22 Aralık 2013 Pazar

Hiç kimseyi kendine inandırmak zorunda değilsin!

"Marka Konferansı bu yıl da büyüleyici geçti" şeklindeki haberleri okumuşsunuzdur herhalde. Gidenler ayrıntılara hakimdir mutlaka. Gidemeyenler basın bültenlerinden konu hakkında bilgi sahibi olmak istediklerinde verilmek istenenin ne olduğu konusunda biraz endişeye kapılabilirler. Müzisyenler, reklamcılar, sanatçılar ve televizyoncular gibi şöhretli kişilerin, söylediklerine kendilerinin bile inanır gibi gözükmediği sözlerini okuyorsunuz bültenlerde. Bununla birlikte büyük şirketlerin bir kısım yöneticilerinin çocuksu yaklaşımlarla başarılı olduklarına bizi ikna etmeye çalışırken, milyar dolarlık sermayelerini göz ardı etmemize neden olan hipnotik yaklaşımlarını da görüyoruz. Anladığımız kadarıyla hepimize bireysel ya da kurumsal olarak "kendiniz olun" mesajı verilerek marka düşüncesi yerleştirilmek isteniyor. Peki ama nasıl marka olacağız?

Bu konferanstaki konukların kışkırtıcı bir mütevazilikle anlattıkları hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun kabul edilmiş davranış biçimlerine ya da akımlara karşı çıkan bir yaklaşım göremezsiniz. Genel yaklaşım aynıdır. Kendin ol, özünü anlamada derinleş; sonunda bir yenilik temsilcisi olacaksın. Dünyanın sizin belirlediğiniz şekilde yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. Dünyanın bunu fark etmesi için de istediklerinizi yapmanız gerekiyor. Bunları yapmayı başarırsanız dünya sizi izlemeye başlayacak demektir.

Çağımız şirketlerinin belki de tek temel stratejisi, tinerci gençten göbeğini kaşıyan emekliye kadar herkese hitap etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. O nedenledir ki bir akaryakıt şirketi "bizi biz yapan şey temiz tuvaletlerimizdir" demektedir. Sizden beklenen ise hayata, mutluluğa ve özgürlüğe dair rotanızı belirlemeniz değil, bunu görünüşte yapıyor olduğunuzdur. Yani bir markayı bilerek ve isteyerek tükettiğinizi çevrenize abartılı cümlelerle anlatmak. İşte hepsi bu!

Bugün tüm dünya gençliği kendilerini bir şöhretin beklediği üzerine yüzeysel fantezilere sahip. Her gün sayıları giderek artan insan yığınları marka olup fark edilmek telaşında. Çünkü önlerine sürülen yol haritası başarının bir marka olmaktan geçtiğini söylüyor. Tesadüfen televizyon programcısı olan şöhretler bile sıradanlığın aşırı örnekleri olmalarına rağmen maksimum tepkiyi almak ve ekranlarda etkili görünmek için nasıl sürekli ince ayar yaptıklarını anlatıyorlar. Ve hep aynı mesajı veriyorlar: "Kaybedenler kalabalıklarla olmaktan hoşnut olanlar; kazanalar ise kalabalıklar arasında kendini yeniden yaratanlardır." Ne dersiniz; sizce de öyle mi?

John, 1967 yılının Eylül ayında o gün, oldukça keyifsiz şekilde evinde oturmaktaydı. En yakın arkadaşı Eric emekli olmuştu çünkü. Eric, tam 25 yıl boyunca John'la birlikte rıhtımlarda hamallık yapmış ve 65 yaşına geldiği için şirket tarafından emekli edilmişti. John, Eric'in hayatının tek amacının dok işçiliği olduğunu düşünüyordu. Çünkü Eric hiç okula gitmemişti ve hamallık yaparken gerçekten çok mutluydu. Emekli olduğu gün bile akşama kadar yük taşımıştı Eric. Acaba emeklilikten sonra ne yapacaktı?

John bu garip düşünceler içinde televizyonu kurcalarken CBS kanalına gözü takıldı. Gördüğü sima ona yabancı gelmemişti. John yerinden doğruldu ve ekrana dikkatlice baktı. Gözlerine inanamamıştı. Ekrandaki kişi Eric'ti. Eric, rıhtımdan ayrılmanın kendisini nasıl üzdüğünü anlatıyordu ve rıhtım işçilerinden başka dostu olmadığını söylüyordu. Fakat program sunucusu kendisine bir kahraman gibi davranıyordu. Peki ama kimdi bu Eric?

Tüm hayatını hamallıkla geçiren ve hayatı boyunca doğru düzgün okula gitmemiş olan Eric, "Kesin İnançlılar" ve "Aklın Muhteris Çağı" gibi başyapıtların yazarı, uygarlık tarihinin en önemli filozoflarından, görüşleri bugün Sosyoloji ve Psikolojinin en saygıdeğer düşünceleri arasında yer alan bu kişi Eric Hoffer'den başkası değildi. Bir hamalken yazdığı kitaplar tüm dünyada milyonlarca satarken ve bilim çevrelerinin en önem verdiği eserler arasında yer alırken o sadece yük taşımayı tercih etmişti.

Marka konferansındaki katılımcıların büyük bir bölümünü aynı şeyi söylüyor aslında. Çevrenizdeki insanları, uzaktaki insanları ve şirketleri kendinize inandırırsanız bir marka olursunuz. Oysa Eric Hoffer nasıl dünyanın en etkili filozoflarından biri olduğu sorusuna o gün CBS kanalında şu yanıtı vermişti: "Hiç kimseyi kendime inandırmak zorunda olmadığım için!"

Hiç yorum yok: