10 Nisan 2014 Perşembe

Atlar ve serçeler!

Ekonomik sistem giderek daha fazla tüketime kışkırtıyor. Tüketim kültürü hayatımıza yeni dertler ekliyor. Tasarruf açığı, mutsuzluk ya da fakirlik önemli sorunlar elbette. Hepimiz değilsek de birilerimiz bu sorunlardan muzdarip. Ama ekonomik sistemin bunlardan daha tehlikeli bir dışsallığı var ki, işte o hepimizi mahvediyor. Karakterimizi erozyona uğratan bu sorun maddiyatçılık.

İş hayatında herkes son derece bakımlı. Kıyafetler bütçenin üzerinde lüks. Kişisel görünüme harcanan bedel belli ki oldukça yüksek. Modern çağ gurularının söylediğine göre iş hayatında dış görünüm önemli. Ürününüzü satmadan önce kendinizi satmalısınız. Çok değil yirmi yıl öncesinin temiz giyim anlayışı yerini havalı giyim anlayışına bıraktı. Türümüzün en özeli olmak gibi kişisel bir amacımız var artık.

Maddiyata önem hayatının her anında görülebiliyor. İnsanlar çok şey istiyorlar ve kesinlikle eski bir şey istemiyorlar. Pul koleksiyonu yapan kalmadı. Statü ve itibar veren şeyler pahalı arabalar, mücevherler veya ince zevki sergileyen pahalı eşyalar. Herkes aynı mesajı vermek istiyor: Ben güçlü ve yüksek mevkili biriyim; bana saygı duyun!

Eşya biriktirme hastalığına sahibiz artık. Saatler, gözlükler, çantalar ve daha bir sürü eşya. Kendimize olan düşkünlüğümüz tuhaf bir zenginlik hastalığı yaratmış gibi görünüyor. Televizyonlar da sürekli zenginlerin gıpta edilecek hayat tarzlarını gösterdikleri için yapacak pek bir şey kalmıyor.

Maddiyatçı modalara eğilim son derece yüksek. İnsanlar sahip olduklarıyla gösteriş yapıyor, çekicilikleri ile maddiyatçılığı kışkırtıyor. Amerika'da üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmada, "yüksek ücretli bir iş istiyorum" diyenleri sayısı "onurlu ve ahlaklı yaşamak istiyorum" diyenlerden daha fazla. Başka bir araştırmada gençlere hedefleri sorulduğunda, %90'a yakını zengin olmak istediğini söylüyor. İkinci sırada ise ünlü olmak isteyenler geliyor. 18 yaş üstü genç kızların ise %98'i en sevdiği aktivitenin alışveriş yapmak olduğunu belirtiyor. Paranın cazibesi işte!

Aslında insanların paraya düşkünlüğünün nedenlerini anlamak zor değil. Hatta bunun eleştirilmesi bile gereksiz. Ama burada önemli olan başka bir şey var. Kişi, önemli ve başarılı biri olduğunu dünyaya ilan etmek için neden daha fazla paraya ihtiyaç duysun ki? Ne önemlilik ne de başarı para ile ilişkili kavramlar değiller. Öyleyse ne?

Zenginlerin yaşam tarzları, orta sınıfların ulaşmak için borca girdikleri yeni bir standart oluşturdu. Mesela bir kanepe takımı almaya gittiğinizde 10.000 liralık olanı beğenirsiniz. 3.000 liralık olanı görünce hesaplı olduğunu düşünürsünüz. 1.000 liralık olan da aynı işleve sahiptir ama onu pek umursamazsınız. Makul bir kanepe takımının fiyatını belirleyen şey artık 10.000 liralık takım olmuştur. Konu üzerine Amerikalı ekonomistlerin yaptığı araştırmalarda çarpıcı bir sonuç ortaya çıkmıştır: Yoksul bölgelerdeki tüketim zengin bölgelere oranla daha yüksektir. Araba, mücevher, giyim ve kişisel bakım ürünlerine yoksullar zenginlerden %13 daha fazla harcamıştır. Şaşırtıcı mı?

Karar sana kalmış. Yazılı ve görsel basın zenginlerin hayatını anlatmaya devam ettikçe yapacak pek bir şey. Yoksulları sadece doğal afet haberlerinde görüyoruz. Bu belki de bizi dünyada yoksulluğun kalmadığı düşüncesine sevk ediyor ve daha fazla maddiyata eğiliyoruz.

İktisadın önemli teorilerinden biri trickle-down teorisidir. Basitçe şunu der: Eğer daha büyük pasta pişirirsen, bundan daha fazla insan pay alır. Oldukça mantıklı geliyor değil mi? Bir de teorinin eleştirmenlerinin ne dediğine bakalım öyleyse: Serçelere bir iyilik yapılmak isteniyorsa atlara yem olarak en iyi yulafın verilmesi gerekir. Eğer serçeler şanslıysa, küçücük gagalarıyla, atların pisliğinin içinden birkaç yulaf tanesi bulabilirler.

Hiç yorum yok: