16 Aralık 2013 Pazartesi

Yatırım, ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

Ekonomi haberciliğimizin yetersizliği üzerine bir süredir yazdığımız yazılar, farklı çevrelerde, eleştirel bakış açısının üzerindeki ölü toprağının kalkmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Bugün sosyal medyada dolaşan bir paylaşım şöyle diyordu: "Borsaların gelişimini o ülkedeki insanlar belirler. Sütlaç tarifi anlatan borsacıyı 20bine yakın kişi takip ediyorsa fazla söze gerek yok..." Atıfta bulunulan konu hakkında bilgi sahibi olmasak da medyatik bir analistin yemek programına katılmasının eleştirildiği sonucunu çıkarıyoruz. Konuyu toplumumuza özgü bir taraftarlık ihtiyacı içinde değerlendirirsek bu düşünceye katılır ya da katılmayız. Ama biraz düşündüğümüzde karşımıza çok çetrefilli bir konunun çıktığını görürüz: Uzmana duyulan güven!

Sosyal medyanın sunduğu soyut birliktelik koşullarındaki toplumsal bağlantıların yarattığı güven duygusu, insanlarda giderek gelişen bir inanç sistemi yaratır. Aslında yabancı olan bir uzmana karşı göreceli ve geçici olan bu güven ilişkisinin taraflar açısından irdelenmesi gerekiyor. Öncelikle hayatını finans ile kazanan bir analistin yemek programına katıldığında ne düşündüğünü sosyolojik olarak açıklamaya çalışalım. Kanımızca buradaki temel olgu, 20.yüzyılın ABD'deki en etkileyici sosyoloğu E.Goffman'ın deyimiyle uygar ilgisizliktir. Tıpkı birbirini tanımayan iki kişinin şehirde yürürken birbirlerine yaklaşıp geçip gitmeleri gibi. Birbirlerinin yanından geçen bu iki insanın sergiledikleri ilgisizlik, kayıtsızlık değildir. Kibar yabancılaşma olarak adlandırılabilecek bir davranıştır. Bu iki kişi birbirlerinin yanından geçerken karşılıklı olarak ışıkları söndürürler. Bu davranış düşmanca değildir. Yemek programına katılan analist açısından değerlendirdiğimizde ise kendini yeni bir yabancı olarak bize tanıtma derdinde olmaktır. Kendisine karşı kibar bir yabancılaşma ile yeni bir güven bekler.

Sorun, sokaktaki insan için uzmana duyulan güvenin haklı mı haksız mı olduğu değildir. Sorun, uzman bilginin yarattığı risk ve faydanın sürekli bir kendini yaratma içinde olmasıdır. Yüzyıllar önce insanlar rahiplerin ya da büyücülerin kararlarını göz ardı edebilirlerdi ama bugün uzmanın bilgisi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Tıpkı sallanan bir uçakta, uçak personelinin soğukkanlı ve kayıtsızca gülümseyen yüzünü aramamız gibi. O an uçaklarla ilgili tüm istatistikler unutulmuştur artık. İşte ekonomi analistine duyulan güvende de bu hayati kırılma vardır. Yani sokaktaki insanın kolayca ulaşma imkanı olmadığını düşündüğü ekonomi yorumları nedeniyle, ekonomi yorumcularını daima ekonomi programında görmek ister. Böylece kedisine duyduğu güvenin gerçek bir güven olduğuna inanarak rahatlar. Sütlaç tarifi açısından değerlendirdiğimizde ise sokaktaki insanın ekonomiye ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir analistin yemek programına katılımı. Çünkü ekonomiye yakın birisi için analistin evlilik programına bile katılması bir güven sorunu oluşturmaz.

Aslında sütlaç tarifi yapan analistten sokaktaki insanın asıl talebi şudur: "Bize sütlaç yerine bu yorumları nasıl yaptığını anlat?" İşte uzmanın asıl rahatsızlığı buradadır. Çünkü analistler uyumlu olduklarını düşündükleri zihinsel yoğunlaşmaları ile yarattıkları yorumların yanlış bilgiler içerebileceğinin farkındadırlar. Çünkü herkesin bilebileceği gibi hiçbir bilgi o denli keskin; hiçbir çıkarım içine şans öğesi girmeden doğru çıkacak kadar kapsamlı değildir. Daha açık söylersek, eğer hastalar hastane odalarında ve ameliyatlarda yapılan hatalarla ilgili tam bilgi sahibi olsalardı; büyük olasılıkla birçoğu doktorlara güven duymazdı.

Kısaca özetlersek sorun sütlaç tarifi meselesi değildir. Sorun bilgisizliğin her zaman biraz kuşku ve birazcık da tedbir için zemin hazırlamasıdır. Sokaktaki insanın bilgisizliği analisti günde yirmidört saat analiz yapmaya yönlendirir gibidir. Bunu göremediğinde ise sahip olduğu bilgisizlik onu kuşku ve tedbir güdüleriyle güvensizliğe iter. Bu nokta, sütlaç tarifi meselesinde olduğu gibi gerginlik zemininin oluştuğu noktadır. Bu nokta üç farklı davranış şekline sebebiyet verir. Ya sorunu kendisi çözer; ya kötümserliğe sokar; ya da sistemle olan tüm ilişkilerin koparılması sonucunu yaratır. Mesela bir tarihte olumsuz bir hisse senedi tecrübesi yaşayan biri bu üç tepkiden birini verecektir: Ya finansal okuryazarlığını arttıracak, ya hisse senetlerine karşı daima bir olumsuzlama içinde olacak, ya da hisse senetleri ile tüm ilgisini kesecektir.

Finansal okuryazarlığın arttırılması gerekirken ülkemizde genel tepki nedense hep sistemle tüm bağları kopartmak ya da kötümserlik olmuştur. Bu tepki şekli maalesef yıllardır değişmemiştir; sütlaç meselesi ile de hala devam ettiği görülmektedir. O nedenledir ki, finansal okuryazarlığın önündeki en büyük engel "Yıllar önce hisse senedi aldım; çok zarar ettim; bir daha asla!" şeklindeki düşünce olduğu da asla unutulmamalıdır.

Kısaca özetlersek, diğer hiçbir şeye benzemeksizin, yatırım ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bende bu kanıdayım.Bugüne kadar hep şunu savundum,yatırım uzmanına bırakılmayacak derecede önemli ve ciddi bir iştir diyordum.Bunuda yanılmıyorsam 2. dünya savaşı esnasında W.CHURCHİLL savaş askerlere bırakılmayacak ölçüde ciddi bir iştir diyerek...