27 Ekim 2015 Salı

Bunun adı Doktora yapmak değil, bilimi katletmektir!

Kendini akademik yönden geliştirme konusunda son derece istekli bir genç kuşağa sahibiz. İkinci üniversite, yüksek lisans, master, MBA gibi eğitim programlarının birini bitirip birine başlıyorlar. Gelecek için son derece ümit verici bir durum. Gençlerin son dönemlerde en fazla rağbet gösterdiği alanlardan biri de doktora yapak. Bir lisans ya da yüksek lisans programını bitirdikten sonra o bilim dalında sınav ve bilimsel bir eserle erişilen bu derece isminizin önüne "Doktor" ünvanını da ekleyiveriyor. Hem ülke biliminin, hem kendi akademik ve profesyonel referanslarının, hem de toplumun entellektüel seviyesini yükseltiyorlar. Ne kadar gurur duysalar az...

Yüksek öğretim istatistiklerini inceleyenler 2015 itibariyle doktora yapan insan sayısının 78.223 kişi olduğunu göreceklerdir. Üniversitelerin Yardımcı Doçent adı altında çalıştırdığı Doktor ünvanlı personel sayısı ise 33.323 kişi. Yani ülkemizde 111.546 adet Doktor ünvanına sahip kişi bulunuyor/bulunacak. Bu gerçekten yüksek bir rakam. Bu iki istatistiğe girmeyen Doktor ünvanlı kişiler olacağını da düşünürsek, ülkemiz nüfusunun yaklaşık binde 2'si Doktor. Müthiş bir rakam. Peki ama neyi ifade ediyor?

Nicelik olarak son derece yüksek bir oran olan binde 2'lik Doktor sayısının nitelik olarak ne ifade ettiğini anlamak için TÜİK'in istatistiklerine baktık. İstatistik Kurumu 2014 yılında Türkiye'deki kitap okuma oranlarını hesaplamıştı. Edebiyat ve politika dışı konularda yer alan düşünce kitaplarının okunma oranını on binde 1,3 olarak belirliyordu. On binde 1,3. Yani yaklaşık 10 bin kişi.

Şimdi ortalama bir eleştirel akıl seviyesiyle bu iki oranı yeniden değerlendirelim. Doktor olan kişi sayısı 110 bin kişi. Düşünce kitabı okuyan kişi sayısı 10 bin kişi. Yani düşünce kitabı okuyan 10 bin kişinin tamamı Doktor ünvanına sahip bile olsa 100 bin Doktor tek bir kitap bile okumuyor. Yuh!

Bunun adı nedir biliyor musunuz; Doktora yapmak değil, bilimi katletmektir. Bir yıl içinde tek bir düşünce kitabı bile okumayan 100 bin Doktor. Bilim insanına hakaret doğru değil, ne diyelim, yazıklar olsun istatistik bilimine!

Doktora yapan arkadaşım, amacının profesyonel hayattaki rakiplerine yumuşakça gözdağı vererek öne geçmek olduğunun farkındayım. Ama unutma ki, bilimin olmadığı bir ülkede kazananlar, zaferden sonra kaybedenlerin enkazını devralmaya mahkumdurlar.

Hani antropoloğun biri demiş ya, Afrikalı ilkellerden öğrendiğim onların benden öğrendiklerinden daha fazla diye. Vallahi, Doktora yapmak yerine Doktor ünvanlı kişilerin "yetersizliğine" bakın, daha fazla Doktor olursunuz.

26 Ekim 2015 Pazartesi

Odtü-Boğaziçi yanılgısı!

Birçoklarına göre ülkemizin en iyi üniversiteleri hiç şüphesiz Odtü ve Boğaziçi. İki üniversite arasındaki rekabet hem öğrenciler hem de iş dünyasında tüm şiddetiyle devam ediyor. Öğrenciler bu iki okula girebilirlerse iş hayatına da yüksekten başlayacakları düşüncesindeler. Neredeyse tüm üniversite sınavı rekabeti bu iki üniversite ekseninde cereyan ediyor. Türkiye'de saygın bir bilim insanı sayılmak ve iş hayatında iyi bir gelecek için bu üniversitelerden mezun olmak öğrenciler için çok önemli. Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?

