Zombi bankacılık yeni bir terim değil. 90’lı yıllarda, gayrimenkul balonunun altında ezilerek teknik iflas durumuna düşen Japon bankacılık sistemini anlatan bir ifade olarak ilk kez kullanılmıştı. Bugün ise yeniden gündemde.
Basit bir örnekle Zombi bankayı daha yakından tanıyalım. Bir A bankasının aktiflerinin 100 lira, pasiflerinin 90 lira ve sermayesinin 10 lira olduğunu düşünelim. Bankanın varlıklarının 40 liralık bölümünü mortgage bazlı menkul kıymetler ve diğer toksik varlıklar oluştursun. Tıpkı bugün Citibank, UBS, RBS gibi büyük bankalarda olduğu türden. Banka bu aktifleri satmaya kalktığında, piyasa değerlerinin 10 liradan fazla etmediğini görür. İşte bu A bankası artık bir zombi banktır. Faaliyetlerine devam etse de, 10 liralık sermayesi 30 liralık varlık zararıyla, 3 katı oranında karşılıksız kalmıştır. Yani sermayesi sıfırın altına düşmüştür.
Daha önce mark to market muhasebe kuralı gereği, bu tür varlıklarının değerini düşürmek zorunda olan bankalar, yani 30 lira zarar yazanlar, artık bunu yapmak zorunda değiller. Yapılmak istenen şey, bankaların, bu ölü varlıkların değerlerini piyasa fiyatlarıyla değil, kendi yöntemleriyle belirlemeleri.
Bu gerçekten tehlikeli bir durum. Çünkü bankaların mark to market yöntemini terk ederek kendi yöntemlerini kullanmaları, her halükarda değersiz varlıkların değerliymiş gibi gösterilmesine neden olacak. Piyasada satılamayan menkul kıymetlerin mark to market yöntemine göre değerinin teorik olarak sıfır olması gerekiyor. Fakat bu menkul kıymetlerin altında yatan bazı kredilerin hala ödeniyor olması, bankalara buna göre değerleme şansı verecek. Başka bir deyişle, eğer bu varlıklar vadeye kadar elde tutulursa bir değerleri olacağı öngörülüyor. Bu inanç ilk bakışta doğru gibi algılansa da önemli bir noksanlık içeriyor. Bu krediler menkul kıymetleştirildikten sonra kaldıraçlı hale dönüştürüldüler. Yani 10 birimlik kredi üzerine 100 birimlik menkul kıymet ihracı yapıldı. Bu nedenle paket içindeki bazı krediler ödeniyor olsa da, kaldıracın etkisi nedeniyle vade sonu değerlerinin pek yüksek olmayacağı ortadadır.
Şimdi hikayeyi biraz daha basitleştirelim. Portakal satıcısısınız mesela. Fiyatlarınızı piyasaya göre değil de kendi kafanıza göre belirlediğinizi varsayarsak, yani bu modele göre çalıştığınızı düşünürsek, öncelikle herkesi sattığınız şeyin portakal olduğunu inandırmanız bekleniyor. Size inanıp portakal alanlardan ise, portakalın piyasa fiyatının 100 katı ücret almanız gerekiyor. İşte bu model böyle çalışacak.
Bugüne kadar yazılan 1 trilyon $ zarar da ilave edildiğinde, bu menkul kıymetlere yatırımcı ilgisini canlandırmanın pek mümkün olmadığı görülmektedir. Peki, hiç kimse bu varlıkları vadeye kadar elinde tutmak istemezken, neden tutulması için büyük bir çaba var?
Cevabını her zamanki gibi okuyucuya bırakıyoruz, fakat küçük bir ipucu vererek: Ördek için iyi olan kaz için de iyidir!
Basit bir örnekle Zombi bankayı daha yakından tanıyalım. Bir A bankasının aktiflerinin 100 lira, pasiflerinin 90 lira ve sermayesinin 10 lira olduğunu düşünelim. Bankanın varlıklarının 40 liralık bölümünü mortgage bazlı menkul kıymetler ve diğer toksik varlıklar oluştursun. Tıpkı bugün Citibank, UBS, RBS gibi büyük bankalarda olduğu türden. Banka bu aktifleri satmaya kalktığında, piyasa değerlerinin 10 liradan fazla etmediğini görür. İşte bu A bankası artık bir zombi banktır. Faaliyetlerine devam etse de, 10 liralık sermayesi 30 liralık varlık zararıyla, 3 katı oranında karşılıksız kalmıştır. Yani sermayesi sıfırın altına düşmüştür.
Daha önce mark to market muhasebe kuralı gereği, bu tür varlıklarının değerini düşürmek zorunda olan bankalar, yani 30 lira zarar yazanlar, artık bunu yapmak zorunda değiller. Yapılmak istenen şey, bankaların, bu ölü varlıkların değerlerini piyasa fiyatlarıyla değil, kendi yöntemleriyle belirlemeleri.
Bu gerçekten tehlikeli bir durum. Çünkü bankaların mark to market yöntemini terk ederek kendi yöntemlerini kullanmaları, her halükarda değersiz varlıkların değerliymiş gibi gösterilmesine neden olacak. Piyasada satılamayan menkul kıymetlerin mark to market yöntemine göre değerinin teorik olarak sıfır olması gerekiyor. Fakat bu menkul kıymetlerin altında yatan bazı kredilerin hala ödeniyor olması, bankalara buna göre değerleme şansı verecek. Başka bir deyişle, eğer bu varlıklar vadeye kadar elde tutulursa bir değerleri olacağı öngörülüyor. Bu inanç ilk bakışta doğru gibi algılansa da önemli bir noksanlık içeriyor. Bu krediler menkul kıymetleştirildikten sonra kaldıraçlı hale dönüştürüldüler. Yani 10 birimlik kredi üzerine 100 birimlik menkul kıymet ihracı yapıldı. Bu nedenle paket içindeki bazı krediler ödeniyor olsa da, kaldıracın etkisi nedeniyle vade sonu değerlerinin pek yüksek olmayacağı ortadadır.
Şimdi hikayeyi biraz daha basitleştirelim. Portakal satıcısısınız mesela. Fiyatlarınızı piyasaya göre değil de kendi kafanıza göre belirlediğinizi varsayarsak, yani bu modele göre çalıştığınızı düşünürsek, öncelikle herkesi sattığınız şeyin portakal olduğunu inandırmanız bekleniyor. Size inanıp portakal alanlardan ise, portakalın piyasa fiyatının 100 katı ücret almanız gerekiyor. İşte bu model böyle çalışacak.
Bugüne kadar yazılan 1 trilyon $ zarar da ilave edildiğinde, bu menkul kıymetlere yatırımcı ilgisini canlandırmanın pek mümkün olmadığı görülmektedir. Peki, hiç kimse bu varlıkları vadeye kadar elinde tutmak istemezken, neden tutulması için büyük bir çaba var?
Cevabını her zamanki gibi okuyucuya bırakıyoruz, fakat küçük bir ipucu vererek: Ördek için iyi olan kaz için de iyidir!
Zombi bankalar ve bankacılık hakkında ayrıntılı bilgiyi Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımda bulabilirsiniz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder