Bankaların pompaladıkları ucuz ve kolay kredi tabanı üzerinde yükselen iskambilden kule sonunda çöktü. Dayanıksız iskambil kağıtları tek tek yerlere saçıldı: Subprime krediler, türev ürünler, sofistike menkul kıymetler, şişirilmiş varlıklar ve daha birçok kart. Çöken kule büyük bir enkaz görüntüsünü andırıyor şu anda.
Dünya ekonomisini büyük bir çaresizliğin eşiğine getiren krizin nedenlerini bir kere daha değerlendirmek, bundan sonraki seyrinin öngörülmesi açısından yerinde olacaktır.
Öncelikle herkesin merak ettiği bir konudan başlayalım. Hükümetlerin şirketlere nakit enjekte ederek piyasaları kurtarma planı ne kadar etkili olacak? Krizi yaratan olguların bakış açısıyla değerlendirildiğinde; piyasalardaki ucuz kredi miktarını arttırmak, problemi çözmekten öteye, gerekli düzenleme ve ayarlamaların ertelenmesi anlamına gelecektir. Bunun sonucunda, piyasalara likidite süren ülkelerde enflasyon artarken, paranın satınalma gücü zayıflayacak, bireyler ve kurumlar zarar görecektir. Piyasalara müdahale eden ülkelerin, para birimlerinin gücünü devlet otoritesinden alan Fiat ülkeleri olmaları nedeniyle de yaşanan olumsuzlukların diğer ülkelere sıçraması fazla uzun sürmeyecektir. Bu uzun soluklu yavaşlama ve resesyon döneminde likiditenin eşit olarak dağıtılmaması sonucunda, nakit gücü artan kurumlar ile azalan hane halkı arasında büyük bir kontrast kaybı oluşacaktır. Olumsuzluğun en yüksek olduğu noktada alım yapın diyen yatırımcıların öğütleri de pek işe yaramayacaktır o zaman.
Hemen belirtilmelidir ki, daha önce yaşanmamış bir krize alışılageldik olmayan bir yöntemle müdahale edilmesinin ne ölçüde başarılı olacağını hesaplamak, hangi ekonomik kuramlarla desteklenirse desteklensin astrolojiden öteye yargılar içermeyecektir. Bu nedenle olacakları hep beraber göreceğiz.
Bu noktaya nasıl geldik?
Başlangıçta bir subprime krizinin nasıl bir anda global bir kriz haline dönüştüğünü anlamak, bundan sonrası için ne yapmamız gerektiğini bulmak açısından önemli olacaktır. Evet, bizi buraya ne getirdi ve bundan sonra ne olacak?
Şu andaki krizin ana nedeni açıklığıyla ortada: Son birkaç yılki aşırı kredi üretimi. Yüksek likidite bolluğu ve gerçekçi olmayan düşük faiz oranları hatalı yatırım yığınları oluştururken, büyük finansal kurumların itibara dayanan sorumluluklarını göz ardı etmeleri global krizi ortaya çıkardı. Artık hedge fonları, spekülatör yatırımcıları, fırsatçı açığa satışçıları suçlamak, açıkta bırakılan tatlıya üşüşen sinekleri suçlamaktan öteye anlam ifade etmiyor.
Yaşanan krizin diğerlerinden neden farklı olduğunu biraz daha yakından anlamaya çalışalım. Böyle bir durumda, sıkı para politikası ve yüksek faiz oranının aşırı ısınmış ekonomiyi serinletmesi, fiyatlar genel seviyesindeki artışı dizginlemesi beklenirdi. Bunun sonucunda da ekonomik durgunluk sert olsa da fazla uzun sürmeyecektir… Fakat şu anda böyle bir çözüm senaryosunun düşünülmesi bile büyük bir hata gibi görünüyor.
Aslında resesyon dönemlerini aşmak “teknik” olarak zor değildir. Krize neden olan etmenlerin, yani bol kredi ve düşük faiz oranı politikasının tam tersi politikalar uygulamak yeterlidir. Fakat klasik döngüsü olmayan bir krizle karşı karşıyayız. Ekonomi içinde hep yer almış olan risk algılamasının tamamen değiştiği, hatta yok olduğu bir kriz bu. Sıkı para politikası ve yüksek faiz oranları çözümü değil çözülmeyi tetikliyor. Alınan önlemler, tıpkı krizin geliyorum dediği yıllardaki gibi, bol likidite ve düşük faiz. Hatta kısa dönem reel faizler negatif seviyelerde. Krizi yaratan sebepler krizi önleyecek mi? İşte, bu büyük bir soru işareti. Çünkü Merkez Bankaları faizleri düşürdükçe, konut kredisi, kredi kartı ve diğer kredilerin faiz oranları kademeli olarak artıyor.
Varlıklar eridikçe eriyor!
Finansal piyasaların en önemli motivatörü sayılabilecek risk algılamasının yok olması, özellikle bankalar, diğer ilişkili şirketler ve hatta hane halkı tarafından kararlılıkla sürdürülüyor. Risksizliğin, mali tabloların bozulan dengesini yerine getireceği düşünülüyor. Ama bu süreç, gelecek yıllarda hissedilecek yıkımı beslemekten fazla bir şey yapmıyor. Şirketler sermayelerini güçlendirmek ve nakit seviyelerini yükseltmek için varlıklarını ardı ardına satışa çıkarıyor. Artan varlık arzı fiyatları düşürürken, diğer şirketleri de sermaye arttırmaya zorluyor. Bu durum fiyatları daha da aşağılara çekerken, bankaları kredi arzlarını daraltmaya sevkediyor. Bankalar kredi vermedikleri zaman, krediye ihtiyacı olan kişi ve kurumlar daha az harcama yapıyor. Kısır döngü böyle devam ediyor. Piyasadaki yüksek satış iştahı yatırımcılara da sıçradığı zaman kanlı satış dönemi başlamış oluyor. Bu aşamada artık tüm menkul kıymetler değerlerinin çok çok altında satılırken, piyasalar da keskin bir düşüş yaşıyor. Üstelik çok kısa bir süre içinde.
Merkez bankalarının şirketleri kamulaştırma çabaları sonuç verir mi?
Bankaların kredi verme iştah ve kapasiteleri bulunmaması, Merkez Bankalarının uyguladıkları düşük faiz politikasının önündeki en önemli engellerden biri olarak görünüyor. Bankacılık sisteminin 30 olan kaldıraç oranını 20’ye indirmek için bile en az 6 trilyon $’lık aktif satışı gerekiyor ki, bu da ABD hükümetinin 700 milyar $’lık paketinin neden yeterli olamayacağının en basit göstergesi sanırız. Hükümetin, bankaların elindeki değersiz varlıkları geçerli fiyatları üzerinden satın alması, sermaye yeterlilik rasyolarını pek değiştirmeyecektir. Kısa dönemde bazı delikleri tıkasa da bankaların kredi musluklarını açmalarını sağlatmayacaktır.
Hükümetler krize yol açan yaklaşımlarla problemi çözmeye çalışıyorlar. Çöküşe neden olan, aşırılıkları benimseyen, bugüne kadar problemleri görmezden gelen yöneticiler de kurtarıcılar olarak atanıyor. Varlık fiyatlarını yüksek tutmak üzerine kurulu düzeltme modelinin, 1930’larda yapılan benzer hatalar gibi resesyonu uzun soluklu kılmayacağından nasıl emin olunabilinir ki?
Resesyon kapıda!
Şu anki politikaların çözüm olmaktan çok, gerekli düzenlemeleri geciktireceği, enflasyonu arttıracağı, vergileri yükselteceği ve belki de dünyayı stagflasyona götürecek yapıya zemin oluşturacağı yönünde kuşkular giderek büyüyor. Dünya ekonomisinin global bir resesyona gireceği kesin görünse de, piyasa aktörlerinin risk alma isteksizliklerinin ne kadar süreceği daha büyük merak konusu.
Dünya ekonomisini büyük bir çaresizliğin eşiğine getiren krizin nedenlerini bir kere daha değerlendirmek, bundan sonraki seyrinin öngörülmesi açısından yerinde olacaktır.
Öncelikle herkesin merak ettiği bir konudan başlayalım. Hükümetlerin şirketlere nakit enjekte ederek piyasaları kurtarma planı ne kadar etkili olacak? Krizi yaratan olguların bakış açısıyla değerlendirildiğinde; piyasalardaki ucuz kredi miktarını arttırmak, problemi çözmekten öteye, gerekli düzenleme ve ayarlamaların ertelenmesi anlamına gelecektir. Bunun sonucunda, piyasalara likidite süren ülkelerde enflasyon artarken, paranın satınalma gücü zayıflayacak, bireyler ve kurumlar zarar görecektir. Piyasalara müdahale eden ülkelerin, para birimlerinin gücünü devlet otoritesinden alan Fiat ülkeleri olmaları nedeniyle de yaşanan olumsuzlukların diğer ülkelere sıçraması fazla uzun sürmeyecektir. Bu uzun soluklu yavaşlama ve resesyon döneminde likiditenin eşit olarak dağıtılmaması sonucunda, nakit gücü artan kurumlar ile azalan hane halkı arasında büyük bir kontrast kaybı oluşacaktır. Olumsuzluğun en yüksek olduğu noktada alım yapın diyen yatırımcıların öğütleri de pek işe yaramayacaktır o zaman.
Hemen belirtilmelidir ki, daha önce yaşanmamış bir krize alışılageldik olmayan bir yöntemle müdahale edilmesinin ne ölçüde başarılı olacağını hesaplamak, hangi ekonomik kuramlarla desteklenirse desteklensin astrolojiden öteye yargılar içermeyecektir. Bu nedenle olacakları hep beraber göreceğiz.
Bu noktaya nasıl geldik?
Başlangıçta bir subprime krizinin nasıl bir anda global bir kriz haline dönüştüğünü anlamak, bundan sonrası için ne yapmamız gerektiğini bulmak açısından önemli olacaktır. Evet, bizi buraya ne getirdi ve bundan sonra ne olacak?
Şu andaki krizin ana nedeni açıklığıyla ortada: Son birkaç yılki aşırı kredi üretimi. Yüksek likidite bolluğu ve gerçekçi olmayan düşük faiz oranları hatalı yatırım yığınları oluştururken, büyük finansal kurumların itibara dayanan sorumluluklarını göz ardı etmeleri global krizi ortaya çıkardı. Artık hedge fonları, spekülatör yatırımcıları, fırsatçı açığa satışçıları suçlamak, açıkta bırakılan tatlıya üşüşen sinekleri suçlamaktan öteye anlam ifade etmiyor.
Yaşanan krizin diğerlerinden neden farklı olduğunu biraz daha yakından anlamaya çalışalım. Böyle bir durumda, sıkı para politikası ve yüksek faiz oranının aşırı ısınmış ekonomiyi serinletmesi, fiyatlar genel seviyesindeki artışı dizginlemesi beklenirdi. Bunun sonucunda da ekonomik durgunluk sert olsa da fazla uzun sürmeyecektir… Fakat şu anda böyle bir çözüm senaryosunun düşünülmesi bile büyük bir hata gibi görünüyor.
Aslında resesyon dönemlerini aşmak “teknik” olarak zor değildir. Krize neden olan etmenlerin, yani bol kredi ve düşük faiz oranı politikasının tam tersi politikalar uygulamak yeterlidir. Fakat klasik döngüsü olmayan bir krizle karşı karşıyayız. Ekonomi içinde hep yer almış olan risk algılamasının tamamen değiştiği, hatta yok olduğu bir kriz bu. Sıkı para politikası ve yüksek faiz oranları çözümü değil çözülmeyi tetikliyor. Alınan önlemler, tıpkı krizin geliyorum dediği yıllardaki gibi, bol likidite ve düşük faiz. Hatta kısa dönem reel faizler negatif seviyelerde. Krizi yaratan sebepler krizi önleyecek mi? İşte, bu büyük bir soru işareti. Çünkü Merkez Bankaları faizleri düşürdükçe, konut kredisi, kredi kartı ve diğer kredilerin faiz oranları kademeli olarak artıyor.
Varlıklar eridikçe eriyor!
Finansal piyasaların en önemli motivatörü sayılabilecek risk algılamasının yok olması, özellikle bankalar, diğer ilişkili şirketler ve hatta hane halkı tarafından kararlılıkla sürdürülüyor. Risksizliğin, mali tabloların bozulan dengesini yerine getireceği düşünülüyor. Ama bu süreç, gelecek yıllarda hissedilecek yıkımı beslemekten fazla bir şey yapmıyor. Şirketler sermayelerini güçlendirmek ve nakit seviyelerini yükseltmek için varlıklarını ardı ardına satışa çıkarıyor. Artan varlık arzı fiyatları düşürürken, diğer şirketleri de sermaye arttırmaya zorluyor. Bu durum fiyatları daha da aşağılara çekerken, bankaları kredi arzlarını daraltmaya sevkediyor. Bankalar kredi vermedikleri zaman, krediye ihtiyacı olan kişi ve kurumlar daha az harcama yapıyor. Kısır döngü böyle devam ediyor. Piyasadaki yüksek satış iştahı yatırımcılara da sıçradığı zaman kanlı satış dönemi başlamış oluyor. Bu aşamada artık tüm menkul kıymetler değerlerinin çok çok altında satılırken, piyasalar da keskin bir düşüş yaşıyor. Üstelik çok kısa bir süre içinde.
Merkez bankalarının şirketleri kamulaştırma çabaları sonuç verir mi?
Bankaların kredi verme iştah ve kapasiteleri bulunmaması, Merkez Bankalarının uyguladıkları düşük faiz politikasının önündeki en önemli engellerden biri olarak görünüyor. Bankacılık sisteminin 30 olan kaldıraç oranını 20’ye indirmek için bile en az 6 trilyon $’lık aktif satışı gerekiyor ki, bu da ABD hükümetinin 700 milyar $’lık paketinin neden yeterli olamayacağının en basit göstergesi sanırız. Hükümetin, bankaların elindeki değersiz varlıkları geçerli fiyatları üzerinden satın alması, sermaye yeterlilik rasyolarını pek değiştirmeyecektir. Kısa dönemde bazı delikleri tıkasa da bankaların kredi musluklarını açmalarını sağlatmayacaktır.
Hükümetler krize yol açan yaklaşımlarla problemi çözmeye çalışıyorlar. Çöküşe neden olan, aşırılıkları benimseyen, bugüne kadar problemleri görmezden gelen yöneticiler de kurtarıcılar olarak atanıyor. Varlık fiyatlarını yüksek tutmak üzerine kurulu düzeltme modelinin, 1930’larda yapılan benzer hatalar gibi resesyonu uzun soluklu kılmayacağından nasıl emin olunabilinir ki?
Resesyon kapıda!
Şu anki politikaların çözüm olmaktan çok, gerekli düzenlemeleri geciktireceği, enflasyonu arttıracağı, vergileri yükselteceği ve belki de dünyayı stagflasyona götürecek yapıya zemin oluşturacağı yönünde kuşkular giderek büyüyor. Dünya ekonomisinin global bir resesyona gireceği kesin görünse de, piyasa aktörlerinin risk alma isteksizliklerinin ne kadar süreceği daha büyük merak konusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder