihsel, politik meselelere kayıtsız kalınıyor. Sonuçta yaşam daralıyor ve sıradanlaşıyor. Herkes kendi ideallerinin peşinde koşarken kendilerini aşan meseleler (iktidar, yönetim, vs.) unutulup gidiyor. Benliğin ötesinde hiçbir davayla ilgilenilmiyor. Kendine duyulan güven, daha mezuniyetin ilk yıllarında hayat denen gerçeğin karşısında ezilmeye başlayınca, bilimin ya da egzotik ruhçuluğun peşine düşülerek uzmanlara, gurulara, danışmanlara itibar edilmeye başlanıyor. Sonrasında da yukarıda söylediğimiz gerçek ortaya çıkıyor: Gençlerin çoğu satıcı, garson veya güvenlik görevlisi oluyor ya da üniversite mezuniyeti gerektirmeyen bir işte çalışıyor. Yazık, gerçekten çok yazık!

Erişilmez sinizminle şimdi istediğin alaycılığı ve aşağılamayı gösterebilirsin. Ama yine de son bir öğüt istersen şunu da unutma: Kahraman olmayı düşünme; hayatta kalmaya bak!

10 Nisan 2014 Perşembe

Atlar ve serçeler!

Ekonomik sistem giderek daha fazla tüketime kışkırtıyor. Tüketim kültürü hayatımıza yeni dertler ekliyor. Tasarruf açığı, mutsuzluk ya da fakirlik önemli sorunlar elbette. Hepimiz değilsek de birilerimiz bu sorunlardan muzdarip. Ama ekonomik sistemin bunlardan daha tehlikeli bir dışsallığı var ki, işte o hepimizi mahvediyor. Karakterimizi erozyona uğratan bu sorun maddiyatçılık.

İş hayatında herkes son derece bakımlı. Kıyafetler bütçenin üzerinde lüks. Kişisel görünüme harcanan bedel belli ki oldukça yüksek. Modern çağ gurularının söylediğine göre iş hayatında dış görünüm önemli. Ürününüzü satmadan önce kendinizi satmalısınız. Çok değil yirmi yıl öncesinin temiz giyim anlayışı yerini havalı giyim anlayışına bıraktı. Türümüzün en özeli olmak gibi kişisel bir amacımız var artık.

Maddiyata önem hayatının her anında görülebiliyor. İnsanlar çok şey istiyorlar ve kesinlikle eski bir şey istemiyorlar. Pul koleksiyonu yapan kalmadı. Statü ve itibar veren şeyler pahalı arabalar, mücevherler veya ince zevki sergileyen pahalı eşyalar. Herkes aynı mesajı vermek istiyor: Ben güçlü ve yüksek mevkili biriyim; bana saygı duyun!

Eşya biriktirme hastalığına sahibiz artık. Saatler, gözlükler, çantalar ve daha bir sürü eşya. Kendimize olan düşkünlüğümüz tuhaf bir zenginlik hastalığı yaratmış gibi görünüyor. Televizyonlar da sürekli zenginlerin gıpta edilecek hayat tarzlarını gösterdikleri için yapacak pek bir şey kalmıyor.

Maddiyatçı modalara eğilim son derece yüksek. İnsanlar sahip olduklarıyla gösteriş yapıyor, çekicilikleri ile maddiyatçılığı kışkırtıyor. Amerika'da üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmada, "yüksek ücretli bir iş istiyorum" diyenleri sayısı "onurlu ve ahlaklı yaşamak istiyorum" diyenlerden daha fazla. Başka bir araştırmada gençlere hedefleri sorulduğunda, %90'a yakını zengin olmak istediğini söylüyor. İkinci sırada ise ünlü olmak isteyenler geliyor. 18 yaş üstü genç kızların ise %98'i en sevdiği aktivitenin alışveriş yapmak olduğunu belirtiyor. Paranın cazibesi işte!

Aslında insanların paraya düşkünlüğünün nedenlerini anlamak zor değil. Hatta bunun eleştirilmesi bile gereksiz. Ama burada önemli olan başka bir şey var. Kişi, önemli ve başarılı biri olduğunu dünyaya ilan etmek için neden daha fazla paraya ihtiyaç duysun ki? Ne önemlilik ne de başarı para ile ilişkili kavramlar değiller. Öyleyse ne?

