2006 yılı sonlarında Amerika'da başlayıp, sırasıyla önce Avrupa, Asya, Çin ve Japonya ekonomilerine ve ardından tüm dünyaya yayılan "mortgage" krizi, finansal piyasaları izleyen gerek sıradan vatandaşlar, gerekse finans yöneticileri tarafından derinliğine anlaşılabilirlik kazanamamıştır. Tüketicilerin "konut kredisi krizi", finansal kesimin "paketleme", "penetrasyon" ya da "türev ürün iştahı" olarak algıladığı bu katastrofik değişim, görünür şeklinin altında apayrı bir şekil taşımaktaydı. Peki, neydi gerçekte bu "Subprime" krizi?...
Dünya nedense hep kendine krizler yaratmada başarılı olmuştur. Bunun altında yatansa krizleri fırsatlara dönüştürebilecek "ileri düşünceli" finansçıların varlığının devam ettiğini göstermekten başka birşey değildir.
90'lı yıllarda hemen herkese ezberletilen "küresel kirlilik ve endüstriyel atık" tehdidi bugün çoğumuz tarafından hatırlanmamaktadır. Oysa o yıllarda, bugün yaşanan subprime bombardımanına benzer bir durum tüm sanayici, devlet adamı ve ilgili çevreler tarafından yapılmaktaydı. Ne diyorlardı, "Sanayi şirketleri çevreyi kirletiyor, doğal yaşam alanlarını yok ediyor, sağlığımızı tehklikeye atıyor!.."
Tüm dünya elbirliğiyle, çevreyi kirleten kuruluşlara savaş açmaya başlamışdı. Ardından kurallar, yasaklar, standartlar derken, Amerikalı bir "ileri düşünceli" kavgaya son verdi. Önerisi kolay ve herkes tarafından kabul edilebilirdi: "Eğer bir işletme çevreyi 100 birim kirletiyorsa, ondan 90 birim kirletmesini isteyelim. Eğer herkes bunu yaparsa tüm dünyada kirliliği %10 azaltırız." Kabul edilmesi hiç de zor olmadı...
Bugün endüstriyel kirlilik kriz konusu yapılmıyorsa arkasındaki paradigma buydu işte: "Solution to polution is dilution."
Krizler sulandırıkça çözümlere ulaşıldığı farkedilince, sulandırmanın bol sıfırlı karlara da ulaştıracağının keşfi fazla uzun sürmedi. Ünlü spekülatör ve milyarder Warren Buffet 2008 yılı başında krizi tanımlarken birçoklarına nostaljik gelen şu ifadeyi kullanıyordu: "Süte fazlasıyla su karıştırılmıştır."
İşte bugün itibariyle sadece dünyanın önde gelen birkaç finans kuruluşunda açtığı zarar 400 milyar $'a ulaşan Mortgage krizinde, kimse süte ne kadar su katıldığını öngörememektedir.
Amerikada büyük bankaların aktiflerinin %47'si, küçük bankaların %70'i gayrimenkule bağlı varlıklardan oluşması, teknik olarak batmaz denilen konut kredilerinin böyle büyük tufanlara nasıl sebep olduğunun anlaşılmasını da güçleştirmektedir.
13 trilyon $ milli gelir üreten Amerika, 10 trilyon $ konut kredisini birkaç yılda ekonomiye transfer edebilmiştir. 300'ün üzerinde mortgage ürünü, kredi ratingi yüksek olan "prime" sınıfından başlayarak, ödeme güçlüğü olan "subprime" sınıfındaki tüketicilere, konut değerinin %100'üne kadar verilmiş; bu da yetmeyince hiçbir hayat belirtisi göstermeyen müşterilere geçilmiştir. "No job, no asset, no income." İşi, varlığı ve geliri olmayanlara verilen işte bu kredilere yaratıcı da bir isim bulunmuştu: Ninja Kredisi!
Bugün Amerikada toplam konut kredilerinin %8,5'luk kısmını oluşturan "Ninja Loan"lar, 850 milyar $'lık hacme ulaşmıştır. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, ülkemizde kullandırılan konut kredileri henüz 30 milyar $'a ulaşmamıştır.
Teknik olarak batma ihtimali sıfır olarak hesaplanan bu krediler nasıl olmuştu da bugün dünya finansal sistemini çatırdatmaya başlamıştı.
Subprime mortgage krizinin şüphesiz en önemli suçlusu çoğularına göre yapılandırılmış finansal ürünlerdi. Structured Investment Vehicle (SIV) bir tür fon gibi çalışmaktaydı. Kısa vadeli menkul kıymetleri düşük faiz oranları ile teminat göstererek kredi alıyor, bu paraları uzun vadeli menkul kıymetleri teminata alarak yüksek faizle yatırımcılara satıyordu. Aradaki net faiz marjı da net kar olarak bilançolara aktarılıyordu.
80’li yıllara kadar bankalar kredilerini aktiflerinde taşımanın yarattığı hantallığı görseler de, geleneksel köklerine bağlı bankacılıktan vazgeçememişlerdi. Risk yönetiminin önemi artarken, bilançolarda taşınan risklerin 3. taraflara transfer edilmesi fikri yapısal ürünleri geliştirmeye yöneltmişti bankaları.
90’lı yıllara gelindiğinde banka bilançolarının en kabarık kalemi dönemsel ödemeli (taksitli) kredilerdi. (Fixed-income assets) İşte bu krediler ratinglerine göre sınıflandırılıp yapılandırıldıktan sonra yatırımcılara geri satılıyordu. Collateralized debt obligations (CDOs) denilen teminatlı borç senetleri böyle doğmuştu. Varlıklar teminat olarak tutulurken, gelecek dönemlerdeki nakit akımlarının paketlenerek yatırımcılara satılması likiditeyi arttırıyor, bir yandan da tüketicilerin taksit ödemelerindeki olası riskleri 3. grup yatırımcılara transfer edilmiş oluyordu. Temelinde batmaz denilen konut kredileri de düşünülünce çark güven verici bir hal alıyordu. Riski daha da azaltıp güveni arttırırsak pazarı da genişletiriz fikri, kreditörleri CDO’lar için tahakkuk swaplarına (default swap) yöneltmişti. Yatırımcılar yüksek risk-yüksek faiz li enstrumanları risk iştahlarını arttırarak satın alırken, öte yandan da bunları ihtimal dahilinde bile olmayan tahakkuklara karşı sigortalatmışlardı. Bu ürünlere güven pik yapmış, risk algılaması iyice zayıflamıştı. Ama hala henüz sıfır değildi.
Şüphesiz ki yatırımcılara verilecek güvenin sonu yoktu. Default swap’ların, CDO’ları satan ve aynı zamanda birincil riski taşıyan kurumlar tarafından satılması yatırımcılarda counterparty riskinin varlığını akla getirmişti. Her ne kadar birincil riski taşıyan şirketlerin ratingi “top rating” olan 3A ise de, yakın tarih bu şirketlerin de tahakkuka düşebileceği, hatta finansal başarısızlığa uğrayabileceğinin örnekleriyle doluydu. (Enron) Ratingi 3A olan bu şirketleri sigortalayan şirketlerin oluşması fazla uzun sürmedi. Rating şirketlerinin skalası 3A da bitiyordu ama teorik olarak batma ihtimali olmayan bir şirketi sigorta eden şirket şüphesiz hiç batmazdı. Bu yüzden bunların ratingi 4A olarak belirlenmişti. Monoline denilen bu şirketler (AMBAC, GMAC vs. ) default swaplarını da sigortalayınca artık risk algılaması sıfıra düşmüştü yatırımcının gözünde.
Sistem mükemmele yakın işliyordu. Kredi riski transfer edilmiş, varlık fiyatı riski talep yoğun piyasa tarafından kontrol ediliyor, likidite riski artan CDO satışlarıyla likidite bolluğuna dönüşmüş ve hatta şirketin çok düşük olan batma ihtimali bile (counterparty riski) monoline’a aktarılarak olası tüm riskler en başarılı şekilde yönetilmişti.
Hesaplanabilmesi o anda zor olan bir ihtimal vardı. “Cari fazla yaratan ve düşük maliyetlerle üreten BRIC (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya) ülkelerinin artan dolar rezervlerinin, dolar üzerinde aşağı yönlü riskleri arttıracağı, Amerikanın sanayi üretiminin büyük kısmının bu düşük maliyetli ülkelere kayacağı, bunun istihdamı azaltacağı, azalan istihdamın tüketicileri dönemsel ödemelerini yapamayacak durumu getireceği, azalan kişi başı gelirin konut talebini düşüreceği, düşen talebin varlık fiyatlarını aşağıya çekeceği, nakit akımlarındaki yetersizliğin CDO’ları tahakkuka düşüreceği, tahakkuk swaplarını satanların bunları finanse ederken likidite krizine gireceği ve ratinglerinin geriletileceği, düşün ratinglerin “monoline”lar üzerindeki baskıyı arttırıp sermaye yetersizliklerini öne çıkaracağı ve ratinglerinde tenzile gidileceği ve bunun da dünyada büyük bir güvensizliğe sebep olacağı, artan güvensizliğin dünya ekonomisini sonu görülemeyen bir bunalıma sokacağı hesaplanmamıştı.”
300 trilyon $ olduğu tahmin edilen, gelecek dönemlerdeki nakit akışları üzerine kurulu olan sentetik ürün pazarının cari piyasa değerinin, (mark to market) alış-satış’ın durma noktasına gelmesi nedeniyle teknik olarak sıfır olarak hesaplanması, henüz 400 milyar $ olan real zararın (write-down) ulaşabileceği boyutları gösterir gibidir.
Dünya nedense hep kendine krizler yaratmada başarılı olmuştur. Bunun altında yatansa krizleri fırsatlara dönüştürebilecek "ileri düşünceli" finansçıların varlığının devam ettiğini göstermekten başka birşey değildir.
90'lı yıllarda hemen herkese ezberletilen "küresel kirlilik ve endüstriyel atık" tehdidi bugün çoğumuz tarafından hatırlanmamaktadır. Oysa o yıllarda, bugün yaşanan subprime bombardımanına benzer bir durum tüm sanayici, devlet adamı ve ilgili çevreler tarafından yapılmaktaydı. Ne diyorlardı, "Sanayi şirketleri çevreyi kirletiyor, doğal yaşam alanlarını yok ediyor, sağlığımızı tehklikeye atıyor!.."
Tüm dünya elbirliğiyle, çevreyi kirleten kuruluşlara savaş açmaya başlamışdı. Ardından kurallar, yasaklar, standartlar derken, Amerikalı bir "ileri düşünceli" kavgaya son verdi. Önerisi kolay ve herkes tarafından kabul edilebilirdi: "Eğer bir işletme çevreyi 100 birim kirletiyorsa, ondan 90 birim kirletmesini isteyelim. Eğer herkes bunu yaparsa tüm dünyada kirliliği %10 azaltırız." Kabul edilmesi hiç de zor olmadı...
Bugün endüstriyel kirlilik kriz konusu yapılmıyorsa arkasındaki paradigma buydu işte: "Solution to polution is dilution."
Krizler sulandırıkça çözümlere ulaşıldığı farkedilince, sulandırmanın bol sıfırlı karlara da ulaştıracağının keşfi fazla uzun sürmedi. Ünlü spekülatör ve milyarder Warren Buffet 2008 yılı başında krizi tanımlarken birçoklarına nostaljik gelen şu ifadeyi kullanıyordu: "Süte fazlasıyla su karıştırılmıştır."
İşte bugün itibariyle sadece dünyanın önde gelen birkaç finans kuruluşunda açtığı zarar 400 milyar $'a ulaşan Mortgage krizinde, kimse süte ne kadar su katıldığını öngörememektedir.
Amerikada büyük bankaların aktiflerinin %47'si, küçük bankaların %70'i gayrimenkule bağlı varlıklardan oluşması, teknik olarak batmaz denilen konut kredilerinin böyle büyük tufanlara nasıl sebep olduğunun anlaşılmasını da güçleştirmektedir.
13 trilyon $ milli gelir üreten Amerika, 10 trilyon $ konut kredisini birkaç yılda ekonomiye transfer edebilmiştir. 300'ün üzerinde mortgage ürünü, kredi ratingi yüksek olan "prime" sınıfından başlayarak, ödeme güçlüğü olan "subprime" sınıfındaki tüketicilere, konut değerinin %100'üne kadar verilmiş; bu da yetmeyince hiçbir hayat belirtisi göstermeyen müşterilere geçilmiştir. "No job, no asset, no income." İşi, varlığı ve geliri olmayanlara verilen işte bu kredilere yaratıcı da bir isim bulunmuştu: Ninja Kredisi!
Bugün Amerikada toplam konut kredilerinin %8,5'luk kısmını oluşturan "Ninja Loan"lar, 850 milyar $'lık hacme ulaşmıştır. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, ülkemizde kullandırılan konut kredileri henüz 30 milyar $'a ulaşmamıştır.
Teknik olarak batma ihtimali sıfır olarak hesaplanan bu krediler nasıl olmuştu da bugün dünya finansal sistemini çatırdatmaya başlamıştı.
Subprime mortgage krizinin şüphesiz en önemli suçlusu çoğularına göre yapılandırılmış finansal ürünlerdi. Structured Investment Vehicle (SIV) bir tür fon gibi çalışmaktaydı. Kısa vadeli menkul kıymetleri düşük faiz oranları ile teminat göstererek kredi alıyor, bu paraları uzun vadeli menkul kıymetleri teminata alarak yüksek faizle yatırımcılara satıyordu. Aradaki net faiz marjı da net kar olarak bilançolara aktarılıyordu.
80’li yıllara kadar bankalar kredilerini aktiflerinde taşımanın yarattığı hantallığı görseler de, geleneksel köklerine bağlı bankacılıktan vazgeçememişlerdi. Risk yönetiminin önemi artarken, bilançolarda taşınan risklerin 3. taraflara transfer edilmesi fikri yapısal ürünleri geliştirmeye yöneltmişti bankaları.
90’lı yıllara gelindiğinde banka bilançolarının en kabarık kalemi dönemsel ödemeli (taksitli) kredilerdi. (Fixed-income assets) İşte bu krediler ratinglerine göre sınıflandırılıp yapılandırıldıktan sonra yatırımcılara geri satılıyordu. Collateralized debt obligations (CDOs) denilen teminatlı borç senetleri böyle doğmuştu. Varlıklar teminat olarak tutulurken, gelecek dönemlerdeki nakit akımlarının paketlenerek yatırımcılara satılması likiditeyi arttırıyor, bir yandan da tüketicilerin taksit ödemelerindeki olası riskleri 3. grup yatırımcılara transfer edilmiş oluyordu. Temelinde batmaz denilen konut kredileri de düşünülünce çark güven verici bir hal alıyordu. Riski daha da azaltıp güveni arttırırsak pazarı da genişletiriz fikri, kreditörleri CDO’lar için tahakkuk swaplarına (default swap) yöneltmişti. Yatırımcılar yüksek risk-yüksek faiz li enstrumanları risk iştahlarını arttırarak satın alırken, öte yandan da bunları ihtimal dahilinde bile olmayan tahakkuklara karşı sigortalatmışlardı. Bu ürünlere güven pik yapmış, risk algılaması iyice zayıflamıştı. Ama hala henüz sıfır değildi.
Şüphesiz ki yatırımcılara verilecek güvenin sonu yoktu. Default swap’ların, CDO’ları satan ve aynı zamanda birincil riski taşıyan kurumlar tarafından satılması yatırımcılarda counterparty riskinin varlığını akla getirmişti. Her ne kadar birincil riski taşıyan şirketlerin ratingi “top rating” olan 3A ise de, yakın tarih bu şirketlerin de tahakkuka düşebileceği, hatta finansal başarısızlığa uğrayabileceğinin örnekleriyle doluydu. (Enron) Ratingi 3A olan bu şirketleri sigortalayan şirketlerin oluşması fazla uzun sürmedi. Rating şirketlerinin skalası 3A da bitiyordu ama teorik olarak batma ihtimali olmayan bir şirketi sigorta eden şirket şüphesiz hiç batmazdı. Bu yüzden bunların ratingi 4A olarak belirlenmişti. Monoline denilen bu şirketler (AMBAC, GMAC vs. ) default swaplarını da sigortalayınca artık risk algılaması sıfıra düşmüştü yatırımcının gözünde.
Sistem mükemmele yakın işliyordu. Kredi riski transfer edilmiş, varlık fiyatı riski talep yoğun piyasa tarafından kontrol ediliyor, likidite riski artan CDO satışlarıyla likidite bolluğuna dönüşmüş ve hatta şirketin çok düşük olan batma ihtimali bile (counterparty riski) monoline’a aktarılarak olası tüm riskler en başarılı şekilde yönetilmişti.
Hesaplanabilmesi o anda zor olan bir ihtimal vardı. “Cari fazla yaratan ve düşük maliyetlerle üreten BRIC (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya) ülkelerinin artan dolar rezervlerinin, dolar üzerinde aşağı yönlü riskleri arttıracağı, Amerikanın sanayi üretiminin büyük kısmının bu düşük maliyetli ülkelere kayacağı, bunun istihdamı azaltacağı, azalan istihdamın tüketicileri dönemsel ödemelerini yapamayacak durumu getireceği, azalan kişi başı gelirin konut talebini düşüreceği, düşen talebin varlık fiyatlarını aşağıya çekeceği, nakit akımlarındaki yetersizliğin CDO’ları tahakkuka düşüreceği, tahakkuk swaplarını satanların bunları finanse ederken likidite krizine gireceği ve ratinglerinin geriletileceği, düşün ratinglerin “monoline”lar üzerindeki baskıyı arttırıp sermaye yetersizliklerini öne çıkaracağı ve ratinglerinde tenzile gidileceği ve bunun da dünyada büyük bir güvensizliğe sebep olacağı, artan güvensizliğin dünya ekonomisini sonu görülemeyen bir bunalıma sokacağı hesaplanmamıştı.”
300 trilyon $ olduğu tahmin edilen, gelecek dönemlerdeki nakit akışları üzerine kurulu olan sentetik ürün pazarının cari piyasa değerinin, (mark to market) alış-satış’ın durma noktasına gelmesi nedeniyle teknik olarak sıfır olarak hesaplanması, henüz 400 milyar $ olan real zararın (write-down) ulaşabileceği boyutları gösterir gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder