31 Ocak 2015 Cumartesi

İktisatçılarımız çıplaktır!

Klasik iktisat öğretisi bir şeyi gerçekleştirdiğinizde, vazgeçtiğiniz diğer şeylerin bir maliyeti olduğunu söyler. Buna da fırsat maliyeti der. Üniversitelerde İktisada Giriş adıyla öğretilen ilk ekonomi dersinde öğretilir. Diyelim ki saatine 100 lira kazanacağınız bir işi yapmayıp uyumayı tercih ederseniz, uyumanın fırsat maliyeti 100 lira olur. Çünkü 100 lirayı fırsata çevirmeyip maliyete dönüştürmüşsünüz demektir.

Öyleyse basit bir soru soralım. Diyelim ki Eric Clapton konserine bedava bilet kazandınız. Fakat o gece bir de Bob Dylan konseri var ve siz bir Dylan hayranısınız. Dylan konserinin biletleri ise 40 dolara satılıyor. Bu tutar size makul geliyor. Çünkü normal bir zamanda Dylan konserine 50 dolara kadar para verebileceğinizi düşünüyorsunuz. Nihayetinde kararınızı verdiniz ve Eric Clapton konserine gitmeyi seçtiniz. Böyle bir durumda fırsat maliyetiniz ne olur?

Eğer Dylan konserine gitseydiniz 40 dolar ödeyecektiniz. Bu konser için 50 dolar ödemeyi daha önceden göze aldığınız için cevap 50-40=10 dolar olacaktır. Görüldüğü gibi yanıt oldukça basittir. Fakat Paul Ferraro ve Laura Taylor adlı iki ekonomistin aklına garip bir fikir gelir. Bu soruyu, daha önce İktisada Giriş dersi vermiş 199 öğretim görevlisine sorar ve dört şık verirler:
a)0
b)10
c)40
d)50
Anlı şanlı iktisatçılardan sadece %21’i soruya doğru yanıt verir. Yanıtların dağılımı nasıl bir bilgisizlik içinde olduklarını deşifre eden türdendir. %25’i A şıkkı, %26’sı C şıkkı ve %28’i D şıkkı yanıtını vermiştir. İşte, her gün gazete, dergi ve televizyonlarda gördüğünüz, sosyal medyada yorumlarını izlediğiniz iktisatçılar aslında en temel iktisat konularını bile bilmezler. Şaka değil, kanıtı da yukarıda.

İktisat biliminin bu çöküşü 1940'larda geleneksel müttefikleri felsefe, hukuk, siyasi ve sosyal bilimlerden koparak matematiğe sarılması ile başladı. Ama ortaya çıkan her kriz iktisatçıların çıplak olduğunu herkese gösterdi. Çarpanlar, rasyonalite, etkinlik, korelasyon ve normal dağılım derken istihdam, tasarruf, servet yaratma, sermaye yaratma, vergi ve fiyatlar seviyesinde büyük çarpıklıklar ortaya çıkardılar. Ama bunları hiç önemsemeden, bugün hala insanların karşısına çıkıp ders verip ahkam kesiyorlar. Bugün gelinen noktayı iktisatçılar değil de sanki coğrafyacılar, eczacılar ya da rockçılar yaratmış gibi.

İktisatçılarımızın istihdam, tasarruf, servet yaratma, sermaye yaratma, vergi ve fiyatlar seviyesinde yarattığı 6 büyük çarpıklığı yeniden hatırlayalım:

1- İstihdam çarpıklığı
İşsizlik oranımızın %10'larda olduğu söyleniyor. Yani 24 milyon çalışan 3 milyon işsiz var. Geriye 50 milyon insan kalıyor. Peki bunlar nerede? 10 milyondan fazlası "yeşil kart" denen "her yöne 4 gigabayt" benzeri bir tarifeyle yaşıyor. Yani iş miş yok. Hal böyle olunca işsizlik oranımız ABD'den daha düşük çıkabiliyor. Gerçi onlar yeşil kart verdiklerini köle gibi çalıştırıyorlar ama neyse. İstihdam sorununu iktisatçılar değil de manifaturacılar mı eleştirecek? Açık söylüyorum, çıplaksın kardeşim.

2- Tasarruf çarpıklığı
Vatandaşların tasarruf yapmaması ekonomimizi olumsuz etkiliyormuş, o nedenle tasarruf yapmalıymışız, falan filan. Vatandaş 350 milyar liralık kredi borcu yaratırken neden hiçbir iktisatçı çıkıp bunu söylemedi? Çıplaksın da o yüzden.

3- Servet yaratma çarpıklığı
50 milyona yakın insanımız açlık sınırının altında yaşıyor. Servetin adaletsiz paylaşıldığı Meksika'dan sonra dünyanın en kötü ülkesiyiz. Ama sen çıkmışın, dünyanın %1'i servetin %80'ine sahip deyip hala ahkam kesiyorsun. Bu sorunu iktisatçılar değil de gırnatacılar mı yarattı? Çıplaksın çıplak.

4- Sermaye yaratma çarpıklığı
Dünyada 867 dolar milyarderi var, 32'si bizde. Yani her yüz dolar milyarderinin 4'ü bizde. Fakat dünyanın en büyük 500 şirketi içinde tek bir Türk şirketi bile yok. Sermayeyi kimlere ve nasıl verdiğimizi bugüne kadar eleştiren iktisatçı gördünüz mü? Bu çarpıklığı iktisatçılar değil de kaportacılar mı yarattı? Öyle bir çıplaksın ki.

5- Vergi çarpıklığı
2000'de 0,58 olan benzin şimdi 4,30 olmuş. Dolara vurursan 1 dolardan 2 dolara çıkmış. Ahali yandık diyor, senin sesin çıkmıyor. Vergi çarpıklığını turşucu mu eleştirecek? Çıplaksın kardeşim.

6- Fiyat çarpıklığı
1923'te 1 dolar 0,8 lira idi. Şimdi 2.400.000 lira. Altı sıfır atarsan 2,4 oluyor. Amerikalılar son yüzyılda dolar %95 değer kaybetti diyor. Doğruysa senin değer kaybın iki katına çıkar. Bu sefaleti iktisatçılar değil de terziler mi yarattı? Çıplaksın çıplak.

Ama iktisatçılara sorsan hep siyasilerin suçu. Siyasetçilerle sarmaş dolaş olduklarını asla söylemezler. Sonra kalkıp yok bütçeymiş, yok politika faiziymiş, kitaplardan kopyaladıkları bilgileri servis ederek ahaliye ders vermeye kalkarlar. Ahali neden fakir diye anlatarak zengin olurlar. Farzettiklerini varsayarak televizyonlarda demeç verirler, ama hakikatin ne olduğuna hiç dikkat etmezler. Doları, altını sorsan sinirlenip biz sınırlı kaynakların dağılımıyla ilgileniriz, böyle saçma sorular sormayın derler. Çoğunun, İşletme bölümlerine puanı tutmadığı için İktisat okumak zorunda kalanlar olduğu söylenir şakayla karışık. Onlar da her 3 krizden 5'ini doğru bildik diye espri yapıp kendi kendilerine kahkahayla gülerler.

Kısaca söyleyeyim, gelinen bu nokta itibariyle iktisatçılarımızın ne yazacak ne söyleyecek sözleri vardır. Yazdıklarını kendilerine yazsınlar. Ya da günlük tutsunlar. Zamanı, modası ve gerçekliği geçmiş sözleri kimseye hiçbir şey vermez. Ülkemiz iktisatçıları için söylüyorum, dışarıdakiler alınmasın: Çıplaksınız kardeşim!

29 Ocak 2015 Perşembe

6 adımda Merkez Bankasını eleştirme kılavuzu!

Son günlerin ana eleştiri konusu Merkez Bankası. Politikalarını eleştirmeyen kalmadı. Devlet yöneticilerinden şirket yöneticilerine, televizyon yorumcularından sosyal medyaya herkes Merkez Bankasını eleştiriyor. Bağımsızlığı, faiz kararları ve politikaları herkesin ağzında sakız. Bugün bizim "berber" bile sosyal medyadan tweet atmış, Merkez Bankası yanlış yapıyor diye. Hal böyle olunca ahaliye biraz yardım edelim dedik. Merkez Bankasını eleştirmek isteyenlere yol yordam gösterelim istedik.

Her yaştan insanın rahatlıkla Merkez Bankasını eleştirebilmesi için bir kılavuz oluşturduk. Aşağıdaki 6 yöntemi kullanarak siz de kolaylıkla Merkez Bankasını eleştirebilirsiniz.

1- Para basmazsan basma, senin parana kalmadık!
Senin piyasalara süreceğin paraya hiç ihtiyacımız kalmadı. Sağolsun, Avrupa Merkez Bankası(ECB) ile ABD Merkez Bankası (Fed) durmadan para basıp piyasaları rahatlatıyorlar. Onlar bastıkça bizim burada yağlarımız eriyor. Borcumuz azalıyor, cari açığımız düşüyor, paramız değer kazanıyor. Daha ne olsun?

2- Faizi düşürmezsen düşürme!
Canını sıkmak gibi olmasın ama bizim halkımız %100'lerle borçlanmaya alışıktır. Bugünkü %10-15'ler ona sinek vızıltısı gelir. %15'ten kredi ver, dünyayı satın alacak milyonlar bulursun bu ülkede. Sen şimdi kalkmışsın, yarım puan düşürsem mi, düşürmesem mi diye kafa yoruyorsun. 1,3 trilyon kredi çekmişiz bankalardan, faizi yüksek bulsak çeker miydik sence? Keyfin bilir, düşürmezsen düşürme!

3- Banknot üretmezsen üretme!
Valla, ne yalan söyleyeyim, banknota kimsenin ihtiyacı kalmadı. Maaşlar yatar yatmaz kiradır, kredi kartıdır, kredi taksididir derken hesapta para kalmıyor. Kalan bozukları alıyoruz gerçi ama, sırf bu yüzden 200 liralık banknot basmana gerek yok. Her on kişiden 200 liralık banknot gören bir kişi çıkar mı acaba? Ya da 200 liralık banknotu görünce tanıyan? Peki ya üzerinde kimin resminin olduğunu bilen? Dur bir ipucu vereyim: "Bir sen kalmışsın, bir de yaradan; sen de çekil aradan; kalsın yaradan!" Cevap para ya da Merkez Bankasıdır diyorsun, mantıklı cevap ama doğru değil; doğrusu Yunus Emre olacaktı.

4- Fiyat istikrarını sağlamazsan sağlama!
Sen ne dersen de, bizim halkımız domatesi bu hafta 1 liradan, gelecek hafta 5 liradan almaya alışıktır. %500 fark onun gücüne gitmiyorsa, senin hiç gitmesin. Petrol fiyatları bile %50 düşerken, her şeyin fiyatı da ona bağlıyken, senin yaratacağın fiyat istikrarına pek ihtiyacımız kalmadı. Çin'den telefonu, tekstili, ucuz buğdayı da aldık mı fiyatlar öyle bir istikrara kavuşur ki, evelallah dünyaya istikrar bile ihraç ederiz.

5- Bankaların son kredi mercii olmazsan olma!
Bankaların son kredi merciiymişsin; sıkışınca hepsi sana gelirmiş... Gücüne gitmesin ama, bankalarımızın hepsi yabancıya satıldı. Sıkışırlarsa kendi ülkelerinin merkez bankaları senden önce yardıma koşarlar. Hatırlarsın Fortis adında bir banka vardı bir zamanlar, batıyordu. Sen daha ne oluyor demeden, kendi merkez bankası "Hızır" gibi yetişti mübarek. Ne yalan söyleyeyim, ben zaten merkez bankasının zeki ve çevik olanını severim.

6- Büyümeyi sağlamazsan sağlama!
Şu aralar senin büyüme planlarına hiç ihtiyacımız yok. Apartman, site, AVM, havaalanı derken zaten büyüyüp duruyoruz. Yine büyüyemedik kentsel dönüşüm yaparız. O da yetmedi, yıkıp yeniden yaparız. Yani sonuçta kesinlikle büyürüz. Bize büyümek için inşaat yeter!

Bu yazıyı ciddiye alanlar olabilir, o nedenle hemen söyleyelim, bu yazı sadece karamizah olsun diye yazıldı. Merkez Bankasının politikaları, bilgi ve değerlendirme kudreti yeterli olmayan sokaktaki vatandaş tarafından tartışılmaya başlandıysa, bir sonraki hareketin ne olacağını düşünmek bile üzücüdür. Yazık!

27 Ocak 2015 Salı

Şirket kültürünü eleştiren en iyi 10 kitap

Harvard Business School'un kıdemli öğretim görevlisi Joe Badaracco'ya "Şirket nedir?" sorusu sorulduğunda aynen şöyle demişti: "Bu kadar açık şekilde şirketin ne olduğu konusunda hiç kimse benden düşüncemi söylememi istemeden, yıllardır bir işletme okulunda hocalık yapmış olmam tuhaf."

Bugün artık hemen herkes bir şirkette çalıştığı için şirketi bir kavram olarak değil de hava, su gibi doğal bir gereklilik olarak görüyor. Fakat şirketler, tıpkı kilise ve monarşinin eski dönemlerde yaptığı gibi onlar da heybetli yapılar ve inceden inceye düşünülmüş gösterilerle kendilerini yücelterek, yanılmazlık ve her şeye kadirlik taslamaya devam ediyorlar. Peki gerçekte şirketler neyi ifade ediyor?

Bu sorunun yanıtını verebilmek adına, şirket kültürünün gerçek doğasını tüm yönleriyle anlatan kitapları okuyarak bir liste oluşturduk. Ülkemizde yayınlanan kitaplarla sınırlı olan bu liste, şirket kültürünü eleştiren böyle bir liste daha önce dünyada da yayınlanmadığı için (en azından bizim gözlemlediğimiz kadarıyla) bu konuda ilk olma özelliği taşıyor.

Şirket kültürünü eleştiren en iyi 10 kitabı önem sırasına göre sondan başa doğru listeliyoruz:

10- Çalışmak Sağlığa Zararlıdır, Annie Thebaud-Mony
Risklerin alt işverene devri, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı, fiziksel şiddet ve mesleki kanserler. Sadece gerçekleri anlatan naturalist bir başyapıt. Çalışma hayatı ölümü ve yaralanmaları gösteren anlam ve anlamsızlık açısından ağırdır; insan öldürme, darp ya yaralama denmez, kaza denir. İş kazası sözcüğü bir kaçınılmazlığı, bir kader oyunu melodisini yansıtır adeta. Ama unutulmamalı ki hiçbir kaza rastlantı değildir.

9- Küresel Çarkın Dışında Kalanlar, Kathrin Hartmann
Yoksulluk kendini sansasyonel bir kılıkta göstermediği zaman kimse dikkat etmiyor. Yoksulların yoksul olduğuna inanmamız için açlıktan şişmiş bir karınlarının olması gerekiyor. Fakat madalyonun diğer yüzü acı gerçeği gösteriyor: Zenginliğin olmadığı bir yoksulluk düşünülemez. Hartmann'a göre suçlu orta sınıflar. Zenginleri giderek zenginleştiren bir sistemi sorgulamak, varlıklardan daha fazla vergi alınmasını talep etmek yerine, seçkinler sınıfıyla dayanışma içine girmeyi yeğliyorlar; böylece kendi kurtuluşunu değil, sonunu hazırlıyorlar.

8- Beraber, Richard Sennett
Richard Sennett'tan her zamanki gibi bir başyapıt. Şirketlerin kabileci, yarışmacı ve benmerkezci dünyasına öyle neşterler atıyor ki, daha önce sorulmamış tüm soruları soruyor ve cevaplıyor. Montaigne'in şu sorusuyla son soruyu sorduğunda aslında tüm cevapları vermiş oluyor: Nasıl oluyor da kedimle oynarken onun benimle oynamadığını biliyorum?

7- Maddesiz, Andre Gorz
Ele avuca sığmaz güçleriyle paranın nasıl yeni biçimlerde her yere yayıldığını, yeni ittifaklara girdiğini, insanı nasıl kendi süreçlerine esir kıldığını anlatıyor ama insanın hayatına nasıl sahip çıkması gerektiğini de söylüyor. Şirket yönetir gibi kendi hayatını yöneten insanın kendimiz olduğunu anlayınca şaşırıyoruz. ABD nüfusunun %55'inin satıcı, garson, ev temizlikçisi, bahçıvan ve park bekçisi olduğunu öğrendiğimizde ise söyleyecek bir şey bulamıyoruz. Piyasalaşmanın sınırlarını tanıyoruz; sperm pazarından taşıyıcı annelik pazarına, embriyon pazarından yasadışı organ pazarına kapitalizmin sınırlarına yolculuk ediyoruz.

6- Sermaye ve Dil, Christian Marazzi
Finans piyasasının dilbilimsel kurallar tarafından belirlendiğini ve bunlar üzerinden işlediğini söyleyen çarpıcı bir kitap. Kurgusal değerler ve saf spekülasyonlarla oluşan bir piyasa ekonomisi. Dilsel becerileri olanların ekonomiyi yönettiği bir dünya. Finansın düzgün işleyebilmesi için taklitçi bir mantığa, bireysel yatırımcıların bilgi açığına dayanan bir tür sürü psikolojisine ihtiyaç duyduğunu söyleyen müthiş bir kitap. Anafikri oldukça basit: Ekonominin gerçekleri onlardan bahsedilerek yaratılır.

5- Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, George Ritzer
Tüketim araçlarını elinde bulunduran şirketlerin, sonsuz bir tüketimi körükleyebilmek için, dünyayı eğlenceli kılarak nasıl yeniden büyülediklerini anlatan önemli bir araştırma. Mağazalardan yolcu gemilerine, kumarhanelerden spor merkezlerine Thorstein Veblen'in yüz yıl önce söylediği şu sözü ispata girişen ama sonunda başaran bir kitap: Saygı ancak kanıtlanırsa elde edilir.

4- Zanaatkar, Richard Sennett
Richard Sennett'ın belki de en önemli yapıtı. Atom bombasını bulan Oppenheimer'ın nasıl kötü bir bilim insanı ama iyi bir yönetici olduğunu, Stradivaryus'un nerede hata yaptığını, Mary Shelley'nin Frankenstein'ı gibi nasıl sezgisel sıçramalar yaparak yaşadığımızı ilk kez öğreniyoruz. Antikçağ duvar ustalarından Rönesans sarraflarına bir işin en iyi hangi organizasyonla yapılması gerektiğini, etik değerler ve maddi emeği göz önünde tutarak, yine ilk kez Sennett'tan öğreniyoruz.

3- İsyan Pazarlanıyor, Joseph Heath-Andrew Potter
Ücretler düşer, ekmek fiyatları artarken neden suçlayacak kimse bulamayız? Acaba piyasa her şeye doğa yasası sistemi görüntüsü mü veriyor? Ölümden sonra cenneti vaat eden dinin tersine, reklam hemen bir sonraki köşe başında cenneti nasıl vaat ediyor? İnsanların altın yaldızlı bir mağarada kendi köleliklerini sevmeyi öğrendikleri doğru mu? Madem ki daha zenginiz, daha az çalışmamız gerekmez mi? İşte tüm bu soruların yanıtlarını, isyanı ve devrimi bile pazarlayarak satmaya çalışan şirket kültürünün tüm hilelerini bu kitapta bulabilirsiniz.

2- İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum, Vincent de Gaulejac
Dünya "İşletme Hastalığı"na yakalanmış durumda. Liyakata göre yükselmeye bağlı post kavgasından "herkes başının çaresine baksın" modeline şirket kültürünün tüm göstergeleri mercek altına yatırılıyor. Muhasebe ve finansın insani ve toplumsal değerleri nasıl yendiğini öğreniyoruz. Müşteri, ödeyecek parası varsa velinimet oluyor. Şirketler şeffaflık adı altında tüm bilgileri yayınlarken, onların gerçek doğasını deşifre etme yeteneğine sahip insan sayısı giderek azalıyor. Şirketin amaç olarak pragmatizmi, yöntem olarak ampirizmi, araç olaraksa retoriği öne çıkararak kendini meşrulaştırma süreçlerini ayrıntılarıyla bu kitapta bulabilirsiniz.

1- Şirket, Joel Bakan
Kar ve güç peşinde koşan patalojik bir kurum. Denetim altında tutulması gereken ve psikopat davranışlar sergileyen bir kurum. 18.yüzyılın Exchange Alley'ında, düzmece şirketlerin hisse senetlerini satacak saf yatırımcılar arayanlardan bugüne değişen bir şey yok. Sınırlı bir zarar riskiyle sınırsız kazanç fırsatı; aman da ne güzel! Şirketlerle psikopatların ortak özellikleri. Gerçekte hissedarları dışında hiç kimseye karşı sorumluluk duymayan şirketler nasıl oluyor da dünyayı şekillendiriyor? Yoksa şeytanın maskesi mi düşüyor? Tek kelimeyle başyapıt.

25 Ocak 2015 Pazar

Küçük yatırımcının en çok yaptığı 8 düşünce hatası!

Küçük yatırımcılarımızın neden kaybettiklerine yakından göz attığımızda, finansal okuryazarlıklarının eksik olması kadar önemli ikinci bir eksiklikleri olduğu ortaya çıkıyor. Yatırım kararlarında düşünce ve karar verme hatasına düşüyorlar. Bu, yanlış karar verdikleri anlamına gelmiyor. Çünkü yanlışı görme bir sonraki kararın doğruluk payını arttırır. Asıl sorun doğru olduğunu düşündükleri fikirlerin yanlış olduğunu anlayamamaları ve hatalarını sürdürmeleridir. Bugün Davranışsal Finansın araştırma alanına giren bu konuların küçük yatırımcılarımız için henüz anlaşılamamış olması zararları arttırıyor.

Spinoza'nın, havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı düşüncesi bu tür hataları en iyi özetleyen yaklaşım gibi görünüyor. Küçük yatırımcılarımızın kararlarını etkileyen ve onları zarara yönelten bu düşünce hatalarının neler olduğunu araştırdık ve en sık yapılanları belirledik. Davranışsal finansın evrensel ölçütlerini referans alarak yerel karşılıklarını oluşturduk. İşte, küçük yatırımcılarımızın en çok yaptıkları 8 düşünce hatası:

1- Az ekmeğini yemedim yanılgısı
Davranışsal finansın Kumarbazın Yanılgısı (gambler's fallacy) dediği düşünce hatasıdır. Rastlantısal olaylarda, bir olayın daha önce olduğu için yine olacağına inanmak, bir olayın daha önce olduğu için olmayacağına inanmak, daha önce olmadığı için olacağına inanmak ya da daha önce olmadığı için olmayacağına inanmak olarak ortaya çıkar. 8 haftadır lotoda 6 gelmiyor, bu hafta gelmesi yüksek ihtimal. Ya da lotoda her hafta aynı 6 rakamı oynayarak kazanma şansını arttırdığını düşünmek. "Bu hisse çok düştü artık yükselir" deyip batacak ne kadar şirket varsa hisse senetlerini almak bu tür hatanın sonucudur. Ya da "bu hisse bana daha önce çok kazandırdı yine kazandırır" diyerek hisse almak.

Ticaret hayatımızda insanın içini ferahlatan güzel bir karşılığı vardır. Arkadaşına verdiği parayı geri alamayan kendini şöyle teselli eder: "Ödemeyeceğini biliyordum, olsun, az ekmeğini yemedim!"

2- Boşlukları kafaya göre doldurma yanılgısı
Davranışsal finansın Teyit Yanılgısı (confirmation bias) dediği düşünce hatasıdır. Genellikle kararlarımızı, onları destekleyen inançlarımızı dikkate alarak veririz. İnanmadığımız kanıtlar gerçeklikleri sorgulanmadan çöpe atılır. Sadece aptalların değil "kafası basan"ların da kolayca düştüğü bir tehlikedir bu. Eskilerin tabiriyle vartadır. Kısacası, işimize gelen fikri kabul eder, gelmeyeni etmeyiz. Sosyal medyadaki fikir tartışmalarının temelinde de bu yatar. Diğerlerine göre akıllı olanlar, mantıklı olmayan sebeplerle inandıkları tuhaf şeyleri bile savunmada zorluk çekmezler. Mesela teknik analizle yükseleceğine karar verdiğimiz bir hisse senedine yatırım yapar ve sonuna kadar fikrimizi değiştirmeyiz. Teyit yanılgısı, geometrik olarak bilmek ve güvenmek eylemlerinin tam ortasında yer alır. Muhtemelen ölümlü olduğumuz için bu hataya düşüyoruz; ölümsüz olsak her şeyi öğrenmeye çalışırdık herhalde.

Sınavlarda bilmediğimiz soruların cevaplarını da bu yöntemle işaretlemez miyiz; kafamıza göre.

3- Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol yanılgısı
Davranışsal finansın Bilişsel Uyumsuzluk (cognitive dissonance) dediği düşünce hatasıdır. Bir çamaşır makinesi alırız ama umduğumuz gibi çıkmaz. Fakat başta çok isteyip aldığımız için onun iyi bir makine olduğuna inanırız ve bu inancımızı değiştirmeyiz. "Beğenmezsen paran iade" bu nedenle çok işe yarar ve çok az insan aldığı ürünü iade eder. İnsanlar sadece düşündükleri gibi davranmazlar, aynı zamanda davranışları bir süre sonra düşüncelerini belirler. Stoploss konulmadan yapılan hisse senedi yatırımlarında da aynı hatay düşeriz. Hisse senedi gözümüzün önünde erir ama biz şöyle düşünürüz: "Mutlaka yükselecek!"

Mevlana, asırlar önce bu yanılgıya düşmememiz için bizi uyarmamış mıydı: Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.

4- Araba devrilince yol gösteren çok olur yanılgısı
Davranışsal finansın Sonradan Anlama Yanılgısı (hindsight bias) dediği düşünce hatasıdır. Gerçekleşmiş olayların gerçekleşme ihtimallerini olay gerçekleştikten sonra değerlendirme şeklinde ortaya çıkar. "Beşiktaş'ın bu oyun anlayışı ile ligin ikinci yarısında düşüşe geçeceği belliydi" açıklaması tipik bir örneğidir. Kişi bu düşünceye kendini inandırsa da aslında başta bu düşünceyi güçlendiren kanıtlar ortada yoktur. "Şerefsizim, aklıma gelmişti; bir daha bu hisseyi alırsam!.." Ekonomistler ve analistlerin en çok düştüğü yanılgı olup bizi de sürekli yanıltırlar: "Rusya şunu yapmıştı, ABD bunu yapmıştı, OECD şöyle demişti; petrolün düşeceği bir yıl önceden belliydi." Yok ya!

Başa kötü bir olay gelmeden önce kimsenin sesini çıkarmadığı, ama geldikten sonra herkesin bunları öngörmüş gibi konuşması durumunu anlatan güzel bir söz vardır: Araba devrilince yol gösteren çok olur.

5- Destekli sallama yanılgısı
Davranışsal finansın Demir Atma Etkisi (anchoring effect) dediği düşünme hatasıdır. Bir saati 100 liradan satarsanız talep görmeyebilir ama 400'den 200'e düşmüş gibi gösterirseniz talebi arttırırsınız. Bu teoriye göre ademoğlumuz, bilgi sahibi olmadığı konuda fikir yürüttüğünde, elindeki bilgiyi kıyaslama yapmak ve karar vermek için kullanır. Mesela hisse senedi seçerken en çok kullandığı yöntemlerden biri görece ucuz olan şirketlerin hisselerini almaktır. Yatırımcı genellikle şöyle düşünür. A şirketinin hisse senetleri 10 TL olmuş ama B'ninkiler hala 25 kuruş. Bu ucuz hisseyi alırsam o da bir gün 10 lira olur ve kazanırım. O an elinde olan iki veriyi, 25 kuruş ve 10 lirayı kıyaslar. Sonrasında da oldukça sık yapılan bir hata çıkar ortaya.

Hani küsuratlı rakam vereyim de salladığım anlaşılmasın diye düşünürsün ya, işte yapılan şey bundan çok farklı değildir. Eğitimli tahmin diye görünse de destekli sallamaktan başka bir şey değildir.

6- İmam-cemaat yanılgısı
Davranışsal finansın Bando Arabası Etkisi (bandwagon effect) dediği düşünme hatasıdır. Karşıtıyla karşılaştırma olanağı yoksa mevcut fikri destekleme eğilimidir. İşyerinde sürekli "emek" dersen, eleştirel bakış açısı yok edilmiş ahali "kominist" der ya, işte tam bu durumu anlatır. Piyasalarla ilgili bir fikrin yoksa trendi takip etmek buna en güzel örnektir. Trendi nasıl takip ederim diye merak ediyorsan budist fıkrası bunu güzel anlatır. Budizme inanıp inanmama arasında gidip gelen adam, Buda'nın heykeli başında ibadet eden yüzlerce insanı görünce şu düşünceyle hemen ibadete başlar: Bu kadar insan hata yapıyor olamaz!

İmamın yarattığı etkiye cemaatin vereceği tepki ya da geribildirim bu hatanın en basit doğasını temsil eder. Sanırız anlaşılmıştır.

7- Bezgin Bekir yanılgısı
Davranışsal finansın Statüko Önyargısı (status quo bias) dediği düşünme hatasıdır. Karar verme aşamasında olan biri, aralarında mevcut durumun (statüko) korunmasının da olduğu iki ya da daha fazla seçenekten birini seçmesi gerektiğinde, nedensiz yere mevcut durumu devam ettirme eğilimine girer. Bir nevi sorumluluk almaktan kaçınmadır. Newton'un birinci yasası der ya, bir cismin üzerine etkiyen kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa hareketini korur diye, işte tam olarak buna karşılık gelir. Hiçbir şey yapmadığın sürece hata da yapmayacağın olgusuna kadar giden bir düşünce hatasıdır. Değeri düşen hisse senetlerini düşük fiyattan satıp yükselenleri alma fikrini küçük yatırımcı pek tercih etmez. Zarar edeceğini düşünür. Ama statükoyu sürdürdüğü sürece zararı daha da artar.

"Varlığım yokluğuma armağan olsun" diyen Bezgin Bekir adlı kahraman bu tür yatırımcıların gerçek idolüdür.

8- Kimse yoğurdum ekşi demez yanılgısı
Davranışsal finansın Kör Nokta Önyargısı (blind spot bias) dediği düşünce hatasıdır. Herkesin kendini ortalamanın üstünde görme alışkanlığına dayanır. Ortalamadan daha kötü araba kullandığını söyleyebilecek bir erkek var mıdır? Harvard'ta yapılan araştırmalarda ortalamadan daha kötü olduğunu düşünen öğrenci çıkmamıştır. "Söylediğine inanıyorsan yalan değildir," deseler de doğrusu Sokrates'in dediği, "Sorgulanmayan hayat yaşamaya layık değildir" düşüncesidir. Özellikle sosyal medya, kişileri, birçok konuda toplumun çok üstünde görmelerine neden olarak ateşe benzin atar. Bunun sonucunda da herkes bilgi sahibi olmadan edindiği fikirleri, "kökten" bir şekilde savunmaya başlar.

Eskilerin dediği gibi; kimse yoğurdum ekşidir demez.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Bizi sevdiğimiz şeyler mahveder

Francis Fukuyama, "Tarihin Sonu ve Son İnsan" adlı başyapıtında, yaşadığımız finansal sistemi tarihin son sistemi ve bu sistemin yarattığı "tuhaf" kişiliği insanlık tarihinin son adamı ilan ettiğinde herkes şaşırmıştı. Umarız dediği doğru çıkmaz ama gelinen nokta son derece düşündürücü.

İddiacılık, dediği dediklik, ikili ilişkilerde sürekli üstün olma arayışı ve her konuda benmerkezcilik "son adam"ın temel davranış şekli olmuş görünüyor. Sistemin asimetrik dağıttığı popülarite, kişileri bedelini ödemeden, sanki doğuştan gelen bir söz hakkı varmış gibi ukalalığa yöneltiyor. Materyalizm, aşırı rekabetçilik, kendini teşhir etme takıntısı, ünlü olma arayışı ve diğer insanları kendi amaçları için kullanma son adamın ruhsal özellikleri oluverdi. Artık insanlar sosyal medyadaki "avatar" kişilikleriyle normal hayatlarını yaşamaya başlamış durumda; Proteus olgusuna yenik düşmüş bir son adam var şimdilerde.

Hiçbir yeteneği olmayıp sadece ünlü olmasıyla ünlü Paris Hilton, Kim Kardashian gibiler gerçeklikten fantezi diyarına uçuran ve sadece kendine hayran olan son adam sayısını her gün arttırıyor. Bir numara olmasa da kendini bir numara sanmada bir numara olan birçok kahraman yetiştirmiş durumdayız. Ama temel sorunumuz, kendilerini saplantı haline getirmiş kişilere takıntılı olmamız. İşte, tarihin sonunu getiren ve son adamı yaratan asıl hatayı burada yapıyoruz.

Yaşadığımız ekonomik sistem bizi keyif alma kapasitesi sınırsız olarak gördüğünden, yaşamlarımızın hangi biçimler altında inşa edildiğini göremiyoruz. Sürekli kendimizi geliştirmekle meşgulken, herhangi bir toplumsal değişime katılacak enerji ve beceriyi kaybediyoruz. İşte hata, kontrolü kaybettiğimiz o noktada başlıyor: Tercih hatası!

Günümüz tüketim toplumunda sadece ürünler arasında seçim yapmak durumunda kalmıyoruz. Tüm yaşamımızı karar ve seçimler olarak görmemiz isteniyor. Biz de yaşamımızın her ayrıntısını belirlemeye muktedir nihai efendisi olarak seçimler yapıyoruz. Yaptığımız bu seçimler yaşadığımız dünyaya şekil veriyor. Neye karşı neyi tercih ediyoruz ve bu seçimlerimiz ortaya nasıl bir dünya getiriyor diye merak ediyorsanız işte size birkaç tercih hatası:

1- Kahramanlarımızı yanlış seçiyoruz

Sahte kahraman: Survivor ünlüleri
Rating denilen istatistiklere göre halkımızın spor ve kahramanlık anlayışı %30 oranında survivor yarışması ekseninde şekilleniyor. Oyuncuların aslında rol yaptığı bu yarışma gerçekliğin sahici bir yansıması olarak algılanıyor. İlginç olma yönünde aşırı çaba, yorucu sportif egzersizler, kişisel gelişim muhabbetleri, yapay kabile adetleri ve daha birçok anlık belirlenen rol. Hiçbir şey doğal değil. Yapmacıklığa yapmacıklık eklendiği için izleyenler tutarsızlık bulamazlar. Gördükleri sadece kahramanlardır.

Gerçek Kahraman: Kardelen Karlı
Fethiye'den Antalya'ya 500 kilometrelik dağ yolunu yürümeye başladı. Patara'yı, Olympos'u, Phaselis'i, Myra'yı yürüyerek geçti. Başkaları yürürken kaybolmasın diye geçtiği yerlerdeki taşların üzerine boyayla işaretler koydu. 50'li yaşlarındaki bu kadın durmadı, azimle devam etti. Mücadelesi tam yedi yıl sürdü. 1999 yılı geldiğinde dünyanın en önemli doğal yürüyüş yolunu insanlığın hizmetine sundu. Bugün tarihi Likya Yolunda yürümek için her yıl bu ülkeye onbinlerce turist geliyor. İngiltere pasaportundaki gerçek adı Kate Clow olan bu gerçek Türk Survivor'ı Kardelen Karlı'nın adını duyan kaç kişi vardır acaba? Neyse, sen bunları boşver, adadan kim gidecek ona bak.

2- Duygularımıza yön verenleri yanlış seçiyoruz

Sahte kahraman: Esra Erol
Sömürüyü hakeden kitleler hakettikleri şekilde sömürülürler. Evlilik programları reyting rekorlarını alt üst ediyor. En çok izleneni Esra Erol'unki. Çünkü insanlar onu tercih ediyor. İnsana ait duyguları en iyi onun programı yansıtıyor. Herkes biraz kendini buluyor o programda. Çünkü programında her şey var. Ajitasyon, duygu istismarı, aile mahremiyetinin ayaklar altına alınması, özel hayata saygısızlık ve daha birçok şey. Kısacası acılardan, yaralardan ve trajedilerden kazanılan paranın haddi hesabı yok. Abartılı bir özgüven ve kendini konusunda otorite sayan bir sunucu. Otorite olduğu konu ise insan duyguları.

Gerçek kahraman: Aşık Reyhani
Michigan Üniversitesinden fahri doktora alıp yoksulluk içinde ölen dünyada kaç sanatçı vardır acaba? Şiiri sazla söyleyen Aşıklık adlı geleneğin en önemli ustalarından biriydi Aşık Reyhani. Bu toprakların insanının duygusal yönünü onun kadar iyi anlatanı yoktur herhalde. "Ben gerçeğim, yanlış fikir olamam" diyerek çağın değerlerine meydan okuyabilen ender insanlardandı. Tıpkı konsere giderken yanında sazından başka bir yükü olmayan Murat Çobanoğlu ya da geçimini çiftçilikle sağlayan büyük üstad Aşık Feymani gibi. Herhalde adlarını duyan çok az insan vardır. Nasıl olsun ki; duygulara dair her şeyi evlilik programlarından bekliyorsak? Çok açık söyleyeyim canım kardeşim, sen evlilik programlarıyla insani duygularını değil, sapıkça cinsel duygularını tatmin ediyorsun, emin ol.

3- Takip ettiğimiz insanları yanlış seçiyoruz

Sahte kahraman: Pucca
Rakamlara bakılırsa, hiç şüphesiz bu ülkenin en büyük insani değeri Pucca'dır. Kim olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. İnsana dair yazdıklarını milyonlar okuyor. Sadece twitter'da bir milyondan fazla takipçisi var. Genellikle aşina olunan konularda yüzeysel abartılar ve laf kalabalığı sunan bir yazım tarzı olduğu söyleniyor. Hades kıvamına sokulan erkekler, aldatılma psikolojisinin arabesk yansımaları, kadınların Collatz ya da Riemann problemleri misali asla çözülemeyeceği yanılsaması gibi avangart bir algılama yeteneği ile kesilen bolca ahkam. Çağın vebası öğüt edebiyatı hastalığına yakalanmış, okuyanı anlamsızlık ve muğlaklık ile yükleyen başarılı bir vinç operatörü. Çağın terapötik kültürünün en başarılı örneği. Eğer ülkenin bu en önemli değerinden daha önce haberdar değilseniz ve şimdi haberdar olduysanız, rahat olun, çünkü hiçbir şey kaybetmediniz. Çünkü yazdıkları net bir pozitif içeriğe sahip olmadığından kendini gerçekleştiremeyen çok sayıda insan yaratmaktan başka işe yaramıyor.

Gerçek kahraman: Hayri Dev
Daha düne kadar adını duyan bir kişi bile yoktu herhalde. Fransız bilim insanı Jerome Cler'in çektiği Ormanlar Arkası (derriere la foret) adlı belgeselle onu dünya tanıdı. Ülkemizde bir köy çalgıcısıyken Avrupa'da büyük sanatçı sayılmaya başladı. Kendi yaptığı çam düdüğü ve üç telli cura, o ölünce yok olacak -aman yok olmasın diye, Unesco tarafından "Yaşayan insan hazinesi" sayıldı. Çünkü Avrupalılar bir müzik aletini ustası gibi yapamamanın sanata neler kaybettirdiğini Stradivarius'ta yaşamışlardı. Bizde düğünlerde çalarken Fransa, Belçika ve Hollanda'nın en prestijli üniversitelerinde, o ülkelerin en aydın insanlarına çaldı. Hayatında ilk kez konser için yurt dışına çıkarken ayağında yırtık ayakkabıları ve yanında gazete kağıdına sardığı müzik aletleri vardı... Matbaayı, telefonu, teleskobu yabancılardan öğrendik, bari kendimizi onlardan öğrenmeyelim. Ayrı zamanlarda yaşasak herhalde kıymeti bilinmedi diye herkesi eleştirirdik; hazır hayattayken hiç olmazsa adını öğrenelim bu küçük adamın: Hayri Dev.

George Orwell'in "1984"ü, "Bizi nefret ettiğimiz şeyler mahveder" diye yıllarca korkuttu. Ama doğruyu Aldous Huxley "Cesur Yeni Dünya"da söyledi: "Bizi sevdiğimiz şeyler mahveder!"

23 Ocak 2015 Cuma

Kitle psikolojisi ile ilgili en iyi 8 kitap!

Ekonomi biliminin tartışmalı olmayan birkaç teorisinden biri, insanların teşviklere yanıt verdiğidir. Eğer insanlara bir şeyi yapmak için daha fazla neden verirseniz, daha fazlasını yaparlar ve eğer zaten yapmaya eğilimli oldukları bir şeyi yapmalarını kolaylaştırsanız, daha çok yaparlar.

Kitleler ne şüphe bilirler, ne de karasızlık. Daima belli bir kutupta kümeleşirler ve duyguları her zaman aşırıdır. Hayallerle düşünürler. Kitle içinde yer alan bir bilgili ve cahil, olayları objektif olarak değerlendirmede aynı kabiliyet seviyesine inerler. Yüksek zekaya sahip olmanın da hiçbir önemi yoktur.

Tıpkı toplumun en küçük yapı taşının aile, maddenin atom olması gibi ekonomi ve finans dünyasının en küçük yapı taşı da kitle haline gelmiştir. Başarı için en önemli kriter kitle psikolojisini anlamak olmuştur. Kitle psikolojisini anlamayanların başarılı olma ihtimalleri zayıftır.

Kitle psikolojisini tanımak, nasıl işlediğini öğrenmek ve çağımız piyasa sisteminde onu yönetmek istiyorsanız aşağıda hazırladığımız kitap listesine göz atmanız faydalı olacaktır. Ülkemizde yayınlanan ve kitle psikolojisini piyasa temelli bir yaklaşımla ele alan kitapları okuyarak aşağıdaki listeyi oluşturduk.

Kitle psikolojisi ile ilgili en iyi 8 kitap:

1- Herkes Örgüt, Clay Shirky
Kitle faaliyetinin düşük maliyetini nasıl kullanabileceğinizi gösteriyor Profesör Clay Shirky. "Artık o restorana kimse gitmiyor, çünkü çok kalabalık" paradoksunun şifresini kırıyor. Bir hikayeyi yerelden küresele döndürmenin ipuçlarını veriyor. Gecikmiş bir projeyi zamanında bitirmek için daha fazla çalışan eklemenin, projenin daha da gecikmesine yol açacağını bilmiyorsanız, koordinasyon maliyetini hiç hesaba katmamışsınız demektir. Clay Shirky muhteşem bir finalle bitiriyor: "Tüm zeki insanlar bir başkası için çalışıyor." Nedenini öğrenmek istiyorsanız, Herkes Örgüt herkese tavsiye edilir.

2- Kalabalıkların Gücü-Crowdsourcing, Jeff Howe
Wired dergisinin editöründen inanılmaz bir kitle yönetme kitabı. Kitleyi ucuz bir topluluk olarak görenler başarısızlığa mahkumdur. İkiyüzlü insanların adadan gönderildiklerini öğrenmek için Survivor izlemek zorunda değilsiniz. Kitle bir Shakespeare oyunu, bir Beatles şarkısı ya da bir Picasso resmi ortaya çıkarabilir. Amatörlüğün rönesansını öğrenme vaktiniz gelmedi mi? Çağımızda kaybeden profesyonellerin, amatör literatürünü izlemeyenler olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazlası için Crowdsourcing.

3- Vikinomi, Don Tapscott-Anthony D.Williams
Kitlesel işbirliğini öğrenmek istiyorsanız bu kitap tam size göre. Goldcorp'u, Kanada’nın en küçük altın şirketlerinden biriyken dünyanın en büyük ikinci altın üretim şirketine dönüştüren bir grup amatördü. Profesyonellik ve istikrar öldü. Teknolojik gelişmelerden hiç etkilenmeyecek bir iş kurma devri çok gerilerde kaldı. Demircilerin demiryolu çağında at nalı satamamalarından dolayı önlerindeki biraya gözyaşlarını akıttıkları gerçeği, at nallarını daha popüler kılmaz. Ama oto tamircisi olmayı öğrenen demirciler evlerine ekmek götürebiliyorlar.

4- Sosyal Ağların Şaşırtıcı Gücü, N.A.Christakis-J.H.Fowler
Tüm La Ola Dalgaları (stadyum dalgası) nasıl oluyor da saniyede 20 koltuk ortalama ile hareket edebiliyor? Yanıt basit: Merkezi kontrol yoktur, kolektif zeka vardır. Herkesin herkese karşı savaşını Leviathan'dan sonra en iyi anlatan kitaplardan biri. Güven en çok başkaları da güvenilir olduğunda değerlidir. Piyasaların üç aktörü, işbirlikçiler, bedavacılar ve cezalandırıcıların birbirleriyle olan mücadelesini öğrenmek için harika bir kitap.

5- Global Tezahürat, David Meerman Scott
Sizden başka hiç kimse sizin ne yaptığınız ya da kim olduğunuzla ilgilenmez. Ücretsiz olarak şöhretler ligine ulaşmak isteyenler için faydalı bir kılavuz. İyi bir fikriniz olması değil, fikrinize elli bin kişiyi katmanız önemlidir. Bugüne kadar başarı adına "sakın yapmayın" denilen şeylerin aslında yapılması gerekenler olduğunu öğrenmek istiyorsanız mutlaka okuyun.

6- Piramidin Altındaki Servet, C.K.Prahalad
Yoksulluğu kara dönüştürerek onu yok edecek umutlar ve stratejiler sunan hiperrealist bir kitap. Dünyada 4 milyar insan günde 2 dolardan daha az bir parayla geçiniyor. İşte, piramidin alt tarafında neler olduğunu anlatan en önemli yapıt.

7- Kitleler Psikolojisi, Gustave Le Bon
Kitle kavramının mucidinin olmadığı bir liste elbette ki düşünülemez. Daha önce bulunmadığınız topraklarda nefis bir düşünce yolculuğuna çıkacaksınız. Tarih kitapları kuruntu ve hayal ürünüdür. Efsanelerin kıvamı yoktur. Çin'de tapınılan Buda ile Hindistan'da tapınılan Buda arasında hiçbir ilişki yoktur. Kitleler ancak basit duyguları kavrarlar. Birey, itirazı kabul edebilir ama kitle asla. Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her zaman hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir. Tüm yanıtlar bu kitapta.

8- Kesin İnançlılar, Eric Hoffer
İnsanlık tarihinin en saygıdeğer sosyoloğu Eric Hoffer'in inanılmaz kitabı. Kimseyi kendime inandırmak için yazmadım diye başladığı kitap sosyolojinin temel kitabı olmuştur. Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendinde görmesiyle başlar. Umutlar ve hayaller sokaklara yayıldığı zaman, zayıfların ve pasiflerin kapılarını kilitleyip saklanmaları daha yerinde olur. Bir topluluğun niteliği ve kaderi, birçok zaman onun en kötü elemanları tarafından belirlenir. Ayak takımı olmayan ve isyankar bireyleri bulunmayan bir ulus sakin, düzenli, hoş ve nezihtir ama doğacak yeniliklerin tohumundan yoksundur. Kitle psikolojisi üzerine bugüne kadar bundan daha iyisi yazılmadı.

22 Ocak 2015 Perşembe

Sadece verilen görevi yaptım!

Finansal kuruluşlarda yapılan işlemler karşılığı alınan ücretler artmaya devam ediyor. İşlemi gerçekleştirenlerin bu ücretleri savunma şiddeti de artıyor. Onlara göre her şey mantıklı.

Kredi alıyorsunuz, faiziyle birlikte tabi. Üzerine bir de dosya masrafı isteniyor. Bu nedir diye soruyorsunuz, genç müşteri temsilcisi yerçekimi yasasını savunur bir kesinlikle anlatıyor: "Bu kredi için yapılan işlemlerin bir maliyeti var; telefon, kırtasiye..." Anladık da, pazardan domates alınca neden istenmiyor; pazarcı da dosya yerine poşet açıyor?

Kredi kartı kullanıyorsunuz, borcunuzu varsa faiziyle birlikte ödüyorsunuz. Ama yıl sonunda kredi kartı aidatı kesiliyor. Neden aldınız diye soruyorsunuz; parlak sesli çağrı merkezi çalışanı dünyanın yuvarlak olduğunu savunur gibi anlatıyor: "Kartın bir maliyeti var, takas kuruluşu ücreti var..." Tamam da, karpuz kabuğunun maliyeti neden ayrıca alınmıyor?

Paranı yatırmak için hesap açıyorsun. Bir gün bir bakıyorsun bir kısmı uçup gitmiş. Hesap işletim ücreti kesilmiş. Neden diye soruyorsunuz, müşteri temsilcisi suyun yüz derecede buharlaşacağını savunur gibi açıklıyor: "Tüm hesaplardan alınıyor, hesap açmanın maliyeti, herkes ödüyor..." İyi de, oksijen almak için para mı ödüyoruz?

Bu cevaplarla siz bitkin şekilde evinize dönerken finans kuruluşu çalışanı işini büyük bir başarı ve gerçekçilikle yaptığı için kendiyle gurur duyuyor. İşte, hikaye tam da burada başlıyor. Size bu açıklamaları Newton yasaları titizliğiyle yapan kişi bir kredi aldığında, hesap işletim ücreti ya da kredi kartı aidatı ödediğinde ortalığı birbirine katabiliyor. Katmasa bile haksızlık olduğunu düşünüyor. E öyleyse, burada bir çelişki yok mu?

Başaşağı duran psikoloji bilimini ayakları üstüne diken, bilinen her şeyi alt üst eden psikolog Arno Gruen, Nazi kamplarını yönetenler ile şirketleri yönetenleri kıyasladığında belki de psikoloji biliminin en sıradan ama en çarpıcı saptamasını yapar: Her iki çalışan grubu da normaldir. Yanlış okumadınız, normal.

Davranışları, çalışma şekilleri, duyguları, ifadeleri ve konuşmaları oldukça normaldir. Fakat tek bir fark vardır. Bu normallik bilinen normallik değildir. Peki nedir öyleyse?

Gruen'e göre çalışanlar, normal hayatın işleyen düzenine uyum sağlayabilmek için kendilerinden ödün verirler. Çalıştıkları yerin istediği insan olmak için, istenilen şekilde düşünmeye, hissetmeye ve davranmaya başlarlar. Normal insanın gerçek duyguları yoktur artık. Normalliğin deliliği başlamıştır.

Kendi değer ölçütlerinin gerektirdiği sorumluluğu üstlenmektense "görev tanımım böyle, amirim emretti" yoluna giderler. O andan itibaren empati yeteneği bittiği için görev ve vicdani sorumluluk arasında ayırım yapabilme yeteneği de kaybolur. Artık her ikisi de aynıdır. Yani kişiye yapılan uygulama ne olursa olsun, görev tanımı gereği yapıldığı için sorun yoktur. İşte, sorumluluk duygusuyla çalışırmış gibi davranan bu çalışan tipi, aslında soyut düşüncelere "görev" diye boyun eğmiş kişilerdir. Çünkü göreve sadakat ona "kişilik" verir. Terfi etmekte, yüksek ücret almakta, rahat bir işe kavuşmaktadır. Yönetici değiştikçe sadakat duyulan şey de değişir. Bu kez yeni yöneticinin kuralları gelir ve onlara sadakat duyulmaya başlanır. Yani kişilik yeniden değişmiştir. Bu iş hayatı boyunca süren kısır bir döngüdür.

Oysa iş hayatındaki herkes size ne kadar mantıklı gelir, değil mi? Liderler ne güzel sözler söylerler. Bir aile olduklarını, ayakta kalanın düşene yardım ettiğini, herkesin birbirine yardım ettiğini anlatıp dururlar. Tıpkı size, ödediğiniz o paraların yerçekimi kanunu kadar normal olduğunu anlatan o çalışan gibi. İşte, Arno Gruen'in can alıcı tespiti buradadır. İş hayatındakilerin gerçek duyguları yoktur; düşünülmüş duyguları vardır. Bu tür insanlar duygulu insanlar gibi davranmak konusunda uzmanlaşmışlardır. Olanla olması gereken arasında vicdani ve ahlaki açıdan hiçbir farklılık görmezler ve sıkıntı duymazlar. Yani her şey tasarlanmış bir roldür. Kısacası size o açıklamayı yapan kişi, gerçek değil kendinin dramatize halidir ve aslında gerçek bir kişiliği maalesef yoktur.

Gruen'e göre hata insanın iç dünyasını ve dış dünyayı yanlış algılamasındadır. Yaşamın üzerine kurulu olduğu yalanlar, güce sahte uyum, kendinden vazgeçiş, içsel boşluk ve kendine yabancılaşma sonucunda normallik, yani insan sevgisi ve sağduyu, bir süre sonra insanlık ve sorumlu davranıştan yoksun deliliğe döner.

İş hayatının bu karmaşık yönünü, ve iş hayatındaysanız eğer, sahip olduğunuz kişiliği daha yakından öğrenmek istiyorsanız Arno Gruen'in "Normalliğin Deliliği" ve Hannah Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı" adlı başyapıtlarını okumanız faydalı olabilir. En azından düşünülen duygular ile gerçek duygular ayırımına biraz varabilirsiniz. Aksi takdirde altı milyon kişinin ölümünden sorumlu Nazi Bakanı Adolf Eichmann'ın savunması size de uygun düşecektir: "Hukuki olarak suçlu değilim; sadece verilen görevi yaptım!"

20 Ocak 2015 Salı

Anlayamazsın!

Çok değil bundan yirmi otuz yıl önce tiyatrolar tıklım tıklımdı. Devekuşu Kabareyi milyonlar izliyordu. Halkın eleştirel aklını tiyatrolar oluşturuyordu. İzdihamlar günler öncesinden başlıyordu. Bugün ise tiyatro, opera ve balenin ardından ebediyete intikal etmek üzere. Geçen yılın en çok izlenen oyunu, Bertolt Brecht'in gerçek bir başyapıt olan "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı"nı sadece onbeşbin kişi izlendi. Oysa "Celal ile Ceren" adındaki, sadece ülkemizde bilinen Türk filmini 2,9 milyon kişi izledi. Sizce bu rakamların sorgulanması gerekmez mi?

İlk bakışta tiyatyo sayısının azaldığı, sinema sayısının arttığı bir ortamda bu rakamlar kaçınılmaz diye düşünüyor insan. Ama rakamlara biraz daha derinlemesine bakınca durumun böyle olmadığı anlaşılıyor. Basit bir kıyaslama ile başlayalım. 2000 yılında ülkemizde 99 tiyatro salonu vardı. Bu 36.615 koltuk demekti. 2013 yılına geldiğimizde ise salon sayısı 678'e koltuk sayısı 253.811'e yükselmişti. Yani tiyatro sayısı %675 artarken koltuk sayısı %600 artmıştı. Demek ki sorun sanıldığı gibi azalan tiyatro sayısında değildi. Peki ama sorun neredeydi?

Kıyaslama için bir de sinemalara göz atalım. 2000 yılında ülkemizdeki sinema salonu sayısı 606, koltuk sayısı 200.853'tü. 2013 yılına gelindiğinde salon sayısı 2102'ye, koltuk sayısı 293.025'e yükselmişti. Salon sayısı %250 artarken koltuk sayısı %50 artmıştı. Salon ve koltuk sayıları itibariyle değerlendirildiğinde, tiyatro sayısındaki artış sinemadan kat kat fazladır. Hatta tiyatrodaki koltuk sayısı sinemadaki koltuk sayısını neredeyse yakalamıştır. Öyleyse sorun nerede?

Aşağıdaki tablo bize sorunun nerede olduğunu fazlasıyla gösteriyor:


Yıllar itibariyle seyirci sayısındaki artışa baktığımızda tiyatro izleyicisi 2000'de 2,6 milyonken 2013'te 6,2 milyon olmuştur. Yani %140 artış göstermiştir. Buna karşın sinema izleyicisi 2000 ila 2013 yılları arasında %165 arttmıştır. Artış oranları pek de birbirinden farklı görünmemektedir. Yani sorun burada da değildir. Peki, nerededir öyleyse?

Sorun koltuk başına izleyici sayısı olarak hesapladığımız rakamdadır. Bir sinema koltuğu 2000 yılında, bir yıl içinde 85 izleyiciyi ağırlarken, 2013'e gelindiğinde 154 kişiyi ağırlamaya başlamıştır. Buna karşın bir tiyatro koltuğu 2000 yılında 70 kişiyi ağırlarken, 2013'e gelindiğinde 24 kişiyi ağırlamıştır. 2000'de bu sayılar neredeyse eşitken 2013'e gelindiğinde sinema lehine 6 katına çıkmıştır. İşte sorun buradadır.

Kabarelerin bilet kuyruklarında saatlerce bekleyen insanlar bugün artık sinema salonlarını dolduruyor. Tiyatro sahnesinin yerini bulmaya çalışmaktansa AVM'de karşısına çıkan sinemaya giriyor. Kültürel olanı değil popüler olanı seçiyor. Orada olan seyirci için özel olarak oynananı değil banttan yayınlananı seçiyor. Uyandıracak olanı değil uyutanı tercih ediyor. Sessizce izlemeyi değil kıkırdayarak popcorn yemeyi istiyor. Ya da ülkeyi yönetenlerin peşinden gidiyor; internetteki arama motorlarına isimlerini bildiğiniz iktidar politikacılarının adlarını belirterek "... tiyatroya/operaya/baleye gitti" diye yazın ve gelen sonuçlara göz atın. Tek bir sonuç bile çıkmıyor maalesef. Söyleyecek söz bulmak gerçekten çok zor...

Ağlamalı mı dersin... Bu ülkede çok ağlayan gördük. Afrika'daki açtan Mısır'daki evsize, Suriye'deki yoksuldan Filistin'deki çocuğa kadar herkese ağlayan çok insanlar gördük. Ağlayanların yerine koyduk kendimizi, haklı bulduk, acıyı biz de hissettik. Peki sen hiç oyununa dört kişi geldiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir tiyatro uyuncusu gördün mü? Eğer görseydin, acısını anlayabilir miydin?

Anlayamazsın!

19 Ocak 2015 Pazartesi

Süper gücüme gidiyor böyle yaşamak!

Süper güç olduğumuz yönünde bir düşünce giderek güçleniyor. Şüphesiz bunda en önemli faktör büyüyen ekonomimiz. Milli gelirimizdeki artış süper güç olma yolunda ilerlediğimizi gösteriyor. Fakat tek başına milli gelir yeterli mi? Elbette ki değil. Bir ülkeyi süper güç yapabilecek bir kısım nitelikler olduğu ve bu niteliklerin neler olduğu az çok herkes tarafından öğrenilmiş durumda. Öyleyse gelin bu niteliklere bir göz atalım ve süper güç olup olmadığımıza karar verelim.

Bir ülkeyi güçlü kılan niteliklerin başında enerji geliyor. Petrol bir ülkeyi güçlü kılan en kritik enerji türü. 2012 yılı verileriyle petrol üretiminde dünyada 62.sıradayız. Yani bu alanda dünyanın 62.süper gücüyüz diyebiliriz.

Petrolün yoksa doğal gazın olsa da olur. 2012 yılı verilerine göre doğal gaz üretiminde dünyada 68.sıradayız.

Altın miktarı, güçlü bir ülkenin en önemli niteliklerinden. 2009 yılı verilerine göre altın üretiminde dünyada 26.sıradayız.

Hayatın olmazsa olmazı elektrik. 2013 verilerine göre elektrik üretiminde dünyada 20.sıradayız.

Sanayinin en kritik yanı motor parçaları. 2013 yılı verilerine göre motor parçası üretiminde dünyada 17.sıradayız.

2009 verilerine göre demir cevheri üretiminde dünyada 19.sıradayken, sanayinin diğer önemli girdisi gümüş üretiminde 16.sıradayız. Dünyada bir tek bizde fıtratında ölüm olan kömür üretiminde bile 13.sıradayız.

Bugünümüz biraz karanlık olabilir ama geleceğimiz parlak diyorsan bir de geleceğe bakalım. Gelecek denince akla teknoloji ve ar-ge geliyor elbette. 2012 yılı verilerine göre ihracatımız içinde yüksek teknoloji ürünlerinin payı %2; yani bu oran ile dünyada 101.sıradayız. Ar-ge harcamalarının milli gelire oranı ise %1'in altında. Dünya Bankası sadece %1'in üzerinde olan 34 ülkeyi belirlemiş. Muhtemelen bu oranla ilk yüz içinde bile değiliz.

Ordumuz güçlü diyorsan; araç, gereç ve mühimmatın toplam parasal değeri itibariyle dünyada 16.sıradayız.

Maddiyatta değil maneviyatta süper gücüz diyorsan, okuryazarlık oranında dünyada 56.sırada, insan gelişmişlik endeksinde de 69.sıradayız. Yaşam süresi beklentisinde bile 96.sıradayız. Biz ortalama 74 yıl yaşarken Japon nasıl 85 yıl yaşıyor diye aklımızdan bile geçirmiyoruz.

Bu rakamlara bakınca ne kadar süper güç olduğumuzu anlamışsınızdır herhalde. Öyleyse üzerine güzel bir Türk Sanat Müziği şarkısı iyi gider: Süper gücüme gidiyor böyle yaşamak."

14 Ocak 2015 Çarşamba

Bu yazıyı okuma, tükür gitsin!

Geleceğin meslekleri adıyla yayınlanan listelerin ne kadar gerçek dışı olduğunu zaman hep göstermiştir. "Geleceğin meslekleri palavrası" başlıklı yazımızda bunun bir eleştirisi verilmişti. Ama yazıda yanıtlanmayan bir soru kalmıştı. Acaba ülkemizde geleceğin meslekleri nelerdir?

Üniversiteli sayısının artması, gelişen yaratıcılık, yüksek enerji ve yönetilmeye kolay adapte olma yeteneği ile büyük bir genç nesile sahibiz. On yıl sonra bu insanlar hangi işlerde çalışacak diye düşünerek bir liste oluşturduk. Geleceğin mesleklerini oluşturmadaki temel kriterimiz mesleğin son yıllardaki ivmesi oldu. Yani her geçen gün çalışan sayısı hızla artan meslekleri bulduk ve bunların içinden gelecekte de çalışan sayısını arttıracak olanları seçtik. İşte bu meslekler.

Ülkemizde geleceğin 5 önemli mesleği:

1-AVM'lerde yemek tepsisi toplama
AVM sayısında tüm ülkeleri sollayıp bulduğumuz her boşluğa AVM dikmeyi planlayan bir yönetim zihniyetine sahibiz. Eğlence anlayışımız da planlama anlayışımıza paralel AVM'lere gitme yönünde evrildiği için artık her gün milyonlar AVM'lere hücum ediyor. Gitmişken yemeklerini de AVM'lerin olmazsa olmazı yemek katında yiyorlar. Yemekler plastik bir tepside servis ediliyor ve yemek bitince masa üzerinde bırakılıp gidiliyor. Bu tepsileri toplayan görevliler var. İşi sadece yemek artıklarının olduğu tepsileri toplamak. Eskiden böyle bir meslek yoktu ama şimdi var. AVM sayısı ve AVM'ye giden insan sayısı arttıkça tepsi toplayan görevli sayısı da artıyor. Burada çalışanlar bilgi ve yetenek bakımından birçok sektörde çalışanlardan aşağıda değiller. Fakat iş olanaklarının azlığı, bir finans kurumunda, şirkette ya da devlet kademesinde iş bulamama onları buralara yönlendiriyor.

2- Mango'da elbise katlama
Serbest piyasanın yarattığı konformist insan tipi artık kendini her şeyin sahibi zannediyor. Bir gömlek almak için alışverişe çıktığında onlarca mağazada yüzlerce gömleği buruşturup atıyor. Sanki mağazanın da elbiselerin de sahibi kendisi. Öyle bir dağınıklık yaratıyor ki, bu eğer burda böyleyse evde nasıldır diye aklınızdan geçiyor. İşte, onların dağıttığı elbiseleri toplayan görevliler var. Sürekli etrafta dolaşarak dağıtılan elbiseleri katlayıp koyuyorlar. Onların topladıklarının tekrar dağıtılması birkaç saniye sürmüyor. Bu döngü gün boyu sürüyor. Kıyafet satıcıları elbiseleri toplasın diye giderek daha fazla eleman alıyorlar. Bu işlerde görevlendirilenlerin çoğu üniversite mezunu, genç ve hayattan beklentisi olan insanlar. Ama bulabildikleri tek iş bu maalesef.

3- Değnekçilik
Park yeri bulmanın imkansız hale geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Bunun üzerine bir de gideceğimiz yere kadar özel arabamızla gitme tutkumuz eklenince, beklentilerimizin tatmini için ödeyeceğimiz bedelin miktarı da artıyor. Neredeyse arabamızla restoranın kapısından girip oturacağımız masaya kadar gitmek istiyoruz. Her türlü arzunun tatmin edildiği bir çağda yaşadığımız için arabamızı yemek yiyeceğimiz restorandaki masanın yanına bırakmamız da mümkün olabiliyor. Siz araba koltuğundan yandaki masanın koltuğuna geçerken değnekçiden valeye evrilmiş hizmetli türü sizin arabanızı uygun bir yere park ediyor. Büyük şehirlerde her dükkanın önünde bu hizmeti almanız mümkün olabiliyor. Hatta bazı kredi kartları bu tür hizmetlerin bedelini bile karşılıyor. Görüyorsunuz, her şey sizin rahatınız için.

4- Fastfood çalışanı
Beslenmeyi fastfood'a dönüştüren bir çağda yaşıyoruz. Her yer fastfood restoranı dolu. Sayıları ışık hızıyla artıyor. Patates kızartmaktan kola doldurmaya birçok işi dönüşümlü yapan bir işgücü ordusu hizmet veriyor bu mağazalarda. Onbinlerce tahsilli genç bu sektörde çalışıyor. Ebeveynlerin minicik çocuklarına başarı mükafatı olarak fastfood restoranda hamburger vaat ettikleri bir toplumuz artık. Fastfood restoran sayısı artmayacak da kütüphane sayısı mı artacak?

5- Çağrı merkezi çalışanı
Apartman altındaki bakkalın bile çağrı merkezi var artık. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm şirketler ölçeklerine göre bir çağrı merkezi kurmuş durumdalar. Telefon sayısı kadar üniversite mezunu genç. Yaptıkları şey hep aynı. %90'ı tüketici "aptallığının" sonucu olan sorulara cevaplar vermek. "Aaa, öyle miydi, bilmiyordum", "Tamam, şimdi hatırladım", "Yaa, bu kadar basit demek", "Aramama hiç gerek yokmuş aslında" gibi yanıtlarla biten milyonlarca telefon görüşmesi. Konformizmin getirdiği aptallık artınca çağrı merkezi çalışanı da artacak tabi.

İşte, ülkemizde gelecekte en çok aranacak meslekler bunlar. Acı ama yüksek ihtimal dahilinde. Şimdi belki düşünüyorsundur, acaba yapılmak istenen mizah mı, karamizah mı, eleştiri mi, ironi mi, yoksa başka birşey mi diye. Hayır, hiçbiri değil. Bu 5 meslek gerçekte ne ifade ediyor, biliyor musun?

Bir şey dikkatini çekti mi? Bu kadar çok elemana gerek duyulmasını sağlayan bu işleri kim yarattı dersin? Yediği tepsiyi az ötedeki alana değil de masaya kim bıraktı? Bir kazak alayım diye 50 kazağı buruşturup kim yere attı? Gideceği yere dolmuşla, taksiyle değil de kendi özel arabasıyla kim gitti? Çocuğuna fastfood ödülü kim verdi? Kullanım kılavuzu, sözleşme ve bilimum kaynaklardan erişilebilecek basit bilgiler için çağrı merkezlerini kim aradı? Cevabı veremediysen, ben vereyim: SEN!

Bu ipe sapa gelmez meslekleri senin bilinçsiz konformizmin yarattı ve bugünlere geldik. Şimdi de geleceğe yelken açıyoruz. Peki, bundan sonra ne mi yapman gerekiyor? Sakın, durup düşünüp, silkelenip, kendine gelip kendini düzeltmeye kalkma. Aynı düşüncesiz konformizmine devam et. Yemeği yeyip tepsiyi bırak, kazağı buruşturup at, taksiyle restoranın içine gir, çocuğunu fastfood'a götürmeye devam et, saçma sorularını çağrı görevlisine sormayı sürdür. Çünkü eğer bunların birini bile yapmaktan vazgeçersen onbinlerce üniversiteli genci işsiz bırakırsın. Ne olursa olsun, çalışmak en büyük erdemdir ve vasıflarına uygun olmasa da "ekmek parası" için çalışmak herkesin en doğal hakkıdır.

Milyonlarca pırlanta gibi gencimizi gelecekte bekleyen mesleklerin bunlar olduğu gerçeğini anlayan çok az realist insandan biriyseniz muhtemelen tavrınız benim gibi olacaktır. Şu yazılanları dönüp okuduğumda, "Yazıklar olsun" deyip okuduklarıma tükürmek istiyorum.

13 Ocak 2015 Salı

Forex değil, manavdan aldığın domates kumar!

Forex işlemler ülkemizde giderek hacim kazanıyor. Yasal zemin ve iyi organizasyon ile sağlam bir piyasa olma yolunda. Muhtemelen kısa süre içinde en az hisse senedi piyasası kadar müşteriye hizmet ediliyor olacak. Kısa sürede önemli bir başarı.

Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var. Forex piyasalarında kaybedenlerin yarattığı gürültü. Herkes aforizma kaabiliyetine göre forex işlemleri eleştiriyor: Forex kumardır, toplam sıfır oyunudur, blackjack'tir, kasa her zaman kazanır gibi bir sürü metafor. Forex'te kaybeden yatırımcı kardeşim, bir dakikanı alacağım: Stoploss nedir, kaldıraç nedir, risk nedir, indikatör nedir bilmezsin. Analizin A'sından anlamazsın. İşlem yaptığın para biriminin ait olduğu ülkenin mali durumunu, gelir-gider dengesini, günlük politikasını hiç bilmezsin. Hatta belki o ülkenin haritadaki yerini bile bilmezsin. Be kardeşim, sen kaybetmeyeceksin de kim kaybedecek? Sen zaten kaybetmek için girmişsin bu piyasaya. Muhtemelen daha önce her piyasada kaybettiğin için bir de forex'i deneyeyim demişsin.

Şunu bilmende fayda var. Forex piyasaları dünyanın en büyük finansal piyasalarıdır. Merkez bankalarından şirketlere, fonlardan yatırımcılara herkes bu piyasalarda yatırımlarına yön vermek için işlem yapar. Piyasaların oksijeni olduğu bile söylenir. Forbes'e göre dünya zenginleri, sermayelerinin %25'ini bu piyasalardan kazanmıştır. Sen kalkmışsın şimdi forex kumardır diyorsun. Sen eğer manavdan domatesi de bu kafayla alıyorsan, emin ol, senin aldığın o domates de kumardır. Hatayı nerede yaptığını mı merak ediyorsun? O zaman dinle.

Andy Krieger, 1987 yılında, doların zayıf seyrettiği günlerde piyasaları izlemeye başladı. Dolar birçok ülke parası karşısında değersiz durumdaydı. Aynen şimdiki gibi. Sonra birden gözü kiwiye takıldı. Bildiğin kivi değil, Yeni Zellanda parası. Ülkenin ekonomisi kötü, cari dengesi açık veriyor, sıcak para ile çark döndürülüyor ve tüm rakamlar makyajlanıyordu. Ama kiwi aşırı değerliydi. Bunun hatalı olduğunu ve piyasanın er geç bunu anlayacağını düşünerek kiwi üzerine kısa pozisyon aldı. Kısa süre içinde milyonlar kazandı. Andy Krieger, dünyanın bilinen en büyük üçüncü forex kazancını bilgi ve analiz yeteneği ile kazanmıştı.

Stanley Druckenmiller, Berlin duvarının yıkıldığı günlerde piyasaları izliyordu. Alman markı büyük bir düşüşün içine girmişti ve herkes aleyhindeydi. Stanley, Alman ekonomisini derinlemesine incelediğinde rakamların gerçekleri yansıtmadığını gördü. Mark aşırı değersizdi ve yatırımcılar ne kadar karşısında olurlarsa olsunlar piyasa kısa sürede normale dönecekti. 2 milyar mark ile Alman markında uzun pozisyon aldı. %60'ın üzerinde bir getiriyle masadan kalktı. Dünyanın en büyük ikinci forex kazancını bilgi, analiz yeteneği ve dikkatiyle elde etmişti.

George Soros, 1992 yılında piyasalara paha biçilemez bir ders verdi: Beklenilmeyeni bekle! İngiltere ekonomisinde herkesin gördüğü zayıflığı öyle bir yerinden kavradı ki, İngiltere Merkez Bankası bile dur diyemedi. Pound üzerine aldığı kısa pozisyonla 1 milyar doların üzerinde kazanç elde etti. Dünyanın en büyük forex kazancını yaratan Soros bunu bilgi, analiz yeteneği ve gelişmiş epistemoloji zekasıyla elde etmişti.

Forex'i kumar sanan yatırımcı kardeşim. Hatanı daha iyi anlamışsındır umarım: Bilgisizliğin!

Fakat senin kadar şanslı olanı da yok, emin ol. Bugün ülkenin her yerini dolaşıp forex'i anlatan birçok uzman var. Ücretsiz eğitimler verip kitaplar yazıyorlar. Bu yaklaşımı bugüne kadar finans piyasamızda gördüm dersem yalan olur. Hisse senedinden varanta, anapara korumalı fondan A tipi fona bu insanlara neler satılmadı neler. Ama hiçbirinde halka inip eğitim verilmedi. Yüzeysel, İngilizceden çeviri broşürlerle tanıtım yapılıp geçildi. Şimdi ise Forex eğitimleri ile yeni bir finans penceresi aralanıyor. Artık herkes forexçilere bakıp neyi eksik yaptığını görmeye başlıyor.

Sözün özü şudur forex'e kumar diyen yatırımcı kardeşim. Sen gerekli eğitimi almaz, piyasa hakkında gerekli bilgiye sahip olmaz, analiz yöntemlerini bilmezsen, saray odası aldığın Caprice Gold inşaatına bakıp "gayrimenkul kumarmış" der durursun; aklına altı milyar dünyalının bir evde yaşadığı bile gelmez.

11 Ocak 2015 Pazar

Halkımızın en önemli 5 hisse senedi alım nedeni

Borsalar tüm dünyada halkın nabzına en duyarlı yerler olarak bilinir. Yani daha açık söylemek gerekirse her ülkenin borsası o toplumun genel karakteristiklerini yansıtır. Bu bakış açısıyla bakıldığında bizim borsamız bizi ne kadar yansıtıyor dersiniz?

Borsamızın en genel karakteristiği sanırız spekülasyona açık tarafı. Dünyanın hemen hemen tüm borsalarında hisse senetleri uzun vadeli yatırım araçlarıyken bizim borsamızda kısa vadeli yatırım araçlarına dönüşmüşlerdir. Dünyada uzun vadede kazandıran hisse senetleri bizde kısa vadede kazandırır. O nedenle dünya borsaları "zigzag" çizerken bizim borsamız "asansör" gibi iner çıkar hale gelmiştir. İyi ama borsayı bu hale nasıl getirdik?

Borsalar halkın nabzını tutan yerler olduğuna göre borsamızı bu hale getiren yatırımcı davranışlarına daha yakından bakalım. Hangi yatırımcı davranışları borsamızı asansör haline getirmiştir? Halkımızın hisse senedi alım kararlarını nasıl verdiğine baktığımızda beş önemli neden görüyoruz. Şimdi bunlara daha yakından bakalım.

Halkımızın en önemli 5 hisse senedi alım nedeni:

1- Boğa piyasasındaki öküzler
Bir günde zengin olma hayali borsamızın kurulduğu ilk günlerden bugüne kadar değişmeyen bir zenginlik hikayesi olarak varlığını sürdürmüştür. Piyasaların yükselişte olduğu boğa piyasası zamanlarında ayakkabı boyacısından berbere kadar herkes borsadan bir günde zengin olmak için tüm parasını yatırır. Çoğu yatırım kararı hüsranla bitse de bu davranış şekli hala değişmiş değildir. Borsa fastfoodçuları diyebileceğimiz bu yatırımcı takımı en az piyasa yapıcıları kadar piyasaya istikrarla likidite sağlarlar. Sonunda şu gerçeği hepsi kavrar: Bedava peynir fare kapanında olur.

2- Keriz silkeleme
Batmak üzere olan şirketlerin hisse senetlerini yapay spekülasyonlar çıkararak sokaktaki vatandaşa satmaya çalışırlar. Bir nevi ghost marketing (hayalet pazarlama) yapılır. Spekülatörler olabildiğince fazla insanı "bu hisse yükselecek" diyerek oyuna sokarlar. Sonrasında fiyatlar yükselir. Kendileri yüksek fiyattan satıp zengin olurken, ahali elinde hisse senedi diye "kese kağıtlarıyla" kalakalır. Fiyatlar düştükçe zararını azaltmak isteyen ortaokul matematik bilgisine sahip yatırımcı "ortalamayı düşürmek" saplantısıyla daha çok hisse senedi alır ama sonuç maalesef değişmez.

Kızılderili fıkrası bu durumu güzel özetler. Kızılderililer şefe başvurarak kışın nasıl geçeceğini sorarlar. Şef, bu teknoloji çağında büyüyle bu işin anlaşılamayacağını kavradığından ihtiyatlı davranarak sert geçeceğini ve yeteri kadar odun toplamalarını ister. Kızılderililer odun toplamaya gidince şef de şehirdeki meteoroloji istasyonunu arar ve kışın nasıl geçeceğini sorar. Yetkili soğuk geçeceğini söyler. Bunun üzerine şef kabilesini toplar ve kış soğuk geçeceğinden daha çok odun toplamalarını ister. Bir süre sonra tekrar meteoroloji istasyonunu arar. Yetkili yeniden çok soğuk geçeceğini söyler. Şef tekrar kabileyi toplar ve kışın sert geçeceğini ve buldukları tüm çalıçırpıyı toplamalarını ister. Birkaç gün sonra tekrar istasyonu arar ve kışın sert geçeceğinden gerçekten emin misiniz diye sorar. Yetkili evet soğuk geçecek der. Şef nasıl bu kadar emin siniz diye yeniden sorar. Yetkili yanıtlar: Kızılderililer deliler gibi odun topluyor."

3- İki, birden büyüktür.
Sıradan yatırımcının hisse senedi seçerken en çok kullandığı yöntemlerden biri görece ucuz olan şirketlerin hisselerini almaktır. Yatırımcı genellikle şöyle düşünür. A şirketinin hisse senetleri 10 TL olmuş ama B'ninkiler hala 25 kuruş. Bu ucuz hisseyi alırsam o da bir gün 10 lira olur ve kazanırım.

İlkokula henüz başlamamış çocuk bilgeliği diyebileceğimiz bu davranış şeklini şair S.Silverstein'ın Akıllı (smart) adlı şiiri güzel özetler. Şiirde babasına on dolarlık bir banknotunu verip yerine iki tane bir dolarlık banknot olan çocuğun zenginlik algısı anlatılır. Bir para vererek iki para almıştır İkinin birden büyük olduğunu bildiği için daha çok parası olduğunu düşünmüştür. Fiyatı yüksek hisseden 10 lot almak yerine fiyatı düşük olandan 100 lot alarak daha çok kazanacağını düşünen yatırımcı gibi. Fiyatı düşük hisse senetleri de çoğu zaman zor durumdaki şirketlere ait olduğunda sonuç hep hüsran olur.

4- Tüyo bekleyenler
Birçokları, borsaların casino gibi yerler olduğu algısına sahiptir. O nedenle uzak dururlar. Ama güvendikleri birinden bir tüyo geldiğinde de tüm algılarını değiştirirler. Çünkü çevrelerindeki birçok kişinin borsadan çok para kazandığını duymuşlardır. Alışkanlıkları bırakmanın yolu başka alışkanlıklar edinmektir diyenler haklıymış demek ki. Birçok yatırımcı için, sağlam bir tüyo varsa, hisse senedi hemen alınır; isterse şirketin iki ay sonra batacağı kesin olsun. "Uçacak, kaçacak" gibi sözler duymaları hisse senedi almaları için yeterli bir finansal analizdir. Kaybettiklerinde ise suçu yine casino algısına atarlar: Kasa hep kazanır. Fakat şu unutulmamalıdır ki; borsalar casinodur demek Caprice Gold'a bakıp büyük siteler casinodur demek gibidir.

5- Toptancı baskısı
Bir borsası, bankacı ya da finansçı bulduğunda halkımız hemen hangi hisse senedine yatırım yapayım diye sorar. İster berber koltuğu, ister banka gişesi olsun fark etmez. Halkımız finansçıdan bir hisse senedi adı alana kadar bastırır. "Abi sen bilirsin, hangi hisse senedini alayım?" Zavallı finansçı, böyle bir bilgisi olsa kendisinin zengin olacağını söyler ama anlatamaz. Mesela konuştuğu kişi toptancıysa şöyle bir sitem gelir: "Abi, ben sana yağ yükseleceği zaman bilgi veriyorum; sen de bu işin toptancısı sayılırsın, hangi malın yükseleceğini senden başka kim bilebilir." Sonunda bankacı Refik Abi, borsacı Kamil Abi gibi kişilerden alınan yatırım tavsiyeleri ile hisse senedi alınır. Sonuç çoğu zaman hep hüsrandır.

Şimdilerde esnafın bu işten eli epeyce yandığı için ekonomi kanalı yerine berberlerde müzik kanalı seyredilmeye başlanmıştır. Mevzu artık Jennifer Lopez'in poposudur: "Abi, yılan gibi kadın valla." "Asıl başka bir tane var, o süper."

Kısacası işin özü şudur. Borsayı borsa yapan senin davranış şeklindir. O yüzden borsaya değil önce kendine bak!

10 Ocak 2015 Cumartesi

Geleceğin meslekleri palavrası!

Geleceğin meslekleri listeleri her zaman ilham verici olmuştur. Bol para kazanmayı, paraya para dememeyi ve aranan adam olmayı kim istemez ne de olsa. Aileler, gençler ve hatta çocuklar bile bu listelere bakarak mesleklerini seçmeye çalışıyorlar. Hal böyle olunca, başta gazeteler olmak üzere birçok yerde geleceğin meslekleri listesi bulmak zor olmuyor. Peki ama geleceğin mesleği denilen bu meslekler gelecekte gerçekten tercih edilen meslek olabiliyorlar mı?

Bu sorunun yanıtını öğrenmek için iRRasyonel olarak bir araştırma yaptık. 2000 yılında büyük bir gazetemizde "Geleceğin en cazip 10 mesleği" adıyla yayınlanan haberi ve meslekleri inceledik. Yazı, döneme göre kışkırtıcı sayılabilecek bir hikaye ile başlıyordu: "1970 yılında bir gemi, kereste yükünü 108 işçi ile 5 günde boşaltıyordu. Şimdi forklift kullanan 8 işçi, bir günde boşaltıyor" deniyor ve kendinize meslek arıyorsanız bu meslekleri seçin diye öneride bulunuluyordu. Sonra da ekleniyordu: 10-15 yıl içinde bu meslekler aranacak.

Yazıda verilen 15 yıllık süre bu yıl sona erdiğine göre, belirtilen mesleklerde ne kadar işgücüne talep olduğunu araştırabiliriz artık. Ne dersiniz, 15 yıl önce bizleri yönlendirenler başarılı olmuşlar mıdır? Geleceğin meslekleri gerçekleşmiş midir?

İşte, 15 yıl önce büyük gazetelerimizden birinde yayınlanan geleceğin en cazip 10 mesleği ve bugünkü akibetleri:

1- Doku Mühendisliği
Suni organ üretimi ile ilgili bir meslekmiş. Tüm iş arama sitelerine baktık ama Doku Mühendisi arayan tek bir şirkete bile rastlayamadık.

2- Gen Programcılığı
İnsan vücudunun dijital kromozom haritaları çıkarılarak hastalıklara neden olan genler belirlenecek ve kanser gibi hastalıklar önlenebilecekmiş. Gerçekten süper bir meslek. Peki bizde durum nasıl? Hiçbir şirket gen programcısı aramazken, bu mesleği ülkemizde duyan bile olmamış. Hatta arama motorları bile gazetenin haberinden başka bir şey bulamıyor.

3- Tarım Mühendisliği
Protein açısından zengin bitkisel ve hayvansal ürünler elde edilebilecekmiş. Üniversitelerde böyle bir meslek bulamadık. İş ilanlarında da. Zaten tarım ve hayvancılığımız da dışarıya bağımlı hale gelmiş durumda. Yani bu mesleğe de artık ihtiyacımız kalmadı.

4- Yeni Ürün Gözlemciliği
Bu gözlemciler, doğanın dengesini bozacak uygulamalar ve halk sağlığını tehdit eden gıda maddelerinin kullanılmasının yasaklanması için çalışacaklarmış. Maalesef böyle bir meslek de ülkemizde şu ana kadar oluşmadı. Adını duyan bile yok. Zaten gerek de yok, Allah koruyor işte.

5- Veri Uzmanlığı
Veri uzmanları, dağ gibi birikmiş verileri inceleyerek, pazarlamacılar ve salgın hastalıklarla uğraşanlar için kullanışlı hale getirecekmiş. Veri Madenciliği olarak evrilen sınırlı bir alan içinde kendine yer bulmuş durumda. Birkaç iş ilanına ulaşmak mümkün. Fakat geleceğin mesleği olmuş gibi durmuyor.

6- Uzaktan Kumanda Tamircileri
Evlerdeki VCD ve kullanıma yeni giren DVD cihazları, 3 boyutlu TV'ler, sesle çalışan ekmek kızartma makinesindeki arızalar, artık görüntülü telefonla teşhis edilip, binlerce kilometre uzaklıktan onarılacakmış. Ahalinin söylediği gibi, tam sesle çalışan ekmek kızartma makinemi uzaktan tamir edecekler, bir gülme alıyor insanı. Bu nasıl meslek ya hu; robot yedek parça ve aksesuar işini önerseydiniz bari. Bak, Uçan Daireci Halil Usta, Cyborg elektro mekanikçisi Tahir Usta 3.Sanayideki dükkanlarında paraya para demiyorlar.

7- Sanal-Gerçek Oyunculuk
Herkes kendi hikayesini yazdırıp sonra da oynayacakmış. Yayıncılığın kişisel haliymiş. Böyle bir mesleğe de literatürde rastlayamadık. Evlilik ve yemek programlarına katılanları kastediyorsa eğer, yanılmamışlar, gerçekten bu tür programlara çıkmak son derece popüler.

8- Reklam Yayıncılığı
Şirketler kişiye yönelik reklamlar hazırlayacakmış. Gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir. Son derece aranan bir iş haline geldiği görülüyor.

9- Robot Turing'cileri
Bilgisayarcıların hazırladığı ve insan sesini taklit eden, bilgi donatımlı cihazlar, artık mağazalarda müşteri hizmetleri servisinde, internet iletişiminde, e-mail (posta) transferinde kullanılacakmış. Teknolojinin ilerlediği bu çağda makineden bol bir şey yok. Ama bu mesleği literatürde bulamadık ve eleman arayan bir şirkete de rastlamadık.

10- Bilgi Mühendisliği
Sanal zeka komisyoncuları, kişinin uzmanlık alanını bilgisayar programına çevirecek. Bu aynı zamanda şirketlerin küçültülmesini sağlayacakmış. Her sözcüğün yanına mühendislik koymak zaten çağın vebası olmuşken, bilgi mühendisliği demek de fazla şaşırtıcı olmasa gerek. Ama Bilgi Mühendisi arayan bir şirkete rastlayamadık.

Kısaca özetlemek gerekirse, geleceğin en cazip 10 mesleği denilen mesleklerden 8'i ülkemizde hiç aranan meslekler olmadıkları gibi adlarını duyan bile olmamış. Sadece bir meslek aranan bir meslek olurken, bir meslek de kendine sınırlı da olsa bir yer bulabilmiş. Fakat bu tür meslek listeleri yayınlayanlar o kadar arttı ki, geleceğin mesleklerini tahmin etme uzmanlığı önemli bir meslek haline gelmiş görünüyor.

Bu tür listeleri yazmaktan usanmayan yayıncı kardeşim, sana işin gerçeğini söyleyeyim mi? Sen Mars Mühendisliği, Işın Kılıççılığı gibi meslekleri önermeye devam etsen de bu ülkenin gerçeği merkezi yerde bir büfe, umut tacirliği ya da değnekçiliktir.

8 Ocak 2015 Perşembe

Ekonominin en büyük 5 istatistiksel yalanı!

İstatistikler hayatımızın bir parçası artık. Her gün onlarcasını duyup kararlarımıza dayanak yapıyoruz. Böylece daha doğru kararlar vermiş oluyoruz. Ama kafamızı kurcalayan bir şey de var. İstatistiklerin yalan olduğu düşüncesi. Gerçeği çarpıtarak anlatarak rayından çıkmış treni hala rayında gösterebildikleri realitesi. İstatistiklerin gerçeği gizleyen doğası daha önce birçok krizde karşımızı çıkmıştı. O nedenle bundan kimsenin şüphe duyduğu yok. Yalan olduğunu çoğu zaman bilsek de kullanmayı ihmal etmiyoruz.

Bu bakış açısıyla, ekonominin en önemli 5 istatistiğini ve bunların gerçekle bağdaşmayan yanlarını ortaya koyduk. İstatistiklerin gerçeği nasıl sakladığını ana hatlarıyla anlatmaya çalıştık.

İşte, ekonominin en büyük 5 istatistiksel yalanı:

1- Enflasyon Oranı

Bir ülkedeki mal ve hizmet fiyatlarının yükselişini gösteren orandır. Vakti zamanında o kadar yüksekti ki, halk tarafından canavar olarak tanınmış; Van Gölündekinin kuzeni, Lochness'tekinin bacanağı, trafiktekinin eltisi sanılmıştı. Japonya son on yıldır yükselsin diye dua ederken biz düşmesi için dua etmiştik. Sonunda düşürmeyi başardık da. Fakat hesaplamasında deve etinden golf sopasına bizi ilgilendirmeyen yüzlerce şeyin fiyatının kullanıldığını öğrenince "teessüf ettik, kınadık". Ama elimizden başka bir şey gelmedi. 2013 yılında %7,5 enflasyon oranı yakaladık. Çocuklar gibi sevindik. Ama Dünya Bankasının verilerini görünce bir kere daha lanet ettik. Çünkü bu oran bizi dünya sıralamasında ancak 141. sıraya koymuştu. Yani enflasyon oranı en yüksek 141. ülkeydik. Pes artık!

Enflasyon oranı ekonomistlerin kullandığı en büyük yalandır. Kanıtını da geçen yıl Nobel Ekonomi Ödülü kazanan Robert Shiller yapmıştır. Nasıl mı?

Shiller, bir dizi soru hazırlayıp önce halka sonra ekonomistlere sorar. "Enflasyon sizi fakirletir mi" sorusuna sokaktaki vatandaşın %77'si evet demişti; oysa aynı soruya evet diyen ekonomistlerin oranı sadece %12'ydi. "Enflasyon gelecek için endişe verir mi" sorusuna ise sokaktaki adamın %66'sı evet demişti; ekonomistlerin ise sadece %5'i. Shiller'in yaptığı anketle ortaya çıkardığı açı gerçek şuydu: Enflasyon sadece halkı tedirgin ediyor; ekonomistlerin umurunda bile değil.

"Enflasyonsuz yaşamayı öğrenmemiz lazım" sözünü duyarsanız, maaşınıza zam yapılmayacağını anlayabilirsiniz.

2- Milli Gelir

Bir ülkenin zenginliğinin en önemli göstergesi sayılır. Üretilen mal ve hizmetlerin toplam değeridir. Son zamanlarda bir gecede arttığı görülür olmuştur. Akşamdan sabaha verilecek hizmetlerin önemli kısmı özel hayata girerken, milli gelir hesabına konu olması şaşırtıcıdır ya, neyse. Fakat milli gelir bu hızla artmaya devam ederse, haşa huzurdan, para bolluğundan yakında herkes "gay" bile olabilir.

Acı bir gerçek var ki, milli gelir rakamından en zengin bin kişinin katkısını çıkar, geriye gelir falan kalmaz. Yani kısacası, herkes yüksek olmasını istese de önemli olan boyu değil işlevi.

3- Kişi Başına Düşen Milli Gelir

2003'te 3.500 dolarken şimdilerde 11.000 dolar kişi başına düşen milli gelirimiz var. Herkesin geliri artmış görünüyor. Ne dersiniz?

Diyelim ki küçük bir adada üç kişi yaşıyor. Bunlardan biri işçi ve geliri 10 lira. Diğeri memur ve geliri 10 lira. Üçüncüsü bir telefon üreticisi ve geliri 150 lira. Bu durumda bu adanın milli geliri 150 liradır. Kişi başına milli gelir ise 50 lira. Şimdi bu adada dördüncü bir kişi olduğunu ve bu kişinin de başbakan olduğunu düşünelim. Başbakan, halkı olan bu üç kişiye "sizin kişi başına milli geliriniz 50 liradır" dese, işçi ve memur "nerede bizim 40 liralarımız öyleyse" demezler mi? Muhtemelen diyeceklerdir. Öyleyse yanıtlanması gereken soru şudur: Kişi başına milli gelir hangi kişiye düşüyor?

820 milyar dolarlık milli gelirimizi 75 milyonluk nüfusumuza bölünce çıkan bu rakama gelin biraz daha yakından bakalım. Bu ülkede 820 milyar dolar milli geliri kimler yaratıyor dersiniz? Yaklaşık 22 milyon öğrenciye sahibiz ki, bunların milli gelire "1 kuruş" katkısı yok. Peki 5 milyon işsizin var mı? Ya 10 milyon yeşil kart sahibinin? 10 milyon emeklinin var mıdır sizce? Yoktur, olamaz da. Yani 47 milyon kişinin çok açık bir şekilde milli gelire katkısı olması teknik olarak imkansızdır. Ülkemizde sigortalı olarak çalışan kişi sayısı 18 milyondur. Yani bu 820 milyar dolarlık milli geliri yaratanlar topu topu 18 milyon kişidir. (Kalan 10 milyon kişi istatistiksel olarak belirlenemediğinden hesaplamamızda elimine edilmiştir.) İşte şimdi can alıcı noktaya geldik. 820 milyar doları 18 milyon kişi yarattığına göre kişi başına milli gelir 46.000$ olmalıdır. Milli geliri yaratan 18 milyon çalışanın yarısı asgari ücretlilerden oluşuyor. Eğer kişi başına milli gelir 46.000$ oldu derseniz, asgari ücretli 9 milyon kişi şöyle der: "Sen Rahmi Koç'la benim gelirimi toplayıp ikiye mi bölüyorsun; demek ki sen beni aldatıyorsun!"

Argoda yaygındır, duymuşsundur: "At yalanı, seveyim inananı."

4- İşsizlik Oranı

İşsiz sayısını işgücüne bölünce bu oranı buluyoruz. Şu an bizde %10'lar seviyesinde. Duyunca insanın aklına hemen şu geliyor, halkın %10'u işsiz. Ama hiç de öyle değil. Yeşil karta sahip olanların oranı %20'ler seviyesindeyken, işsizlik oranı nasıl %10 olur? Olur, bal gibi olur. Çünkü hesabı şeytanın aklına gelmeyecek yöntemle yapılıyor. Son üç ayda bir saat bile çalıştıysan işsiz değilsin artık. İş arama isteğini kaybettiysen bu orana girme hakkını da kaybettin demektir. Tuhaf değil mi? Ekonomin çamura batmış, adam iş aramış aramış bulamamış, demiş ki "severim ben böyle aşkın ızdırabını"; sen adamı işsiz bile saymıyorsun.

Akşam haberlere bakıyorsun, 100 kişilik iş için on bin kişi başvurmuş, aklın karışıyor bu nasıl istatistik diye. Kabaca hesaplayalım. 24 milyon çalışan, 3 milyon işsiz var. Geriye kalıyor 51 milyon kişi. Eeee, bunlar nerede?

5- Tüketici Güven Endeksi

Ekonomik gidişata halkın bakışını gösteren faydalı bir endeks zannedersin. Ama özü şudur. Tüketici güven endeksi arttıysa halk ekonomiye güveniyor demektir. Gelecekte işlerin daha iyi olacağı, işsizliğin azalacağı, gelirlerin artacağı, istikrarın olacağı falan sanırsın. Çok safsın. Çünkü tüketici güven endeksi arttıysa bunun tek bir anlamı vardır. Tasarruflar azalacak harcamalar artacak demektir. Düşerse de kötüdür, hem de en kötüsü. Çünkü o zaman da herkes tasarruf edecek, parasını biriktirecek demektir.

N'oldu canım, tasarruf hakkında tüm bildiklerini unuttun mu; atalarının o özlü sözleri, devlet büyüklerinin tasarruf yapın nidaları, finansal kuruluşların kumbaraya para atın çığlıkları. Ekonomiye güven olan yerde tasarruf olmaz. Madem kapitalizmin din kardeşleriyiz, bunu aklından çıkarma.

6 Ocak 2015 Salı

Yatırımcı davranışlarını anlatan en iyi 16 kitap!

2007 yılında başlayan ve etkileri hala devam eden finansal krizi ilk öngören ve pozisyon alan trader olduğu söylenen tıp doktoru Michael Burry, nasıl karar verdiniz sorusuna şöyle yanıt vermişti: "Piyasayı değil ahaliyi analiz ettim!"

Aslında yaptığı şey oldukça basitti. İnsanlar, yatırımcılar ve finansçılar fiyatların sonsuza kadar yükseleceğine inanmış bir haldeydiler ve adeta uçuyorlardı. Bu psikolojik bir durumdu ve ekonomiyle alakası olamazdı. Yani herkes çıldırmıştı. İşte, Burry'nin gördüğü sadece buydu. Oysa diğer analistler grafiklere bakıp fiyatların daha da yükselmesi gerektiğine inanıyorlardı. Zaman, sadece Burry'nin haklı olduğunu göstermişti.

Eğer yatırım yapan biriyseniz ve Burry gibi ahaliyi de analiz etmek istiyorsanız işte size altın bir kitap listesi. Davranışlar, hatalar, yanılsamalar konularında ülkemizde yayınlanan kitapları okuyarak aşağıdaki listeyi oluşturduk. Sadece bu kitapları okuyarak bile yatırımcı psikolojisine etki eden davranışların neden ve sonuçlarını öğrenebilirsiniz. Hatta belki yatırım kararlarınızı bile değiştirebilirsiniz.

Yatırımcı davranışlarını anlatan en iyi 16 kitap:

1- Karar Anı, Richard L.Peterson
Silikon Vadisinin psikiyatristinden karar vermenin bilimi üzerine finans piyasalarında yapılan derinlemesine bir analiz. Piyasalar her daim etkin olsaydı, elinde teneke bir çanakla sokaklarda dolaşan bir deli olurdum diyen W.Buffett'ın neden haklı olduğunu ayrıntısıyla öğrenebilirsiniz.

2- Şeytan Sofrası, Edvard Chancellor
"Gençliğimde insanlar bana kumarbaz derlerdi. İşlerimin boyutu büyüdükçe spekülatör olarak tanınmaya başladım. Şimdi ise bankacı diyorlar. Oysa ben en başından beri aynı işi yapıyorum." Spekülasyonun tarihine keyifli bir yolculuk. Tüm teknikleri öğrenmeden kumarbaz oldum demeyin.

3- Akıldışı ama Öngörülebilir, Dan Ariely
Piyasada tuhaf davranışlar sergilememize yol açan gizli nedenlerin maskesini düşürme konusunda hiçbir ekonomist Dan Ariely ile yarışamaz. Neden hiç para ödemediğimizde çok para öderizi ilk o keşfetti, kararlarımızı yönlendiren akıldışı kuvvetleri de...

4- Akıldışının Mantığı, Dan Ariely
Bir adamın maaşı bir şeyi anlamamaya bağlıysa, o adamın o şeyi anlaması imkansızdır diyor Dan Ariely. Duyguların akla nasıl baskın geldiğini tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Neden hesap makinesi olmadığınızı görmek istiyorsanız, mutlaka okuyun.

5- İrrasyonel, Stuart Sutherland
İlk turda işbirliği yap, sonraki turlarda rakibinin son hamlesini kopyala... İstatistikler soyut ve belirsizdir... Düşük performansın temel nedeni geleceği görmek yerine sürüyü izlemektir... Ve daha birçok çarpıcı fikir. Doğru davranış için düşünmeniz gerekir diyerek soğuk duş aldıran bir başyapıt.

6- 59 Saniye, Richard Wiseman
59 saniyede yapamayacağınız hiçbir şey yok! Kişisel gelişim endüstrisinin tüm kirli çamaşırlarını ortaya seren nefis bir kitap. Aldığınız bir karardan asla pişman olmamanın sırrından beyin fırtınası saçmalığına, olumlu düşünmenin neden başarısızlık getirdiğinden aktif dinlemenin insanı nasıl şapşallaştırdığına 59 saniyelik çözümler.

7- Subliminal, Leonard Mlodinow
B.Pascal'ın "Kalbin kendine özgü, mantığın anlamadığı sebepleri vardır" sözüyle başlayıp Steve Jobs'un "gerçekliği bozma alanı" adı verilen yeteneği ile biten beyin ve duygular arasında adeta otoyol kuran teorik fizikçi Mlodinow'un sıradışı kitabı.

8- Quirkoloji, Richard Wiseman
Dünyadaki en önemli deneysel psikolog Richard Wiseman'ın tüm kitapları gibi soluksuz okunacak bir psikoloji kitabı. İnsan zihninin arka planına yolculuk yaparak yatırım dünyasının günahkarlarından mı yoksa azizlerinden mi olduğunuzu anlayacaksınız.

9- Hayvansal Güdüler, George A.Akerlof-Robert J.Shiller
Psikolojinin ekonomiyi nasıl yönlendirdiği ve kapitalizm için neden önemli olduğu hakkında Nobelli yazarlardan önemli bir kitap. Hayvansal güdüleri anlamadan asla başarılı yatırımcı olunmayacağını açıklıkla gösteriyor.

10- Görünmeyen Ekonomi, Steven D.Levitt, Stephan J.Dubner
Ahlak dünyanın nasıl işlemesi gerektiğini, ekonomi nasıl işlediğini, Görünmeyen Ekonomi ise gerçekte nasıl işlediğini gösteriyor. Bu konuda dünyada yazılmış en önemli başyapıt. Ku Klux Klan'dan uyuşturucu satıcılarına veriler ve tesadüfler arasında heyecanlı bir yolculuk.

11- Görünmeyen Ekonomist, Tim Harford
Ekonomistler gibi derme çatma piyasalardan başlayıp, orada iyi giden şeyleri incelemektense Tim Harford ile mükemmel piyasalardaki yanlış giden şeyleri incelemek istiyorsanız, bu kitap tam size göre. Tim Harford size yatırımcıların bilmediği bir şeyi öğretecek: Eğer insanlar üçüncü kişileri etkileyen kararlar alırlarsa, piyasalar iyi işlemez.

12- Darwin Ekonomisi, Robert H.Frank
Meslektaşları yapay zeka üzerinde çalışırken doğal ahmaklığı inceleyen A.Tversky'nin peşinden giden bir yazar. Sürekli arızalanan görünmez elin işleyişini tüm yönleriyle ortaya koyarak son cümlede özetlediği şu gerçeği fazlasıyla açıklayan bir başyapıt: Fazlaca aklı başında olmak, hayatı olması gerektiği gibi değil de, olduğu gibi görmek anlamında bir deliliğe delalet olabilir. Bu da deliliklerin en büyüğüdür. (Don Kişot)

13- Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı, Charles Mackay
Financial Times, en iyi on yatırım kitabını seçtiğinde en tepede bu kitap vardı. Piyasaların şaşırtıcı ve ayartıcı özellikleri hiçbir zaman sona ermez. 300 yıllık budalalık tarihi ve kitle histerisinin kısa bir özeti.

14- Dürtme, Richard H.Thaler-Cass R.Sunstein
Tarafsız tasarım diye bir şey yoktur. Problemi yaratan insanların ne düşündüğü hakkında herkesin cehaletidir. Dürtülmeye doyamayacaksınız. Yeni bir bilim olan seçim mimarisini öğrenmek istiyorsanız davranışsal ekonomi alanında ilk Nobel'i alan Thaler'in bu kitabı kaçmaz.

15- Doğal İktisat, Robert H.Frank
Körler ülkesinde tek gözlü adam kral olur. Hayatın tüm sorularına doğal ekonomist olarak yanıt bulmak istiyorsanız, bu kitap tam bir rehber. Belki sizi kral bile yapabilir.

16- Şans Hayatınızı Nasıl Değiştirir?, Richard Wiseman

Şanssız insanlar şanslarını ve yaşamlarını değiştirmek için bir şey yapabilirler mi? Devrim niteliğinde bir kitap. Uzun söze hiç gerek yok, Wiseman'dan mükemmel bir araştırma daha.

Unutmayın, sonunda piyasayı değil ahaliyi analiz edenler kazanır!

4 Ocak 2015 Pazar

Amatör yatırımcı için en önemli 10 ekonomik gösterge

2008 Nobel Ekonomi Ödülü ekonomist Paul Krugman’a verilmişti. Mevcut
yönetime muhalif fikirleriyle tanınan Krugman ödülü alırken şöyle demişti: “Ekonomist Paul
Krugman yıllar önce öldü. Ben artık bir halk entelektüeliyim.”

İçgüdüler ve sağduyuyla birleşen bilginin en önemli anahtar olduğu ve
bunun herkesin erişebileceği bir yerde durduğu gerçeği artık yadsınmıyor.
Herkesin en iyi doktorunun kendisi olduğu gibi, en iyi
ekonomistinin de kendisi olabileceği bugünün dünyasında artık kaçınılmaz bir
gerçek.

Fakat ortada bir sorun var. Her gün açıklanan onlarca endeks, rakam ve gösterge
içinde hangilerini takip etmeliyiz? İnsanın sınırlı zamanında bu kadar çok veriyi
takip etmesi mümkün olmadığına göre ne yapmalıyız?

Ekonomi ve finansa uzak olup kendi yolunu çizecek kadar ekonomiyi takip edenler için
en önemli sorun şudur: Hangi gösterge önemlidir? Ve neden önemlidir?

Amerika Bireysel Yatırımcılar Birliği(AAII), 2004 yılında, en önemli
10 finansal göstergeyi açıklayan bir rapor yayınladı. İşte bu raporda yer alan
her insanın kendi ekonomisti olmasına yetecek 10 önemli gösterge:

(Tarafımızdan bazı düzeltmeler yapılarak listeyi önem sırasına göre
sondan başa doğru sıralıyoruz.)

10. Dow Jones Industrial

Amerika sanayi sektöründe yer alan en büyük 30 şirkete ait hisse
senetlerinin performansını gösteren en eski indekslerden biridir. Tüm dünya
piyasaları için en temel benchmark olarak kabul edilir. Her ülke için kabul
edilen muadili endekslerle aynı paralelde değerlendirilmelidir.

9. Üretim, Ticari Stoklar-Satış Rakamları

Bir ülkenin arz-talep göstergeleri, üreticiler, toptancılar ve
perakendecilerin satış ve stok rakamları üzerine kuruludur. Artan stok oranı
ekonomik zayıflığı ifade ederken, azalan stoklar ekonomik gücü gösterir. Daha
açık bir ifadeyle, stoklar yükseldiğinde satıcılar, artan stokların eritilmesi
için fiyatları düşüreceklerdir. Bu da fiyatlar genel seviyesini ve faiz
oranlarını aşağıya çekecek, hisse senedi ve bono fiyatlarını arttıracaktır.
Tersi durumda ise, yüksek talep nedeniyle azalan stoklar, enflasyon ve faiz
oranlarını arttıracak, hisse senedi ve bonoya talebin düşmesi de menkul kıymet
fiyatlarını düşürecektir.

8. Yeni Ev Başlangıçları

Ev inşaatlarındaki artış ile konut kredisi faiz oranları arasında
hassas bir denge vardır. Faiz oranlarındaki değişiklik ise her ikisini de etkilemektedir.
Mevsimsel faktörler ve ekonomik değişimlerden kolayca etkilenmesi nedeniyle
yüksek volatilite içeren bir göstergedir.

7. Perakende ve Gıda Satışları

Tüketicilerin kişisel tüketimlerini perakende sektörler üzerinden
hesaplayan göstergelerdir. Kişisel harcamalardaki artış veya azalış milli
geliri belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Rakamlar incelenerek harcama
trendleri ve gelecekteki yönü hakkında öngörüler yapılabilmektedir.

6. İşsizlik Oranları

İşsizlik oranı, ekonomi ve işgücü arasındaki yakın ilişkiyi gösterir.
Ücretlerdeki değişiklik üretim teknikleri ve işgücü maliyetleriyle orantılıdır.
Orandaki aylık değişim, istihdamın hangi sektörlerde artıp azaldığı
incelenmelidir. İş hayatının birçok ilginç trendi işsizlik oranından
hesaplanmaktadır. Örneğin ortalama haftalık çalışma süresi, ortalama asgari
ücretler gibi. İşsizlik oranının düşüklüğü ekonomilerin sağlıklı olduğunu
gösterirken, aynı zamanda ücretlerdeki enflasyona da işaret etmektedir.

5. Tüketici Güveni Endeksi

Farklı ülkelerde farklı yöntemlerle hesaplanır. Ülkenin ekonomik
durumunu ve geleceğini, insanların iyimser ve kötümser bakış açılarından yola
çıkarak sayısallaştıran bir endekstir. Araştırmada belli gruplara, ekonomik
koşullar, işsizlik, harcamalar, ekonomik büyüme gibi konularındaki gelecek
dönemlerdeki beklentilerinin ne olduğu sorulur. Her soru için üç cevap vardır:
Pozitif, negatif, nötr.

Bu istatistik tüketici harcamalarının öncül göstergesidir. Çünkü
tüketicilerin ekonomiye güveni arttığında, daha fazla harcama yapacaklardır. Bu
da ekonomiyi canlandıracak, büyümeyi destekleyecektir.

4. Üretici Fiyatları Endeksi

Bir ülkede üretimi yapılan ve ülke içinde satılan ürünlerin üretim
fiyatlarının değişimini gösteren endekstir. Enflasyonun en önemli
göstergelerinden biridir. Enflasyonu belirleyen tüketici fiyatlarındaki
değişime bakmadan, hammadde fiyatlarındaki değişimi izleyerek enflasyonun
gideceği yön öngörülebilir. Bunun yanı sıra hükümetlerin ekonomik
programlarının belirlenmesi, ücretlerin ve fiyatların ayarlanması, yatırım
kararları, üretim ve verimlilik hesapları gibi birçok alanda bu endeksten
yararlanılır.

3. Tüketici Fiyat Endeksi

Tüketiciler tarafından mal ve hizmetlere ödenen fiyatların değişimini
gösteren endekstir. Bireyin yaşamak için katlandığı maliyetlerin ölçüsü olarak
kabul edilir. Enflasyon oranının en güvenilir göstergesidir. Enflasyon
oranındaki değişim ülkedeki para politikalarının da değişmesi anlamına
gelmektedir.

2. M2 Para Arzı

Pek çok kişinin pek duymadığı bir göstergedir. Bir ekonomideki nakit
para, vadesiz mevduat, tasarruf mevduatı ve kısa dönem vadeli mevduatların
toplamından oluşan para miktarı M2 Para Arzı kavramıyla ifade edilmektedir. Bir
ekonomide para arzı artarsa, faiz oranının düştüğü, enflasyon oranının
yükseldiği görülür. Aksi takdirde ekonomide para arzının azalması durumunda ise
faiz oranlarının yükseldiği, fiyatların ve üretimin azaldığı görülür. Bu durum
işsizliğe ve üretim kapasitesinin yetersiz kullanılmasına yol açar.

1. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)

En önemli gösterge olduğu kabul edilir. Bir ülke vatandaşlarının bir
yıl içinde ürettikleri mal ve hizmetlerin toplam değeridir. (Yurt dışında
çalışan vatandaşların elde ettiklerinin ilave edilmesiyle Milli Gelire
ulaşılır.) Bir ülkenin ekonomik performansının en önemli göstergesidir. Büyüme
oranları GSMH üzerinden hesaplanır. Merkez bankalarının para politikalarını
ayarlamada kullandıkları en temel enstrümandır. Büyüme oranlarının üst üste üç
çeyrek düşük çıkması resesyon başlangıcı olarak kabul edilir.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Askerden kaçalım derken profesör olduk!

1996 yılında bir grup bilim insanı 2000 yaşlı Finlandiyalı üzerinde bir araştırma yaparlar. Amaçları sağlıklı düşünme ile uzun ömürlülük arasında bir ilişki olup olmadığını görmektir. Katılımcılar üç gruba ayrılır; gelecekten ümitsiz olan karamsarlar, gelecekten beklentileri olan iyimserler ve iyimser ya da kötümser olmayan nötrler. Araştırma 6 yıl sürer. Sonuçlar şaşırtıcıdır. Karamsarların kanser, kalp rahatsızlığı ve kaza sonucu ölme olasılığı nötrlere göre daha yüksektir. İyimserler ise diğer iki gruptan daha düşük bir ölüm oranı sergilemişlerdir.

Gerek doğum gerekse ölüm doğu kültürlerinde alınyazısıyla ilişkili görüldüğünden bu konularda araştırma yapan bilim adamları pek olmaz. Yapanı da döverler mutlaka. Hal böyle olunca biz de alınyazısı der geçeriz. Peki ama gerçekten öyle mi, ne dersiniz?

Bu konunun retorik tartışmasına girecek değiliz. Sosyal bilimlerdeki geri kalmışlığımızı açıklamak o kadar da kolay değil maalesef. O nedenle sadece bazı verileri ortaya koyarak konuyu dikkatinize sunacağız, hepsi o.

Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) yayınladığı 2001 ila 2013 arasındaki doğum ve ölüm istatistiklerini yıllar ve aylar itibariyle inceledik. İşte bu istatistiklerden elde ettiğimiz sonuçlar:

Yıllar itibariyle en çok doğum olan aylar:
2001; Ocak
2002; Ocak
2003; Ocak
2004; Ocak
2005; Ocak
2006; Ocak
2007; Ocak
2008; Ocak
2009; Ocak
2010; Ocak
2011; Ağustos-Ocak
2012; Ağustos-Ocak
2013; Temmuz-Ağustos-Ocak

2001 ila 2010 yılları arasında en çok doğum yapılan ay Ocak olup 2011'den sonra da en çok doğum yapılan aylar içinde ön sıradadır. Kısaca yorumlamak gerekirse doğum ayı Ocak ayı.

Peki en az doğum yapılan ay acaba hangisi? Acaba orada tablo nasıl?

Yıllar itibariyle en az doğum olan aylar:
2001; Aralık
2002; Aralık
2003; Aralık
2004; Aralık
2005; Aralık
2006; Aralık
2007; Aralık
2008; Aralık
2009; Aralık
2010; Aralık
2011; Aralık
2012; Aralık
2013; Aralık

Bu sonuçlara bakıldığında en az doğum yapılan ayın son onüç yıldır değişmediği ve Aralık ayı olduğu görülmektedir.

Şimdi de ölüm sayılarına bakalım.

Yıllar itibariyle en fazla ölümün olduğu aylar:
2001; Aralık-Ocak
2002; Ocak
2003; Ocak
2004; Ocak
2005; Ocak
2006; Ocak
2007; Ocak
2008; Ocak
2009; Ocak
2010; Ağustos
2011; Ocak
2012; Ocak
2013; Aralık-Ocak

Bu sonuçlara göre ülkemizde en fazla ölümün gerçekleştiği ay Ocak.

Peki en az ölüm sayısının olduğu aylar hangileri? Şimdi de buna bakalım.

Yıllar itibariyle en az ölümün olduğu aylar:
2001; Eylül
2002; Eylül
2003; Eylül
2004; Eylül
2005; Eylül
2006; Eylül
2007; Eylül
2008; Eylül
2009; Eylül
2010; Şubat-Eylül
2011; Eylül
2012; Eylül
2013; Eylül

Ülkemizde en az ölümün gerçekleştiği ay da son 13 yıldır pek değişmemiş görünüyor: Eylül.

Sonuçlara kısaca yeniden göz attığımızda; en çok doğum yapılan ay Ocak, en az doğum yapılan ay Aralık; en çok ölüm sayısının olduğu ay Ocak, en az ölüm sayısının olduğu ay ise Eylül. Sonuçlar pek yoruma açıkmış gibi de durmuyor; kesin ve net. Öyleyse bunun üzerine ancak şu söylenebilir: Toplum olarak onyıllar itibariyle istikrarlı sayılabileceğimiz neredeyse hiçbir pozitif alan yokken, doğum ve ölüm sayılarındaki bu istikrar düşündürücüdür. Ama bilimin gelişmediği yerlerde sayıların da pek anlamı olmuyor. Bilimsel literatürde bu konularda yapılmış, Finlandiya benzeri bir araştırma bulmak maalesef mümkün olmadı. O nedenle yorumu sizlere bırakıyoruz. (Ayrıntılı rakamları merak edenler TÜİK'in sitesinden öğrenebilirler.)

Sosyal bilimlerdeki geri kalmışlığımızın nedeni nedir tam olarak bilemiyoruz ama kesin olarak bildiğimiz bir şey var: Askerden kaçalım derken profesör olduk!

1 Ocak 2015 Perşembe

Ekonomi yorumcularımızın en acayip 9 lafı!

Ekonomi ve finans yorumculuğu giderek popülerliğini arttırıyor. Cebinde 100 doları ya da hesabında 2 lot hissesi olandan üniversitede akademisyenlik yapana herkes sosyal medyada yorum yapıyor. Hemen ardından da yaptıkları şeyin yatırım tavsiyesi olmadığını söylüyorlar. "Dolar yükselecek" şeklinde yorum yaptıklarında düzenleyici kuruluşların peşlerine düşecekleri gibi bir paranoyaya sahipler herhalde. "Evi arabayı sattım, altın aldım; altın yükselecek. Yatırım tavsiyesi değildir." E nedir kardeşim öyleyse? "Ben yaptım, siz yapmayın" diye mi yazdın? Hemen karşı yorum gelmekte gecikmiyor: "Maalesef arkadaşlar düşecekkkk! Yatırım tavsiyesi değildir." Biz daha diğer arkadaşın kim olduğunu düşünürken sen nereden çıktın birader. Buffett adına "fuatavni"lik mi yapıyorsun? "k" harfini dört kere arka arkaya yazınca yorumuna gerçeklik ve kesinlik kattığını mı düşünüyorsun? Yatırım tavsiyesi değilse kendin için yazıyorsun öyleyse; insan kendi için not ya da hatıra defteri yazmaz mı? Yoksa herkes yazıyor, ben de yazayım diye mi düşündün? Ya da çıktın televizyona, "yatırım tavsiyesi değildir" diye diye bir şirketin hisse senedinin düşeceğini söyledin. Hatta koro tutup onlara da yatırım tavsiyesi değildir diye şarkı yaptırdın. Sosyal medya hesabında da bunu tekrarlamaya devam ettin. Hisse senedi de düştü. Şimdi "yatırım tavsiyesi değildir" demenin seni kurtaracağını mı düşünüyorsun?

Kısacası bu "yatırım tavsiyesi değildir" hadisesi karmaşık bir meseledir ve çözümlenmesi bu kadar basit değildir. Parasını bu asılsız yorumlara göre harcayacak birileri varsa, bu da ayrı bir sorundur zaten. "Evlilik vaadiyle kandırılan kız" misali araştırılması gerekir.

Zaten şaşılası bir durum daha vardır. Yazdıklarının altına "Yatırım tavsiyesidir" diyen bir kişiye bile rastlayamazsınız. Ne kadar tuhaf değil mi? Anlaşılan yatırım tavsiye yapmak seks gibi bir şey; toplum önünde yapılması mazur görülmüyor. Yatırım tavsiyesini herkesin eşine ya da sevgilisine yapması gerekiyor. Neyse bu konuyu fazla uzatmayalım. Anlaşılan "yatırım tavsiyesi değildir" demek "popomdan uyduruyorum" demenin görgü kurallarına göre oluşturulmuş şekli galiba.

Yatırım tavsiyesi olmayan yatırım tavsiyelerine baktığımızda ise daha tuhaf bir durum çıkıyor karşımıza. Yorumlarda kullanılan ifadeler gizli bir tarikatın iletişim sözcükleri gibi. Soyut, bulanık ve tam olarak neyi anlattığı belirsiz. Evrensel gibi gözüken bir dizi kavram kullanılıyor ama ne anlatılmak istendiği tam olarak anlaşılmıyor. Bu bulanık dilin en temel ögelerini bulmak için bir araştırma yapalım dedik. Finans ve ekonomi yorumlarını inceleyerek yorumlarda en çok kullanılan ifadeleri bulduk. Bunlarla ne ifade edilmek istendiğini ve aslında bunlardan ne anlam çıkarılabileceğini kıyasladık. İşte ekonomi yorumcularının yorumlarında en fazla kullandığı 9 kavram ve karşılaştırmalı anlamları:

1- Piyasa aktörleri

Anlatılmak İstenen: Piyasa dinamikleri içinde etkin olması ihtimal dahilinde olan düzenleyici kuruluşlardan büyük yatırımcılara kadar herkes.
Anlaşılan: Aslında piyasalar sadece aktörlerin yer aldığı, aktrislerin olmadığı "maço" yerler değildir. Erkek ekonomi yorumcularının yorum yaparken kullandıkları üç ses aşağıdan tiz sesleri piyasaların efemine yerler olduğunu bile düşündürtebilir. Hatta yorumcuların kıvırmadaki ustalığına bakarak piyasanın aktör değil dansöz dolu olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ama her halükarda "alemin kralı"nın onlar olduğunu herkes kolayca sezer.

2- Beklentiler paralelinde

Anlatılmak İstenen: Ekonomik öngörü sahiplerinin daha önceden öngörebildiği bir durumun gerçekleşmesi.
Anlaşılan: Mesela "Milli gelir beklentiler paralelinde gerçekleşti" diyen bir yorumcu aslında şunu demek ister: "Üzerinde konuşup çenemi yormaya değmez. Zaten böyle olacağını ben biliyordum." Senin de aklından şu geçer: "Ya, koca ülke üç ay boyunca gece gündüz çalışıp çabaladık, bir milli gelir ortaya çıkardık ama zaten arkadaşlar bunu önceden biliyormuş..." Acaba çalışmasa mıydık diye aklından geçirme çünkü onlar bunu da bilirler. Çünkü ekonomi yorumcuları bir ülkenin ne kadar üreteceğini zaten hep bilirler. Onlar bilemese bile "canikosu" mutlaka bilir.

3- Piyasanın ne tepki vereceği önemli

Anlatılmak İstenen: Bir gelişme sonrası piyasanın nasıl etkileneceği sonraki gelişmeler için de belirleyici olacak.
Anlaşılan: Piyasa tepki verebildiğine göre canlı olsa gerek. Yorumcunun normal ifadesine bakarsan samimi bir arkadaşı bile olabilir. Hatta asker arkadaşı bile olabilir. Ama kesin olan şey tepki verebildiğidir. Kızabilir, gülebilir, memnun olabilir, hatta küfür bile edebilir. O nedenle dikkatli olmanız gerekir.

4- Borsanın nabzı

Anlatılmak İstenen: Borsa endeksinin değişimi.
Anlaşılan: Borsa da sizin gibi etten kemiktendir. O nedenle de kan akışı vardır ve bu akışın sürekli ölçülmesi gerekir. Öğrenmeniz çok işinize yarar. Ayrıca şunu da unutmayın. Ekonominin nabzı, para piyasalarının nabzı, doların nabzı hatta altının bile nabzı vardır. Kendi nabzınızı boşverin, bunlara bakın.

5- Tepki alımı

Anlatılmak İstenen: Borsanın yeteri kadar düştüğünü düşünenlerin hisse senedi alması.
Anlaşılan: Bizim "gül gibi" borsamız vardı, hep yükseliyordu. Ama siz kendini bilmezler bizim borsamızı düşürdünüz. Biz bunu hiç hak etmiyorduk. Bir araya geldik ve dedik ki, borsamızı düşürenlere bir tepki verelim ve hisse senedi alalım. İşte, bak aldık. Herhalde bir daha gücümüzü test etmeye kalkmazsınız.

6- Beklenti satın alındı

Anlatılmak İstenen: Gerçekleşen olayın piyasaya etkisinin daha önceden öngörülerek fiyatlara yansıtıldığı.
Anlaşılan: Beklentiyi yaratan bilgiyi öğrendiğinizde yatırım yapmanız bir işe yaramaz. Çünkü bazı "anasının gözü" yatırımcılar bunu çok önceden öğrenip yatırım yapmışlar ve fiyatları yukarı çekmişlerdir zaten. Sen resmen uyumuşsun; bak adamlar ne kadar zeki. Sana tavsiyem daha öngörülü olman. Mesela Einstein ne diyor; "3. Dünya savaşını bilmem ama 4. Dünya savaşı taşlarla yapılacak." E ne duruyorsun, beklentiyi satın alıp hemen taş üreten bir şirketin hisse senetlerini alsana.

7- Endeks 83.000 seviyelerine tutunmaya çalışıyor

Anlatılmak İstenen: Borsanın düşme ihtimalinin yükselme ihtimalinden daha fazla olduğu.
Anlaşılan: Ne güzel yükseliyordu borsamız, ama ortaya çıkan gelişmeler borsamızı düşüşe geçirdi. Şimdi batmamak için tutunacak bir dal arıyor. Bunu yapanların ocaklarına ateş düşsün inşallah.

8- Alıcılı açılış

Anlatılmak İstenen: Borsanın işleme başladığı dakikalarda endeksin yükselmesi.
Anlaşılan: Demek ki bize öğretilen hatalıymış. Bir alıcıya karşılık bir satıcı olması gerektiği doğru değilmiş. Sadece alıcı olunca da borsa çalışabiliyormuş. Hisse senetlerini birinden almadığına göre gökten düşenleri topluyor demek ki...

9- Eş zamanlı veri akışı

Anlatılmak İstenen: Verinin açıklanır açıklanmaz sizi sunulacağı.
Anlaşılan: Zaten canlı yayındaysak bunu bir daha söylemenize neden gerek var ki? Canlı yayındayken banttan yayın yapılabiliyor mu? Neyse, bu paradoksal durumu açıklamaya kalkışırsak işin içinden çıkamayız. Erol Evgin'in dediği gibi: Hani bir hisse kayar ya; Hani ardından trend kırılır ya; İşte öyle bir şey.

Bu kavramlarla hangi ekonomik çıkarımın yapılacağı bile belli değilken, bir de söyleneni yatırım tavsiye sanmak hiç akıllıca gelmiyor. Karar size kalmış artık. Ha, unutmadan ekleyelim. Bu makalede yazılanlar yatırım tavsiyesidir; yatırım yaparken mutlaka hatırlayın.