Tüm dünya finansal krize odaklanmış durumda. 1929 Ekonomik Buhran’ından bu yana yaşanan en büyük finansal kriz konut kredilerinden kredi kartlarına, yatırım bankalarından mevduat bankalarına, Amerika’dan İzlanda’ya kadar her alanda kendini gösteriyor. Neredeyse tüm dünyayı etkileyen bu krizin şu ana kadarki en yaygın adı “Subprime Krizi” olarak görünüyor.
Subprime, İngiltere ve Amerika’da oldukça yaygın genel bir tanımlama. Yetersiz ve sorunlu kredi geçmişine sahip olan kişilere verilen konut kredilerini ifade ediyor. Bu kredilerin ödenmeme ihtimalinin yani tahakkuk riskinin yüksek olduğunu bilen bankalar, yüksek faiz ve komisyon alarak terazinin kefelerini dengelemeye çalıştılar. Bir anda karlı bir sektöre dönüşen subprime, nasıl oldu da çok geçmeden dünyayı felakete sürükleyen krizin isim babası oluverdi.
Subprime krediler, global ölçekte bakıldığında mevcut kredilerin %1’inden daha az bir paya sahip. Peki, nasıl oluyor da, krizin en önemli sebebi olarak görülüyorlar?
Cevabı çok kısa; “risk algılaması!”
Subprime krediler de, tıpkı kredi geçmişinde olumsuzluk bulunmayanlara verilen prime krediler gibi bilançolarda taşınmayıp menkul kıymetleştiriliyor. Düzenlemelerin verdiği inisiyatifleri kar elde etmek için en aşırı şekilde kullanan bono ihraççıları, her iki segmentteki kredileri aynı paket içine koyarak oldukça kompleks menkul kıymetler haline dönüştürdüler. Subprime kredilerde tahakkuk oranları artınca, menkul kıymetler içinde yer alan subprime kredileri ayrıştırma imkanının olmaması, tüm paketin değerinin düşmesine sebep oldu. Likiditesi düşük fonlar yavaş yavaş batmaya başlayınca da kriz korkusu bir anda her yanı kaplayıverdi.
Ardı ardına bankalar ve finans kuruluşları iflas etmeye, borsalar gerilemeye, para birimleri değer kaybetmeye devam edince, sektörün önde gelen yöneticileri birbirlerine aynı soruyu sormaya başladılar: “Dünya borç stokunun %1’inden azını oluşturan subprime konut kredileri, tüm zamanların en büyük finansal krizlerinden birini nasıl tetikledi?”
Sorunun cevabı finansal sektör aktörleri ve düzenleyicilerinin oluşturdukları mekanizmada saklı: Risk algılaması.
İşler iyi gittiğinde mekanizma oldukça başarılı işlerken, olumsuzluklar başladığında, risk algılamasının aşırı hafife alınması sistemi çok tehlikeli bir dönemece soktu. Tarihsel kökleri üzerinde büyüyen bankaların aktifleri verdikleri kredilerden oluşurken, risk algılaması bankaları, aktiflerini yeniden organize etmeye yönlendirdi. Krediler yerine bankaların mali tablolarındaki aktifler, müşterileri hakkındaki kişisel algılamaları sonucu yapılandırılan menkul kıymetler ağırlığında oluşmaya başladı. Bu da verilen ratingleri aşırı iyimser düzeylere çıkardı. Ratingler arttıkça, sermaye yeterlilik rasyoları ve dolayısıyla sermayeler azalmaya başladı. Sektörü düzenleyen kurumlarsa mekanizmanın son derece şeffaf ve alınan sermaye tedbirlerinin riskler için yeterli düzeylerde olduğunu belirtti. Risk algılaması, her iki taraf için de son derece modern ve kitabına uygun şekilde işletiliyordu bir bakıma.
Düzenlemelerin verdikleri inisiyatiflerin yorumlanmasında, bankaların risk algılaması üzerine yaptıkları en önemli çıkarımlar, kredi ratinglerini arttırmak, sermaye gereksinimini düşürmek ve karlılığı yükseltmek üzerine kuruluydu. Bunu da oldukça kaldıraçlı bir şekilde yaptılar. Sonuçta bankaların kredi tahsis birimleri karmaşık menkul kıymetleri ihraç eden, satın alan ve onları yüksek ratinglerle eşleştiren birimlere dönüştüler.
Kredi ratinglerinin yükselmesi, daha riskli ve karmaşık yapılarda menkul kıymet üretimine yönlendirdi. Fakat sonuçta subprime segmentteki tahakkuklar arttığında, paketler halinde oluşturulan menkul kıymetlerden subprime olanların ayrıştırılması mümkün olmadığı için, değer ve rating kaybı tüm pakete ve oradan da bankanın tüm aktifine sıçramış oldu. En yüksek ratinglerle oluşturulan bu son derece riskli aktifler için, %1’den daha düşük tahakkuk ihtimali hesaplanıp, en modern risk algılama modelleriyle tespit edilen sermaye karşılıkları ayrıldı. Bugün aynı menkul kıymetlerin tahakkuk ihtimali %90’ın üstünde hesaplanıyor.
Bankaların, menkul kıymetler içindeki şüpheli parçaları tüm paketten izole edip ayrıştıramamaları, diğer bankalara kredi vermelerine de engel olmaktadır. Çünkü diğer bankaların da aynı ayrıştırmayı yapamayacaklarını bilmektedirler. Bu da güvensizliği arttırmaktadır. Sonrasında olanları hepimiz biliyoruz. Nakit yeterliliği bulunmayan bankalar iflas ederken, kalanları acil sermaye ihtiyacı içine girmiştir. Kısıtlı sermaye için büyük bir rekabet kaçınılmazdır artık.
