Ekonomisini düzlüğe çıkaramayan Bulgar Hükümeti, kemer sıkma tedbirlerine olan halk tepkisi nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Artan işsizlik, değerli para ve mortgage ödemeleri gibi klasik problemler başarısızlığın nedeni gibi gözüküyor. Bulgar ekonomisi ile ilgili okuyacağınız tüm raporlarda, bunlar ya da bunlara benzer sorunların krize yol açtığını göreceksiniz. Rasyonel bir bakış açısı ile bunların makul sebepler olduğunu düşünebilirsiniz. Ama biraz şüpheci biriyseniz, bunların gerçek nedenler olamayacağını düşünürsünüz. İşte o anda görmeye başladıklarınız, herkesin aşina olduğu klasik bir sorunlar yumağıdır aslında.
İrrasyonel bakış açısıyla Bulgaristan’daki başarısızlığa bakarsak göreceğimiz şey, köyler ve kentler arasındaki tek taraflı savaşın yarattığı zenginlik ve yoksulluk hikayesidir. 90’lı yıllar öncesinde klasik bir tarım toplumu olan Bulgaristan, 1991 yılından itibaren tarım arazilerini bilinen özelleştirme şekli ile özelleştirerek tarım üretimindeki kontrolünü kaybetti. Bilinen özelleştirme şekli, yabancılara satış sonrası ortadan kalkan işletmeler, yok olan kooperatifçilik ve konut arazilerine teslim olan köylü tarlaları anlamına geliyor. Bu süreç işsizliğin yükselmesine ve fiyatların artmasına neden oldu. Verimli arazilerin yakınlarına kurulmuş olan şehirler, gelen finansal bolluk ile genişleyerek bu arazileri apartman sahalarına çevirip, yaratılan evlerin banka kredileri ile satılmasına sebep oldu. Yok olan araziler sonrası azalan tarım üretimi ülkeyi buğday ithal eden bir ülkeye döndürürken, işsizliği ve borçlanmayı sürdürülemez seviyelere çıkardı. Sonrasında ise kaçınılmaz olan çöküş geldi.
Bulgaristan’ın ekonomik çöküşünün altındaki temel sebeplerden biri tarım arazilerinin konut arazilerine dönüşmüş olmasıdır. Tarım arazileri çoğu zaman bir şey ifade etmez bizlere. Seyahat ederken yol boyunca uzanan tarlaları boş gözlerle izleriz. Çok nadirdir bir tarlanın dikkatimizi çekmesi. Parlak otlarla kaplıysa dikkatimizi çeker. Yamaçlarda duran panoramik manzaralı bir tarla bizi uzaklara götürür. Etrafı çitlerle çevrili ve tahta bir kapıdan girilen bir tarlaya bakmaktan alamayız kendimizi. Ya da içinde atların koştuğu, patates toplayan kadınların olduğu veya yürüyen bir çiftçinin olduğu tarla dikkatimizi çeker. Ama bunlar olmadığı sürece tarlalara öylece bakıp geçeriz. Bir ülke ya da ekonomi için öneminin ne olduğu konusunu asla düşünmeyiz.
Bir tarlada herhangi bir olay cereyan etmediği sürece dönüp bakmazsınız. Bu normal bir insan davranışıdır. Tersine çevrilmesi pek kolay değildir. Bugün Bulgaristan’ın içinde olduğu ekonomik çöküş bize adeta bir tarlayı görmeden geçmeyin der gibidir. Yaşadığımız yüzyıl ve çağın ruhu, kendisine yapılanlara karşı hiçbir tepkisi olmayan tarlaları görmemize engeldir. Bir tarlayı en çarpıcı şekilde görebilmeyi başaran ilk kişi belki de Jean-Fraçois Millet’tir.
19.yüzyılda yaşayan ve bugün büyük bir ressam olarak kabul edilen Millet, şehir hayatından kaçıp köy hayatına sığınarak ömrünü çiftçileri anlatan resimler yaparak geçirmiştir. Tablolarının en ünlüsü hiç şüphesiz 1956 yılında yaptığı L’Angelus adlı çalışmadır. Salvador Dali ve Van Gogh’un ifadelerinden kendilerini en çok etkileyen tablonun bu olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Tablo oldukça yalın bir temaya sahiptir. İki köylüyü yansıtır. Ellerini kavuşturmuş, başı öne eğik genç bir kadın ve sıkıntıdan elindeki şapkayı çeviren bir adam. Yerde ise bir patates sepeti… Ama resmi ölümsüz kılan bu sessiz duruş değildir. Bu iki kişinin arkasında ufuk çizgisine kadar uzanan bir arazi vardır ve bu arazi o insanların kaderinin kendisine bağlı olduğunu anlatır gibidir. Kişiler soluk renklerle anlatılırken ufka kadar uzanan geniş arazi parlak bir renktedir. Parlaklığın kişiye verdiği sıcaklık tarlanın hayatın kaynağı ve sürdürücüsü olduğunu da anlatır gibidir.
Yapıldığı dönem ve sonrasında tabloya zengin sınıflardan gelen eleştiriler son derece acımasızdır. Böyle bir yoksulluğun ülkede olmadığı ve tarlanın değerinin abartıldığı söylenir. Soylu sınıflar tabloyu kabul etmeseler de 19.yüzyılın sonunda en pahalı tablolardan biri hiç şüphesiz L’Angelus olmuştur.
Bugün Bulgaristan’da yaşanan trajedi aslında tipik bir L’angelus olayıdır. Köylüler arazilerini bir şekilde kaybettiklerinde, bir süre sonra ortaya çıkan aşırı borçlanma ve işsizliktir. Bunu kısaca bir mortgage ile de tanımlayabilirsiniz. J.J.Rousseau, “Hiçbir insan başkasını satın alacak kadar zengin, hiçbiri de kendini satacak kadar yoksul olmamalıdır” demişti. Bugün dünya nüfusunun en zengin %20’si dünya milli gelirinin %80’ine sahiptir. En yoksul %20’nin payı ise %1’dir. Sadece bu iki rakam bile satın alan ve kendini satan insanların sayısının her geçen gün ne kadar arttığının basit bir örneğidir. Bulgaristan’da yaşanan kriz bu tablonun başka bir gösterimidir, hepsi bu. Artan işsizlik, değerli para ve mortgage ödemeleri elbette krizi getiren etmenlerdir ama asıl sorun tarlasız kalan köylüdür.
L’Angelus’tan bu yana aslında değişen hiçbir şey yoktur. Azalan gıda üretimi tarlaların ne kadar değerli olduğunu fazlasıyla göstermektedir. Ve eminiz, tabloyu o gün eleştiren soylu kesimler şüphesiz bugün de eleştiriyorlardır. Çünkü satın alınacak insan sayısını arttırmak istiyorsanız yapacağınız tek şey ellerinden tarlaları almaktır.
Artan eşitsizliğin, giderek herkes için büyük bir çöküş getireceğinin unutulmaması gerekiyor. Ekonomi, başkasını satın alan ve kendini satan insan sayısını her gün biraz daha arttırıyorsa, bu herkes için çöküşten başka bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder