Bazen insan içinde bulunduğu zamandan hızla kaçıp uzak bir zamana gitmek ister ya işte tam böyle bir dönem yaşıyoruz. Tasvire girmeden kısaca anlatırsak cehalet, tahakküm, itaat, korku, önyargı, kargaşa, hırsızlık, bencillik ve yoksulluk. Tüm kavramlar tanımsal sınırlarını zorluyor. Herkesin bu kaotik ortamdan biran önce çıkmak istediğine şüphe yok. Bir an olsun bunu başardığımızı düşünelim. Bugünden yirmi yıl ileriye gittiğimizi varsayalım. Acaba bugünleri nasıl hatırlayacağız?
Belleğin bireysel bir yeti olduğu düşünülse de birçok filozof toplumsal bellek kavramından bahseder. Burada temel düşünce şudur: Toplumların belleği nasıl taşınır ve nasıl korunur? Biz burada bu sorunun yanıtına girmeden sosyolog Paul Connerton'un yaklaşımları ekseninde ülkemizin bugünkü görünümünün yirmi yıl sonra nasıl hatırlanacağı sorusuna basit bir yanıt vermeye çalışacağız.
Bir roman elbetteki sadece bir roman olduğu için okunur. Sanatsal tercihler en önce gelir. Fakat bazen de insan yaşadığı anı daha iyi yorumlamak istediği için bir romana başvurabilir. Eğer şu aralar bunu yapmak istiyorsanız aradığınız yanıtı bulabileceğiniz şüphesiz en çarpıcı eser İtalyan düşünür Carlo Levi'nin "İsa bu köye uğramadı" adlı romanı.
Bir karşıduruş başyapıtı olan bu romanda Levi, 1935 yılında siyasi tutuklu olarak sürgün edildiği İtalya'nın Gagliano kasabasındaki anılarını ve bir sosyolog olarak bilimsel araştırmalarını anlatır. Birinci Dünya Savaşı biteli yirmi yıl olmuştur. Levi, bir gün köyde gezinirken köy odasının duvarında üzerinde köylülerin isimlerinin yazılı olduğu bir mermer görür. Elli kişinin adı yazmaktadır. Bunlar Birinci Dünya Savaşında ölen ve sağ kalanların hangi ailelerden olduğunu göstermektedir. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu savaş köylüler için bir gurur ve onur meselesi gibi görünmektedir. Bir bilim adamı olan Levi köylülerle konuşmaya karar verir ve Birinci Dünya Savaşını nasıl hatırladıklarını öğrenmek ister. Ulaştığı yanıt bugüne kadar toplumsal belleğin nasıl işlediğine yönelik en önemli bilimsel teorilerden birini oluşturur.
Levi, köylülerle konuşmaya başladığında hiç kimsenin savaştan söz etmediğini fark etti. Savaştaki kahramanlıklarından, gördükleri yerlerden ya da çektikleri acılardan söz eden çıkmadı. Ne bir kısıtlama ne de tabu vardı ama insanlara savaş sorulduğunda kısa ve umursamaz yanıtlar veriyorlardı. Yani savaşı anlatılmaya değer bir olay olarak görmüyorlar ve savaşta ölenlerden söz etmiyorlardı. Ama bir savaş vardı ki, köylülerin tamamı durmadan ondan bahsediyordu. Bu, köylülerin merkezi hükümetin baskı ve kötü yönetimine karşı direndikleri 1865 yılındaki karşıduruşlarıydı. Hükümet onlara haydut, eşkiya, çapulcu gibi isimler takmıştı. Köyde bu direnişe katılan bir insan neredeyse kalmamıştı ama yaşlı genç, kadın erkek, sanki olaylar dün olmuş gibi herkes bu mücadeleden bahsediyordu. Herkes o direnişe katılıp ölenlerin isimlerini kolaylıkla hatırlıyordu. Hepsinde büyük bir şevk ve tutarlılık vardı. Neredeyse bir antik çağ hikayesi gibi hükümete ve hükümet güçlerine karşı verdikleri mücadeleleri anımsıyordu Gagliano halkı. Birinci DÜnya Savaşı hiç umurlarında değildi.
Carlo Levi'nin teorisi ile yorumlarsak fazla söze gerek yok. Yirmi yıl sonra ne ekonomik başarılar, ne ilerleme ne de kalkınmayı hatırlayacağız. Toplumsal belleğimizde sadece baskılara karşıduran ve direnen insanlar olacak. Bir kahraman gibi sadece onlardan bahsedeceğiz: Çapulculardan!
temel bir sorun yok mu? köy halkı karşı duruşu anlatıyor ama hala köydeler. bana göre biz çapulcular da aynı olacağız. sistem aynen devam edecek, biz masturabasyon yapmaya devam edeceğiz.
YanıtlaSil