Zenginlerin yaşam tarzları, orta sınıfların ulaşmak için borca girdikleri yeni bir standart oluşturdu. Mesela bir kanepe takımı almaya gittiğinizde 10.000 liralık olanı beğenirsiniz. 3.000 liralık olanı görünce hesaplı olduğunu düşünürsünüz. 1.000 liralık olan da aynı işleve sahiptir ama onu pek umursamazsınız. Makul bir kanepe takımının fiyatını belirleyen şey artık 10.000 liralık takım olmuştur. Konu üzerine Amerikalı ekonomistlerin yaptığı araştırmalarda çarpıcı bir sonuç ortaya çıkmıştır: Yoksul bölgelerdeki tüketim zengin bölgelere oranla daha yüksektir. Araba, mücevher, giyim ve kişisel bakım ürünlerine yoksullar zenginlerden %13 daha fazla harcamıştır. Şaşırtıcı mı?

Karar sana kalmış. Yazılı ve görsel basın zenginlerin hayatını anlatmaya devam ettikçe yapacak pek bir şey. Yoksulları sadece doğal afet haberlerinde görüyoruz. Bu belki de bizi dünyada yoksulluğun kalmadığı düşüncesine sevk ediyor ve daha fazla maddiyata eğiliyoruz.

İktisadın önemli teorilerinden biri trickle-down teorisidir. Basitçe şunu der: Eğer daha büyük pasta pişirirsen, bundan daha fazla insan pay alır. Oldukça mantıklı geliyor değil mi? Bir de teorinin eleştirmenlerinin ne dediğine bakalım öyleyse: Serçelere bir iyilik yapılmak isteniyorsa atlara yem olarak en iyi yulafın verilmesi gerekir. Eğer serçeler şanslıysa, küçücük gagalarıyla, atların pisliğinin içinden birkaç yulaf tanesi bulabilirler.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Nerelerdesin şekerim? "I'm at..."

Son moda tutkumuz twitter. Diğer sosyal medya sitelerini bir anda demode etti. Düşüncelerimizi kısaca itiraf etmeye çok ihtiyacımız varmış demek ki. İnsanlara vaat edebileceğimiz tek şey hayatımıza ilişkin yarım yamalak düşüncelerimiz olsa gerek. Kapanınca bir yarımız gitmiş gibi olmuştuk. Ne dersiniz, twitter'ı anlayabildik mi?

Twitter'ı açtığınızda karşılaştığınız mesajlar genellikle birbirinin aynısı. Mevlana benzeri kişiliklerin sevgi, mutluluk, insanlık gibi konulardaki anlamı belirsiz daha çok "neden bahsettiğimi anlıyorsun" şeklindeki sözleri, müezzin edasıyla yapılan ve kapalı bir ibadethanedeymişiz havası veren dualar, üniversitenin doğal bilimler laboratuvarındakinin benzeri yoğun bir bilgi akışı, amacın ne olduğu belli olmayan beyin fırtınaları, uzmanların fazla zorlanmadan düşünüp buldukları hissi veren kendilerinden emin sözleri vesaire. Kendimizi ifade etme çılgınlığımız aklımıza geleni yayma çabasına dönüşmüş görünüyor.

Mesajların çoğu yavan ve tatsız olan kendini ifade etme ve ilgi çekme denemelerinden başka bir şey içermiyor. Amaç düşünceleri bir yere kaydetmekse spiralli bir eşantiyon şirket ajandası ve kalemi yeterli olabilir hiç şüphesiz. Ama nedense hareketlerin ayrıntılı dökümünü twitter'da tutmak twitter'dan anladığımız tek şey. Herhalde şöyle düşünüyoruz: "Bu benim hakkımda; öyleyse mutlaka ilgi çekicidir!" İyi de canım kardeşim, herkesin senin iç karışıklıkların ve ilkokul seviyesindeki sağduyunla oluşturduğun düşüncelerinle ilgilenmek zorunda olduğu fikrine nasıl kapıldın? Aşırı iyimserliğine hayranım doğrusu!

Twitter'da nedense herkes uzman. O nedenle kişiler fikirlerini dünyaya yaymak için büyük çaba harcıyor. Amatör, lise mezunu, tesisatçı, apartman görevlisi ya da sıradan vatandaşa rastlamıyorsunuz. Yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla herkes Sorbonne'da siyaset, MIT'de doğal bilimler, Harvard'ta ekonomi okumuş. Üstelik 30 yıl da ilgili alanlarda tepe yönetici olarak çalışmış. Fakat atılan mesajlar ve gelen yorumlar sistematik olarak incelendiğinde genellikle tek taraflı tartışmalarla karşılaşıyoruz. Sert bir eleştiri ve bu eleştiriye verilen sert bir yanıt izliyor. Şehir efsanelerinin ortaya çıkma şeklini hatırlatan, genellikle bilgi içermeyen üçüncü el bayağılıkları izliyoruz. Sorun şu ki mesaj yazan kişilerin söz ettikleri konu hakkında en ufak bilgileri yok. Bilgi sahibi olmadığının o da farkında ama yorumumu yaparım diye düşünüyor. Çünkü kendini beğeniyor ve kendinden emin.

İçinde biraz zeka ve bilgi kırıntısı barındıran yorumlar bilgisizlik dağlarının arasında kolayca kayboluyor. Cehalet kısa sürede herkesi esir alıyor. Bu ne sürü psikoloji, ne de sosyal psikoloji ile açıklanabilir. Olan şey güruh psikolojisi ve onun ortaya çıkardığı kanunlardan başka bir şey değildir. Zevksizlik, kendini beğenmişlik ve egoizmle birleşen bilgisizlik. Hepsi bu.

Aslında bilimsel açıdan olan şey fizikteki sinyal/gürültü meselesi gibidir. Mühendislikte sinyal, gelen önemli bilgiyi, gürültü ise karışık ve ilgisiz sesleri ifade eder. Twitter'da karşımıza çıkan bolca gürültüdür. Sinyal almanız gerçekten çok güç.

Andy Warhol gelecekte hepimiz 15 dakikalığına ünlü olacağız dediğinde belki de kastettiği buydu. 15 dakikayı 15 kişi ile değiştirirsek Twitter'dan anladığımız şey ortaya çıkıyor: 15 kişi arasında ünlü olmak!

Daha fazla kişiyle ilişki kurmak için birbiriyle yarışıyor herkes. Ancak kurulan ilişkilerin tek yönlü olduğunun farkında bile değiller henüz. Hazırcevaplığı, kendini satmayı, hiç fikrin olmayan konularda ahkam kesmeyi, abartılı dalkavukluğu, yeni tanrılar yaratmayı gayet iyi öğrendin. Tutkusuzluk, alaycılık ve aşağılama ile bağlantılı yaşam felsefesinde bir uzman oldun. Her taşın altından çıkmada Paris Hilton'u bile geçtin. Tüm bunlar sonunda da bir şeyi çok iyi başardın: Kişisel sorumluluklarından sıyrılarak suçu başkalarına atmak!

Neyse şekerim sen bunları boşver de "I'm at" ile başlayan son mesajını gönder artık; merak etmeye başladım doğrusu, nerelerdesin?

8 Nisan 2014 Salı

Ülkemizin kanayan yarası: Facebook'ta yer bildirimi!

Hayatımız artık sosyal medya. Vahşi Batının silahşörleri misali sosyal medyada attığını vurmaya çalışan narsist kişilere dönüştük. Çünkü sosyal medya ancak bu kişilikleri ödüllendiriyor. Kendimizi canlı yayınlamak her gün en önemli gündem konumuz. Peki gerçekten sosyal medyayı anlayabildik mi?

Aslında sosyal medya denilen platformlar basit bir davranış şekline sahiptir. Size hak ettiğinizden fazla değer verir ve sizin görüntünüzü yine size satar. Fakat nedense kişilerin sosyal medyayı algılama şekli hiç de böyle değildir. İnsanlar sosyal medya platformlarında takipçilerini sürekli eğlendirmek, sahip olduğunu övünerek göstermek, daha fazla tüketmek ve cinselliği yetişkinlik gözüyle kavrama becerisini ispat etmek gibi sonu gelmeyen bir davranış şekli gösterirler. "Duvar"ınızdaki tüm mesajları değerlendirdiğinizde ortaya çıkan şey şaha kalkmış maddecilik, karşıt düşünceye saldırganlık, kibir, şöhret arzusu ve giderek büyüyen kendini beğenmişlikten başkası değildir.

Bulunulan yerlerden yer bildirimleri, gidilen restoranlar ya da arkadaşlarla geçirilen zamanların sürekli paylaşılması kişileri dipsiz bir öz sevgi kuyusuna dönüştürüyor. Sosyal açıdan en başarılı olanlarımızdan en başarısız olanlarımıza kadar herkes yeteneklerini belgeleyerek takdir toplama peşinde. Herkes eğlencesine şahit arıyor, teşhircilik bekliyor. Bir süre sonra izleyiciler de kendilerini modern zaman kaşifi olarak görmeye başlıyorlar. Arkadaşını yemekte sarhoş görme gibi eğilimler saplantı haline dönüşüyor.

Paylaşılan fotoğraflar genellikle birbirinin aynı. Kişilerin yüzündeki plastik gülümseme birazdan sosyal medyada paylaşılacak olmanın beklentisini taşır gibi. Arkadaş grupları zahmetsiz bir duruş içinde. O fotoğraf için bir çaba sarfedilmediği, her şeyin doğal olduğu görüntüsü veriliyor. Ama bundan 20 yıl öncenin arkadaş grubu fotoğraflarıyla karşılaştırıldığında fark kolayca görülebiliyor. O zamanki fotoğraflarda herkesin yüzünde o benzer saydam gülümseme yoktu ve kalabalığın o pozu vermesi için herkesin belli bir fiziksel efor göstermesi gerekmişti. Bugün ise tam tersi. Herkes kendi gururunun en fazla okşanacağı fotoğrafı yayınlıyor. Üstelik paylaşmadığın sürece arkadaşlarla fotoğraf çektirmenin de anlamı kalmamış görünüyor.

Facebook'ta sadece altı arkadaşınızın olması utanç verici bir durum olarak kabul ediliyor. Oysa gerçek yaşamda arkadaş sayınız bu sayının bile altındadır belki. Ama sosyal medyada önemli olan nitelik değil, nicelik. Kimin en güzel, en başarılı ve en seksi arkadaş sayısı yüksekse başarılı olan odur artık.

Anlamlı konuşmalar yerine yüzeysel alışverişlerin olduğu bir yerdir sosyal medya. Birine yardım etmeye çalışmak ya da soru sormak hoş karşılanmaz. Beklenen ve istenen tek şey kabul görmektir. Bu açıdan bakıldığında sosyal paylaşım siteleri sosyal ayırım siteleri gibidir. İki kişi nadiren birbirleriyle samimi bir ilişki kurma, yakınlaşma veya bağları güçlendirme arzusuyla arkadaş olur. Amaç çevreye sosyal statü pozu vermek ve kendini büyük göstermektir.

Facebook'ta ne apartman görevlisi, ne tuvalet temizleyicisi ne de manikürcüye rastlarsınız. Genellikle işler de havalıdır. Geçim sağlayan bir işte çalıştığını söyleyen gerçekçi insanları göremezsiniz. Kişiler hayatlarının ve kişiliklerinin sadece belirli yönlerini gösterirler. Herkesin davranışı "Bana bakın!" diye haykırmaktır aslında.

Düşünce şekilleri birkaç ana frekansta toplanır. "Hafta sonunu seviyorum" diyen her şeyden mutlu olmaya çalışanlar, "kendim olmaya çalışıyorum" diyen kişiliği ile benliğini ayıran gafiller, "yatma saati: beni ne zaman yatağa atarsan" diyen arzularını abartma eğilimi gösterenler, "yeme beni" düşüncesindekiler, antisosyaller ve saldırganlar. Diğerleri genellikle marjinaldir ve ilgi duyulmaz.

Aslında çok da uzatmaya gerek yok. Kendini ifade etme çılgınlığı, aklına geleni dünyaya yaymaya çalışan milyarlarca insan yaratmış durumda. Hal böyle olunca, ülkemizin kanayan yarası da facebook'ta yer bildirimi yapmak oluyor elbette.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Borçlu olmaktan utan!

Kredinin ne olduğunu bilmeyen kalmamıştır herhalde. Üniversite öğrencisinden asgari ücretin altında emekli maaşı alan emekliye, maaşı olmadığı halde geçerli bir kredi skoru olandan hasadını ne zaman paraya çevireceği belli olmayan çiftçiye kadar herkes bu sihirli parayla tanıştı artık. Giderek daha kolay alınmaları ve her türlü ihtiyaç için tasarlanmaları dışında kredi dünyasında değişen bir şey yok. Hayatımızı bu kadar kolaylaştıran ve cennete çeviren başka bir şey olamaz herhalde? Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?

Hane halkı borçlanması, kredi kartını ödeyemeyenler, evlerini kaybedenler ve daha birçokları. "Gırtlağıma kadar borçtayım" diyenlerin sesini bile işitmez olduk. Kolay kredi hayatımızı yeniden çiziyor. Ne hayat ama!

Kredinin ekonomik tanımını herkes biliyordur mutlaka. O nedenle biz sosyo-psikolojik tanımını vermekle yetinelim. Kişilerin aslında olduklarından daha varlıklıymış gibi yaşamasına imkan veren şeye kredi diyoruz. Toplumun krediyi geçerli bir norm olarak kabul etmesi kendine hayranlığı ve maddiyatı teşvik eden bir kültür yaratıyor. Kişiler, maddi güçlerinin yetmediği şeyleri kredi yardımıyla satın alarak kendilerine olan hayranlıklarını pekiştirmiş oluyorlar. Böylece kredi ile bir şeylere sahip olan herkes kendini zengin, başarılı ve özel hissediyor.

Çok değil bundan 20 yıl önce parası olmayan ne ev kredisi alabilirdi, ne de otomobil. Finans kuruluşları yaşam tarzınız ile başkalarına sunduğunuz imajınızı gerçek varlığınızla daima kıyaslarlar ve kredi kararlarını buna göre verirlerdi. Bir evin gerçek değerinin %80'ini karşılayacak paranız yoksa, arabanın %90'ını alacak paranız yoksa asla onlar için kredi alamazdınız. Bugün ise her şey çok kolay. Sadece hayal etmeniz yeterli. Hayal ile gerçek arasındaki mesafe artık çok kısa. Çok az bir çaba ile her şeye sahip olabilirsiniz.

En yakınınızdaki lüks otomobil bayiinden içeri girip istediğiniz aracı satın alabilirsiniz. Aldığınız ücretle ailenizi nasıl geçindireceğiniz, çocuklarınızı nasıl okutacağınız, nasıl barınıp neyle geçineceğiniz düşünülmeden gerekli kredi size hemen verilecektir. Artık zenginmiş gösterisinde bulunabilirsiniz. Serveti kazanmak yerine ödünç aldığınızın farkında olmanız da gerekmiyor. Bu parayı kendiniz kazanmış gibi gösteriş yapabilirsiniz.

Üstelik toplum size harcamaların altından nasıl kalkacağınızı, neyle geçineceğinizi, çocuklarınızı nasıl bakacağınızı sormayacaktır. Çünkü bu tür soruları toplum nezaket kuralları dışında sayıyor ve kabalık olarak görüyor. Ama arabanızın, evinizin, kıyafetlerinizin değerini sormak normal sayılıyor. Yani daha açık söylersek borçları söylemek ayıp, sahip olduğunu söylemek normal. Ne toplum ama!

Bugün artık kredi, statü arayışının sembolü haline gelmiş ve bağımlılık yaratmıştır. Kredi kendimizi önemli ve diğer insanlardan iyi hissetmemizi sağlıyor. Fakat bir gerçek daima görmezden geliniyor: Herkes zengin olamaz!

Almanya'da 20 yıl önce yoksullar toplam nüfusun %11,3'ünü oluşturuyordu; bugün ise %15'ten fazlası. Dünyadaki fakirlik giderek artarken kredinin yarattığı zenginlik yanılsaması her gün yeni yoksullar yaratmaya devam ediyor. Daha 20-30 yıl önce insanlar borçlu olmaktan utanırlardı. İstenmesi bile başlı başına bir utanç sorunuydu. Bugün ise kimsenin umurunda değil. Herkes sahte zenginliğini daha fazla insana gösterme derdinde. Artık bu toplumda hiçbir anlamı kalmadı biliyoruz ama yine de son bir kez daha tekrarlayalım: Borçlu olmaktan utan!

6 Nisan 2014 Pazar

Bilginin fragmanına sahip kişiye danışman denir!

Bugün iş hayatının neresine bakarsanız bakın karşınıza hemen bir "danışman" çıkıyor. Emekliler, kariyerlerini yarıda bırakanlar, "Amerika'dan yeni gelenler", işten atılanlar, kendilerini akıl verecek kadar yetenekli sayanlar ve daha birçokları. Danışmanlar ordusu giderek artıyor. Neredeyse tüm iş hayatının gözü bu sektörde. Herkes danışman olmak istiyor. Üniversiteden yeni mezunların bile hayali hemen danışman olmak. İyi de kim bu danışmanlar? Sosyo-ekonomik sistem içinde danışmanları nereye koymalıyız?

Danışman adındaki bu yeni işçi sınıfının ortaya çıkışı üzerine en çarpıcı çıkarımı sosyal bilimci Peter Glotz ortaya koyar. Glotz, Amerika vergi istatistiklerini inceleyerek bugün bile önemli ekonomistlerin referans aldığı bir sınıf analizi yapar. Analizde dikkat çeken şey iktidar ve servetin çok az elde toplandığıdır.

Amerikan nüfusunun %0,5'inden daha azı tüm maddi üretim araçlarının %56,2'sini elinde bulundurmaktadır. Bunun hemen altında nüfusun %4'ünü oluşturan profesyonel bir ücretli sınıf sınıf bulunmaktadır ve bu sınıf tüm ücretli kesimin elde ettiği gelirin %60'ını elde etmektedir. Hikaye tam da burada başlamaktadır. %4'lük sınıf %0,5'lik sınıfın maddi araçlarını ve iktidarını yönetirken geri kalan ücretli kesim 30 yaşına gelmeden "burn out" durumu yaşamaktadır. Başlangıçta yaratıcılıklarını ve iş enerjilerini teşvik etmiş olan çalışma ortamı aniden onları tatsız, bıktırıcı ve anlamdan yoksun bırakmaktadır. Ücretliler zihinsel bir tükeniş içine girmektedirler. Bu kişilerden bazıları bu noktadan sonra yaşamlarını mesleklerine feda etmeyi reddederler. Kariyer basamaklarını tırmanmaktan vazgeçer, daha fazla para yerine daha fazla boş zamanı tercih eder ve çalışma kurallarından kurtulur. İşte bu kişiler danışmanlardır.

%0,5'lik dilimin elindeki varlıkları kullanarak insanlara istihdam sağlayan %4'lik profesyonel sınıf bugün burn out tehdidi altında çalışan bir ücretli sınıf ortaya çıkarmıştır. Sermayenin makina dairesi diyeceğimiz bu %4'lük sınıf artan bilgi dünyasında bir bilgi toplumu değil bir cehalet toplumu yaratmıştır. Ücretliler giderek daha çok şey bilseler de daha az anlayıp kavramaktadırlar. Bu açığı kapatmak üzere ortaya çıkan danışmanlar ise "bilmeyen uzmanlar" olarak sadece uzman bilginin fragmanına sahiptirler. Avusturyalı filozof Ivan Illich'e göre, anlaşılmaz bir dünyada bireylerin yeteneksizliğinin sorumluluğunu yüklenmeyi onaylayan danışmanlık gibi meslekler "yeteneksizleştirici meslekler"dir ve yeteneksizleştirici meslekler tek bir şeye hizmet ederler: İnsanı tedavülden kaldırmaya!

Bugün, Wall Street Journal'ın araştırmasına göre, üniversite mezunlarının %35'ten fazlasının üniversite öğrenimi gerektirmeyen bir işi kabul ettikleri bir dünyada yaşıyoruz. Bu oranın ülkemiz iş hayatı için daha da yüksek olduğu düşüncesindeyiz. Hal böyle olunca da doğru bilgi tekeline sahip oldukları iddiasındaki %4'lük profesyonel sınıf, ücretlilerin sahip olduğu bilgiyi gözden düşürerek, zaten hak ettiğinden daha düşük eğitim gerektiren bir işte çalışan ücretliyi çöküş noktasına getirmektedir. Sonra da danışman denilen uzman bilginin sadece fragmanına sahip kişileri devreye sokmaktadır.

Bugün danışman denilince aklınıza bilginin fragmanına sahip kişiden fazlası gelmesin lütfen. Genellikle hizmet ettikleri amaç da insanı tedavülden kaldırmaktır. O nedenle emekli kadar üniversiteden yeni mezun öğrencinin de hakkıdır danışman olmak; bilginin fragmanına o da sahiptir nihayetinde.