Bu iki üniversitenin bilimsel yeterliliğinden önce ülkemiz üniversitelerinin bilimsel yeterliliğini anlamaya çalışalım. Bunun için en önemli iki kriter akademik personel sayısı ve bu akademik personelin bilime yaptıkları katkıyı gösteren makale sayısıdır. Ülkemiz üniversitelerinde 2008 yılında 100 bin kişi seviyelerinde bir akademik kadro vardı ve bu akademik kadronun ürettiği bilimsel makale sayısı 22 bin adetti. Yani her beş akademik personelden sadece bir tanesi bilime katkı yapma zahmetinde bulunmuş. Gerçekten düşündürücü bir durum. Peki şimdi durum nasıl?

2014 yılı itibariyle üniversitelerimizdeki akademik personel sayısı 141 bine yükselmiş görünüyor. Yani personel sayısı son 6 yıldı %40'tan fazla artış göstermiş. Buna karşın yayınlanan makale sayısı sadece 22 bin. Yani yerinde saymış. Her yedi akademik personelden sadece biri bilime katkı yapma inceliğini göstermiş. Bu konuda söyleyecek bir şey bulmak gerçekten çok zor. Rakamlar her şeyi açıklıyor aslında: Türkiye'de bilim de yok, üniversite de... Gelin şimdi de üniversitelerimizin durumuna bakalım.

Tüm dünyadaki üniversiteleri evrensel kriterlere göre sıralayan endekslerin en önemlilerinden biri Shanghai Sıralaması adındaki liste. Önemli bir ödül alan personel sayısı, atıf yapılan personel sayısı, bilimsel yayın sayısı ve bütçe performansı gibi kriterleri puanlayarak her yıl dünyanın en önemli 500 üniversitesini yayınlıyorlar. 2015 yılı sıralamasını geçenlerde yayınladılar. Dünyanın en önemli 500 üniversitesi içinde sadece tek bir Türk üniversitesi var. Listeye 424. sıradan giren İstanbul Üniversitesi. Malezya, Şili, Meksika, Mısır, Suudi Arabistan, Günay Afrika ve İran bile listede bizden daha iyi durumdalar. Gerçekten çok üzücü.

Bu listede ne Odtü var, ne de Boğaziçi. Evrensel kriterler ekseninde yorumladığımızda, bu iki üniversitemiz maalesef bilimsel açıdan iyi üniversiteler değiller. Dünyanın en önemli 500 üniversitesinden biri olamıyorsan muhtemelen belki üniversite bile değilsindir ama neyse...

Peki ama bu üniversitelere olan aşırı talep neden öyleyse? Nedeni oldukça basit. Son yıllarda küresel sermayenin cariyesi olma rolünü iyice pekiştiren ülkemizde yabancı patronun taleplerini anlayıp ona göre hizmet vermek önemli bir zorunluluk oldu. Bu üniversitelerimizin de öteden beri yabancı dille eğitime verdikleri önem ortada. Yerli yöneticilerimiz yabancı patronlarımıza daha iyi hizmet vermek adına patronun dilini bilen insana ihtiyaç duyuyorlar. Bu tür insanları bulabilecekleri en iyi adres Odtü ve Boğaziçi. O nedenle de en iyi üniversitelerimiz bunlar kabul ediliyor. İşte tüm mesele bu. (Yabancı dille eğitim veren üniversiteler arttıkça bu okulların mezunlarına olan talebin azaldığı muhtemelen birçoklarının takdiridir.)

Odtü ve Boğaziçi'nin iyi üniversite olması mezunlarının egolarını şişirebilir ama bundan başka bir kullanım alanı yoktur. Bu anlayış, gerçek gidişatın dürüst ve özeleştirel bir şekilde değerlendirilmesini engelleyen bir üstünlük sanrısı yaratmaktan başka bir şeye hizmet etmedi, etmiyor ve muhtemelen gelecekte de etmeyecek.

Yukarıda verdiğimiz rakamları tek cümleyle özetlemek gerekirse; Türkiye'de ne bilim var, ne üniversite; diplomanın tek amacı küresel sermayeye cariyelik!

21 Ekim 2015 Çarşamba

Türkiye'de bilim var, ama işine gelirse!

Aziz Sancar'ın Nobel Kimya Ödülünü kazanması sonrasında en çok tartışılan konulardan biri bilimin ülkemizdeki hali. Yıllardır birbirimize sorup cevabını açıkça ortaya koyamadığımız soru da bu zaten: "Türkiye'de bilim var mı?" Nazarı bilimsel olarak ispatlayan projeler yanında evrensel açıdan parlak diyebileceğimiz birçok buluşa da imza atılıyor bu topraklarda, hayvanat bahçesinden Tübitak'a müdür atamanın yanında hayatını toplum için ortaya koyanlar da var. Yani soruya tam bir yanıt vermek gerçekten çok güç. Öyleyse yeniden soralım ve yanıt vermeye çalışalım: Ne dersiniz, Türkiye'de bilim var mı?

Ülkemizin belki de en önemli sanayi yerleşkelerinden biri hiç şüphesiz Kocaeli'nin Dilovası ilçesidir. Türkiye'nin 100 büyük sanayi kuruluşundan 18'i bu küçük ilçededir. Ülke ekonomisine katkısını söylemeye gerek yok sanırız. İlçenin en büyük karayolları üzerinde yer alışı ve sekiz kilometrelik sahilindeki dokuz limanı ile yerel ve küresel ticaretimizin en kilit yerlerinden biridir. Keşke ülkemizde böyle daha fazla ilçemiz olsa, değil mi?

Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu bu küçük ilçenin sağlık rakamlarını incelerken kafasına bir şey takılır. İlçede kanserden ölenlerin oranı %34'tür ve bu rakam diğer bölgelere göre oldukça yüksektir. Hayatını ilaç şirketlerine danışmanlık yaparak değil de halkın sağlığına adayan Onur Hamzaoğlu bunun nedenlerini öğrenmek için 2005 yılında bir araştırmaya başlar. Ölenlerin evlerini tek tek ziyaret eder. Ölüm sebeplerini ve patoloji raporlarını inceler. Verileri ayrıntılı şekilde kaydeder ve ulaştığı sonuçları içeren raporunu çözüm önerileriyle birlikte Meclise gönderir. Gereken tedbirlerin alınması artık kaçınılmazdır. Halk sağlığı her şeyin üzerindedir ve tedbirler mutlaka alınacaktır.

Aradan yıllar geçer ve Onur Hamzaoğlu raporun neyi değiştirdiğini görmek için 2011 yılında yeni bir çalışmaya başlar. İlçedeki yeni doğan bebekleri ve annelerini araştırır bu kez. Anne sütü ve yeni doğan bebeklerin dışkılarını analize tabi tutar. Ulaştığı sonuçlar gerçekten vahimdir. Anne sütü ve yeni doğan bebeklerin ilk dışkılarında kansere yol açan ağır metaller yer almaktadır. Hayatını halk sağlığına adamış biri için bu noktada yapacak tek bir şey vardır ve Onur Hamzaoğlu da onu yapar. Raporun sonuçlarını basın yoluyla en yüce makam olan halka duyurur. Peki, sonra ne olur dersiniz?

Araştırmanın sonuçları bir dergide yayınlanmadan halka duyurulduğu için Onur Hamzaoğlu'nun hapis cezası ile yargılanması istenir. Yanlış okumadınız, hapis cezası ile yargılanması... Modern bir toplumda "kahraman", tipik bir ortaçağ toplumunda "aziz", ilkel bir kabilede "şaman" ilan edilecek bir kişi bizim toplumumuzda "suçlu" ilan edilmiştir. Sanıyoruz fazla söze gerek yok. Her şey oldukça açık. Toplum, iş dünyası ve politika maddi çıkarları adına bir kere daha insan hayatını değersiz görmüşlerdir.

