27 Ağustos 2014 Çarşamba

Ödemeler servisine kabile şefi aranıyor!

Ekonomi kanallarının son derece teknik dilinden bunalıp ekonomiyi yönetenlerin ne dediğine baktığınızda büyük bir zıtlıkla karşılaşıyorsunuz. Mesela "Davul ile tokmak ayrı kişide olmaz" diyenlere rastlıyorsunuz. "Tarihin en büyük krizini hamdolsun hiç sarsılmadan atlattık" diyen politikacılar peşisıra geliyor. "Dut ağacından oklava, darı unundan baklava olmaz" şeklinde metodik çalışma reçetesi gösterenler, "Hamdolsun IMF'ye dik durduk" diye öğünenler, "Rating şirketini kaale almıyoruz" diyenler. Haberleri takip edenler bu tür sözlere aşinadırlar mutlaka. İlk duyduğumuzda ekonomi gibi karmaşık ve önemli bir mesleği yerine getiren kişilerin evrensel entellektüelliklerini yerel bilgiye dönüştürme yeteneklerine hayran kalırız ve anlatılmak istenen konuyu "şıp" diye anlarız. Demek ki neymiş, merkez bankasını başkanı yönetince olmuyormuş, IMF'ye "posta koymasaydık" faizi düşüremezmişiz ya da rating şirketini ciddiye alırsak ekonomimizi bozguna uğratırmış... Şimdi biraz düşünelim. Sizce ekonomi-politiklerin kullandığı bu dilde bir tuhaflık yok mu?

Ekonominin dili giderek daha sayısal ve karmaşık hale gelirken yöneticilerin dilinin şiirler, atasözleri, deyişler, meseller ya da sözlü bilgeliğin diğer ifade biçimleriyle doluyor olması düşündürücüdür. Kanadalı eleştirmen Northrop Frye'ın "rezonans" dediği durumdur aslında yapılan. Tıpkı Hamlet'in kararsızlığı ya da Sezar'ın ihanete uğramışlığı sonsuz bir değişmezlikmiş gibi, ekonomi dünyası da semantik saçmalıklarla dolu bir yer haline gelmiştir. Böylece mesaj kafamızda sabitlenmeye çalışılır. Peki ama neden? Hakikatin kendisi yerine neden amaçlı metaforik anlamı sunulur bize?

Sorunun yanıtı eski Afrika kabilelerinde saklıdır. Filozof Walter Ong şu hikayeyi anlatır: Yazının olmadığı zamanlarda bir Afrika kabilesinde kişiler arasında anlaşmazlık çıktığında, sorunu olanlar kabile şefinin huzuruna gelip dertlerini anlatırlar. Kabile şefi, ortada yazılı kurallar olmadığı için, belleğindeki çok geniş atasözleri ve deyişler repertuvarından duruma en uygun olanını bulur ve söyler. Böylece taraflar adaletin yerine geldiğine inanıp giderler. Yani hakikat kabile şefinin ezberindeki deyişlerden birinde saklıdır.

Sözle kültürün yerini yazıya bırakması ve teknik bilginin artması nedeniyle bugün artık atasözleri ve deyişler önemini yitirmiştir. Genellikle çocuklarla ilgili sorunların çözümünde kullanılan kaynaklar haline gelmişlerdir. Tasarruf yapmayan çocuğa "Ak akçe karagün içindir" ya da sabırsız davranana "Acele işe şeytan karışır" denmesi gibi. Anlaşılacağı üzere bu tür yaklaşımların ciddi konuları karara bağlamada gülünç kalacağı bir çağda yaşıyoruz.

Düşünsenize, iki numara büyük aldığınız ayakkabıyı değiştirmeye gittiğinizde satıcının sizi "Hata yapmak insana, bağışlamak tanrıya özgüdür" diyerek geri çevirdiğini. Mevduat hesabınıza düşük faiz veren bankanın "Az veren candan, çok veren maldan" dediğini. Kredi almaya gittiğinizde "Arpacıya borç eden, ahırını tez satar" denilip kredi almaktan vazgeçirildiğinizi. Yeni araba almaya gittiğinizde "Eskisi olmayanın yenisi olmaz" denilip ikinci el araç satıldığını. Komik olur değil mi; öyleyse davul-tokmak ilişkisi vurgulanınca komik olmuyor mu?

Neden hayıflanıyoruz ki o zaman; yaşam standartlarımızı şiirlerle, borçlarımızı mesellerle, ay sonunu zor getirişimizi atasözleriyle anlatıp duralım. Hatta ekonomistler de öyle yapsın. Rakamlarla, verilerle, ratinglerle, oranlarla uğraşmayı bırakıp ilkel zamanların kabile şefleri gibi atasözü ezberlemeye başlasınlar. Üç bin atasözü biliyor diye Solomon'u kral yapan ilkel halklardan ne farkımız var ki?

Sözel kültürün geçerli olduğu ilkel zamanlarda, veciz bulmadaki yaratıcılığı ile kabileleri yönetenlerin ruhlarının yeniden dirildiği bir çağda yaşıyoruz artık. Etkili bir deyiş bulduğunuz sürece sizden daha büyüğü yok. Bir iki özgün vecizle, tumturaklı sözle ya da kahraman meselleriyle tırmanamayacağınız kariyer basamağı kalmaz. Ama bir gerçek var ki, bugünkü dünyada bu tür açıklamalar işlevsel bakımdan hiçbir işe yaramadığı gibi, yerel entellektüellikle de hiç ilgisi yoktur.

Neden bu dilin kullanımının bu kadar arttığını merak ediyorsan, yanıt açık değil mi? Sen kişi olarak gerçek bilgiyi ya da hakikati öğrenmek için çaba sarfetmezsen, başında yönetici değil kabile şefi bulursun da ondan.

İleride iş ilanları arasında şu şekilde ilan görürsen, ne iş yapacak diye de apışıp kalma: "Ödemeler servisine kabile şefi aranıyor!"

26 Ağustos 2014 Salı

Kim takar Iowa Kaymakamını!

Çok şükür bugün de ekonomi kanallarını ve basınını takip ederek ekonominin ne yöne gittiğini anladık ve yatırım kararlarımızı sağlıklı şekilde verdik. Herhalde size de bir gülme gelmiştir bu sözden sonra...

Bugünün başlıklarına göz atalım: "Yabancı girişi faiz eritti... Dayanıklı mal siparişleri rekor kırdı... Euro işlemleri acı verebilir... ABD'de tüketici güveni 7 yılın zirvesinde..." Ve daha bunlar gibi sayısız haber. Her dakika onlarcası geçiyor ajanslardan. Ekonomi kanallarındakiler de yorumluyor hemen; biz de dikkatlice dinleyip yatırım kararlarımızı veriyoruz...

Demek hoş olurdu ama gerçek maalesef böyle değil. Günlük konuşma tarzımıza da giren haberlerdeki bu dil üzerine hiç düşündünüz mü? Öncelikle her haber son derece sansasyonel sunuluyor; ilk haberden anlaşılan sanki yabancıların getirdiği paralar faiz oranlarını sıfıra çekti. Oysa gerçek, gözle görülmeyen ve yatırımcıya etkisi sıfır olan bir değişim. Haberler parça parça iletiliyor. Sanki hepsi birbirinden ayrıymış gibi; euro işlemlerin verdiği acı popomuzu acıtırken, dayanıklı mal siparişlerindeki artış kolumuzdaki uyuşukluğu gideriyor. Haberler genellikle insanlarla alakalı değilmiş gibi sunuluyor. Eriyen faizi yoğun sıcaklarda susayan kediler içecek, euro acıyı nesli tükenen kelaynaklara verecek, mal siparişindeki rekor aslanlara sunulacak geyik miktarını arttıracak... Kısacası haberlerdeki heyecan çabucak unutulacak slogan yaratmaktan başka işe yaramıyor. Haberlerde süreklilikten eser yok. Eriyen faizin çok yüksek olması, acı veren euro işlemlerinin daha önce huzur vermesi gerekmez mi? Ama bunların önemi olmadığı gibi gerçeğin de ne olduğu önemli değil. Verilen haberin ne öncekiyle ne de sonrakiyle hiçbir ilişkisi yok. Sanki her haber başka haber. O nedenle bu haberlere anlam yüklemek dinleyicinin görevi oluyor; verenin böyle bir sorumluluğu bulunmuyor. Çok açık söylüyoruz; ekonomi haberciliğinin verdiği haberler ne çözülebilir ne de yönlendirilebilir.

Söylemdeki metafor bolluğu ilgisizliğin, etkisizliğin ve tutarsızlığın hakim olduğu bir dil yaratmış durumda. Bir bilgi, işlevselliği sonucu eyleme dönüşme gücü ölçüsünde bilgi olarak kabul edilir. Eyleme dönüşemeyen yani hiçbir yatırımcının kararlarına girdi olarak kullanamayacağı bu tür bir bilgi değersiz bir metadan başka bir şey olamaz. Yeniliği, ilginçliği ve özgüllüğü onu bilgi yapmaz. Kim söyleyebilir ki ekonomi kanallarından aldığı bilgiyle günlük yatırım kararlarını verebildiğini? Bu çok mümkün görünmüyor çünkü sıradan insanın içinde bulunduğu toplumsal ve entellektüel ortam için bu tür bir bilginin fazla önemi olamaz.

O nedenledir ki ekonomi kanallarındaki günlük haber ve yorumların sıradan insanın ekonomik yaşamı üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Ne üzerinde konuşulacak ne de sizi anlamlı bir eyleme yöneltecek bilgilerdir. Yani bol miktarda bilgi vardır ama hiçbiri yatırım kararına dönüşmez. Dayanıklı mal siparişi rekor kırdı diye gidip "çekyat" alan yoktur herhalde. Ya da tüketici güveni arttı diye malını tüketiciye "nasıl olsa güvenilir parasını getirir" diyerek veresiye veren. İşte bu noktada kültür eleştirmeni Neil Postman'ın dediği şeye geliyoruz: Bilgi-Eylem Oranı.

Bir bilginin önemi yarattığı eylem olanaklarına dayanır. Yani her bilgi bir eylem yaratmalıdır. Ama ekonomi haberleri bilgiyi öylesine soyut bir hale getirmiştir ki, bu tür bilginin eyleme dönüştürülme niteliği kalmamıştır. Yani demek istiyoruz ki, yabancının getirdiği parayla eriyen faizler için ne yapmayı düşünüyorsunuz ya da euro işlemlerinin acı vermesine karşın ne tür bir aksiyon alacaksınız? Okuduğunuz ya da dinlediğiniz her habere karşılık siz de kendinize bu tür sorular yöneltebilirsiniz. Eminiz ki cevap değişmeyecektir. Bu konularda yapmayı planladığınız hiçbir şey yoktur, olamaz da. Çünkü verilen bilgi sadece bir yerden bir yere taşınmak için veriliyor; üzerinde düşünmek, çıkarsama ya da açıklama yapmak için değil. Enine boyuna bilgi sahibi olmak için değil; haberleri sadece duymuş olmak için.

İşte Neil Postman'ın dediği de budur. Bilgi-Eylem oranı düşük enformasyon, Abd'de en çok rüzgar enerjisi Iowa'da üretiliyor haberine verdiğin tepkiye benzer: "Kim takar..."

Sözü uzatmaya hiç gerek yok. Ekonomi haberciliği bize son derece yabancı ve hiç bir işe yaramayan sayılardan oluşan bir dünya yaratmış görünüyor; parça parça ve süreksizlikten oluşan, zamanın ve dikkatin bölündüğü kendini beğenmiş bir dünya. Ya da daha kısa söylersek: "Kim takar Iowa Kaymakamını!"

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Seks eşittir hediye!

Fazla düşünülmemiş sorulara verilen alelade cevapların popüler kültürün kese kağıdıyla paketlendiği söyleşiler hazırlamasıyla ünlü Ayşe Arman'ın bu haftaki konusu kadın orgazmıydı. 15.yüzyıl feodalitesine derin bir romantizm duyan bizim gibi topluluklarda bu tür konuların bağlamı içinde bile tartışılması büyük cesaret isterken, gazete köşelerine servis edilmesine hayranlık duymamak elde değil. O nedenle yazılanları gözden geçirmeye karar verdik. Türk kadınının orgazm gerekçeleri içinde "bedava" tanımlaması dikkat çekiyordu. Modern ülkelerde yapılan araştırmalarda genellikle "rahatlatıcı", "birleştirici" gibi gerekçeler sıralanır oysa ki. Kadın cinselliğinde de bir "sadaka kültürü"nün oluştuğu yönündeki sosyal medya paylaşımımıza gelen yanıtlardan biri konunun başka bir boyutunu vurguluyordu: "Bizim şirketteki bazı arkadaşlar için geçerli değil." Aslında söylemek istediği şey kadınların iş hayatında zam almak, iş bulmak, terfi etmek gibi nedenlerle cinsel değiş tokuşa girdikleriydi. Konuyu biraz araştırdığımızda erkekler için bu tür hikayelerin anlatılmadığını gördük. Ama kadınlar için anlatılan hikayelerin haddi hesabı yoktu. "İş hayatında başarı için her şey mubahtır fenomeni" gibi bir durum oluşmuştu. Aslında iş hayatında olan herkesin biraz dilindedir bu konu ama sonuçta bilimsel istatistik olmayınca ispatı zordur. Hal böyle olunca biz de araştırma konumuzun rotasını biraz değiştirdik. "Her şey mubah fenomeni"nin nasıl ortaya çıktığını araştırmaya başladık. Acaba suçlusu kadınlar mıydı?

