25 Kasım 2014 Salı

El elin eşeğini CV ile ararmış!

Bugün iş arayan herkesten bir CV yazması isteniyor. Yazılanların %90'ının kontrolü yapılmadığı için herkes tüm yaratıcılığı ile yazıyor. İnsan Kaynakları yöneticilerinin doğru ve yalanı nasıl ayırdıkları belli değil ama sonuçta iş hayatınızı büyük ölçüde bu açıklamalar çiziyor. Yani aslında CV yerine bir bakıma kullanma kılavuzunuzu yazıyorsunuz. Patronlar da bu yazılanlarla sizi nasıl kullanacaklarını anlıyorlar.

Eğer CV'niz beklentilerin altında kalıyorsa işe kabul edilmeniz mucizedir. Hayatınızı özetleyecek gelişmiş bir edebiyat yeteneğiniz yoksa (ki olsaydı zaten yazar olurdunuz) babanızın parasıyla gittiğiniz okullara bakılır. İdeallerinizin, başarma arzunuzun, dürüstlüğünüzün, yürekliliğinizin, yardımseverliğinizin ya da mütevaziliğinizin hiç önemi yoktur. Bir insanı insan yapan değerlerin hiçbiri aranmaz iş hayatı için. Ama iş hayatı tersini söyler. CV olmadan kişinin özellikleri anlaşılamazmış, ne iş yapacağı belirlenemezmiş, kendisini nasıl tanımladığı bilinemezmiş, falan filan. Elbette bir CV'niz olsun (çünkü bu gerekli) ama şunu asla unutmayın. CV, saçmalığın daniskasıdır ve büyük bir palavradır. Bir CV hiçbir şeyi açıklayamaz ve bir iş için doğru kişinin bulunmasına yardımcı olamaz. Eğer bunun tersini savunuyorsanız, aşağıda ilanlara gelen özgeçmişleri okuyun ve karar verin: Bir İnsan Kaynakları uzmanı ya da patron olsaydınız bu adamları işe alır mıydınız?

İlan 1: Matematikçi aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Matematiği çok seviyorum ama üniversiteyi bitirdikten sonra doğru düzgün bir işte hiç çalışmadım. Yani iş tecrübem yok. Akademik bir ünvanım da yok. Psikolojik sorunlarım olduğu söyleniyor ama aslında bilim adamlarının para karşılığı çalıştırılmalarına dayanamıyorum. Birkaç yıldır insanlardan uzak bir kulübede yaşıyorum ve sadece matematik üzerine düşünüyorum. Bana referans olacak bir kişi bile yok. Aradığınızda ulaşacağınız bir telefon numaram da yok. İnsanlar beni deli zannediyor. Üstelik iş görüşmesine gelecek otobüs parasına da sahip değilim. Bugüne kadar hiçbir ödül de almadım.

Ne dersiniz, siz olsanız bu adamı matematikçi olarak işe alır mıydınız? Muhtemelen CV'sini yırtıp çöpe atardınız. Haksız da sayılmazsınız. Peki, işe almadığınız bu adamın kim olduğunu merak ediyor musunuz? Gelin öyleyse bu adamı yakından tanıyalım.

100 yıldır araştırılan, birçok kez çözüldüğü düşünülen ama sonunda çözümünün bulunamadığına karar verilen efsanevi Poincare problemini 36 yaşındaki bu Rus matematikçi çözmüştü. Çözümü de isimsiz olarak internette yayınlamıştı. Çözümü çalmaya kimse cesaret edememişti. Çünkü çözümü anlayabilen tek kişi bile çıkmamıştı. Uzman matematikçilerden oluşan kurulun çözümü anlaması tam dört yıl sürmüştü. Sonunda çözümün doğru olduğu anlaşılmıştı. Matematiğin Nobeli ve 1 milyon dolar bu matematikçiye verilmişti. Ama o ne ödülü ne de parayı kabul etmişti. Küçük bir kulübedeki fakir hayatına dönüp ortalardan kaybolmuştu. Son yüzyılın en büyük matematikçisi kabul edilen bu kişi Grigori Perelman'dan başkası değildi.

İlan 2: Psikolog aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Son dört yılımı Nazi kamplarında tutsak olarak geçirdim ve yeni çıktım. Oradayken ne konumla ilgili bir kitap okudum, ne de araştırma yapabildim. Çoğu zaman ölmemek için mücadele ettim. Bilimdeki gelişmelerin neler olduğunu bile bilmiyorum. Üniversitede öğrendiklerimi tamamen unuttum. Bilim dünyası saygı duysa da Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin saçmalık olduğunu düşünüyorum. Okullarda psikoloji ile ilgili öğretilenlerin de çoğunun saçmalık olduğu kanısındayım.

Ne dersiniz, dört yıldır çalışmayan birine iş verir misiniz? Üstelik bilimin önemli teorilerine karşı çıkan ve öğretilen her şeyi unutan birine?

Auschwitz toplama kampında geçirdiği üç yılda annesini, babasını, kardeşini ve eşini yitirmişti. Bu kadar acı ortalama bir insanın hayatı boyunca yaşayabileceği toplam acı sınırının çok çok üstündeydi. Ama o yıkılmamış ve çevresinde olup biteni meraklı gözlerle incelemişti. Maslow'un ihtiyaçlar piramidini iyi biliyordu ama gördükleri bu piramide pek uygun değildi. Kamptan kaçma imkanına sahipken kalıp hastalara yardım etmeyi seçen insanlar vardı. Kendisi açken yemeğini yanındakine verenler vardı. Öleceklerini bile bile gaz odalarına yanlarına en sevdikleri romanı alarak giren gençler vardı. Bilim gözlüğüyle olup biteni dikkatle izleyip Maslow'un piramidinin doğru olmadığını anlamıştı. Ona göre piramit değil, iki çeşit insan vardı: Soylular ve soysuzlar. Aralarındaki fark ise sadece onur ve insanlıktı. Kampta yaptığı gözlemlerle geliştirdiği logoterapi (anlam merkezli terapi) ile son yüzyılın en önemli psikoloğu kabul edilen bu kişi Viktor Frankl'ından başkası değildi.

İlan 3: Satranççı aranıyor!

Gelen CV şu şekide:
Hayatım boyunca satranç okuluna gitmedim, özel bir hocadan ders de almadım. Çocukken çok satranç kitabı okudum, satranç bilgim buradan geliyor. Bana genelde bir satranç oyuncusu olarak saygı duyulmuyor, çünkü büyük oyuncuların hamlelerini öğrenmeye çalışmıyorum. Üstelik ülkem beni vatandaşlıktan çıkardığı gibi vatan haini de ilan etti. Yani bir kanun kaçağıyım. Düşük ücretlerle çalışmayı da red ediyorum, kardan ben de pay isterim. Unutmadan ekleyeyim, satrancın tüm kurallarına da karşıyım.

Bir satranç oyuncusu CV ile aranmaz ama eğer satranç takımına bir oyuncu arasanız herhalde tercihiniz bu adam olmazdı. Geçerli bir eğitimi olmadığı gibi uyum içinde çalışmayı da bilmiyor. Üstelik büyük satranççılara karşı da bir hazımsızlığı var. İlerleme yönünde büyük bir engel. Hem asi hem kural tanımaz. Bu adama kim iş verir?

Yaşadığı dönem boyunca satranç dünyasından fazla saygınlık görmese de bugün satranççıların saygın birer hayat yaşaması için gerekli ekonomik altyapıyı sağlayan kişiydi. 60’lı ve 70’li yıllarda satranç ustaları hak ettiklerinden çok daha az para kazanıyorlardı ve bu onun kabul edebileceği bir durum değildi. Bu yolda birçok kişi ve kurumla büyük bir savaşın içine girdi ve sonunda kazandı. Onun sayesinde tüm dünyanın izlediği müsabakaların gelirlerinin bir kısmı, bu gelirleri yaratan satranççılara verilmeye başlandı. 1972 yılına kadar satrancın dünyada tek hakimi olan Ruslara meydan okuyan ve Boris Spassky’i yenerek bu saltanata son veren satranç dehası Bobby Fischer'den başkası değildi. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi satranç oyuncusu kimdir sorusuna Fischer dışında bir yanıt veriyorsanız, kafanızda bir şüphe mutlaka kalacaktır.

İlan 4: Sosyolog aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Beş yaşında gözlerim kör oldu ve okula gidemedim. Onbeş yaşında gözlerim tekrar görmeye başladığında ise okumayı öğrendim. Hiç okula gitmedim ve gözlerim gördüğü günden beri rıhtımlarda liman işçisi olarak çalışıyorum. İşten arta kalan zamanlarımda kitap okuyorum. Tüm hayatım bu kadar.

Bir sosyolog alsanız herhalde bir liman ırgatını almazdınız. Üstelik bırakın üniversiteyi ilkokula bile gitmemiş birini. Şüphesiz siz başarılı bir İnsan Kaynakları uzmanısınız!

65 yaşında bir liman işçisi olarak emekli olduğunda bütün dünyayı şaşkına çevirmişti. "Kesin İnançlılar" ve "Aklın Muhteris Çağı" adlı kitapların yazarı olduğu ve sırf arkadaşlarından ayrılmamak için kendini sakladığını herkes o zaman öğrenmişti. Yazdığı kitaplar tüm dünyada milyonlarca satarken ve bilim çevrelerinin en önem verdiği eserler arasında yer alırken, o sadece yük taşımayı tercih etmişti. İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en ilham verici ve en saygıdeğer sosyolog hiç şüphesiz Eric Hoffer'di.

İlan 5: Ekonomist aranıyor!

Gelen CV şu şekilde:
Uzun zamandır Amerika'da yaşıyorum ama burada ders verecek üniversite bulamadım. Bugüne kadar tek bir düzenli akademik pozisyon teklifi bile almadım. Yardımlarla hayatımı geçindiriyorum. Fikirlerimin saçma ve tehlikeli olduğu söyleniyor. Yine de bu pespaye muamele karşısında kibarlığımı ve mizah duygumu kaybetmiş değilim.

Amerika'da bile iş verilmeyen bir adama kim iş verir, öyle değil mi? Belli ki uçuk bir soytarı! Gerçekten gözünüzden hiçbir şey kaçmayan bir İnsan Kaynakları uzmanı olduğunuz her halinizden belli oluyor. Bu adam üzerinde konuşmaya bile değmez!

Tüm dünya ekonomilerini etkisi altına alan Chicago ekolünün parasalcı kuramlarının karşısına insanı çıkaran ilk kişi oydu. İdeoloji ve bilimsel yöntemi kötüye kullanan Chicago ekolüne karşı Avusturya ekolünü yarattığında büyük kapitalist ülkeleri yerinden hoplatmıştı. Devlet bu kadar ekonomiye karışırsa bunun adı serbest piyasa olmaz dediği için Amerika'da okullara girişi neredeyse yasaklanmıştı. Bir teröriste, bir düzenbaza ya da bir kanun kaçağına tahammül edilebilirdi ama devletlerin ekonomiyle istedikleri gibi oynamasına karşı çıkan bir ekonomiste tahammül edilemezdi. Hele devlet tekeline karşı çıkan bir ekonomiste asla. Teori yerine insanı koyarak Avusturya ekolünü yaratan, liberteryen hareketin en etkili ismi olan bu büyük ekonomist Ludwig von Mises'den başkası değildi.

Michael J. Gelb'in "Da Vinci Gibi Düşünmek" adlı kitabında yer alan ve Da Vinci'ye ait olduğu söylenen (sözde) CV'yi okuyanlar ve iş hayatının şapşallıklarına kendilerini kaptıran eleştirel gücü zayıflamış insanlar için bu yazdıklarımız iş dünyasının giyotininde idamı hakeden düşüncelerdir. Çünkü onlara göre CV kutsaldır. Ama bunun saçmalık olduğunu düşünen akıllı bir azınlığa göre ise CV, tıpkı demokrasinin de oligarşiyi gizlemesi gibi, büyük bir yanılsamadır. Herkese eşit başvuru hakkı tanınır gibi yapılarak, şirketin yuvarlak masasındaki şövalyelerin kendilerinden olanları işe almalarının önünün açıldığı rahat bir ortam yaratılır.

Bugün orta ve üst düzey işler için CV'nin kullanıldığı durumlar istisnadır. Genellikle alt düzey işlerde tercih edilir. İşçiyi, satış görevlisini, çağrı merkezi çalışanını ya da temizlik görevlisini seçmeye yarar. Çünkü bu işlere talep o kadar yoğundur ki, iş başvurularının altından kalkmak mümkün değildir. Herkese fırsat eşitliği verilmiş gibi yapılarak aralarından sadece bir veya birkaçını işe almanın en nazik yolu CV'dir.

Düşünün, patronuna çaycı arayan bir İnsan Kaynakları uzmanı; çaycıyı nasıl bulması gerekiyor sizce? İnsan Kaynakları çalışanları kızacaklar ama yanıt açık: El elin eşeğini CV ile ararmış!

24 Kasım 2014 Pazartesi

Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!

Üniversiteyi yeni bitirmiş ve bir finans kuruluşunda işe başlamıştı. İyilerin daima kazandığı bir finans dünyası ütopyasına inanıyordu. İlk gün çalan telefonlara ne demesi gerektiğini Müdüründen öğrenmişti: "Sistem çalışmıyor, biz size döneriz!" O gün ağlayarak eve gitmişti, çünkü hayatında ilk kez yalan söylüyordu.

İşleri çabuk öğrenmişti ama diğer portföy yöneticileri kadar başarılı değildi. Nedenini o gün Müdürü söylemişti: "Çocuk gibi görünüyorsun, saçlarını boyat!" Hayatında ilk kez saçlarını boyatmıştı.

Yeni işini sevdikçe müşteriler de artmaya başlamıştı. Müşterileri ikna edip paralarını yönetme yetkisini almak gerçekten zor işti. Onlara büyük bir güven ve ikna edici bir finansal plan sunmak gerekiyordu. İş arkadaşlarına ne yapması gerektiğini sormuştu. Onların hikayesini dinlerken dehşete düşüren ortak bir özellikleri dikkatini çekti. Her birinin iki ya da üç sevgilisi vardı. Üstelik arkadaşlarından bazıları evliydi. Oysa kendisinin hayatı boyunca erkek arkadaşı bile olmamıştı. Bu ona göre bir şey değildi. Dikkatini herkesin bir başarı abidesi saydığı Müdürüne çevirmişti. Belki ondan bir şeyler öğrenebilirdi.

Şirketin Müdürü işinde gerçekten çok başarılıydı. Üst yönetimin gözdesiydi. Hiç kimse onun kadar fazla fon yönetemiyor ve gelir elde edemiyordu. Odasına girip de kendisiyle görüşen her müşteri ertesi gün tüm parasını şirkete getiriyordu. Tüm müşterilerin parasını ertesi gün getiriyor olmaları tuhaf ve inanılmayacak bir şeydi. Bu kadar kısa sürede... Acaba Müdürü nasıl bir finansal plan sunuyor diye düşünüyordu. Bir kadın yöneticinin bu ölçüde başarılı olması önemliydi ve Müdürüne hayranlığı her geçen gün artıyordu.

Bir gün Müdürüne müşterilerinin sermaye arttırımına katılımlarıyla ilgili önemli bir konuyu danışmıştı. Müdürü bir süre düşündükten sonra, "Kafana göre takıl!" demişti. Bu kadar önemli bir konunun kendisi gibi bir çaylağa bırakılmasına şaşırmıştı. Muhtemelen Müdürü piyasaların kötü gidişi üzerinde kafa yoruyordu. Yoksa neden kendisine cevap vermesindi ki. Bir yandan televizyondan haberleri seyrediyor, bir yandan da ne yapacağını düşünüyordu. O sırada kanalın kendi şirketlerine bağlandığını fark etti. Telefonun diğer ucunda Müdürü vardı. Müdürüne piyasaların ne yöne gideceği soruluyordu. Müdürü şöyle cevap vermişti: "İnebilir de, çıkabilir de..." Kafası iyice karışmıştı. Bu kadar başarılı bir yönetici, bu kadar aptalca bir yanıtı nasıl verebilirdi? Zaten bugünkü sorusuna da yanıt alamamıştı. Yoksa Müdürü göründüğü kadar üstün bir kişilik değil miydi? Öyleyse, nasıl böyle bir başarı çizgisi yakalamıştı?

Piyasalardaki olumsuzluk artmış ve birkaç gün içinde zirve noktasına ulaşmıştı. Piyasalar adeta yanıyor, telefonlar susmuyordu. Herkes açıklama bekliyordu ama Müdür hala işe gelmemişti. Tüm şirket onu bekliyordu. O sırada dikkati müşteri holünde bekleyen 7 kişiye takılmıştı. Orta yaş ve üstü bu yedi erkek müşteri de herkes gibi sessizce Müdürü bekliyordu. Finans piyasalarımızda büyük bir bombanın patlamasına artık saniyeler vardı. Müşteri holünde bekleyen yedi erkekten birinin söylediği şu söz bombanın fitilini ateşlemişti: "Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!"

O gün o şirkette Müdürü bekleyenler onu bir daha göremediler. Müşterilerin parasıyla yaptığı usulsüz işlemler nedeniyle, onları bugünkü karşılığıyla yaklaşık 50 milyon lira zarara uğrattı. Bu paranın bir kısmı salonda bekleyen yedi kişinindi. Yedi kişinin mağdur olmaları dışında diğer ortak özellikleri ise Müdürün sevgilileri olmalarıydı.

Müdürün başarısının formülü ortaya çıkmıştı. Görüştüğü kişilere ne bir yatırım planı ne de bir finansal vaat sunuyordu. Yaptığı tek şey o gece için randevu vermekti. Sonrası malum. Ertesi gün müşteri tüm parasını Müdüre emanet ediyordu. (Türk erkeği için daha iyi bir ödünleşme olamaz herhalde.) O da finanstan hiç anlamadığı için saçma sapan yatırımlarla bir taraftan şirketine kazanç sağlarken, diğer taraftan da müşterilerinin paralarını eritiyordu. Kendi hesabına küçük bir pay yatırmayı da atlamıyordu tabi ki. Finans tarihimizin en büyük suistimallerinden biri oluşurken hata nerede yapılmıştı?

Bugün finans dünyası paranın yönetildiği değil öncelikle paranın bulunmaya çalışıldığı bir dünyadır. Asıl mesele yatırımcıyı ikna ederek parasını size yatırmasıdır. Tüm rekabet artık paraya ulaşma alanında verilmektedir. Paraya ulaşmak, öteden beri belli usullerle yapılagelmiştir. Güven, itibar, büyüklük ya da vaatler yatırımcıların paralarını finansal kuruluşlara yönlendirmiştir. Fakat bugün gelişmiş finansal piyasalar, finansal planlama yaklaşımını güçlendirerek yatırımcılara ulaşmaya çalışmaktadırlar. Paraya uzanmanın dünyada bilinen tek geçerli formülü olarak finansal planlama kabul edilmektedir.

Anlattığımız hikayede ortaya çıkan da bu gerçektir. Yani asıl hata piyasalarda finansal planlama anlayışının eksik olmasıdır. Paraya ulaşma çabası, bilinen usullerin ötesine geçerek ilkel bir yaklaşım ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda da büyük bir finansal başarısızlık. Ya da daha kısa söylersek finansal planlama eksikliğinin yarattığı büyük bir çöküş.

O gün o hikayede başrol oynayan şirket Müdürü bugün artık oyun dışında. Figüran rolündeki ütopyacı çaylak ise hem iyi bir akademisyen hem de önemli bir finans profesyoneli. Ama inandığı şu ütopya hala gerçekleşmedi: "Finans dünyasında daima iyiler kazanır!"

O gün müşteri holünde ne olduğunu merak edenlerin merakını gidererek son noktayı koyalım. "Yöneticiliğini bilmem ama kadınlığına diyecek lafım yok!" diyen adam sözlerini bitirince tartışma başladı. Çünkü bu yedi kişiyi üzen şey paralarını kaybetmek değildi. O an öğrendikleri şey bundan daha fazla üzmüştü. Kadınlık timsali saydıkları Müdür kendilerini başka biriyle aldatmıştı; o holde bulunanların tamamıyla. Onlara göre en acısı buydu.

Bugün finans dünyası için en önemli sorun paraya ulaşabilmektir. Finansal planlama, hem yatırımcılar hem de finansal kuruluşlar tarafından uygulanmadığı sürece ortaya çıkan sonuç bundan farklı olmayacaktır. Para kaybetmek değil aldatılmak üzecektir.

20 Kasım 2014 Perşembe

Maaşlı bir iş bulsam valla gidecem!

İş dünyası şu "liderlik" denilen kavramdan çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir herhalde. Şirketlerin eğitim departmanları çalışanlarına nasıl lider olunacağını öğretmek için ders üstüne ders veriyor. Satış görevlisinden gişe görevlisine, operasyon elamanından sigorta elemanına kadar herkese eğitimlerle liderlik aşılanıyor. İyi bir liderin nasıl olması gerektiği harf harf öğretiliyor. Bu kadar lideri nerede istihdam edeceğiz diye düşünen yok muhtemelen.

Bu eğitimlerde lider kavramına somut bir tanım getirilemiyor. Nitelik standartları sıralanarak tanımlamalar yapılıyor. Vizyonlu, tutarlı, sebatkar, risk alabilen, uzağı görebilen gibi ilk çağ savaşçısından modern erdemli insana kadar ulaşılan tüm insani değerler yüceltilerek sıralanıyor. Hayatı boyunca satış görevlisi kalacağının bile farkında olmayan genç çalışanımız ise hayallere dalıp gidiyor. Derken yönetici ile liderin farkı anlatılıyor. Biri işi doğru yaptığı için aşağılanırken, öteki doğru işi yaptığı için göklere çıkarılıyor. Aslında bir bütünün parçalarının postmodern bir retorikle nasıl yapısöküme uğratıldığı gözden kaçırılıyor. Burada bir nokta koyalım. Amacımız liderlik eğitimi denilen saçmalıkların yüzeyselliğini, komikliğini ve gerçekdışılığını ortaya çıkarmak değil. Üzerinde durmak istediğimiz konu, bu eğitimleri alarak geleceğin lideri olacağını sananların nasıl bir düşünce hatası içinde olduklarını ortaya koymak. Daha açık söylersek, dinlediği birkaç hikaye ve süslü söz ile kendini Bill Gates sananın hatası.

Finans sektörü birçok parlak gence istihdam olanağı sağlıyor. Hepsi yüksek tahsilli olunca liderlik eğitimleri de artıyor. Çünkü her gün sayıları artan finans kuruluşlarına lider gerek. Öyleyse herkes eğitime! Hayatı boyunca sigorta satacak kişiden, telefona bakacak kişiye kadar herkes!

Eğer liderliği öğrendiyseniz şimdi sıra size liderlik edeceğiniz bir şirket bulmaya geldi. Büyük bankalarımızdan birini yöneteceğinize kanaat getirdik. En fazla personeli olan bankalardan üçünü size uygun bulduk. Kendilerini tanımladıkları kısımlarda, başarılı çalışanlarını ne kadar hızlı yükselttiklerine hayran kaldık. Bu bankaların CEO'larının ne kadar sürede bir değiştiğini öğrenirsek size uygun bir pozisyonun ne zaman açılacağını buluruz diye düşündük. Fakat gördüğümüz şeyden dehşete kapıldık. Adını vermeyeceğimiz bu üç bankanın CEO'ları ortalama olarak 12 yıldır görevlerinin başındaydı. Yani şirketlerini tam 12 yıldır yönetiyorlardı ve yaşlarına bakıldığı zaman muhtemelen bir 12 yıl daha yönetecek yaştaydılar. Öyleyse bu şirketlerde lider olmanız pek mümkün gözükmüyor. Peki ama size uygun bir liderlik işini nasıl bulacağız? Bunca yıldır lider olmak için eğitim alıyorsunuz; ne zaman lider olacaksınız öyleyse?

Cevabı öğrenmek istiyorsanız hemen söyleyelim: Hiçbir zaman!

20 yüzyılın başlarında, Alman sosyolog Robert Michels eşitlik, işbölümü, uzmanlaşma gibi kavramlar üzerinden kendisini tanımlayan kurumsal yapıları ve liderlik sistemlerini inceliyordu. Bir şey dikkatini çekmişti. Bu kurumların hepsinde ortak bir davranış şekli vardı. Bu yapılar içinde iletişimi sağlayan, karar ve denetim mekanizmalarını işleten kişilerin kendilerini olduklarından daha yetkin, temsil ettiklerinden daha seçkin ve feda edilemez görüyorlardı. Bu kişiler kurumlar içinde hakim bir elit zümre yaratmışlardı. Yönetim tarzları ise belirli bir grubun ülke yönettiği oligarşiden farklı değildi. Robert Michels o gün insanlık tarihinin en önemli ve aşılamaz teorilerinden birini ortaya koyar: Oligarşinin Tunç Yasası.

İster bir şirket, isterse bir briç kulübü olsun, liderlik pozisyonuna tırmanabilen daima küçük bir azınlık olacaktır. Geri kalanlar mevki ve rütbe bakımından daima takipçi konumunda kalacaklardır. Ortam ne olursa olsun, az sayıda kişi "oligarşik" liderler haline gelecek, diğerleri de onları takip edecektir. Liderler daha fazla para kazanırken kontrol güçlerini de ellerinde tutacaklardır.

İşte tüm hikaye bu kadar basittir. Liderlik eğitimi diye sunulanlar Oligarşinin Tunç Yasasını gizlemekten başka bir şeye hizmet etmez. Genç satış görevlisinin payına da liderlik eğitimi denilen kukla tiyatrosunu izlemek düşer. Her şirketin kendi "yuvarlak masa şövalyesi" olduğu gözden kaçırılır. Kişiler adil yönetimle liderlik koltuğuna otursalar da, kendi konumlarını sağlamlaştırdıktan sonra demokratik değerlerden ödün verdikleri dikkate alınmaz. Yani kısaca liderlik tunçtan bir yasadır ve daima oligarşiye tabidir.

Liderlik denilen kukla tiyatrosuna hizmet eden büyük bir sektörün oluştuğu da gözden kaçırılmasın lütfen. Liderin tanımında bile uzlaşılamamıştır oysa. Neyse...

Lider sıfatını belki de en çok hakeden çalışan grubu olan esnafların şu klişesi (palavrası) liderin tanımını fazlasıyla ortaya koyuyor herhalde: "Maaşlı bir iş bulsam valla gidecem!"

17 Kasım 2014 Pazartesi

Finansal piyasalarımızın en büyük eksikliği-II

Konut kredilerinden sorumlu direktör, çalıştığı finansal kuruluşun CEO'suna, "Merkez Bankası, dövize endeksli konut kredilerini az önce yasakladı; biz de hemen kredi vermeyi durdurduk" diye haber verdiğinde, CEO kararsız bakışlarla şu soruyu sormuştu: "Biz dövize endeksli konut kredisi mi veriyoruz?"

Merkez Bankası 2009 yılı Haziran ayında ani bir kararla dövize endeksli konut kredisi kullanımını yasaklayıp pazarın kapısına kilit vurduğunda birçok insan ne olup bittiğini anlamamıştı. O an haberi öğrenen finans şirketinin CEO'su bile bu tür kredileri verdiklerinden haberdar değildi. Yani her şey çok çabuk olup bitmişti.

Hikaye iki yıl önce başlamıştı. Atlantik ötesinden gelen "ucuz ve kolay para" rüzgarlarının ülkemizi de etkisi altına aldığı yıllardı. Konut kredileri yasaya bağlanarak büyük bir pazarın kapısı açılmıştı. Türk finansal piyasaları 2007 yılında adeta kanat takmıştı. Herkes konut sahibi olmak hayaliyle konut kredisi alıyordu. Sabit faizli, değişken faizli, balon ödemeli, esnek ödeme planlı birçok farklı kredi türü, sözleşme koşulları tam olarak anlaşılmadan kullanılmaya başlanmıştı. Fakat piyasa bir noktada takılıyordu. Türkiye'deki faizler gelişmiş finansal piyasalardaki kadar düşük olmayınca bazı tüketiciler faiz yükünden korkarak konut alma kararlarını erteliyorlardı. İşte o anda konut kredilerini pazarlayanların aklına dahice bir fikir gelir: Dövize endeksli konut kredisi.

Bu tür krediler birçok ülkede vardı ve oldukça da revaçtaydı. Özellikle Japon yeni ve İsviçre frangının düşük değerli yapısı, bu paralara endeksli kredileri ucuz kılıyordu. Türk lirası ile kıyaslandığında faiz yükü neredeyse yarı yarıya daha düşüktü. İşte bu, fazla düşünmeden karar veren tüketiciler için bulunmaz bir fırsattı. Şirket yöneticisinden şoförüne, devlet memurundan esnafına kadar birçok vatandaş bu düşük faizli krediye hücum etti. Herkesten ucuza ev almak harika bir duyguydu. Finans kuruluşlarının önlerine koyduğu sözleşmeleri imzalarlarken, görevlinin, "Kur yükselirse ödemeniz de yükselir" sözünü duymadılar bile. Ne de olsa dünya artık "sıfır faizliydi"; bundan sonra faiz neden artsındı ki!

Dövize endeksli konut kredisi pazarı hızla büyüyordu. 2009 yılına gelindiğinde tüm konut kredilerinin %5'i dövize endeksli hale gelmişti. Bu da 2,3 milyar liralık bir pazar oluştuğu anlamına geliyordu. Fakat dondurucu soğuk Merkez Bankasından önce Amerika'dan gelmişti. 2008'de ülkemizi de etkisi altına almaya başlayan finansal kriz Japon yeni ve İsviçre frangının değerini yükseltiyordu. Dövize endeksli konut kredisi kullananların taksitleri artmaya başlamıştı. Sözleşmeyi imzalarken görevlinin söylediği şey gerçekleşiyordu. Kur yükseliyor, ödemeler de yükseliyordu. Merkez Bankasının müdahalesi gelmişti ama biraz geç kalmıştı.

Dövize endeksli konut kredisi kullananların %33'ü takibe intikal etmişti. %50'si taksitlerini geç ödemeye başlamıştı. %12'si kredisini kapatarak TL'ye geçmişti. Bu süreçte sadece %5'lik dilim kredilerini düzenli ödemeyi başarabiliyordu. Finansal kriz sosyal krize dönüşmüştü. Kredi kullananların %45'i intiharı düşündüğünü söylüyordu. %36'sı ise eşinden boşanmış ya da boşanma noktasına gelmişti. Peki ama tüm bunlar başımıza neden gelmişti? Hata nerede yapılmıştı?

Konuyu objektif bir gözle değerlendirdiğini düşünenlere göre iki suçlu vardı: Aşırı pazarlama düşkünü finans kuruluşları ile fırsat düşkünü müşteriler. Kimse kimseyi zorlamamıştı. Her şey karşılıklı rıza ile yapılmıştı. Sonuçta taraflar ortaya çıkan sonuca itiraz etmemeliydiler. Bu tartışma böyle uzayıp gidiyordu. Fakat bir gerçek vardı. Bir piyasa tamamen yok olmuştu. Artık dövize endeksli kredi kullanmak isteyenler kullanamayacaktı. Bu, geliri yabancı para üzerinden olan birçok kişi için büyük bir fırsat kaybıydı. Gelişen bir ekonomi için ise oldukça önemli bir yara. Peki ama hata nerede yapılmıştı?

Piyasanın yok olmasına giden temel hata finansal planlama eksikliğidir. Dövize endeksli kredi kullananlar finansal olarak bulundukları yeri, gelecekte neye ihtiyaçları olacaklarını ve hedeflerine ulaşmaları için ne yapmaları gerektiğinin farkında değildiler. Dövize endeksli kredilerin ne olduğu konusunda yeterli bilgileri yoktu. Olası faiz ve kur değişikliklerinde ödemelerinin ne olacağını hesaplamamışlardı. Kur ve faiz değişikliklerinde stratejilerinin ne olacağı belli değildi. Değişikliklerin hayat standartlarında ne tür sonuçlar yaratacağını düşünmemişlerdi. Ve hepsinden önemlisi finansal kararların sosyal ve psikolojik sorunlara dönüşebileceğini akıllarından bile geçirmemişlerdi. Özetle söylersek, döviz kredisi kullananların büyük kısmı finansal planlama yapmamışlardı ve bunun sonucunda hem kendileri zarar görmüş, hem de finansal sistem için önemli bir piyasa emekleme dönemindeyken yok olup gitmişti. Yani kayıp herkesin düşündüğünden daha büyüktü.

Bir ekonomiyi gelişmiş kılan farklı finansal ürünler ve piyasalardır. Bunların sayısı ne kadar artarsa ekonomi de o kadar büyür ve finans merkezi olma yolunda o kadar ilerlenir. Fakat son on yıl içinde piyasalar büyürken, finansal planlama eksikliğinin yarattığı sorunlar nedeniyle çeşitliliği ve derinliği attırma girişimlerimiz hep sekteye uğradı. Gelinen nokta itibariyle değerlendirildiğinde, piyasalarımızın en önemli eksikliğinin finansal planlama olduğu açıktır. Bundan sonra asıl odaklanmamız gereken konu sanıyoruz finansal planlama olacaktır.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Finansal piyasalarımızın en büyük eksikliği-I

2006 yılı Mayıs ayında yaşanan ekonomik dalgalanma fon piyasalarımızı altüst etmişti. Fon piyasası %25 küçülmüştü. Tablo olumsuz görünüyordu ve bir şeyler yapılmalıydı. Finansın dahi çocukları Avrupa'da hızla büyüyen bir enstrümanı "kurtarıcı" olarak hemen devreye soktular. 4 milyar liralık bir piyasanın kısa bir sürede yaratılacağı ve fon piyasalarımızın eskisinden daha güçlü olacağı söyleniyordu. Kurtarıcı, kısa bir süre sonra hayatımıza girmişti. Birçoklarının adını ilk kez duyduğu bu enstrümanın adı Anapara Korumalı Fon'du.

Tam da bize göre olduğu söyleniyordu. Dalgalanmalardan korkup kısa vadeli enstrümanlara yönelen geniş bir yatırımcı kitlesi için ideal görünüyordu. Anapara korunduğu için 1 yıla kadar uzayan vadelerde yatırım yapılabilecekti. Çeşitlendirme kolaylıkları ile likit fon piyasası bile tehdit edilebilecekti. Her şey güzel gözüküyordu. Ayşe Teyze emekli parasını, Ali Amca tüm birikmişini her zaman işlerini yapan müşteri temsilcisini kırmayarak anapara korumalı fonlara yatırmaya başladılar.

2007 yılında kurulan pazar büyük bir ivme yakalamıştı. Talep beklenenden yüksekti. Vadeler 1 yılı bile geçmeye başlamıştı. Pamuktan altına, petrolden dolara, yükseliş ya da düşüş beklediğimiz her alana yatırım yapılıyor ve anapara korumalı fonlar oluşturuluyordu. 2012'ye yaklaştığımız günlerde pazar büyüklüğü 3 milyar liralara dayanmıştı. Her şey başta planlandığı gibi gidiyordu. Pazar büyüyor, yatırımcı talebi artıyordu. Nihayet Türk yatırımcısına uygun bir yatırım aracı bulunmuştu.

Fakat ne olduysa işte tam o anda oldu. Piyasa bir anda adeta terse dönmüştü. Anapara korumalı fonlara talep giderek azalıyordu. Azalma çok geçmeden kaçışa döndü. Artık kimse bu fonları almak istemiyordu. İhraç edilen fonlar talep yetersizliğinden arz edilemiyordu. 2014 yılı ortalarına gelindiğinde anapara korumalı fon piyasası 300 milyon liralara gerilemişti. Bu tam bir kabustu. Peki nasıl olmuştu da anapara korumalı fon piyasası bu kadar kısa sürede zirveden sıfıra düşebilmişti? Hata nerede yapılmıştı?

Anapara korumalı fon piyasasının çöküşüne giden yolda temelde iki büyük hata vardı. İlki öngörü hatasıydı. Anapara korumalı fonların getiri stratejileri varlık fiyatlarının yükselişi ya da düşüşü üzerine bahislere dayanıyordu. Örneğin doların yükseleceği üzerine bahse giren bir anapara korumalı fon, dolar yükselirse yatırımcısına para kazandırmaktaydı. Aksi takdirde sadece anapara korunmuş oluyordu. Sizce anapara korumalı fonlar doğru öngörüler yapmışlar mıydı?

Bunu anlamak için ihraç edilen anapara korumalı fonlar içinden rastgele seçtiğimiz 29'unun vade sonu getirilerini inceledik. Yıllık bazda bakıldığında, incelediğimiz bu 29 fondan 7 tanesi yatırımcılarına %8'in üzerinde bir getiri sağlayabilmiştir. Bu da demek oluyor ki fonların sadece %24'ü enflasyon oranını yakalayabilmiştir. 29 fondan 22'si yani fonların %76'sı yatırımcısının parasının enflasyon karşısında erimesine seyirci kalmıştır. İncelediğimiz fonlar içinde en yüksek üç getiri yıllık bazda %20,53, %18,05 ve %14,84 olarak gerçekleşirken, 8 adet fon yatırımcısına yıllık %1'in altında getiri sağlamıştır. Klasik Wall Street fantastik görüşü, iki yönlü bir oyunda bir maymunun başarı oranını %50 olarak görür. Oysa anapara korumalı fonlardaki başarı oranı %25'lerin bile altındadır. Siz olsanız yatırım yapar mısınız?

Burada yapılan hata "Kimse piyasadan daha akıllı değildir" şeklinde özetlenen piyasa varsayımıdır. Yani bu tür fonlar için getiri senaryosu çizenler yanılmışlardır. Muhafazakar olarak adlandırılan ve parasını vadeli hesaplarda değerlendiren yatırımcıları hedef alan bu tür fonların, yatırım uzmanlarının "vadeli hesap yatırım değildir" diyerek aşağıladıkları sıradan vatandaşların kazandıklarından daha kötü getiri elde etmeleri sektörü bitiren fitili ateşlemiştir. Yatırımcılar yanıltıldıklarını, kendi bildikleri şekilde davranırlarsa daha çok kazanacaklarını kısa sürede fark etmişler ve piyasadan çekilmişlerdir. Fon yöneticilerinin başarısızlığı piyasa başarısızlığının önemli sebebiydi ama pazarın çökmesinde bundan daha önemli başka bir sebep vardı.

Anapara korumalı fonlar yüksek getiri vaadiyle muhafazakar yatırımcılara pazarlanırken yatırımcıların tek hatası satış görevlisine güvenmek değildi. Bundan daha büyük bir hataları vardı. Anapara korumalı fonların arkasında yer alan ve getiriyi sağlayacak olan opsiyon sözleşmesinin dayanak varlığının ne olduğunu bile öğrenmemişlerdi; yani yeterli finansal bilgiye sahip değillerdi. Yatırım hedeflerini hayat hedefleriyle özdeşleştirecek uzun dönemli planlama içinde değillerdi. Mevcut finansal durumlarının böyle bir yatırımdan nasıl etkileyeceğini hesaplamamışlar, aylık faiz ölçüsünde getiri elde edemezlerse taksitleri nasıl ödeyeceklerini planlamamışlardı. Getiri elde edemezlerse hayatlarının nasıl etkileyeceğini düşünmemişlerdi. Basitçe özetlersek, yatırımcıların büyük hatası finansal planlama yapmamaları ya da yapamamalarıydı.

Finansal planlama eksikliği, küresel ve ülkesel krizler kadar kişisel finansal krizlerin de en önemli nedenidir ve istisnasız herkesi ilgilendirir. Anapara korumalı fon piyasası gibi piyasa başarısızlıkları gelişmekte olan bizim gibi bir ülke ekonomisi için oldukça tehlikelidir. Bu tür başarısızlıkların yatırımcı güveni üzerinde kalıcı etkiler bıraktığını borsamızın kuruluş yıllarında yaşadığımız hisse senedi başarısızlıklarında görmüştük ve etkilerinin bugün bile devam ettiğini hala görmekteyiz. O nedenledir ki bu tür piyasa başarısızlıklarını yaşamamanın en kolay yolu finansal planlamayı geliştirmektir.

Finansal planlama eksikliğinin, ekonomimizin en önemli zayıflıklarından olan tasarruf açığının da asıl nedeni olduğunu söylemeden geçmeyelim. Eğer tasarrufları arttırmak istiyorsak finansal planlama kavramını mutlaka her yurttaşın hayatına sokmalıyız. Aksi takdirde tasarruf açığı gibi yapısal sorunlar, anapara korumalı fon piyasası gibi piyasa başarısızlıkları ve borçları ödeyememe gibi sosyal şoklar hep gündemimizde olacaktır.

9 Kasım 2014 Pazar

Türk finansal piyasalarının 8 icadı!

Botanikçi hikayesini duyanlar vardır mutlaka. On masum insanın vurulmak üzere olduğu bir orman köyüne bir anda giren botanikçi neye uğradığını şaşırır. Botanikçiye basit bir teklifte bulunulur. Eğer on kişiden birini vurursa geri kalan dokuz kişinin hayatı bağışlanacaktır. Aksi takdirde on kişi de öldürülecektir. Ne dersiniz, sizce botanikçi ne yapmalı?

Bu soruya felsefeciler bile hala yanıt verememişken bizim vermemiz beklenemez elbette. Fakat burada basit bir gerçek hepimizin dikkatini çekmiştir. Bir toplumda en iyi neticeyi verecek eylemler diğer birçokları açısından kabul edilmezdir. Tıpkı finans merkezi olma yolunda ilerleyen ülkemizde olduğu gibi.

Finansal okuryazarlığımızın düşük olduğu herkesin malumu. Basit faizi hesaplamakta zorlanan, hisse senedi almak için tüyo bekleyen, altına yatırım yapıyorum diye bol bol ziynet alan, yağın fiyatının artacağı toptancıdan öğrenilir misali kredi kartı pazarlayan çalışandan doların ne zaman yükseleceğini öğrenmeye çalışan garip bir finans yönetimi anlayışımız var. Neresinden bakılsa düşük bir finansal okuryazarlık seviyemiz olduğu kesin. İşte, bu noktada çetrefilli bir durum kaşımıza çıkıyor. Finansal piyasalarımızın karanlık sokaklarını gezdiğimizde finansal okuryazarlığın tuhaf bir şekliyle karşılaşıyoruz: Finansal şeytanlık!

Finansal şeytanlığı, çıkarların söz konusu olduğu bir piyasada, finansal enstrümanların kendi lehine-piyasa aleyhine kullanılması olarak tanımlayabiliriz. Basitçe, ortada bir finansal enstrüman var ve onu kullananlar detayları hakkında bile çok az bilgi sahibiyken onun türevlerini yaratma becerisine sahip olabilmişlerdir. Sadece ülkemiz finans piyasalarında gördüğümüz bu yeni yöntemleri gelin hep beraber tanıyalım. Bunların ne kadar büyük "kara piyasalar" oluşturduklarına hep beraber görelim. Ve sonunda da finansal okuryazarlık seviyemize yeniden karar verelim. İşte Finansal piyasalarımızın 8 finansal şeytanlığı:

1. Hatır Çeki

Ticaret ve finans hayatımızın en büyük karabasanı uzun yıllardır "hatır çeki" denilen enstrümandır. Tüm dünyada ileri tarihlisi bile kabul edilmeyen çek denilen bu ticari enstrümanın bizde manevi duygularla ticarete sokulmasının adıdır hatır çeki. Diyelim krediye ihtiyacın var ve teminatın yok. Yandaki dükkana girer ve komşundan senin için bir çek yazmasını istersin. Ortada ne bir alım satım ne de ticaret vardır. Her şey sevgi ve saygıdan yapılır. Komşun çıkarır çek defterini ve yazar hemen bir tane. Mırın kırın mı etti yazmakta. O zaman karşılıklı yazarsınız. Sen de çıkarırsın çek defterini ve aynı tutarı yazar, imzalarsın. Böylece kimsenin kimseye borcu kalmaz. Kusursuz cinayet işlenmiştir artık. Götürürsünüz en yakın finans kuruluşuna, alırsınız krediyi. Bugün çek kullanıp da hatır çeki kesmeyen tacir pek yoktur. Bu tür işlemlerin büyüklüğünün milyar liraları bulduğunu biraz piyasa tecrübesi olan herkes tahmin edebilir. Hatır çeki belki de finansal sistemimizin en büyük kara deliğidir ve tamamen bize özgü bir modeldir. Dünyanın en geri kalmış ülkelerinde bile buna benzer "yaratıcı" bir enstrüman yoktur.

2. Paravan Kredi

Finans dünyamızın belki de krediden sonraki en eski ürünü "paravan kredi" denilen üründür. Dünyada kimsenin aklına gelmemiştir. Tamamen bize özgü bir finansal ürün. O nedenle bu topraklardaki tarihi muhtemelen kredi kadar eskidir. Senaryosu basittir: Kredibiliteniz mi yok, bankalar size kredi vermiyor mu, dolandırıcı mısınız; hiç sorun değil. Kurarsınız köydeki "elti"niz üzerine bir şirket, ya da sevdiğiniz bir arkadaşınızdan rica edersiniz; onlar sizin yerinize bankadan krediyi alır ve size verirler. Geri ödemeyi siz yaparsınız artık. Banka krediyi o masumlara verdiğini düşünür ama sizin gibi usta bir dolandırıcıya vermiştir maalesef. Ülkemizde paravan kredinin yaygınlığı bilinen bir gerçektir. Hatta banka size kredi vermedi mi; ne yapmanız gerektiğini sorun. Muhtemelen "yardımsever" bankacı şöyle diyecektir: "Sizin yerinize başkası çeksin." Ne kadar da harika değil mi? Finansal okuryazarlık ancak bu kadar verimli kullanılabilir. Ama ne acıdır ki, ülkemiz için saf gerçek olan paravan kredi hiçbir yabancı finans sözlüğünde yer almaz.

3. Tenekeli Mortgage

Üçüncü ürünümüz bir konut kredisi çeşidi. Mortgage adıyla pazarlanan bu tür kredilerin artık onlarca türüne rastlamak mümkün. Tamamen finansal yaratıcılığa kalmış bir alan. Fakat bu modeli hepsinden farklı. Dünyada hiçbir ülkede benzeri yok, yüzde yüz yerli malı. Diyelim ki krediye ihtiyacınız var ama bir yıllık, iki yıllık vadeler sizin için yeterli olmuyor. Daha uzun vadeli bir kredi alıp rahat rahat ödemek istiyorsunuz. Ama öyle bir kredi maalesef yok. Tüketici kredileri 3 yıldan uzun olamıyor. Kısa vadeli bir kredi alırsak sıkışıp ödeyememe ihtimalimiz var. Peki, ne yapacağız öyleyse? Hemen memleketteki "bacanak"a evinizi satacaksınız. Bacanak bankaya gidip konut kredisi ile sizin evi alacak ve siz de parayı alacaksınız. Evinizin mülkiyeti sizden çıkmış olsa da mühim değil. Ne de olsa bacanak; istediğinizde size geri verecektir. Ne kadar güzel değil mi? Adını sorarsan, "tenekeli mortgage" olsun. Bu tür satışların son derece yaygın olduğunu çevrenizdeki kişilerden de öğrenebilirsiniz. Mutlaka bu tür bir işleme aracılık etmiş kişilere rastlayacaksınız. Tenekeli mortgage pazarı son derece büyüktür ve dünyanın hiçbir yerinde de benzeri yoktur.

4. Cesur Mortgage

Bir konut kredisi almak için yasalar gereği %25 sermaye payı gerekir. Finans kuruluşları en fazla %75'ini finanse ederler. O nedenle mortgage alacak kişinin, evin fiyatının %25'ini özkaynakları ile ödeyebilmesi şarttır. Peki ya bu kadar paraya sahip değilse ve bir yerlerden de bulamıyorsa? Bu durum ev almanıza pek mani değildir açıkçası. Eğer gözüpek biriyseniz ve %75'ini bir finans kuruluşundan konut kredisi ile finanse edebiliyorsanız, kalan %25'lik kısmı başka bir kuruluştan tüketici kredisi ile sağlayabilirsiniz. Her iki krediyi de birkaç gün içinde alırsanız yine kusursuz bir cinayet işlemiş olursunuz. Ne yasalar, ne finans kuruluşları ne de ahlaki bir engele çarparsınız. Evin bedelinin %100'ünü finanse etmiş olursunuz. Cesur Mortgage piyasası, bu piyasaya hizmet veren "tezgahüstü gayrimenkul danışmanı" kuruluşların artmasıyla giderek büyümektedir.

5. Dostlar Alışverişte Görsün

Kısa vadeli nakit sıkışıklığı herkesin başına gelebilir. Eğer kredi kartınızdan nakit çekebiliyorsanız bu sorunu aşabilirsiniz; peki ya çekemiyorsanız? Birçok kredi kartının nakit çekme limiti ya yok ya da sınırlı seviyede. İşte böyle bir durumda yapmanız gereken şey şu. Bir arkadaşınızın dükkanına girip önce "Hayırlı işler" diliyorsunuz. Kredi kartınızı arkadaşınıza uzatıp 1000 lira çekmesini söylüyorsunuz. Arkadaşınız bu paraya karşılık bankaya %1 komisyon ödüyorsa sizden %2 kesip kalan parayı size ödüyor. Artık 980 lira cebinizde. Bu tutarı kredi kartından çekseniz muhtemelen 20 liradan çok daha fazla nakit çekme komisyonu ödeyecektiniz. Üstelik arkadaşınız da durup dururken 10 lira kazanmış oldu. Ne kadar da harika değil mi? Bu tür bir finansal işleme dünyada sadece bu topraklarda rastlayabilirsiniz, bilmenizde fayda var. Bu arada insanlar sizi alışveriş yapıyor zannedeceklerdir; dostlar alışverişte görsün, ne zararı var?

6. Bölünmüş Kişilik Kredisi

Diyelim bir firmanız var ve kredi kullanıyorsunuz. Adınız Kobi olduğu için tüm finans kuruluşları kredi vermek için kapınızda. Siz de hiçbirini kırmıyorsunuz ve elden geldiğince kredi kullanıyorsunuz. Fakat bir sorun var, bu kredilerin bir de ödeme zamanı var. O gün geldiğinde bankanız size yeni kredi vermiyor, eskisinin ödenmesini bekliyor. Ama şirketinizin kasasında hiç para yok. Ne yapacaksınız, krediyi ödeyemeyip tahakkuka mı düşeceksiniz? Elbette ki hayır. Bir finans kuruluşuna gidip bireysel ihtiyaçlarınız için tüketici kredisi talep edeceksiniz. Muhtemelen o ihtiyacın ne olduğunu sormayacaklardır, zaten sorsalar da siz şirketimin ödemesi için çekiyorum demeyeceksiniz. Böylece bir tüketici kredisi alıp şirketinizin diğer bankadaki borcunu ödemiş olacaksınız. Yine dünyada hiçbir örneği olmayan bu finansal enstrümanın ne kadar yaygın olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Birçok Kobi bu tekniği iyi bilir.

7. Çapraz Kefalet

Kredilere kefil olma ülkemiz finans piyasalarında son derece yaygın bir uygulamadır. Kişi borcunu ödeyemezse kefil ödemek zorundadır. O nedenle de oldukça riskli bir katılımdır. Hiç kimse kolay kolay kefil olmak istemez. Aile üyelerine bile kefaletten korkulur. Fakat bu durum finansal şeytanlığımız için bir kısıt değildir. Ona da bir çözüm bulunmuştur. Eğer çekeceğiniz 100 lira krediye arkadaşınız kefil olmuyorsa, onu karşı karşıya kalacağı risklere karşı sigortalayabilirsiniz. O da 100 lira kredi çeker ve siz de ona kefil olursunuz. Böylece bir nevi swap işlemi yapılmıştır. Artık herkes kendi borcunu ödeyecektir. Dünyada benzer bir ürünü keşfedebilen başka bir ülkenin çıkmaması gerçekten şaşırtıcıdır.

8. Anaparayı Öte Dünyada Öde Kredisi

Diyelim ki bir tüketici kredisi çektiniz ve bir süre sonra ödeme isteğiniz kırıldı. Taksit tutarı için ayırdığınız parayı da alışverişe harcadınız. Ne olacak öyleyse, banka sizin hakkınızda 90 gün bekleyip takibe mi geçecek? Biraz finansal şeytanlığınız varsa yapmanız gerekeni biliyorsunuzdur. Ya da muhtemelen arkadaşınız size söyleyecektir. Başka bir bankaya gidip kredinizi yapılandıracağınızı söyleyeceksiniz. Banka bu duruma memnun olacak ve hem kredinizin ödenmeyen kısmını ödeyecek, hem de üzerine harcamanız için bir miktar daha para verecek. Artık bankaların nasıl çalıştığını öğrendiniz, birkaç ay sonra ne yapacağınızı biliyorsunuz. Başka bir bankaya gidip daha fazla kredi alıp eskisini kapayacaksınız. Borcunuzun artması canınızı sıkmasın. Bu sistemde ödeyememe ihtimaliniz bulunmuyor. Sonsuza kadar yapılandırabilirsiniz. Allah uzun ömür versin, anaparayı öte dünyada ödersin artık.

Bu sekiz finansal ürünün hepsinin "Türk Malı" olmak dışındaki ortak özelliği taraflardan biri için iyi sonuçlar yaratırken diğerleri için kötü sonuçlar yaratmalarıdır. Yani aslında botanikçinin başına gelenle aynı şey olmaktadır. İyinin ne olduğu taraflar aşısından farklı anlama sahiptir. Fakat bir piyasada asıl olması gereken toplam zararı asgarileştirici davranışlardır. Bunun gerçekleşmesi için gerekli olansa eğitimdir. Çünkü belirli şekillerde davranabilme becerisi gökten zembille inmez. O nedenledir ki finansal okuryazarlığı arttırmadığınız sürece bencilce davranışların yarattığı bu tür finansal enstrümanları azaltamazsınız. Sonuçta olan sadece piyasaya olmaz, aynı zamanda kıt kaynakları da kötü şekilde kullanmış olursunuz.

Finansal okuryazarlığımız düşük olabilir ama finansal şeytanlığımız şimdilik gayet iyi.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Düşen meteoru Teknoloji başlığı altına koyan haber sitesi!

Popüler kültür eleştirmeni Neil Postman'a göre, televizyonculuk tarihinin en önemli programı 20 Kasım 1983'te ABC kanalında gerçekleşti. ABD ile Rusya arasındaki nükleer savaşı anlatan The Day After filmini o gün 100 milyon kişi izlemişti. Bu televizyonculuk tarihinin en yüksek izlenme oranıydı. Ama Postman'a göre o günü önemli kılan şey bu değildi. Filmin ardından ekrana gelen ve nükleer felaket olasılığının tartışıldığı açık oturumdu. Açıkoturuma katılan altı kişi konularında dünyanın en önemli söylem sembolüydüler. Hatta bazıları belki de tüm zamanların. Dış politika uzmanı Henry Kissinger, dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara, son yüzyılın en önemli politik aktivistlerinden Elie Wiesel, en önemli astronomlarından Carl Sagan, Yazar William Buckley ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Brent Scowcroft. Açıkoturum, televizyonun salt bir eğlence aracı olmadığı, "sorumlu" ve "ciddi" bir bilgilendirme aracı olduğunun ispatı gibiydi. Herkes bu altı kahramanı dinlemeye başlamıştı; acaba bir nükleer savaş çıkar mıydı?

Entellektüel ağırbaşlılık sahibi bu altı adam, nükleer savaş olasılığı ile ilgili sırayla konuşmaya başladılar. Herkes bir şey söylüyordu ve kimse birbirinin sorusuna yanıt vermekle yükümlü hissetmiyordu. Sanki her biri güzellik yarışmasındaymış gibi sırayla söz alıyor ve sürelerini aşmıyorlardı. Konuşmacıların amacı sorulan sorulara yanıt vermek değilmiş de sanki kendi konumlarıyla ilgili bir etki bırakmakmış gibi konuşuyorlardı. Kissenger, yazdığı kitaplardaki önerileri sıralayarak, izleyicilerden artık Dışişleri Bakanı olmadığına üzülmelerini ister gibiydi. McNamara, önceki gün Almanya'da yediği öğle yemeğinde önerdiği çözümleri sıralıyordu. Wiesel, uydurma meseller ve paradokslar yardımıyla insanlığın trajik durumunu vurguluyordu. C.Sagan, silahların dondurulması yönündeki varsayımlarını gezegen adına konuşan bilim adamı rolünde sıralıyordu. Kısacası, düşünürmüş gibi görünen bu adamlar bir tiyatro sahnesinde oynar gibiydiler: Ciddiyet pozu kesmeler, kimsenin idrak edemediği bir anlam... Programdan çıkan sonuç açıktı. Televizyon, düşünmeyi sağlamak için değil alkış almak içindir. Yani her zaman bir eğlence aracıdır.

Bugün bu gerçeği birçok insan bildiği için haberleri internetteki haber kanallarından almak yoluna gitmektedir. Kısa sürede habere ulaşma, çağın en önemli kişisel gereksinimlerinden biri durumuna geldi. İnternet haber portalları içinde en çok okunanı Hürriyet. Sunulan içeriğin genişliği, haber sayısı, hız ve derinlik gibi nedenler Hürriyet'in okunmasının en önemli sebepleridir diye düşündük ve bunu öğrenmek için araştırmaya başladık. Neden Hürriyet okuyoruz?

Bu sorunun yanıtını bulmak için Hürriyet Gazetesinin internet portalında yer alan haberleri, sunum şekilleri ve haberin niteliği açısından inceledik. Anasayfada her an yer alan 100'ün üstünde görselli haberi, bir ay boyunca günün değişik zamanlarında kontrol ederek ne tür içerik sunduklarını kaydettik. Sınıflandırmada, ana sayfada yer alan görselli haberleri kullanırken reklamları sınıflandırmaya katmadık. Sunulan içerikleri beş konu başlığı altında sınıflandırdık ve her bir konu başlığında bir ay boyunca kaç haber verildiğine baktık. Politikadan dünya haberlerine, bilimden ekonomiye kadar olan geniş alanı "Haberler" olarak kaydettik. Haberlerin dışında dört farklı konu başlığı daha ana sayfada hakim durumdaydı. Bunlar Eğlence, Şiddet, Cinsellik ve Spor içerikli haberlerdi. İşte bu beş kritere göre, Hürriyet Gazetesinin internet haber portalında bir ay içinde gözlemlediğimiz yaklaşık 4.000 haberin, sunum şekilleri ve içeriklerine göre dağılımları şu şekildeydi:

Eğlence; %57
Cinsellik; %14
Spor; %8
Şiddet; %5
Haberler; %16

Görüldüğü gibi bir ay boyunca yayınlanan haberlerin %57'si eğlence konularında veya olayların eğlenceli yönleriyle ilgili. Cinselliği çağrıştırıcı haberler ise toplam haberlerin %14'ünü oluşturuyor. Spor %8'ini ve şiddet içeren haberlerse %5'ini oluşturuyor. Politika, günlük gelişmeler, dünyadan olaylar, ekonomi, bilim ve diğer toplumsal konularda verilen haberler ise anasayfadaki haberlerin sadece %16'sını oluşturuyor. Bu haberleri de anasayfadaki kışkırtıcı görseller arasından bulmak için herhalde insanın biraz bilgisayar mühendisi olması gerekiyor. Yazık!

Neil Postman'ın televizyonun bir eğlence aracından başka bir şey olmadığını öne süren düşünceleri sanıyoruz pek de hata içermiyor. Fakat gelişen iletişim teknolojileri ile birlikte bu eğlence dünyasına her an yeni enstrümanlar katılıyor. Şu sıralar internetten yayın yapan haber portallarında olduğu gibi. Neredeyse haberlerin tamamı eğlence öğeleri içeriyor. Trajediler, savaşlar ve büyük yıkımlar, ya şiddet ya da eğlence boyutlarıyla sunuluyor. Haberin kendisine ya da o konuda bir uzman düşüncesine hiç yer verilmiyor. Gerçekten çok vahim...

Bu haberlerin çoğu yaşamımız üzerinde hiçbir etki yapmadığı gibi, üzerinde konuşulacak yanları da yoktur. Hiçbir anlamlı eyleme yönlendirmeleri mümkün değildir. Yaptıkları tek şey zamanı ve dikkati bölmektir. Haberler, ya heyecanla dikkat çekilen ya da süratle unutulacak sloganlar biçimine büründürülmüştür. Haberlerin dilinde hiçbir süreklilik izi yoktur. Her haber kendi bağlamında tek başına bir haberdir. Habere anlam yüklemek, eğer başarabilirse, okuyucunun kendisine aittir; haberi yayınlayanın hiç sorumluluğu yok gibidir. Bu haberler bilgi, düşünme ve katarsis değil sadece bir eğlenme çerçevesi sunarlar. Kısacası internet haberciliği sahte bağlam, ilgisizlik, tutarsızlık ve acizliğin sultasında bulunan bir kültürden bize sunulan bir eğlence mabedinden başka bir şey değildir.

Şurası açık ki, Türkiye'de hiçbir komedyen Hürriyet haber portalı kadar eğlendiremez. Sadece haberlerin %57'sinin eğlence bağlamında sunulması değil... Siz hiç Rusya'ya düşen meteoru teknoloji başlığı altına koyan haber sitesi gördünüz mü?