30 Ekim 2014 Perşembe

İstatistiksel falcı geldi hanııım!!!

Evlenmek herkes için önemli bir sorun. Kimle, nasıl biriyle, ne zaman evleneceğini herkes merak eder. Bunu öğrenmek isteyenler yıldız fallarına, kahve fallarına veya maharetli falcılara fazla mesai ayırmayı tercih edebilirler. Erkeklerin evlilik yönlü beklentileri kadınlara göre daha düşük olduğu için kadınların bu konuda "bilgiye daha aç" olduklarını söylemek hata olmaz. O falcı bu falcı, o astrolog bu astrolog dolaşılmasa da kadınlar için evleneceği kişi hep bir merak konusudur. Bilimin bugüne kadar bu yönde bir başarısı olmadığı için de kadınlar gerekli "bilgi"yi falcılarda ararlar. Ama falcıların geçmiş hakkındaki yorumları %90 doğru çıkarken gelecek hakkındakilerin %10 bile doğru çıkmamasının ardındaki psikolojik değerlendirmeyi yapabilecek çok az insan olduğu için faldan "aydınlanma" bekleyen insan sayısı hep artar.

Bugüne kadar bilim dünyasının başaramadığı bir şeyi ilk kez iRRasyonel olarak denemeye karar verdik: Ne zaman, kiminle evleneceksiniz? Bunu yaparken de falcılık gibi ezoterik bir bilgi kaynağı yerine istatistik gibi bir bilim dalını kullandık. TÜİK'in 2013 yılı evlenme istatistiklerini inceleyerek tüm soruların yanıtlarını bulduk. Daha fazla uzatmadan kadınlar için bilimsel kehanetlerimize başlıyoruz. İşte müstakbel eşiniz ve evliliğinizle ilgili en önemli ayrıntılar:

Kaç yaşında evleneceğim?

TÜİK'in 2013 evlenme istatistiklerine göre evlenen kadınların %89'u 29 yaşından önce evlenmiş oluyor. Eğer 30-34 yaş arası bir kadınsanız evlenme ihtimaliniz %7. 35-39 yaş arası iseniz evlenme ihtimaliniz %2. Eğer 40'ı geçmiş biriyseniz evlenme ihtimaliniz ise sadece %1'ler seviyesinde.

Ortalama evlenme yaşının kadınlar için 2013'te 23,6 olarak belirlendiğini de söylemeden geçmeyelim.

Kaç yaşında bir erkekle evleneceğim?

20-24 yaş arasında bir kadınsanız, %47 ihtimalle 25-29 yaş arasında biriyle, %11 ihtimalle 30-34 yaş arası bir erkekle evleneceksiniz. Kendi yaşınızda biriyle evlenme ihtimaliniz ise %36.

Eğer 25-29 yaş arasındaysanız %54 ihtimalle kendi yaşınızda biriyle evleniyorsunuz. 30-34 yaş arasında biriyle evlenme ihtimaliniz %26, 20-24 yaş arasında biriyle evlenme ihtimaliniz ise %10. 40 yaşından büyük bir erkekle evlenme ihtimaliniz ise sadece %1.

Tahsilli biriyle mi evleneceğim?

Eğer kendiniz gibi üniversite bitirmiş bir erkekle evlenmeyi arzu ediyorsanız, gerçekleşme ihtimali %53. Orta-Lise bir tahsil almış erkekle evlenme ihtimaliniz %41. İlkokul mezunu biriyle evlenme ihtimaliniz ise %6.

Ne zaman evleneceğim?

TÜİK verilerine göre Haziran ayında evlenme ihtimaliniz %13. Ağustos ve Eylül aylarında ise %11. Ocak'ta evlenme ihtimaliniz ise sadece %5. Evlenenlerin %45'i Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarını tercih ettiğine göre sizin de bu aralığı tercih etmeniz sürpriz olmaz.

2013 yılı evlenme istatistiklerine biraz farklı bir açıdan bakılırsa bu sonuçlara ulaşılacaktır. Gelecek elbette ki geçmişin tekrarı değildir. Ama tarihi verilerin üzerine inşa edilmiş istatistikten ekonomiye, tarihten termodinamiğe kadar kaç bilim dalı olduğunu varın siz hesaplayın. Eğer siz de astrolog ve falcıların verdiği "en kısa sürede, yakında, üç vakte kadar" gibi cevaplardan sıkıldıysanız bir de istatistiği deneyin. Belki siz de istatistiğe inanma, istatistiksiz de kalma diye düşünenlerden olursunuz.

Haydi, istatistiksel falcı geldi hanııım!!!!

29 Ekim 2014 Çarşamba

Ekonomiden anlamayan golcüden de anlamaz!

Futbolda işlerin kötüye gittiği zamanlarda futbolculara ödenen ücretler eleştiri basamaklarının üst sıralarına tırmanır. Özellikle de gol atma noktasında başarısız olan futbolculara. Gerekçe basittir: "Bu futbolcuya bu kadar ödenir mi?" Belki ne kadar ödenmesi gerektiği bilinse o kadar ödenmez ama bilinmediği için ödenmiştir işte.

Futbol yorumcuları belli kıyaslamalar yaparak futbolculara ödenen paraların ne olması gerektiğini tartışırlar. Kıyaslamalar toplam maliyetler üzerinden yapıldığı için sonuç pek aydınlatıcı olmaz çoğu zaman. Mesela Ronaldo'ya verilen 21 milyon euro ile Burak Yılmaz'a verilen 3 milyon euroyu kıyaslamak muğlak bir sonuç verir. Ronalda, Burak'tan 7 kat daha pahalıdır ama 7 kat daha iyi bir oyuncu mudur sorusunun objektif bir yanıtı olmadığı için tartışmalar yetersiz kalır. Peki öyleyse, objektif çıkarımlar yapabilmek için nasıl bir kıyaslama yapmalıyız?

iRRasyonel olarak bu çetrefilli soruya yanıt bulmak için istatistikler ve İktisada Giriş kitabı arasında mekik dokuyan bir çalışma yaptık. İktisatçılar, üretilen malların maliyetlerini uzun bir süre birbiriyle kıyaslayarak ekonomiye yön verdiler. Ama bir gün bunun pek de mantıklı olmadığını fark ettiler. Yani Ronaldo'nun 21 milyonluk maliyeti ile Burak Yılmaz'ın 3 milyonluk maliyetini kıyaslamak ekonomi bilimi açısından mantıklı çıkarımlar yapmaya meydan vermiyordu. İşte o zaman iktisatçılar marjinal maliyet denilen başka bir kavramı keşfettiler. Bu ölçü birimi onlara malları birbiriyle kolayca mukayese etmeye ve ekonomik planlama yapmaya imkan veriyordu. O günden beridir de ekonomide malların değeri marjinal maliyetleri ile belirlenir.

Marjinal maliyet, kısaca üretim miktarını bir birim arttırdığımızda toplam maliyetteki değişmedir. Eğer telefon üretiyorsanız, telefonun tasarlanmasından başlayıp satışıyla son bulan sürece toplam maliyet, bir adet daha telefon üretmek için katlanılan maliyete marjinal maliyet denir. Bu bakış açısını amacı futbol denen oyunda gol atmak olan golcü futbolcular için uygulayacak bir model geliştirdik. Temel varsayımımız şuydu: Ronaldo'ya bir yılda ödenen 21 milyon euro kıyaslama yapmak için yeterli değildir; asıl bilinmesi gereken görevi gol atmak olan Ronaldo'nun her attığı gol başına ne kadar ücret aldığıdır. Bu onun marjinal maliyeti olur ki; eğer golcülerin marjinal maliyetlerini bulursak onları birbirleri ile kıyaslayabilecek somut bir kritere sahip oluruz.

Ronaldo'ya bir yılda ödenen toplam ücret 2013-2014 sezonu için 21 milyon eurodur. Ronaldo, o sezon toplam 51 gol atmıştır. En önemli görevi gol atmak olan Ronaldo'ya attığı gol başına 411.765 euro ödenmiş demektir. Yani Ronaldo'nun marjinal maliyeti 2013-2014 sezonunda 411.765 eurodur.

Aynı sezonda Burak Yılmaz'a ödenen ücret 3.160.000 eurodur. Burak'ın attığı gol 18 olduğundan, Burak'ın marjinal maliyeti 175.556 eurodur. İşte şimdi Ronaldo ile Burak arasında bir kıyaslama yapabiliriz. Buna göre Burak Yılmaz'a sezonda bir gol atması için 175.556 euro ödenirken, Ronaldo'ya 411.765 euro ödenmektedir. Ronaldo'ya ödenen Burak'a ödenenin 2 katından biraz fazladır. Peki bu mantıklı mıdır?

İşte bu noktada bilanço tanımlamasıyla, elinizdeki "ticari malın" piyasa değerinin ne olduğuna bakabilirsiniz. Ronaldo'nun piyasa değerinin 144 ila 167 milyon dolar arasında olduğu bazı kaynaklarda belirtiliyor. Burak'ın piyasa değerinin 20 milyon dolar seviyelerinde olduğu söyleniyor. Şimdi her iki rakamı birlikte yorumlayalım. Piyasa değeri 7 kat fazla olan bir futbolcuya gol başına sadece 2 misli fiyat ödemek sizce bir çelişki içermiyor mu?

Bu çelişkinin ne olduğunu bulmak için biraz daha ilerleyelim. Ronaldo ile Burak'ın bu sezonki marjinal maliyetlerine bakalım. Ronaldo'nun bu sezonki marjinal maliyeti şu an için 1 milyon euro. Burak'ınki ise 750.000 euro. Aradaki fark neredeyse kapandı. Yani kaba bir yorumlama ile Ronaldo ve Burak'ın attıkları gol başına aynı ücreti aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki sizce bu mantıklı mı?

Birkaç yerli futbolcunun daha marjinal maliyetini bularak bu soruya yanıt vermeye çalışalım. Son milli maç için A Milli Takım kadrosuna gol atmaları için çağrılan diğer iki futbolcumuza bakalım. Bir Umut Bulut, diğeri Mustafa Pektemek.

Umut Bulut, 2013-2014 sezonunda 2.440.000 euro ücret elde etti. Aynı sezonda attığı gol sayısı 8. Bu durumda takımına marjinal maliyeti 305.000 euro.

Mustafa Pektemek'in ise 2013-2014 sezonunda elde ettiği ücret 1.194.346 euro. Aynı sezonda attığı gol sayısı 3 olduğuna göre marjinal maliyeti 398.115 euro.

Şimdi bu dört futbolcunun marjinal maliyetlerini euro cinsinden tekrar belirtelim:

Burak Yılmaz; 175.556 Euro
Umut Bulut; 305.000 Euro
Mustafa Pektemek; 398.115 Euro
Cristiano Ronaldo; 411.765 Euro

Üç yerli golcünün marjinal maliyetleri neredeyse Ronaldo'nunki kadar. Yani Mustafa ile Ronaldo'ya 1 gol atsın diye takımlarının verdiği ücret hemen hemen aynı. Bu gerçekten çok düşündürücü ve vahim bir tablo. Çünkü bu iki futbolcunun piyasa değerleri arasında korkunç bir uçurum var. Öyleyse şu çıkarımı artık kolayca yapabiliriz: Yerli golcülere ödenen ücret çok uçuk!

İşte futbolumuzun temel sorunu budur. Golcülerin maliyeti değil marjinal maliyeti yüksektir. Bu sonuçları herkes istediği gibi yorumlayabilir. Ama şu değerlendirmeyi eleştirmek pek mümkün gözükmüyor: Ekonomiden anlamayan golcüden de anlamaz!

22 Ekim 2014 Çarşamba

İcat çıkarma evladım; kısmetse olur!

Dünyanın en önemli "guru" katliamı 1978 yılında Amerika'da yaşandı. Çağın en etkili sahte peygamberlerinden Jim Jones, 911 müridini intihar etmeye ikna edecek kadar etkili bir guruydu. Katliama giden yolda Jim Jones önce kendini peygamber, sonra da sosyalist tanrı ilan etmiş, ardından da trajik son gelmişti.

Bugün bu tür olaylarla pek sık karşılaşmasak da guru denilen, okulu olmadığı için tanımlanabilir nitelikleri de olmayan kişilere bağımlılık oldukça yaygındır. Hatta kitle kültürü tarafından kişisel gelişim adıyla popülerleştirilen bir eğilimdir. Bilimin, sanatın, pozitif bilimlerin hakim olduğu bir dünyada bu tür eğilimlerin azalmış olması herkesin faydasınadır. Aklın hakim olduğu yerde sorunların çözümü de kolay olacaktır hiç şüphesiz.

Ülkemiz entellektüelliğinin hangi yönde yeşerdiğini, pozitif bilimlere olan tutkunun nasıl şekillendiğini, aklın ve bilginin ne kadar hakim olduğunu görmek için bir araştırma yapalım dedik. Acaba halkımız ne tür kitaplara ilgi gösteriyordu? Toplum olarak ne tür kitaplar okuyorduk?

Bunun yanıtını bulmak için kitap satış rakamlarını internet üzerinden açıklayan önemli bir kitap satış sitesinin (www.kitapyurdu.com) çok satanlar rakamlarına baktık. Acaba son bir yıl içinde en çok hangi kitaplar okunmuştu?

İlk baktığımız konu bilimdi. Kimyanın okullarda okutulmasına gerek olmadığını zaten biliyorduk. Peki diğer bilim dallarına gerek var mıydı? Bilim konu başlığında son yılın en çok satan ilk beş kitabı ve satış miktarları şöyleydi:

Incognita (D.Eagleman); 1.622 Adet
Kuantum Teorisi Felsefesi ve Tanrı (C.Taslaman); 1.352 Adet
Einstein Bulmacası (J.Stangroom); 1.032 Adet
Evrim Teorisi Felsefesi ve Tanrı (C.Taslaman); 808 Adet
Zamanın Kısa Tarihi (S.Hawking); 503 Adet

Anlaşılan her konuya yorum yapma yeteneğine sahip halkımız bilimsel konulara pek ilgi duymamıştı. Kimya kadar diğer bilimlere de pek gerek yoktu. Peki heykelleri aşırı müstehcen ya da ucube olarak eleştirebilen halkımızın sanatsal konulara ilgisi nasıldı? Sanat konu başlıklı kitaplardan en çok satan beş adedinin satış rakamları şöyleydi:

Sanatın Öyküsü (E.H.Gombrich); 651 Adet
Yeni Başlayanlar için Hat Sanatı (Ö.F.Dere); 482 Adet
Çizimin Sırları (B.Barber); 325 Adet
Mimarlık Okulunda Öğrendiğm 101 Şey (M.Frederick); 264 Adet
Gerçekten Bilmemiz Gereken 50 Sanat Fikri (S.Hodge); 184 Adet

Rakamları yorumlamak pek zor değildi. Sanattan gayet iyi anladığımız için kitaplarını okumaya gerek görmemiştik.

Acaba üç kıtaya ders verdiğimiz kültür konusunda durum neydi? Alışveriş merkezindeki Adidas bayisinin "siftah" edip etmediğini düşünen Nike bayisi kadar çok kültürlülüğe açık mıydık? Kültür konusunda en çok satan ilk beş kitabın satış performansı şöyleydi:

Bu Ülke (C.Meriç); 4.159 Adet
Beş Şehir (A.H.Tampınar); 2.973 Adet
İlber Ortaylı Seyahatnamesi (İ.Ortaylı); 2.357 Adet
Türk Ülküsü (H.N.Atsız); 820 Adet
Eski Dünya Seyahatnamesi (İ.Ortaylı); 499 Adet

Kültüre ilgimizin bilimden ve sanattan daha fazla olduğu hemen göze çarpıyordu. Söyleyecek bir şey yok gibiydi. Son olarak toplum mühendisliğinde dünyanın en önde giden ülkesi olmamızdan hareketle Sosyoloji kitaplarına baktık. Sosyoloji kitapları ne kadar satmıştı acaba?

Işık Doğudan Gelir (C.Meriç); 1.351 Adet
Okulsuz Toplum (I.Illich); 1.302 Adet
Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri (Kollektif); 987 Adet
Küreselleşme Sürecinde Türkiye'de İslam (C.Taslaman); 467 Adet
Kültürden İrfana (C.Meriç); 451 Adet

Toplum mühendisliğini zaten çok iyi bildiğimiz için sosyolojiye de pek ilgi duymamıştık anlaşılan.

Tüm rakamları istatistiksel açıdan değerlendirdiğimizde; en çok okunan ilk beş bilim kitabı 5.317 Adet satmıştı. En çok satan ilk beş Sanat kitabı 1.906, Kültür kitabı 10.808, Sosyoloji kitabı ise 4.558 Adet satmıştı. Bir toplumun entellektüellik seviyesini gösteren Bilim, Sanat, Kültür ve Sosyoloji gibi dört önemli konuda en çok satan beşer kitabın toplam satış miktarı 22.619 adetti. Bu rakamı biraz daha anlamlı kılmak için en çok satanlar listesindeki diğer kitaplara bakalım dedik. Edebiyat kitaplarının ağırlığındaki listeden adebiyat dışındaki kitapları çektiğimizde çarpıcı bir duruma rastladık. En çok satanlar listesindeki edebiyat dışı ilk beş kitap ve satış rakamları şöyleydi:

Allah De Ötesini Bırak (Uğur Koşar); 24.929 Adet
Elif Gibi Sevmek (H.Anıl Öztekin); 12.832 Adet
Bana Allah Yeter (U.Koşar); 9.691 Adet
Rabbin İçin Sabret (U.Koşar); 4.048 Adet
Kendini Bilen Rabbini Bilir (U.Koşar); 3.721 Adet

Rakamlar gerçekten düşündürücüydü. Bilim, Sanat, Kültür ve Sosyoloji konularında en çok satan beş kitap listenin en başındaki kitap kadar bile satmamıştı. Üstelik aynı yazarın diğer üç kitabı da en çok satanlar listesindeydi. Ve beş kitabın ortak özelliği ise dini değerlere gönderme yapan dilsel lafazanlık içermesiydi. Kitapların özetlerini okuduğumuzda, internette kolayca bulunabilecek New Age öğretilerin dinsel motiflere transpoze edilmiş halleri çıkıyordu karşımıza. Yani aslında yapılan şey Jim Jones'un vaizliğinden farklı bir şey değildi.

Hayatın anlamı üzerine özel bilgi sahibi olduğunu iddia edenler ve bundan dolayı da, başkalarına hayatın nasıl yaşanması gerektiği konusunda söz söyleme hakkı olduğunu sananlar, yani Jim Jones'lar, maalesef ülkemiz entellektüelliğine hakim olmuş durumdalar. Benim gurum iyi, seninkisi kötü gibi savunmaların, tanımlanabilir nitelikleri belli olmayan kişiler için bir anlam ifade etmeyeceği açık olduğuna göre, durumun vahameti ortadadır. Herkes kendi Jim Jones'unun peşinde koşarken bilim de giderek anlamını yitirmektedir. Maalesef eski atalarımızdan buyana bilime bakış açımız pek değişmemiştir: İcat çıkarma evladım; kısmetse olur!

19 Ekim 2014 Pazar

Matbaa hala bu ülkeye gelmiş değil!

1930'lara kadar kitap okumak tüm dünyada pahalı bir aktiviteydi. Kitaplar pahalı olduğu için orta ve alt sınıflar tarafından kolay erişilebilir değildi. 1935 yılında İngiliz yayıncı Allen Lane "bir paket sigara fiyatına kitap" düşüncesiyle yola koyuldu. Kitapların pahalı olmasının ana nedeni olan kitap kapaklarını kağıda çevirerek büyük bir devrim yarattı. İngiltere'den Amerika'ya sıçrayan devrim bir anda kitap fiyatlarının düşmesine neden oldu. Artık insanlar ödünç alarak değil satın alarak kitap okumaya başladılar. Kitap satışlarının tüm dünyada artmasına neden olan bu değişim bugün hala "kitap devrimi" olarak bilinir.

Ülkemizde kitap okumak, her özgeçmişin altında ilk boş zaman aktivitesi olmakla birlikte gerçek hiç de böyle değildir. Kitapların okunma sayıları oldukça düşüktür. Bunun birçok sosyo-ekonomik sebebi vardır mutlaka. Ama bizim üzerinde duracağımız konu bu değil. Acaba ülkemizde kitap fiyatları nasıl? Bir paket sigara fiyatına kitap satan yayınevleri var mı?

Bu sorunun cevabını bulmak üzere bir araştırma yaptık. Bir internet satış sitesindeki (www.dr.com.tr) kitap fiyatlarını inceledik. Şu sıralar yayınladıkları kitaplar oldukça popüler olan 12 yayınevinin en çok satan 20 kitabının liste fiyatlarına baktık. Fiyatlarını incelediğimiz yayınevleri Ayrıntı, Scala, Boğaziçi Üniversitesi, İş Kültür, İletişim, Can, Yapı Kredi, NTV, Doğan Kitap, İthaki, İnkılap ve Epsilon'du. Yaptığımız çalışma sonrasında her yayınevinde en çok satan 20 kitabın ortalama satış fiyatını belirledik. İşte yayınevlerinin en çok satanlar listesinde yer alan 20 kitabı üzerinden hesapladığımız ortalama kitap fiyatları. (Listeyi en ucuzdan en pahalıya sıralıyoruz.)

İş Bankası Kültür Yayınları (11,7 TL)
Yapı Kredi Yayınları (13,7 TL)
Can Yayınları (16,5 TL)
Epsilon Yayınları (21,8 TL)
İthaki Yayınları (22 TL)
Ayrıntı Yayınları (22,6 TL)
İnkılap Yayınları (23,3 TL)
Doğan Kitap (23,6 TL)
İletişim Yayınları (24 TL)
NTV Yayınları (25,6 TL)
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları (33,2 TL)
Scala Yayınları (49 TL)

Görüldüğü üzere yayınevlerinin kitap fiyatları ortalama olarak 11,7 TL'den 49 TL'ye uzanan geniş bir aralıkta sıralanıyor. Farkın nereden kaynaklandığı üzerine basit bir araştırma yaptığımızda gözle görünen bir sebebe ulaşamıyoruz. Genellikle kitaplar benzer konularda ve birbirine yakın sayfa sayılarında. Detay araştırmalar yapmadan bu farkın nereden kaynaklandığını bulmak pek kolay görünmüyor.

Şu an çok satanlar listelerinde yer alan bu 240 kitabın ortalama satış fiyatı 23,9 TL seviyesinde. Bu fiyatı Allen Lane'nin bir paket sigara fiyatıyla karşılaştırdığımızda üç katı bir fark var. Zaten sorun bu iki fiyatın 1940'lardaki gibi eşit ya da tersi olması sorunu değildir. Bir serbest piyasa ekonomisinde kitabın fiyatı 8 TL, sigara paketinin fiyatı 24 TL olursa piyasa ekonomisinin çöküşünü ilan edersiniz. Çünkü bu teorikte insanların bilgilenip gereksiz tüketimden uzak duracakları sonucunu yaratır ki, işte o zaman insanların düşünmeye başlamasını sağlarsınız. Sonrasında olan önce serbest piyasa ekonomisine olur. Neyse, sosyalistlerin ütopyasını, liberallerin distopyasını bir kenara bırakırsak burada asıl sorun ülkemizdeki kitap fiyatlarının aşırı yüksek oluşudur. Düşünün bir kere; bir asgari ücretli Scala Yayınları'nın yayınladığı kitaplardan tüm maaşı ile ayda sadece 17 kitap alabiliyor. ABD'de 1415 kişi üzerinde yapılan araştırmada bir ayda okunan kitap sayısı kişi başına 5 kitap olarak belirlenmiş. Bu varsayım altında asgari ücretlinin, gelirinin %30'unu Scala'ya ödemesi gerekiyor. Bu şartlarda elbette ki rasyonel karar kitap okumamaktır ki, zaten verilen de odur.

Kitap okuma oranlarının bu kadar düşük olması kitap fiyatlarıyla açıklanabilir mi bilmiyoruz. Fakat yukarıdaki rakamlara baktığımızda açık bir gerçek kırbaç gibi yüzümüze vuruyor: Matbaa hala bu ülkeye gelmedi; yoksa fiyatlar bu kadar pahalı olur muydu?

14 Ekim 2014 Salı

Acıların imparatoru!

Naziler Yahudi soykırımına başladığı yıllarda gazeteler yaşanan acıyı önemli bir haber olarak görmemişlerdi. Bu durum yıllarca değişmemişti. Savaşın sonuna kadar soykırım haberleri hep önemsizdi. Amerika'nın en önemli ana akım gazetesi New York Times bile soykırımla ilgili haberleri arka sayfalarında, çoğu kez karikatürlerin yanına koyuyordu. Ama sonradan geçmişe bakıldığında acının ne kadar büyük olduğu anlaşılmıştı.

Futbol tarihimizin son yirmi yılındaki zaferlere baktığımızda çoğunu kolayca hatırlarız; peki ya yaşadığımız acılar? Futbol kulüplerine efsunlanmış şekilde bağlı olan taraftarlar için yaşanan hezimetler günün kargaşası ve "gelecek maçlara bakma" pozitifliği içinde kaybolur gider çoğu zaman. Fakat bir gün dönüp geriye bakıldığında acının büyüklüğü anlaşılır.

Futbol tarihimizin son yirmi yılındaki en büyük kulüp başarısızlıklarını araştıralım istedik. Kulüplerimizin Avrupa takımları ile kendi sahalarında oynadıkları maçlara baktık. Kendi seyircimiz önünde şartlar ne olursa olsun daima kazanmak için çıktığımız bu maçlarda, üç maçın futbol tarihimize kara bir leke, taraftarlar açısından da yıllarca unutulmayacak bir acı olarak tarihe geçtiğini gördük.

Bu maçlardan ilki Atletico Madrid'e kendi sahasında 5-0 yenilen Kayseri Erciyes maçıdır. Mütevazi kadro ve mütevazi bir teknik direktörle (Mustafa Uğur) ancak bu kadarı elde edilebilirdi.

Kendi seyircisi önünde en büyük ikinci hüsran Galatasaray'ın Chelsea'ye 5-0 yenildiği karşılaşmadır. Maç öncesi maçın kazanılacağından emin olan iki kişi vardı: Teknik direktör Fatih Terim ve basın. "Sahaya nasıl çıkacağız" sorusuna "sarı kırmızı çubuklu formayla" diyebilecek kadar kendinden emindi basın ve teknik direktör. Hatta maç sonunda bile maçı anlatan spiker rahatlığını kaybetmemişti: "Hiç gerek yok Filipescu, durum 5-0."

Taraftarımıza karşı yaşattığımız en büyük hüsran hiç şüphesiz Galatasaray'ın Real Madrid yenilgisidir. 6-1 biten maç öncesi basının söylemi "korkmadan kendi oyunumuzu oynarsak puan ya da puanlar çıkarırız" şeklindeydi. İmparator da maçtan önce, "Matematik çok zor bir şey; herkese kafa tutarız, yürek önemlidir" şeklinde maçın taktiğini açıklıyordu. Hezimetin ardından hem Terim hem de ana medya iyi oynadığımızda ısrarlıydı. Son yirmi yılın en ağır iç saha mağlubiyeti gelecek güzel günlerin rapsodisi içinde kaybolup gitmişti.

Son yirmi yılın en büyük 3 iç saha hezimetinden ikisinin İmparator lakaplı Fatih Terim tarafından Türk futboluna hediye edilmesi kadar, ana akım medyanın futbolla ilgili haberleri aşırı iyimserlik içinde vermesi de üzerinde düşünülmesi gereken konulardır. Hem ana akım medya hem de feodal bakışlı imparatorun, futbol taraftarlarına yukarıdan bakan otoriter anlayışlarının ve özeleştiri eksikliklerinin sonucudur bu hezimetler. İş yerinizde bu başarısızlığın yüzde birini yapsanız, o dakika içinde kapı dışarı edilirsiniz; ama futbol dünyamızda maalesef başarısızlık sözcüğü ciddiye alınan bir kavram değil.

Yatırımcılarının paralarını kaybeden finans yöneticileri son derece ağır cezalara çarptırılırlarken, taraftarların parasını (bilet, forma, şifreli kanal vs.) ağır hezimetler sonrası hiçbir şey olmamış gibi kendi ceplerine indiren spor adamları ve ana akım medyanın futbolun değişmez şahsiyetleri olarak kalmaları son derece düşündürücüdür. Gerçek şudur ki, bu anlayış ile imparatordan değil ancak acıların imparatorundan ders alırız.

12 Ekim 2014 Pazar

Fatih Terim, istatistiksel olarak tesadüfen İmparator'dur!

Kristof Kolomb'un 1492'de Amerika'yı keşfi uygarlık tarihinin en önemli zaferi sayılmıştı. "Cennet"in kapılarını Batıya açan bu keşfin asıl anlamı ise yüzyıllar sonra ortaya çıktı. İstatistik bilimi sayesinde Kolomb'un sayılarına baktığımızda cennetin keşfinin dünyadaki cehennemi nasıl yarattığını gördük. 30 yıl içinde kızılderili nüfusu 500.000'den 10.000'e düştü. Meksika nüfusu 25 milyondan 6 milyona, Peru nüfusu 7 milyondan 2 milyona, Kuzey Amerika kızılderili nüfusu 18 milyondan 300 bine düştü. İstatistiklere bakarsak, Kolomb'un cenneti keşfedip onu birkaç onyıl içinde cehenneme çeviren büyük denizci olarak tarihe geçmesi daha isabetli olacaktır. Galiba tarihi yazarken biraz beklemek gerekiyor.

Türk futbol tarihinin en büyük başarılarını kazanan teknik direktörü birçoklarına göre Fatih Terim'dir. Futbol anlayışı, karizması ve elde ettiği büyük başarılar ile spor dünyamızın önemli kısmının hayranlığını kazanmıştır. Hatta bu kesim onu mitleştirerek "İmparator" ünvanına bile layık görmüştür. Karşıt görüşe göreyse Terim, spor dünyasına yukarıdan bakarak tesadüfü başarılarını spor dünyasına dayatmış kendini beğenmiş bir kişidir. Gününde yazılan tarihe baktığımızda Terim, Türkiye'yi tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonasına sokan, üçüncü yapan ve UEFA Kupasını ilk kez kazanan kişidir. Bu açıdan imparator ünvanını hakeder gibi görünmektedir. Peki yıllar geçtikten sonra, ortaya çıkan istatistiklere bir kez daha baktığımızda, Fatih Terim gerçekten imparator mudur?

Terim'in ilk büyük başarısı Türkiye'yi tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonası finallerine sokmaktı.Grupta oynadığımız rakipler İsviçre, İsveç, Macaristan ve İzlanda idi. Grubu İsviçre'nin ardından ikinci bitirerek finallere kalmıştık. Oynadığımız ülkelerin futbol klasmanında o günkü yerine baktığımızda İsviçre UEFA sıralamasının 14. sırasındaydı. İsveç 11, Macaristan 32 ve İzlanda 29. sıradaydı. İstatistiklere yakından baktığımızda dört ülkenin de Avrupa'nın önemli takımlarından olmadığı, ikinci ve üçüncü sınıf takımları olduğu görülmektedir. Tarih, "İmparator Avrupa'ya meydan okudu" diyordu ama gerçek ortadaydı: İmparator zayıf takımlara karşı galip gelmişti.

1996 finallerine yine Terim ile gitmiştik. Üç maç oynadık ve üçünü de kaybettik. Grubu ilk iki sırada tamamlayan Portekiz ve Hırvatistan bir sonraki turda elenerek ne kadar zayıf takımlar olduklarını göstermişlerdi. Aslında bu büyük turnuvada yine görece güçlü takımlara yenilmiştik. Gerçek ortadaydı: İmparator orta sınıf takımlara karşı kaybetmişti.

2008 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Norveç, Bosna Hersek, Moldova, Macaristan, Malta ve Yunanistan ile karşılaştık. Yunanistan'ın ardından ikinci olarak finallere gittik. Yunanistan UEFA sıralamasının 15. sırasındaydı. Norveç 20, Bosna Hersek 37, Moldova 28, Macaristan 29 ve Malta 47. sıradaydı. Tarih, "İmparator Avrupa'ya çıkarma yaptı" diyordu ama gerçek ortadaydı: İmparator zayıf takımlara karşı galip gelmişti.

2008 Avrupa Futbol Şampiyonası en önemli Avrupa başarımız olarak kayıtlara geçmişti. Üçüncü olmuştuk. Eleme gruplarında Portekiz, İsviçre ve Çek Cumhuriyeti ile oynamıştık. Portekiz'e yenilip İsviçre ve Çekleri yenmiştik. Ülkelerin UEFA sıralamalarına baktığımızda Portekiz 9, İsviçre 26 ve Çek Cumhuriyeti 6. sıradaydı. Çeyrek finalde Hırvatistan ile berabere kalarak penaltı atışları sonrası yarı finale çıkmıştık. Yari finalde ise Almanya'ya yenilmiştik. Futbolun yazıtura oyunu penaltıları saymazsak sadece UEFA sıralamasında 6. olan Çekleri yenmiştik. İsviçre zaten zayıf bir takımdı. Tarih "İmparator tarih yazdı" diyordu ama gerçek açıktı: İmparator sadece Çek Cumhuriyeti gibi görece güçlü bir takımı yenerek yarı finale kadar çıkmıştı.

Terim'in Avrupa'da oynadığı maçlara baktığımızda ise çok çarpıcı bir gerçek dikkatimizi çekiyor. UEFA sıralamasında daima ilk on içinde olan Almanya, İtalya, İspanya, Fransa, Portekiz, Hollanda ve Rusya gibi ekol ülkelere ya hep kaybetmiş ya da karşılaşmamıştır. Bu ülkelere karşı kazandığı tek bir resmi maç bile yoktur. UEFA sıralamasında ilk on içinde olup da galip geldiği tek takım Çek Cumhuriyeti'dir. Yani İmparatorun Avrupa'daki zaferleri zayıflara karşıdır.

Türk futbol tarihinin en büyük kulüp başarısı kabul edilen Galatasaray'ın 2000 yılında UEFA Kupasını kazanması yine Terim'in başarısıdır. Galatasaray, eleme turlarında önce İtalya'nın Bologna takımını saf dışı bırakmıştı. Bologna, o yıl kendi liginde küme düşmekten son anda kurtularak ligi 11. sırada bitirmişti. Ardından Alman Dortmund'u elemişti. Dortmund da Alman ligini küme düşmekten son anda kurtularak 11. sırada bitirmişti. Ardından İspanya'nın Mallorca takımını elemişti. İspanya ligini 10. sırada bitiren Mallorca da küme düşmekten son anda kurtulmuştu. Galatasaray, yarı finalde İngiltere'nin Leeds United takımını İstanbul'da yenmiş, deplasmanda ise berabere kalmıştı. İngiltere ligini şampiyon Manchester United'ın 23 puan gerisinde 3. bitiren Leeds, (ertesi yıl Şampiyonlar Liginde yarı final oynamasına rağmen) birkaç yıl içinde önce 2. sonra 3. lige düşerek futbol piyasasından silinmişti. UEFA Kupası finalinde Galatasaray'ın rakibi, İngiltere ligini şampiyonun 18 puan gerisinde bitiren Arsenal'di. Galatasaray, yine rakibini yenememiş ve futbolun yazıturası penaltılarla kupayı kazanmıştı. Tarih, "İmparator Avrupa'yı fethetti" diye yazıyordu ama gerçek ortadaydı: "İmparator, Leeds United haricinde zayıf takımları yenerek kupayı kazanmıştı."

Terim'in Galatasaray'daki şampiyonluklarının onu İmparator yapmayacağı ortadadır. Yapsa, son 40 yılda Kaleperoviç'i, Birch'ü, Hollman'ı, Gerets'i ve Cevat Güler'i de yapardı... Öyleyse gelin istatistikleri hep beraber yorumlayalım: FIFA ve UEFA sıralamasında ilk 10 içinde olan ülkelerden sadece bir kez Çek Cumhuriyeti'ni yenme başarısı gösteren ve bunun haricinde tüm zaferlerini zayıfları yenerek kazanan Terim'in imparatorluğu tesadüfidir. Çünkü bu kadar kolay rakiplerle oynama fırsatı futbol tarihimiz boyunca hiçbir teknik direktöre rastlamamıştır. (1980, 84 ve 2000 elemelerinde Almanya, 88, 92 ve 2004 elemelerinde İngiltere gibi ekol ülkelerle karşılaşılmıştır.)

UEFA Kupasında da benzer bir durum vardır. Kupanın yeni temellendirildiği yıllarda, eleme turlarında oynadığı üç takım da kendi liglerinde küme düşmekten son anda kurtulan son derece zayıf rakiplerdir. Leeds United ve Arsenal görece güçlü rakipler olup Leeds United karşısında alınan tek galibiyet kupayı alma yolunda en önemli zafer gibi durmaktadır. Kupa ise beraberliğin ardından gelen yazıturalarla (penaltılarla) gelmiştir. Yani UEFA Kupası da istatistiksel olarak tesadüfidir; en azından Terim'in bir kez daha alabileceğini ispat edeceği zamana kadar. Bu da şu an için pek mümkün gözükmemektedir.

Kısaca özetlemek gerekirse, spor dünyası tarafından İmparator olarak mitleştirilen Fatih Terim'in başarısı, ortaya çıkan istatistikler ekseninde tarihin sonradan yazılması bağlamında yeniden değerlendirildiğinde, tesadüfi ya da rastlantısaldır. Yukarıdaki üç önemli başarısı göz önüne alındığında, güçlü bir ülke ve takıma karşı tek bir zaferi (galibiyet) bile yoktur. Basitçe ifade edersek, zayıfları yenerek İmparator ünvanını almış bir teknik direktördür. Yani, Terim, istatistiksel olarak tesadüfen İmparatordur.

2 Ekim 2014 Perşembe

İntihar edince artan tek ekonomik gösterge!

Ekonominin en büyük ilüzyonu hiç şüphesiz kişi başına milli gelir denilen kavramdır. Merak edilen soru şudur: Birçok kişi ve aile için elde edilen gelir son on yılda artmazken nasıl oluyor da kişi başına milli gelir üç katına çıkabiliyor. 2003'te 3.500 dolarken şimdi 11.000$ olabiliyor.

Ekonomi-politiği yönetenlerin kendini beğenmişliklerinin ve insanlara yukarıdan bakma alışkanlıklarının temelinde kişi başına milli gelir kavramı vardır. Politik olarak "kişiden sayılmayanlar" da bu hesabın içine alınır ve "gelirinizi nasıl da arttırdık" denilerek herkesten şükretmesi istenir. En azından bizde böyle.

Milli gelir basitçe bir ülkenin ürettikleridir. Diyelim ki küçük bir adada üç kişi yaşıyor. Bunlardan biri işçi ve geliri 10 lira. Diğeri memur ve geliri 10 lira. Üçüncüsü bir telefon üreticisi ve geliri 150 lira. Bu durumda bu adanın milli geliri 150 liradır. Kişi başına milli gelir ise 50 lira. Şimdi bu adada dördüncü bir kişi olduğunu ve bu kişinin de başbakan olduğunu düşünelim. Başbakan, halkı olan bu üç kişiye "sizin kişi başına milli geliriniz 50 liradır" dese, işçi ve memur "nerede bizim 40 liralarımız öyleyse" demezler mi? Muhtemelen diyeceklerdir. Öyleyse yanıtlanması gereken soru şudur: Kişi başına milli gelir hangi kişiye düşüyor?

Ülkemizin kişi başına milli geliri yaklaşık 11.000$. Bu yaklaşık 23.000 lira yapar. Dört kişilik bir ailede yaşıyorsanız 92.000 lira yıllık geliriniz var demektir. Ama yok. İşte ilüzyon buradadır.

820 milyar dolarlık milli gelirimizi 75 milyonluk nüfusumuza bölünce çıkan bu rakama gelin biraz yakından bakalım. Bu ülkede 820 milyar dolar milli geliri kimler yaratıyor dersiniz? Yaklaşık 22 milyon öğrenciye sahibiz ki, bunların milli gelire "1 kuruş" katkısı yok. Peki 5 milyon işsizin var mıdır? Ya 10 milyon yeşil kart sahibinin? 10 milyon emeklinin var mıdır sizce? Yoktur, olamaz da. Yani 47 milyon kişinin çok açık bir şekilde milli gelire katkısı olması teknik olarak imkansızdır. Ülkemizde sigortalı olarak çalışan kişi sayısı 18 milyondur. Yani bu 820 milyar dolarlık milli geliri yaratanlar topu topu 18 milyon kişidir. (Kalan 10 milyon kişi istatistiksel olarak belirlenemediğinden hesaplamamızda elimine edilmiştir.) İşte şimdi can alıcı noktaya geldik. 820 milyar doları 18 milyon kişi yarattığına göre kişi başına milli gelir 46.000$ olmalıdır. Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?

Milli geliri yaratan 18 milyon çalışanın yarısı asgari ücretlilerden oluşuyor. Eğer kişi başına milli gelir 46.000$ oldu derseniz, o 9 milyon asgari ücretliden, son elli yıl içinde bıyıkları 4 kez şekil değiştirip en son "badem"de karar kılan "kesin inançlı" kardeşim şöyle der: "Sen Rahmi Koç'la benim gelirimi toplayıp ikiye mi bölüyorsun; demek ki sen beni aldatıyorsun!"

İşte, ekonomi-politiği yönetenler bu durumla karşı karşıya kalmamak için kişi başına milli gelir gibi sahte, soyut, belirsiz ve yukarıdan bakan bir ölçü geliştirmişlerdir. Kişi başına milli gelirin hangi kişiye düştüğünü anlamadıysan hemen söyleyelim. Forbes'in ultra zenginler listesindeki Türk'lerin sayısının son on yılda nasıl arttığını incelersen sorunun yanıtını da bulmuş olursun.

Ha, şunu da unutma. İntihar ederek katkıda bulunulan tek ekonomik ölçü birimi de kişi başına milli gelirdir.