Gelin şimdi finans dünyasının arka sokaklarındaki dedikodulardan bilimin kasvetli laboratuvarlarına girelim. Evrim Psikolojisinin kurucularından sayılan Amerikalı antropolog Donald Symons geniş bir veri tabanı kullanarak tüm ülke halklarının kur yapma, flört ve evlilik dışı ilişkilerde birbirlerine ne tür hediyeler aldıklarını araştırıyordu. Beş grup hediye yöntemi tespit etti: 1) Yalnızca erkeğin hediye vermesi; 2) Hem erkeğin hem kadının vermesi; ama erkeğin hediyesinin parasal yönden daha değerli olması; 3) Hem erkeğin hem kadının hediye vermesi ama hediye değerlerinin önemsenmemesi; 4) Hem erkeğin hem kadının hediye vermesi; ama kadının hediyesinin daha değerli olması; 5) Yalnızca kadının hediye vermesi.

Dünya üzerindeki ülkelerin hediye anlayışları bu beş gruptan birine giriyordu. Fakat Symons'un dikkatini bir şey çekmişti. Dördüncü ve beşinci kategorilere uyan tek bir ülke bile yoktu. Yani kadınların parasal yönden erkeklerden daha değerli hediyeler aldıkları ya da sadece kadınların hediye aldıkları bir toplum bulunmuyordu. Toplumların %79'u birinci gruba, %5'i ikinci gruba, %16'sı ise üçüncü gruba giriyordu. İşte Symons o anda aradığı yanıtı bulmuştu.

Kur yapma, flört ve evlilik dışı diğer ilişkilerdeki bu hediye kültürü insan ekonomisi açısından tek bir gerçeği işaret ediyordu. Cinsellik, kadınların bahşettiği, erkeklerin çok değer verdiği bir konu olduğu için cinsel alışverişte güç kadının eline geçmişti. Yani en kaba haliyle söylersek "seks eşittir hediye".

Psikologların görüşme yoluyla yaptıkları bazı araştırmalarda iş hayatında "hediye almak" (terfi, zam vs.), fiziksel açıdan güçlü bir erkeğe duyulan tutkuya eşdeğer bir heyecan yaşatıyordu. Cinsel değiş tokuş karşılığı alınan zam ya da terfinin fiziksel bir koruma sağlayacağı açık olduğundan bu bulgunun doğru olma ihtimali oldukça yüksek.

Genellikle kişilerin etik değerlerindeki zayıflıkla bağdaştırılan "Her şey mubah Fenomeni" aslında tek bir şeyle ilişkilidir: Hediye anlayışımızla.

Şimdi dönüp geçmişe şöyle bir bakalım. Acaba hediye anlayışımız ilk üç grubun dışında mı değil mi? Kişisel yanıt farklı olabilir elbette ama toplumsal kodlar ilk üç grup içinde olduğumuzu söylüyor.

Öyleyse yapılması gereken tek bir şey var. İnsanları, ağızdan ağza yayılan gerçek olup olmadığı bile belli olmayan hikayelerle yargılamak yerine düşünce sistemini biraz zorlamak ve şu eşitliği değiştirmeye çalışmak: "Seks eşittir hediye!"

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Finansal okuryazar değilsin ama finansal şeytansın!

Finansal okuryazarlığı kafaya taktık son zamanlarda. Halkımızı ızdıraptan kurtaracağız bu kez! Bölük pörçük çabalar giderek ivme kazanıyor. Beklenti büyük. İnsanlar artık hisse senetlerini fiyat/kazanç oranlarını bilerek alacak, konut kredilerinde en ideal paketi seçecek, fonların içeriğini bilerek yönetim ücretini hesaplayabilecek, bileşik faizi fx-3600 hesap makinesi çabukluğuyla hesaplayabilecek veya bireysel emeklilikte 10 yılı sevgiliyi bekler gibi keyifle bekleyecek. Hakikaten hayali bile güzel.

Yaygın eğitimler, televizyon programları, interaktif içerikler ve daha birçok materyal ile tam bir finansal okuryazarlık seferberliği yaşanıyor. Eğitimciler, karmaşık finansal ürünleri o kadar sevimli anlatıyorlar ki zannedersiniz hepsi Rahibe Teresa, hepsi Nihat Hatipoğlu; anlatılan da cennet tasviri, hakikate çağrı. Sunulan içerikler o kadar basitleştirilmiş ve hikayeleştirilmiş ki, zannedersiniz dinleyenler dünyanın en masum çocukları, inançlı müritler. Sizce ortada bir gariplik yok mu?

Finansın arka sokaklarını bilmeyenler için oynanan tiyatroda hiçbir tutarsızlık yoktur. Ama iRRasyonel gibi finansal sistemin kara deliklerini, çıkmaz sokaklarını ya da çarpık yapılaşmasını ortaya koymaya çalışan biriyseniz, kentin yüksek binalarının yanındaki "tenekeli mahalle"yi kolaylıkla fark edersiniz. Şimdi nefesinizi tutun ve bizi takip edin. Sizi finansal sistemimizin en berbat üç mahallesine götüreceğiz. Finansal piyasalarımızdaki en büyük üç "tezhagaltı" enstrümanı tanıyacağız. Bugüne kadar hiçbir metodik çalışmaya konu olmayan bu üç tenekeli mahalleyi bakalım beğenecek misiniz?

Ticaret ve finans hayatımızın en büyük karabasanı uzun yıllardır "hatır çeki" denilen enstrümandır. Tüm dünyada ilerli tarihlisi bile kabul edilmeyen çek denilen bu ticari enstrümanın bizde manevi duygularla ticarete sokulmasının adıdır hatır çeki. Diyelim krediye ihtiyacın var ve teminatın yok. Yandaki dükkana girer ve komşundan senin için bir çek yazmasını istersin. Ortada ne bir alım satım ne de ticaret vardır. Herşey sevgi ve saygıdan yapılır. Komşun çıkarır çek defterini ve yazar hemen bir tane. Mırın kırın mı etti yazmakta. O zaman karşılıklı yazarsınız. Sen de çıkarırsın çek defterini ve aynı tutarı yazar, imzalarsın. Böylece kimsenin kimseye borcu kalmaz. Kusursuz cinayet işlenmiştir artık. Götürürsünüz en yakın finans kuruluşuna, alırsınız krediyi. Bugün çek kullanıp da hatır çeki kesmeyen tacir pek yoktur. Bu tür işlemlerin büyüklüğünün milyar liraları bulduğunu biraz piyasa tecrübesi olan herkes tahmin eder. Hatır çeki belki de finansal sistemimizin en büyük kara deliğidir ve tamamen bize özgü bir modeldir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinde bile buna benzer "yaratıcı" bir enstrüman yoktur.

Finans dünyamızın belki de krediden sonraki en eski ürünü "paravan kredi" denilen üründür. Kredibiliteniz mi yok, bankalar size kredi vermiyor mu, dolandırıcı mısınız; hiç sorun değil. Kurarsınız köydeki "elti"niz üzerine bir şirket, ya da sevdiğiniz bir arkadaşınızdan rica edersiniz; onlar sizin yerinize bankadan krediyi alır ve size verirler. Geri ödemeyi siz yaparsınız artık. Banka krediyi o masumlara verdiğini düşünür ama sizin gibi usta bir dolandırıcıya vermiştir maalesef. Ülkemizde paravan kredinin yaygınlığı bilinen bir gerçektir. Hatta banka size kredi vermedi mi; ne yapmanız gerektiğini sorun. Muhtemelen "yardımsever" bankacı şöyle diyecektir: "Sizin yerinize başkası çeksin." Ne kadar da harika değil mi? Finansal okuryazarlık ancak bu kadar verimli olabilir. Ama ne acıdır ki, ülkemiz için saf gerçek olan paravan kredi hiçbir yabancı finans sözlüğünde yer almaz.

Üçüncü ürünümüz konut kredisi. Bin bir isimli türü var ya artık bu tür kredilerin. Fakat bu modeli hepsinden farklı. Diyelim ki paraya ihtiyacınız var ama bir yıllık, iki yıllık vadeler sizin için yeterli olmuyor. Daha uzun vadeli bir kredi alıp rahat rahat ödemek istiyorsunuz. Ama öyle bir kredi maalesef yok. Tüketici kredileri 3 yıldan uzun olamıyor. "Ne yapacaz; sıkışacaz mı?" Elbette ki hayır. Hemen köydeki "bacı"nıza evinizi satacaksınız. Bacınız bankaya gidip konut kredisi ile sizin evi alacak ve siz de parayı alacaksınız. Evinizin mülkiyeti sizden çıkmış olsa da mühim değil. Ne de olsa bacınız; istediğinizde size geri verecektir. Ne kadar güzel değil mi? Adını sorarsan, "tenekeli mortgage" olsun. Bu tür satışların son derece yaygın olduğunu çevrenizdeki kişilerden de öğrenebilirsiniz. Mutlaka bu tür bir işleme aracılık etmiş kişilere rastlayacaksınız. Tenekeli mortgage pazarı son derece büyüktür ve dünyanın hiçbir yerinde de benzeri yoktur.

Hatır çeki, paravan kredi ve tenekeli mortgage pazarı finansal piyasalarımızın en büyük üç tezgahaltı pazarıdır. Hepsi "Made in Turkey" ve hepsi "Allah ödeme kolaylığı versin" tabanlıdır. Ama en tuhafı nedir biliyor musunuz, bu üç ürünün dünyada eşi benzeri yoktur. Türk zekası, yaratıcılığı ve finansal okuryazarlığının ürünüdürler. Yani daha açık söylersek, finansal okuryazar olmadığını düşünüp çeki, krediyi, mortgage'i öğrettiğin bu halk tarafından keşfedilmişlerdir.

Sözü uzatmaya hiç gerek yok, her şey ortada: "Finansal okuryazar değilsin ama finansal şeytansın!"

19 Ağustos 2014 Salı

Kristal bir şampanya kadehi kadar büyüleyicisin!

Son günlerde en önemli takıntımız Moody's oldu herhalde. Ekonomik gidişatımızın gidişat olmadığını düşündüğünden görünümümüzü negatife çekti. Böyle olunca da tüm göstergeler saptı. Henüz "havale" ile "EFT"nin farkını bile bilmeyen finansal okuryazarlığı "Hollanda Lale Çılgınlığı" seviyesindeki halkımız da, buna bazen yöneticiler de dahil oldu, açtı ağzını, yumdu gözünü. Sağduyu sahibi elitlerse Moody's'e kulak vermemiz gerektiği retoriğini tekrarladılar. Amacımız hangi tarafın haklı olduğunu bulmak değil. Sadece kafamıza takılan bir şey var: Neden bizi sürekli ratingliyorlar?

Öncelikle Moody's'in ülkemiz ile ilgili verdiği kararların tarihçesine baktık. Acaba geleceği gerçekten öngörmüşler miydi? Sadece son on yıllık kararlarını incelediğimiz de bile karşımıza basit bir gerçek çıkıyor. Aslında ekonomimiz için kırılganlık teşkil edecek önemli olaylar öncesinde görünüm pozitife, olumlu hava estirecek olaylar öncesinde görünüm negatife alınmış. Yani çok da başarılı olduklarını söylemek güç. Fakat asıl üzerinde duracağımız konu bu değil. Ekonomik geleceği görmenin, adı rating şirketi olan bir kurumda çalışan 2 memurun işi olmayacağı açıktır. Peki öyleyse, bu gerçek bu kadar açıkken, rating şirketleri neden sürekli ülkemiz hakkında not bildirip duruyorlar? Bu iş için bizden para almadıkları ya da çıkar elde etmedikleri ortadayken, neden bizi ekonomimiz hakkında sürekli uyarıyorlar?

Yanıt oldukça açık değil mi? Biraz dikkat gösterirsek kulağımıza fısıldananlardan hemen anlayabiliriz aslında: "Kristal bir şampanya kadehi kadar büyüleyicisin!"

Ne demek istediğimizi anlamayanlar için hemen açıklayalım.

42 yaşındaki Robin hayatının aşkını bulmuştu sonunda. Talibanla savaşsın diye Afganistan'a gönderilen Albay Kassem Saleh tam ona göre biriydi. Romantik, anlayışlı, gerçekçi, güçlü ve gelecek vaat eden. Onunla konuşurken kendini tanrıça, prenses, külkedisi gibi hissediyordu. Hayatının beyaz atlı prensini bulmuştu sonunda. İnternetten başlayan ilişkileri 6 aydır sanal ortamda devam ediyordu. Ama yakında evleneceklerdi. Albay nişan yüzüklerini bile göndermişti. Robin havalarda uçuyordu. Düğün hazırlıkları yapan Robin o gece evlilik sitelerini inceliyordu. Orada okuduğu birkaç satır Amerikan askeri tarihinin en tuhaf skandalını başlattı.

Yaklaşık bir yıl önce patlayan skandalda mahkemeler bile hala karar verebilmiş değil. Albay Kassem Saleh tam 50 kadınla yazışmış ve hepsini kendine aşık etmişti. Çoğuna hediyeler göndermiş, bazılarına nişan yüzüklerini postalamıştı. Düğün tarihlerini kesinleştirmiş, her türlü organizasyonu planlamıştı. Tam 50 kadınla aynı senaryoyu oynayan Albay Saleh üstelik de evliydi.

Bu hikaye birçok açıdan yorumlanabilir ama sonuçta ortaya tek bir gerçek çıkacaktır: Albay Kassem Saleh, kadınların kendi kendilerine hoş göründüğü bir ayna yaratmış ama ayna bir gün kırılmıştır.

İşte rating şirketlerinin yaptığı da aynen budur. Ülkelerin kendi kendilerine hoş göründüğü bir ayna yaratırlar. Rating notu yükseldiği an o ülke hayatının beyaz atlı prensini bulmuştur artık. Ondan sonra gelsin Amerika'nın sıcak parası, Avrupa'nın "soğuk" yatırımı, körfezin yeşil doları, Rusya'nın döviz saçan dilberi, Japonya'nın anasını da alıp gelen carry tradecisi, Asya'nın harcamaya meraklı başı örtülü bacısı. Çünkü rating şirketi Albay Saleh kadar romantik, anlayışlı, gerçekçi, güçlü ve gelecek vaat eden biridir. Ama rating düşürüldü mü ayna kırılmış demektir. Suçlu ya Albay Saleh ya da rating şirketidir.

Albay Saleh'in Robin'e sön sözü, "Kristal bir şampanya kadehi kadar büyüleyicisin" olmuştu. Girişte sorduğumuz soruyu yeniden hatırlayalım: Bu iş için bizden para almadıkları ya da çıkar elde etmedikleri ortadayken, neden bizi ekonomimiz hakkında sürekli uyarıyorlar? Yanıtı vermek kolay artık. Çünkü not arttırıldığında Albay Saleh'in yazdıklarının büyüsüne kapılarak yelkenleri indirip kendisiyle ilişkiye başlayan kadınlar gibisin de ondan. Daha açık söyleyeyim mi? Kulağını biraz yaklaştırırsan fısıldayabilirim: "Kristal bir şampanya kadehi kadar büyüleyicisin!"

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Yılmaz Özdil'den sonra bademcik ameliyatı sırası kimde?

Görevlerine son verilen gazetecilere Yılmaz Özdil de eklendi. Birçokları muhtemelen şaşırmamış ve üzülmüştür. Çoksesliliğin giderek kakafoni sayıldığı bir toplumda elbette ki çatlak sesler düzeltilir şeklinde öngörü zor olmasa gerek. Fazla önemsemeyenler de vardır muhtemelen. Yüksek bir koşullu çıkarsama düzeyi, sokak ağzından yontulmuş abartılı retorik ve yoğun ironiyle sunulan politik hicivlerin eleştirel bir değer taşımadığını söyleyeceklerdir onlar da. Fakat ne olursa olsun, bir gazetecinin işini yapmaya çalıştığı için işinden olması pek kabul edilebilir bir şey değildir. Herkes şu soruyu kendine sorabilir: Acaba işimi yapıyorum diye işime son verilirse ne düşünürüm? Şüphesiz bir fail ve mağdur ararım. Mağduru bulmam zor değil elbette; ne de olsa işini kaybeden benim. Peki öyleyse fail kim?

İlk bakışta Yılmaz Özdil'in eleştirel yazısının kararda etkili olduğu söylenebilir. Muhtemelen farklı açıklamalar da sunanlar olacaktır. Biz bu soruya uzun, karmaşık, politik, toplumsal ya da komplo teorileri ile dolu bir cevap verecek değiliz elbette. Bazen düşüncenin ultraviyolesi de yeterli olabilir. Nasıl mı?

Bir çocuk doktoru olan Harry Bakwin 1945 yılında bir makale yayınlar. Tıp dünyasını bir anda şaşkına çeviren "Pseudodoxia Pediatrica" adlı makale bilinen tüm gerçeklere karşı çıkmaktadır. Konu çocukların bademcik ameliyatıdır. Araştırılan ise çocuklardan %kaçı bademcik ameliyatı oluyor sorusudur?

İşte bu sorunun yanıtını bulmak için okullardan seçilen 11 yaşındaki 1.000 çocuk bir hekim grubuna gönderilir ve kaç çocuğun bademcik ameliyatı olması gerektiği sorulur. Elde edilen yanıt %61'dir. Yani çocukları 611'i ameliyat olacak, kalan 389'unun ameliyat olmasına gerek bulunmamaktadır. Sonuçlar araştırma grubunun önceden tahmin ettiği gibidir. %60'lık seviye gerçek durumu yansıtmaktadır. Fakat bu noktada Harry Bakwin'in aklına şeytanca bir fikir gelir. Bademcik ameliyatı olmasına gerek görülmeyen 389 çocuğu başka bir uzman grubuna götürür. Çocukların bademcikleri incelenir ve karar gelir: 174 tanesi yani %45'i ameliyat olmalıdır. Araştırma grubunun kafası karışmaya başlamıştır, çünkü sonuçları bilimsellikle izah etmek güçleşmektedir. Ama Harry Bakwin durmaz. Bu gruptan ameliyat edilmesine gerek görülmeyen 215 çocuğu başka bir uzman grubuna yönlendirir. %45'inin ameliyat olması gerektiğine karar verilir. Bakwin, ameliyat olmasına gerek görülmeyenleri başka bir uzmana yönlendirir. Gelen sonuçlar şimdi şaşırılacak seviyededir. Üç muayene sonunda çocukların %94'ünün bademcik ameliyatı geçirmesine karar verilmiştir.

Aslında deneyden çıkan sonuç oldukça basittir: Doktorlar nasıl bir çocuk grubu görürse görsünler yaklaşık yarısının bademciklerinin alınmasına karar vermektedirler. Ne bilim, ne de başka bir şey. Hepsi sadece bu: Taraflı algı!

Yılmaz Özdil meselesine gelirsek. Aslında sorun herkesin düşündüğü gibi "Dulcinea"sı adına yel değirmenlerine saldıran bir "şövalye"nin sonunda kaybedeceği meselesi değildir. Ya da gazetenin içsel yörüngesi veya politik pratikler sorunu da değildir. Sorun ilgili yayın grubunun son on yılda 24 gazetecinin işine son vermesinden de rahatlıkla anlaşılacaktır. Amaç eleştirel bakış açısını yok etmek olduğu sürece daima bir sonraki kurban bulunacaktır. Çünkü sorun eleştirel yazıları yazanların "hasta" olması sorunu değil, doktorun önündeki gruba göre hareket ettiği gerçeğidir. Maalesef bu gerçek hayatımıza girmiştir ve var olduğu sürece de bademcik ameliyatı yapılacak birileri mutlaka çıkacaktır.

Kısaca özetlemek gerekirse, eğer bir gruba bademcik ameliyatı yapılacaklar ve yapılmayacaklar diye "ikiye ayıran" bir düşünce şekliyle yaklaşırsanız, bilimsel bakış açısı yok olur ve taraflı algı başlar. Tıpkı Yılmaz Özdil meselesinde çok seslilik, hümanizm ve bağımsız gazetecilik gibi değerlerin yok olarak taraflı algıya dönüşmesi gibi.

Öyleyse sorulması gereken soru şu: Yılmaz Özdil'den sonra bademcik ameliyatı sırası kimde?

14 Ağustos 2014 Perşembe

Senin kişiliğin tiyatro!

Onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil, yürekli,... Beşiktaş eski Başkanı Süleyman Seba'nın arkasından yazılan anma sözlerinde en çok kullanılan nitelik sıfatları. Bir insanın bu sıfatlara erişmiş olması hayatın en büyük başarısıdır hiç şüphesiz. Bugün bırakın hepsini, bir tekinin bile bir insanda gördüğümüzde derin saygı duyar olduk. Genelde alıştığımız nitelikler onursuz, dolandırıcı, küstah, şerefsiz, paraya her şeyini satan, adaletsiz ve korkak kişiler. Hatta sıfatların çoğu genellikle aynı insanda bile toplanabiliyor artık. İşte hal böyle olunca, sosyal medyada yazılan on binlerce anma ve taziye mesajını, söyleyen açısından nasıl yorumlamamız gerektiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Kapitalizme alışalım derken hızımızı alamayıp "paraizm" ya da "çıkarizm" gibi "ileri" sistemler yarattık. İşte bu noktada bir şeyi anlamakta güçlük çekiyoruz.

Süleyman Seba için sosyal medyada yazılan anma sözlerini incelediğimizde tuhaf bir durumla karşılaştık. Benzer durumlarda sabit metinlerin dolaştırılması esasken bu kez herkes kendi metnini yazmıştı. Oysa birgün önce ölen Robin Williams için yine çok sayıda mesaj atılmışken çoğu benzer metinlerden oluşuyordu. Bu kez farklıydı. Bu durum kişilerin duygularını derin hissiyatları ve samimiyetleri ile ortaya dökmeleri anlamına geliyor hiç şüphesiz. Şimdi şöyle bir düşünelim. Onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil, yürekli bir insanı derin hissiyatı ile anmak isteyen kişilerin de onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil, yürekli olmaları gerekmez mi?

Bu sorunun yanıtını herkesin özelinde vermek mümkün değildir elbette. Fakat kalabalığın ruh hali, davranış karakteristikleri, neyle ilgilendiği, neye önem verdiğini bildiğiniz zaman genel bir yargıya varmak pekala mümkün olabilir. Mesela istatistiklere (rating) göre bu halkın spor ve kahramanlık anlayışı %30 oranında "survivor" yarışması ekseninde şekilleniyor. Yani ratinglere göre Survivor'ı içten ve samimi şekilde izleyen %30'luk bir halk kitlesine sahibiz. Süleyman Seba'ya içten ve samimi bir anma sözü yazan kişilerin de bu istatistiğin bir parçası olduğunu söylemek hiç zor değil. Çünkü taziyelerini sunanların çoğu bırakın Süleyman Seba'yı, bundan önceki Beşiktaş Başkanını bile makul bir bilinç seviyesiyle hatırlamaları mümkün değil. Çünkü çok gençler. Peki öyleyse ne?

Survivor, gerçekliğin sahici bir yansıması olarak halka yutturulmaya çalışılsa da aslında herkes rol yapmaktadır. Ama bu rol yapma durumu tiyatrodakinden biraz farklıdır. İnsanlar önceden belirlenmiş bir role uymaya çalışmazlar; sadece kendilerini oynarlar. Halkın ilgisini çekecek belli bir imaj ve karakter yaratmaya çalışırlar. İlginç olma yönünde aşırı çaba, yorucu sportif egzersizler, kişisel gelişim muhabbetleri, yapay kabile adetleri ve daha birçok anlık belirlenen rol. Hiçbir şey doğal değildir. Yapmacıklığa yapmacıklık eklendiği için de izleyenler tutarsızlık bulamazlar bu oyunda.

Muhtemelen sosyal medyadaki anma sözlerini okuyanlar da hiçbir tutarsızlık görememişlerdir dün akşam. Çünkü sebep Survivor gerçeğidir. O an herkes anlık rolünü oynamaktadır. Sözlerdeki Süleyman Seba adını çıkarın, muhtemelen bir gün önce Robin Williams için atılan taziye mesajlarını bulacaksınız. Robin'i çıkarın Soma'daki işçiler için atılanları. Bu böyle gider. Filistin'deki din kardeşlerimiz, iki savaş uçağı pilotumuz, şehitlerimiz, Gezi eylemcileri ve daha birçokları için atılanları.

Bu ülkede onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil, yürekli gibi niteliklere sahip çok az insandan birini yitirmek gerçekten büyük kayıptır. Ama bundan daha büyük başka bir kaybımız var. Bu ülkedeki politikacı, sporcu, sanatçı ve iş adamları içinden gerçekten onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil ve yürekli kaç kişi sayılabilir? Peki ya onların örnek olduğu vatandaşlar arasından onurlu, dürüst, saygılı, şerefli, paraya tamah etmeyen, adil ve yürekli kaç kişi? Muhtemelen birçok kişi vardır ama sayının giderek azaldığını hepimiz biliyoruz. Bu nitelikleri kaybettiğimiz içindir ki böyle insanlar gördüğümüzde vicdani başarısızlığımızı bir nebze teskin etmek için saygı duruşuna geçer, taziye mesajı atarız.

Aslında sözü çok fazla uzatmaya gerek yok. Sen, son ölen ünlü için taziye mesajını hazırlayadur, ben son noktayı koyayım: Senin kişiliğin tiyatro!

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Hadi hep beraber bilimi hissedelim!

Bugünün en çok gururlandığımız haberi muhtemelen İranlı kadın matematikçinin aldığı matematik ödülü. Sosyal medyadan anladığımız herkesi bir gurur kaplamış. Sebebi muhtemelen duyduğumuz yakınlık. Bir de zorluklarla mücadele edilmesi gerçeği. Çünkü bu prestijli ödülü kazanan Meryem Mirzakhani bir kadın; ne de olsa erkeklerin oyunu kabul edilen matematikte onları yendi. Aynı zamanda İranlı; dikenli bahçede açan bir gül. Üstelik müslüman; "ecnebilere" karşı büyük bir zafer. Öyleyse gelin hep beraber kutlama yapalım. Zaten gazeteci İsmet Berkan'ın "kuru hamaset" ile dolu yazısı sanal bir haz vermiştir kalabalığa. Eğlenceyi bozmak istemeyiz ama acaba bir şeyi gözden kaçırmadık mı?

Çarpıcı ekonomi kitaplarıyla bilinen Robert H.Frank, Darwin Ekonomisi adlı kitabında Birkhaman Rai adında bir yerliden bahseder. Frank, Nepal'de görev yaparken bir aşçıya ihtiyaç duyar ve Rai'yi işe alır. Rai, bir gün bile okula gitmemiştir ama son derece yetenekli bir aşçıdır. Zaman ilerledikçe Frank'ın başka ihtiyaçları da oluşur. Rai hepsini halleder. Rai, profesyonel satıcılar kadar iyi pazarlık yapmaktadır. Keçileri kesebilmekte, evin çatısını kusursuzca onarabilmektedir. Duvarları sıvayabilmekte, bozuk çalar saatleri tamir edebilmektedir. Metal kapları kalaylayabilmekte, ahşaptan usta bir marangoz gibi mobilya yapabilmektedir. Ayakkabıları yenisinden daha güzel görünecek şekilde tamir edebilmektedir. Köyün tüm "kocakarı" bilgeliğine sahip olup günlük sağlık sorunlarına tedaviler önerebilmektedir. Ekonomist Frank hayatı boyunca bu kadar yetenekli başka biriyle karşılaşmamıştır.

Frank, ülkesi Amerika'ya döndüğünde ekonominin önemli bir gerçeğini kavrar. Rai'ye bir yıl için ödediği birkaç yüz dolar hayatı boyunca Rai'nin görebileceği en yüksek gelirdir. Fakat bundan daha acı başka bir gerçek vardır: Rai, Amerika'da yaşıyor olsaydı büyük bir ihtimalle zengin olmuştu!

Bugün İranlı matematikçi Meryem'in hikayesini okuyanlar bir gerçeği fark etmişlerdir. Meryem, matematik adına öğrendiği ve kendisine ödül getiren hemen her türlü bilgiyi Amerika'nın en saygın üniversiteleri olan Harvard ve Stanford ile Clay Enstitüsünde elde etmiştir. İşte acı gerçek budur: İnsanlar ne kadar yetenekli ve çalışkan olurlarsa olsunlar, Nepal ya da Somali gibi bir ülkede Matematik ödülü kazanmaları imkansıza yakın bir durumdur. Tarihsel veriler dikkate alındığında bu gerçek İran ve Türkiye için de geçerlidir. Bilimin "hissedildiği" ülkelerde bilimsel başarı ancak "abidik gubudik sosyal medya tezahüratı" ile sağlanır.

Öyleyse ne duruyoruz, hadi hep beraber bilimi hissedelim!

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık!

Üniversiteden mezun olup finans sektöründe hemen iş bulabilen şanslı azınlık sektörü tanımaya başladı. İlk geribildirimler "Finans sektörü bu muymuş; peki şimdi ne yapacağız!" şeklinde. Sektörün tatmin etmeyen iş ortamı ilk rahatsızlık. Mezunların kafasındaki finans dünyasıyla, karşılaştıkları arasında dağlar kadar fark var. iRRasyonel'e ulaşanlardan biri "Bize üniversitede hiç bunlardan bahsedilmedi" diyordu memnuniyetsizlikle. Acaba gençlere finans sektörünün parlak geleceğini anlatırken bir gerçeği anlatmamış olabilir miyiz?

Üniversiteyi bitirip finans sektörünü tercih edenlere neden bu sektörü tercih ettiklerini sorduğumuzda benzer yanıtlar verdiler. Hepsi bu işten iyi para kazanıldığında mutabıktı. Fon yöneticisi James Simmons'un 2 milyar dolara yakın kazandığını, Princeton'u bitirenlerin %50'sine yakınının finans sektöründe işe başladığını ve John Paulsen'in 4 milyar dolar kazandığını biliyorlardı. Ama bilmedikleri bir şey vardı ya da belki tam olarak hatırlayamadıkları: "Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık!"

Nasıl mı?

İnsanlar kazanma şanslarını olduğundan fazla öngörüp geleneksel işlerden, finans gibi yeni alanlardaki işlere yönelmeleri büyük bir hata içerir. Diyelim ki üniversiteden mezun bin kişi var ve kendilerine şu iki işten birini seçmeleri gerektiği söylensin: Balık avlayarak yılda 1 milyon kazanmak ve fabrikada işçilik yaparak yılda 30.000 kazanmak. Şimdi düşünelim; mezunlarımız hangi işi seçeceklerdir?

Aslında yanıt oldukça basit. Diğer şartlar aynıysa adayların tamamı balık avlamak isteyecektir. Peki sonra ne olacak? Ekonomik teori bize şunu söyler. Balıkçı sayısı arttıkça avlanacak balık miktarı azalacaktır. Yani kazanç 1 milyondan azalmaya başlayacaktır. Her yeni girişle daha da düşecek ve belki sonunda fabrikada işçi olarak kazanılan paranın altına düşecektir. Ekonomi bize gerçeği oldukça iyi açıklar. Eğer balıkçı olmak isteyenler artmamış olsaydı, gelir de azalmamış olacaktı. Ama her yeni balıkçı sadece balıktan elde edeceği kazancı düşündüğünden balık miktarındaki azalmayı düşünmeyecektir. İşte finans sektörü de böyle çalışır.

Tıpkı denizde çok miktarda balık olması gibi, belirli bir zaman diliminde finans piyasasında çok fazla işlem ve gelir olabilir. Muhtemelen vardı da. Fakat "finansçı" sayısı arttıkça gelirler düşmeye başladı ve sonunda sektör giderek kaynak israfı yaratan bugünkü haline geldi.

Finansal piyasalarda her bir uzmanlık alanı için geliri çok yüksek sadece birkaç pozisyon vardır. Bu nedenle çok yüksek kazançlı bu pozisyonlara yönelik rekabet yüksektir. Her bir pozisyon için binlerce aday bulmak mümkündür. Bu gerçeği iyi hesaplayamayanlar ise başarı şanslarını olduğundan yüksek görürler. Her adayla birlikte başarı şanslarının azaldığını hesaplamazlar. Sonuçta ortaya herkesin kaybettiği bir oyun çıkar. Amerika'da yapılan bir araştırmanın çarpıcı sonucu bu durumu oldukça iyi izah eder: "Hedge fonlar ve girişim sermayesi şirketlerinde kariyer yapmak için mücadele edenlerin yarısı istifa etse bile, bu pozisyonları doldurabilecek kalifiye insanların sayısında bir azalma olmayacaktır." Acaba bu gerçeği gençleri hatırlatan tek bir üniversite çıkmış mıdır? Onlar suçu kendi yeteneklerini daima abartan öğrencilerinin enformasyon çarpıklığında görseler de aslında suç tamamen üniversitelerdedir. Yoksa her kurulan üniversite işe "İşletme Fakültesi" açarak başlamazdı.

Aslında uzatmaya hiç gerek yok. Bugünün azimli mezunlarından birçoğu kararlılıkla ve ümitle işlerine devam edecekler. İstedikleri kariyere ve kazanca çok çalışırlarsa ulaşacaklarını düşünecekler. Sonuçta kaybettiklerinde de suçu kendi mantık hatalarında değil, sektörün acımasızlığında arayacaklar. Zaten bunun böyle olması gerektiğini, yani gerçek nedeni sorgulayarak "kafa patlatmak" yerine kendilerine sunulan nedenin kabul edilmesi gerektiğini daha lise yıllarında tarih kitaplarında okumamışlar mıydı: "Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık!"

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Gazeteler neden çok fazla Adana'da suç haberi yayınlar?

Adana'da beyzbol sopalarının yok sattığı haberini okuduğunda "beyzbol bu kadar mı yayıldı" diye düşünen çıkmamıştır muhtemelen. Satıcı talebe yetişebilmek için Çin'den sopa getirdiklerini söylüyor ve ekliyordu: "Arabada levye taşımak miadını doldurdu."

Gazetelerin üçüncü sayfalarını açtığımızda Adana'da suç işlenmeden geçen bir günün olmadığını sanırız. Birçok insan "Adana'da çok fazla suç işlenmesi fenomeni"nin farkındadır zaten. Yıllardır konuşulan, nedenleri üzerine düşünülen bir konu olagelmiştir Adana'nın "kriminal" görünüşü. Konunun nedenleri üzerine yapılan araştırmalar ve "kafa patlatmalarda" yüksek hava sıcaklığının etkisinin olduğu söylenir. Bununla birlikte aşırı göç, yüksek işsizlik, düşük eğitim seviyesi, aile kurumunun işlemeyişi ve kültür gibi nedenlerin suç oranı üzerinde etkili olduğu belirtilir. Eşini yaralayan adamın mahkemede "Öldürseydim daha mı iyiydi?" türünden savunmasındaki "tümdengeliyürük" modelli felsefik düşünce şeklini de nedenlere ekleyebiliriz elbette. Peki ama Adana'da gerçekten suç oranı yüksek mi? Ülkemizin "Harlem"i Adana mı?

Olaylara bir bilim adamı gibi değil de zeki ve meraklı bir ekonomist olarak yaklaşarak Adana'da suç fenomenini araştırmaya başladık. Günlük hayatın bu sıradışı muammasını çözmek üzere istatistiklerin içine gömüldük. Önce gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini araştırdık. Gerçekten de haberlerin büyük bir bölümü Adana ve çevresinde işlenen suçlarla ilgiliydi. Peki ama gerçekte illerin suç oranları nasıldı? Adana suç oranı en yüksek şehir miydi?

2012 yılı verilerine göre ülkemizde 3,3 milyon suç işlenmişti. HEGEM'in araştırmasında Cumhuriyet Başsavcılıklarına intikal eden toplam suç sayısı yetişkin insan nüfusuna oranlandığında suç oranı en yüksek iller Antalya, Kilis ve Muğla olarak sıralanıyordu. Suç oranları sırasıyla %9,34, %8,97 ve %8,52'ydi. Suç oranı en yüksek ilk on şehir arasında Adana görünmüyordu. Yani Adana'da suç fenomeni çok gerçekçi görünmüyordu. Peki ama Adana'da suç oranı diğer illerle kıyaslandığında daha düşükse neden böyle bir fenomen oluşmuştu?

Akla gelen en akılcı açıklama Davranışsal Finansın "aziz"lerinden Daniel Kahneman'ın "bulunabilirlik kestirme yolu" (availability heuristic) gibi duruyordu. İnsanlar istatistiksel olana değil de akla ilk gelene dikkat ediyorlardı. Yalnız bu açıklama aradığımız nedenselliği ortaya koymuyordu. Kahneman'ın açıklaması gazetelerin üçüncü sayfalarında Adana haberlerinin neden bu kadar fazla olduğunu açıklamıyordu. Asıl nedeni bulmak için istatistikler arasına tekrar gömüldük. Ekonominin çarkları bir yerlerde işlemiş olmalıydı. Tıpkı borsanın bugün düşüşünün bir nedeni olması gibi Adana'da suç fenomeninin de ekonomiyi ilgilendiren bir sebebi olmalıydı. Suçluyu aradığımız yer bu kez basındı.

TÜİK'in 2012 yılı yazılı medya istatistiklerini incelerken rakamlar arasındaki tuhaf bir durum dikkatimizi çekti. Gazeteci sayıları bir şeyler fısıldar gibiydi. Verilere göre 2012'de suç oranı en yüksek il Antalya'ydı. Antalya'nın da içinde bulunduğu Isparta ve Burdur illerinde toplam 696 haberci çalışıyordu. Bu, il başına ortalama 232 gazeteci anlamına geliyordu. Suç oranı en yüksek ikinci il olan Kilis'in içinde bulunduğu G.Antep ve Adıyaman illerinde 625 gazeteci görevliydi. Burada da il başına ortalama 208 gazeteci düşüyordu. Suç oranının yüksek olduğu diğer illerde de benzer gazeteci sayıları dikkat çekiyordu. Fakat diğerlerinden farklı bir rakam hemen göze çarpıyordu. Adana ve Mersin'deki gazeteci sayısı toplam 1025'ti. Bu rakam Adana ilinde ortalama 513 gazetecinin çalıştığı anlamına geliyordu. Yani diğer illerden neredeyse 3 kat daha fazla sayıda gazeteci çalışıyordu Adana'da. Her gazetecinin bir haber elde ettiğini varsayarsak; suç oranının en yüksek olduğu Antalya'dan 232 haber gazete editörüne gelecek demektir. Oysa Antalya'dan 513. Editör adil bir dağılım yaptığında bile Antalya'dan 2, Adana'dan 5 haberi gazeteye koyacaktır ki, bu bile Adana haberlerini diğerlerinden fazla kılacaktır. İşte bu istatistik Adana'da suç fenomenini tam anlamıyla açıklamaktadır.

Aslında gerçekte olan şudur. Adana'daki suç fenomeni büyüdükçe gazete patronları bu fenomeni paraya çevirmek için bölgede daha fazla gazeteci çalıştırmaya başladılar. Daha fazla gazeteci daha fazla haber elde ederek diğer illerden daha fazla habere ulaştılar. En iyi ihtimalle tüm illerden gelen haberler eşit ağırlıkla gazeteye haber olarak konduğunda bile Adana haberleri daha fazla olacaktır. Böylece illerin suç oranları anlamını yitirirken sadece gelen haber sayıları önemli olacaktır. Gazeteci sayısı arttıkça Adana'dan daha fazla haber geleceğinden gazeteler bir süre sonra daha fazla Adana haberi yayınlamaya başlayacaklardır. İşte Adana'da suç fenomeni tamamen budur: "Suç oranı düşük ama haber oranı yüksek bir şehrin gerçekdışı şöhreti!"

Bazıları, mahkemeler meşgul olmasın, avukatlar yorulmasın diye adaleti suç işleyerek sağladıklarını düşünseler de gerçek aslında çok farklıdır. Ekonomi çoğu durumda temel belirleyici olarak günlük hayatın hemen her alanına girmiş durumdadır. Çözümü fazla bilimselleştirmeye gerek yok; birkaç sayı rahatlıkla yeter.

Beyzbol sopası satan girişimcinin dediği gibi: "Arabada taşınan levye amacını hemen yansıtır; ama beyzbol sopası taşırsan herkes sporcu sanır!"