Girişteki sorumuzu tekrar hatırlayalım: Türkiye'de bilim var mı? Herhalde herkes yanıtı biliyordur ama biz bir kere daha söyleyelim: Var canım, ama işine gelirse!

20 Ekim 2015 Salı

Ey Türk Gençliği; birinci düşünce hatan!

Aziz Sancar'ın Nobel Kimya Ödülünü kazanması tam da yorumlamayı istediğimiz türden bir haber. Manşetler ve sosyal medya yorumları insanın göğsünü kabartan türden: "Milli başarı... Büyük Türk... Okuma yazma bilmeyen ailenin sekiz çocuğundan biri... Mardin'de okudu... Gece gündüz çalıştı... Kimsenin yapamadığını yaptı... Türkiye'yi gururlandırdı..." Bunlar gibi daha birçoğu. Her kafadan farklı bir övgü. Öve öve bitiremedik; Aziz Sancar'ı, halkımızın içindeki emsalsiz potansiyeli ve Türk'ün gücünü.

Aziz Sancar hakkındaki bu güzel ve cesaret verici sözler ortalama bir entellektüellik seviyesiyle değerlendirildiğinde bile maalesef çok acı bir gerçeğe çıkıyor. Yaşadığımız dünyayı anlayamadığımız gibi, gördüklerimizi de maalesef yorumlayamıyoruz. Ya da daha açık söylersek, derin bir düşünce hatası içindeyiz. Nasıl mı?

Sosyal Psikolojinin etkili kişilerinden Lee Ross, 70'li yıllarda, o zamanlar pek de anlaşılamayan bir teori ileri sürer. Temel Yükleme Hatası (fundamental attribution error) denilen bu teoriye göre kişilerin olumlu ya da olumsuz davranışlarının ardındaki nedenleri o kişilerin yetenek ve kişisel özelliklerine bağlamak bir düşünce hatasıdır. Hatta belki de insanlık tarihinin en temel düşünce hatasıdır. Peki, Aziz Sancar hakkında düşünürken biz nerede hata yaptık?

Aziz Sancar'ın başarısını algılama şeklimiz bir modern zaman mucizesinden öteye gidememiş gibi görünüyor. Okuma yazma bilmeyen ailenin sekiz çocuğundan biri olup Mardin'de kısıtlı şartlar içinde okuyarak hayata tutunmaya çalışan Aziz Sancar tüm engellere rağmen başarıya ulaşmıştır. Ana fikir basittir: Bir Türk'ün imkansızlıklar üzerindeki zaferi ve bu zaferin ilham verici yönü. Birçok insanın seveceği bir rüyadır bu, özellikle de birçok Türk'ün. Peki ama temel yükleme hatası denilen düşünce hatası nerededir öyleyse?

Çok çalışırsak şartlar ne olursa olsun biz de başarılı oluruz düşüncesi temel düşünce hatamızdır. Çünkü Aziz Sancar'ın Türkiye'deki görece kısa hayatı eşitsizlikler üzerinedir ve anlamadığımız şey maalesef budur.

Aziz Sancar olağanüstü bir bilim insanıdır ancak bu onun istisna olduğu anlamına gelir. Çünkü birçok insan kendisini başarısız kılan zorlukların üstesinden gelemez. Tıpkı Güneydoğu Anadolu'da doğan bol çocuklu ailelerden yetişen milyonlarca çocuğun başarısız olması gibi. Birçoğumuz Aziz Sancar'ı başarılı biri olarak görsek bile madalyonun diğer yüzünde acı bir gerçek vardır: Başaramayanları kaybedenler olarak değerlendirme hatası.

Dünya ne ara bu kadar adaletsiz oldu değil mi; kişilerin başarılı olmalarını engelleyen koşullar ve eşitsizlikler yerine bizzat kişileri suçluyoruz. İşte, bu insan aklının temel yükleme hatası dediği en temel düşünce hatasıdır. Başkaları aptallıkları ve yetersizlikleri nedeniyle başarısız olurlar; oysa ben başarısız olursam bunun tek nedeni kendi koşullarımdır.

Yani basitçe şunu yapıyoruz. Tüm suçu ya da başarıyı bireylere atarak toplumdaki eşitsizlik ve yetersizlikleri yaratan politikaları mazur görüyoruz, gösteriyoruz. Oysa Aziz Sancar'ın başarısı tek bir şeyin göstergesidir: Türk ve ABD toplumları arasındaki bilime verilen değerin.

Eşitsizlikleri anlama gerçeği yerine imkansızlıklar sonucu başarıya ulaşan azimli Türk safsatasına inandığımız sürece bu ülkede bilimin gelişmesi pek kolay değil. Muhtemelen kendi kendini tedavi eden DNA gibi bir buluş da tanrının iradesini içermediğinden Tübitak'tan bile kabul görmeyecekti.

Konuyu uzatmaya gerek yok. İçi boş kahramanlık retoriği ile şahlanan kitlenin dikkatini çekmek pek kolay değil ama biz yine de deneyelim: Ey Türk Gençliği, birinci düşünce hatan!

6 Ekim 2015 Salı

Rakı balığı bilmem ama gurmelik bilime uymuyor be Vedat!

Hafta sonunun magazin gündemi gurme Vedat Milor'un "Rakı, balığa uymaz" şeklindeki çıkışıydı. Konu birçoklarını ilgilendirdiğinden kamplaşma da uzun sürmedi. Muhalifler alaycı dille eleştirirken yandaşlar zevkli olmakla desteklediler. Tartışma kısa sürede bardağın yarısı boştu, doluydu şeklindeki sığ kişisel gelişim zırvalıkları mantığına döndü. Eleştirenler içinde, bu bardak plastik, üstelik her yanı delik ve boyutu da tutarsız diyen farklı bir bakış açısına maalesef yine rastlamadık. Oysa bir tat alma ve lezzet duyma meselesi olan rakı-balık ilişkisi, bardağın yarısı doluydu, boştu meselesi değil, bardağın bardak olmadığı meselesidir. Nasıl mı?

Vedat Milor, bir lezzet uzmanı olarak rakının balıkla yenilip yenilmeyeceğini elbette herkesten daha iyi bilecektir. Kabul edilsin ya da edilmesin lezzet onun uzmanlık alanı ve bu konuda ona söyleyebileceğimiz pek fazla şey olamaz. O nedenle rakının balıkla uygun olup olmadığı hususunu tartışmayacağız. Vedat Milor'a çok basit bir şey söyleyeceğiz: Lezzet diye bir şey yoktur ve bu nedenle gurmelik, 21.yüzyılda şaman davuluyla tedavi ettiğini düşünen yerli sanrısından başka bir şey değildir.

Lezzet diye bir şey olmadığı ifadesi herhalde birçoklarına aptalca gelmiştir. Güzel bir yahniyle berbat bir yahniyi, sıcak bir çorba ile soğuk bir çorbanın arasındaki farkı başka nasıl açıklayacağımızı söyleyin diyenler çıkacaktır mutlaka. Fazla uzatmadan açıklayalım öyleyse.

2000'li yılların başına kadar yemekleri lezzetli olanlar ve olmayanlar diye ayıran gurme bilgeliğini kabul eden bir bilim anlayışına sahiptik. Dilin, dört tadı alan basit bir kas olduğu ve yemeklerdeki lezzeti ancak tattan anlayan gurmelerin fark edebileceği fikrine inanan bir bilim anlayışıydı bu. Ön kısmı tatlı şeyleri, yan tarafları ekşiyi, arka kısmı acıyı ve her tarafıysa tuzu hisseden bir kastı dil ve lezzet ancak fark edenler için vardı. İşte, gurmeliği yaratan anlayış bilimin bu gelişmemiş varsayımlarıydı. Ama bilim bu ilkelliğe 2000 yılında dur dedi.

Gelişen nöroloji ve moleküler biyolojinin hedeflerinden biri de basit bir kas olan dildi. Bir grup bilim insanı dili inceliyordu ve tarihin akışını değiştirecek ilk buluşlarını o gün gerçekleştirdiler. Daha önce beyin hücrelerinde keşfedilen bir çeşit bilgi taşıyıcısı olan glutamat reseptörleri dilin üzerinde de vardı. Yani dil, tuzu bu reseptörlerle algılıyordu. Uygarlık tarihinin en eski sistemlerinden olan lezzete ilk darbe indirilmişti. Lezzet bir haz değil de duyu muydu acaba? 2002 yılında lezzete ikinci bir darbe geldi. Bilim insanları, dilde L-aminoasitleri algılayan ikinci bir reseptör keşfettiler. Bu keşifle gurmeliğe de ağır bir darbe indirilmişti.

Nörologlar bununla da yetinmediler. Yapılan son araştırmalarda tat olarak algıladığımız şeylerin %90'ından fazlasının koku olduğunu keşfettiler. Onlara göre bir lezzetin tadı kokudur. Çünkü ağzımızda on milyonun üstünde koku reseptörü vardır. Üstelik yapılan deneyler kokunun aldatıcı tarafını da ortaya koymuştur. Artık bunun üzerine söylenecek ne kaldı ki?

Konuyu daha fazla uzatmayacağız. Merak edenler, Jonah Lehrer'in aşılması güç bir yaratıcılıkla yazdığı "Proust Bir Sinirbilimciydi" adlı kitabını okuyabilirler. Biz konuyu kısaca özetleyerek son noktayı koyalım.

Balığı ister rakıyla, ister şarapla, isterseniz şeftali suyuyla yiyin. Dilin üzerindeki reseptörler beyninize olumlu sinyaller gönderiyorsa bileşim doğru demektir. Rakı ve balık meselesi Vedat Milor'un dediği gibi bir lezzet meselesi değil, sadece biyolojik ve nörolojik bir algılama meselesidir.

Bugün artık gurmelik, ancak yerli davulu çalan şamanın hastalık tedavi eden ayini kadar geçerlidir. Fakat insanların birçoğu hala bir fikrin doğruluğunu onun kullanışlılığı ile ölçen mermerden bir kafaya sahip oldukları için gurmeden keramet bekleyen tutarlı bir tutarsızlık içindedirler.

Galiba her şey G.H.Lewes'in dediği kadar basit: Sevmemiz gerekenleri değil, elimizde olmadan sevdiklerimizi seçiyoruz.

Rakı balığı bilmem ama gurmelik bilime uymuyor be Vedat!

5 Ekim 2015 Pazartesi

Kayıp 23 milyon nerede?

Kendisine tanınan harcama limitini 2014 yılında 98 milyon lira aşan bir kurumumuz son günlerin gündem konusu. 23 milyon liranın akıbeti ise bilinmiyor. Para kanatlanıp uçmayacağına göre bir yerlerde olmalı. Peki ama nerede?

Bir ekonomist paranın nerede olduğunu bilen bir kahin değildir elbette ama paranın nereye gideceğini her zaman iyi bilir. Tıpkı Diyanet'in kayıp parasının nereye gittiğini bilebileceği gibi.

Eğer siz de akılı bir ekonomistseniz, ki bunun için ekonomi okumuş olmanız da gerekmiyor, paranın nereye gitmiş olduğunu mutlaka anlamışsınızdır. Biz anlayamayanlar için bir kere daha anlatalım.

Ekonomi tarihinin belki de en gülünç ekonomi makalesi 19 Kasım 1955'te The Economist dergisinde yayınlandı. İngiliz tarihçi C.N.Parkinson imzalı makalenin her paragrafı ayrı telden çalıyordu. "Parkinson Kanunu" adlı makalede yazar yeni bir ekonomi yasası keşfettiğinden bahsediyordu. Parkinson Kanunu adını verdiği bu yasaya göre yapılan iş, ona ayrılan sürede bitirilirmiş. Yazıyı okuyanlar dalga geçildiği şüphesine kapılmışlardı. Herhalde muzip bir editör ekonomistlerle alay ediyordu. Böyle saçma ekonomi yasası mı olurmuş! Hem de bir tarihçi tarafından yazılmış!

Makalenin yankıları sürerken ekonomistler C.N.Parkinson'un gerçekten ne yapmaya çalıştığını merak ediyorlardı. Parkinson hangi verileri kullanarak böyle bir sonuca ulaşmıştı acaba?

Parkinson, basitçe şunu söylüyordu. Eğer sevdiğine bir kartpostal gönderecek biri emekliyse üç günde gönderir, ama çalışan biriyse on dakikada. Bu pek de mantıksız gelmemişti ekonomistlere. Ama ekonomiyle ilgisi neydi ki? Araştırmaya devam ettiler. Parkinson, başka bir veriye daha dikkat çekiyordu. İngiliz donanmasında gemilerin sayısı %67, subayların sayısı %33 düşerken amirallerin sayısı nasıl oluyordu da %78 artıyordu? Cevap Parkinson'un iğneleyici mizahıyla ortaya koyduğu yasada saklıydı aslında. "Bir işe ne kadar fazla zaman ayırırsak, onu bitirmek için o kadar uzun süreye ihtiyacımız vardır." Ekonomistler artık ikna olmuşlardı. Parkinson Yasası gerçekten ekonominin o güne kadar gözden kaçmış yeni bir yasasıydı.

Bürokratik bir kamu kurumunda yasa basitçe şu şekilde işliyordu. Tüm kamu dairelerindeki personel sayısının yapılan işe göre arttığı düşünülür. Ama gerçek pek de öyle değildir. Yeteneksiz bir çalışan iş yükünü yeteneksiz bir diğer çalışanla paylaşmak istemez. Çünkü eğer paylaşırsa yaptığı (ya da yapamadığı) işte söz sahibi olamaz. İş uzar da uzar. Yükü azaltmak için işe iki yeni çalışan alınır. Bu iki kişi de en az kendileri kadar yeteneksiz olanlar arasından seçilir. Bu yeni çalışanlar diğerlerinin altında çalışmaya başlarlar. Artık işin daha kolay yapılacağı düşünülür. Her iki çalışanın da altında bir eleman vardır ve işi gerekirse ona yaptırarak tamamlayabileceklerdir. Fakat süreç yine beklenildiği şekilde işlemez. İşin yapılışı süresince raporlar, mailler gider gelir, toplantılar yapılıp durur. Öte yandan ilk iki kişi yönetici durumuna gelmişlerdir. Yapılamayan işin faturasını altlarındaki çalışana çıkarmaya her an hazırlıklıdırlar. İşte bu süreç böylece devam eder gider.

Eğer kurumun kayıp parasını arıyorsanız, bilmeniz gereken tek şey Parkinson Yasasıdır. Kurumun 2004 yılında 72 bin seviyelerinde olan çalışan sayısının 2014 yılında 142 bine yükseldiğini biliyorsanız, paranın nereye gittiğini de anlamışsınız demektir. 10 yılda ikiye katlanan personel sayısı her şeyi fazlasıyla anlatıyordur herhalde.

Kısaca özetlemek gerekirse, bürokratik bir kurumda paranın nereye gittiği sorgulanıyorsa başvurulacak ilk yasa Parkinson'un zamanında komik denilen yasasından başka bir şey değildir. Bir işe ne kadar çok zaman ve kaynak ayırırsak, o işi bitirmek için o kadar çok zaman ve kaynağa ihtiyacımız vardır.

Unutmayın, Parkinson yasası ile bir problemi çözüyorsanız, o problem gerçekten komiktir. Ama trajikomik!