İşte, subprime denilen bu çok küçük parça, global ekonomiyi böyle çökertmiştir.
Subprime, İngiltere ve Amerika’da oldukça yaygın genel bir tanımlama. Yetersiz ve sorunlu kredi geçmişine sahip olan kişilere verilen konut kredilerini ifade ediyor. Bu kredilerin ödenmeme ihtimalinin yani tahakkuk riskinin yüksek olduğunu bilen bankalar, yüksek faiz ve komisyon alarak terazinin kefelerini dengelemeye çalıştılar. Bir anda karlı bir sektöre dönüşen subprime, nasıl oldu da çok geçmeden dünyayı felakete sürükleyen krizin isim babası oluverdi.
Subprime krediler, global ölçekte bakıldığında mevcut kredilerin %1’inden daha az bir paya sahip. Peki, nasıl oluyor da, krizin en önemli sebebi olarak görülüyorlar?
Cevabı çok kısa; “risk algılaması!”
Subprime krediler de, tıpkı kredi geçmişinde olumsuzluk bulunmayanlara verilen prime krediler gibi bilançolarda taşınmayıp menkul kıymetleştiriliyor. Düzenlemelerin verdiği inisiyatifleri kar elde etmek için en aşırı şekilde kullanan bono ihraççıları, her iki segmentteki kredileri aynı paket içine koyarak oldukça kompleks menkul kıymetler haline dönüştürdüler. Subprime kredilerde tahakkuk oranları artınca, menkul kıymetler içinde yer alan subprime kredileri ayrıştırma imkanının olmaması, tüm paketin değerinin düşmesine sebep oldu. Likiditesi düşük fonlar yavaş yavaş batmaya başlayınca da kriz korkusu bir anda her yanı kaplayıverdi.
Ardı ardına bankalar ve finans kuruluşları iflas etmeye, borsalar gerilemeye, para birimleri değer kaybetmeye devam edince, sektörün önde gelen yöneticileri birbirlerine aynı soruyu sormaya başladılar: “Dünya borç stokunun %1’inden azını oluşturan subprime konut kredileri, tüm zamanların en büyük finansal krizlerinden birini nasıl tetikledi?”
Sorunun cevabı finansal sektör aktörleri ve düzenleyicilerinin oluşturdukları mekanizmada saklı: Risk algılaması.
İşler iyi gittiğinde mekanizma oldukça başarılı işlerken, olumsuzluklar başladığında, risk algılamasının aşırı hafife alınması sistemi çok tehlikeli bir dönemece soktu. Tarihsel kökleri üzerinde büyüyen bankaların aktifleri verdikleri kredilerden oluşurken, risk algılaması bankaları, aktiflerini yeniden organize etmeye yönlendirdi. Krediler yerine bankaların mali tablolarındaki aktifler, müşterileri hakkındaki kişisel algılamaları sonucu yapılandırılan menkul kıymetler ağırlığında oluşmaya başladı. Bu da verilen ratingleri aşırı iyimser düzeylere çıkardı. Ratingler arttıkça, sermaye yeterlilik rasyoları ve dolayısıyla sermayeler azalmaya başladı. Sektörü düzenleyen kurumlarsa mekanizmanın son derece şeffaf ve alınan sermaye tedbirlerinin riskler için yeterli düzeylerde olduğunu belirtti. Risk algılaması, her iki taraf için de son derece modern ve kitabına uygun şekilde işletiliyordu bir bakıma.
Düzenlemelerin verdikleri inisiyatiflerin yorumlanmasında, bankaların risk algılaması üzerine yaptıkları en önemli çıkarımlar, kredi ratinglerini arttırmak, sermaye gereksinimini düşürmek ve karlılığı yükseltmek üzerine kuruluydu. Bunu da oldukça kaldıraçlı bir şekilde yaptılar. Sonuçta bankaların kredi tahsis birimleri karmaşık menkul kıymetleri ihraç eden, satın alan ve onları yüksek ratinglerle eşleştiren birimlere dönüştüler.
Kredi ratinglerinin yükselmesi, daha riskli ve karmaşık yapılarda menkul kıymet üretimine yönlendirdi. Fakat sonuçta subprime segmentteki tahakkuklar arttığında, paketler halinde oluşturulan menkul kıymetlerden subprime olanların ayrıştırılması mümkün olmadığı için, değer ve rating kaybı tüm pakete ve oradan da bankanın tüm aktifine sıçramış oldu. En yüksek ratinglerle oluşturulan bu son derece riskli aktifler için, %1’den daha düşük tahakkuk ihtimali hesaplanıp, en modern risk algılama modelleriyle tespit edilen sermaye karşılıkları ayrıldı. Bugün aynı menkul kıymetlerin tahakkuk ihtimali %90’ın üstünde hesaplanıyor.
Bankaların, menkul kıymetler içindeki şüpheli parçaları tüm paketten izole edip ayrıştıramamaları, diğer bankalara kredi vermelerine de engel olmaktadır. Çünkü diğer bankaların da aynı ayrıştırmayı yapamayacaklarını bilmektedirler. Bu da güvensizliği arttırmaktadır. Sonrasında olanları hepimiz biliyoruz. Nakit yeterliliği bulunmayan bankalar iflas ederken, kalanları acil sermaye ihtiyacı içine girmiştir. Kısıtlı sermaye için büyük bir rekabet kaçınılmazdır artık.
İşte, subprime denilen bu çok küçük parça, global ekonomiyi böyle çökertmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder