Bugün neredeyse tüm spor dalları bir endüstri haline geldi. Yani işin içine para, inovasyon, yönetim, organizasyon, strateji, vizyon, misyon gibi şirketlerle ilgili birçok kavram girdi. Spor endüstrileştikçe ekonomisi zayıf ülkeler spor başarısının dışında kalmaya başladılar. Güçlü bir spor kültürüne sahip olanlar finansal yönden gelişmiş olanlarla yarışmaya çalışsalar da sonucun nereye varacağı herkesin malumu.
Türk halkı olarak hiç şüphesiz spora meraklı bir halkız. Mahalle maçları şifreli kanaldan yayınlansa üye olmakta tereddüt etmeyiz. Sokak arasında top oynayan çocukları görünce yetenek avcısı kesiliriz. Kıspetten içeri eli daldıran güreşçiyi, elin içerideki yerleşiminin bile ne olduğunu bilmeden zafer kazanan gladyatör misali alkışlarız. Her türlü spor başarısızlığının ardından birkaç saat içinde "üç büyükler"in geyiklerine dönerek huzur buluruz. Yani başarısızlıkla yüzleşmeyiz. Bahanelerimiz hazırdır: Yüzme için denizlerimiz yeterli değildir; denize kıyısı olmayan İsviçre bu kadar yüzücüyü nasıl çıkarmıştır merak etmeyiz. Jameikalılar hep uyuşturucu içer; o nedenle iyi atletler hep bizim gibi uyuşturucu içmeyen ülkelerden yetişir. Litvanya'da hava soğuk olduğu için dışarıda basketbol oynanmaz zaten; bizim gibi sıcak ülkelerden çıkar iyi basketçiler. Böylece kendimizi kandırıp dururuz.
Farklı bir kültür anlayışına sahip olduğumuz ortada. Mesela bir müzede ya da herhangi bir yerde bir kılıç görsek dakikalarca bakarız. Çünkü kılıç bizim ata sporumuzdur. Hatıralar gözümüzün önünde canlanır sanki. O kılıçla dünyayı yönetmişizdir yüzyıllarca. Herkesi alt etmişizdir. Bizden daha iyi kılıç kullananı yoktur.
Hakikaten kılıç öyle asil bir savaş sanatıdır ki, Avrupa'da spor haline bile dönüştürülmüştür. 1800'lü yıllarda spor olduğunu biz de kabul etmişiz. Hatta bu spor bizim sporumuz, kimseye bırakmayız demişiz ve başlamışız çalışmaya. Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz Eskrim Federasyonunu açmışız 1923 yılında. Ne de olsa kılıç; ata sporumuz. Geç kalırsak zor olur yetişmek Avrupalıyı.
Kısacası tam 200 yıldır eskrim adı altında kılıç sporu ile uğraşıyoruz. Savaş meydanlarında altetmişiz herkesi kılıçla; spor ne ki? Üç kıtaya hükmetmişiz kılıçla; eskrim ne ki? Bu hamasi düşünceler ve geçmişin parlak zaferlerine duyulan romantizmle iki asır geçirdik eskrim sporu yaparak. Peki neye ulaştık biliyor musunuz? Sadece bir Avrupa Şampiyonasında, o da belli yaş gruplarında, bir bronz madalyaya. Ayşe adındaki bir kızımızdan. Hepsi bu. İki yüz yılda ulaşılan başarı işte bu. Ama sorsan, çok çalışıyoruz, çok çalışıyoruz...
Bu başarı nasıl geldi diye merak edenler olabilir. Gerçekten de 200 yıllık eskrim tarihinde madalya alan o Türkü tebrik etmek, saygı duymak gerekir. Kimmiş bu Ayşe diye merak edenler için hemen söyleyelim. Tam adı Ayşe İryna Kravchuk. Kravchukgillerden yani Ukraynalı. Türkiye'nin yerini bile haritada zor bulur herhalde. Yazık!
Ne kadar üzücü değil mi; yüksek bir yatırım gerektirmeyen, ruhumuzun her yanını sarmış tarihi bir enstrümanı bile spor başarımıza alet edemedik. Ama kılıç görünce 600 yıl öncesinin başarılarını akşam televizyonda canlı seyretmiş gibi hatırlayabiliyoruz.
Yarı bilinçli ruh hali ile sürekli "Hastasıyız" şeklinde inlemekle meşhur gezgin müzisyenin Kılıç-Kalkan oyununu David Koresh müridi gibi kendinden geçmiş bir halde izlemesi sahnesini görenler olmuştur mutlaka. Geçmiş şaşaalı günlerin paranoyası içinde "Hastasıyız" diye inleyen o müzisyen aslında halkın önemli bir kısmının düşünce şeklini temsil ediyordu. O düşünce şekli basitçe şudur: "Kılıç, ya savaş ya oyun malzemesidir; asla bir spor malzemesi olamaz. Olduysa da bizim umurumuzda olmaz!"
"Dümbelekçi" kardeşim neyin hastasıdır bilemem ama iş spor kültürüne gelince "hasta" olduğumuz ortada. Hastası değiliz; hastayız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder