27 Haziran 2012 Çarşamba

Büyücünün abaküsü!

Birçoklarına göre global krizde son dönemece girildiği şu anlarda Almanya’nın tavrının ne olacağı hala belli değil. Hiç kimse Almanya’nın ne karar vereceğini kestiremiyor. Rasyonel ekonomistler ve piyasa gözlemcileri olası birkaç senaryo üzerinde yoğunlaşmış durumdalar. Fakat krizi önleyeceği düşünülen Almanya’nın hareketinin ne olacağı henüz merak konusu.

Bir devletin davranış şeklinin insanlarınkinden farklı olacağını düşünmek hata olacaktır. Devletleri yönetenler de insanlar olduğuna göre kişisel düşünce sisteminin devletler açısından da geçerli olabileceğini söylemek yanlış bir çıkarım olmayacaktır. Öyleyse bu bakış açısıyla Almanya’nın nasıl karar vereceğini hep beraber bulmaya çalışalım. İnsanoğlunun böyle bir durumda karar verme sisteminin nasıl çalışacağını ortaya koyarak Almanya’nın finansal krizi çözmek için nasıl bir hamle yapacağını bulmayı deneyelim.

Gazete ve dergilerin dönemlik abonelik ücretlerini görmüşsünüzdür. Size karar vermeniz için seçenekler sunarlar. Siz de bu seçeneklerden birini seçersiniz. Sosyal araştırmacı Dan Ariely de böyle bir durumla karşılaşır. The Economist dergisinin abonelik ücretlerini arasında tuhaf bir durum sezer. The Economist’in bir yıllık ücret tarifesi şöyledir:

-İnternet aboneliği, 50 dolar
-Dergi aboneliği, 100 dolar
-İnternet ve dergi aboneliği, 100 dolar

Karar vermeden önce seçenekleri birlikte irdeleyelim. İlk seçenek makul görünürken, ikinci seçenek biraz pahalı görünmektedir. Üçüncü seçenek ise hem dergi, hem internet aboneliğini sadece dergi aboneliği fiyatına sunduğu için en cazip seçenek olarak görünmektedir. Öyleyse herkesin tercihi üçüncü seçenek olacaktır. Fakat eğer herkesin tercihi üçüncü seçenek olacaksa neden böyle tuhaf bir fiyatlama yapmışlardır?

Bu durumdan şüphelenen Dan Ariely soluğu MIT’nin Sloan işletmecilik okulunda alır ve bu seçenekleri master öğrencilerine sorar: “Siz olsaydınız hangi seçeneği seçerdiniz?”

Öğrencilerin %16’sı birinci seçeneği seçerken, %84’ü üçüncü seçeneği seçmiştir. İkinci seçeneği ise seçen olmamıştır. Sonuçlar beklendiği gibi ama biraz tuhaftır. İkinci seçeneği hiç kimse seçmemiştir. Öyleyse ikinci seçenek gereksiz bir seçenek gibi durmaktadır. Dan Ariely’nin aklına o anda şeytanca bir fikir gelir. İkinci seçeneği çıkararak testi yeniden yapmak.

Bu kez farklı bir öğrenci grubu bulunarak sadece birinci ve üçüncü seçenekler verilir ve “Siz olsaydınız hangi seçeneği seçerdiniz?” diye sorulur. Gelen cevaplar bu kez oldukça şaşırtıcıdır. Katılanların %68’i birinci seçeneği seçerken, sadece %32’si üçüncü seçeneği seçmiştir. İkinci seçeneği çıkarınca üçüncü seçeneği seçenler %52 azalmıştır. Peki bu nasıl gerçekleşmiştir? İnsanoğlunun irrasyonel düşünce sistemi nasıl bir hata yapmıştır?

Aslında tüm illüzyon ikinci seçenekteydi. Bu seçenek okuyucu için bir tuzaktı ve okuyucuyu direk olarak üçüncü seçeneği seçmeye itiyordu. Bu karar verme sistemimizin genel bir hatasıdır. Kişilerin karar verme sistemleri çoğu zaman seçenekleri birbiriyle karşılaştırma şeklinde değil de, kolayca karşılaştırılabilir şeyleri birbiriyle karşılaştırma şeklinde çalışır. Kolayca karşılaştıramayacağımız şeyleri genellikle karşılaştırmayız. İşte yapılan düşünce hatası buydu. Şimdi bu bakış açısıyla, Avrupa’daki krizin Almanya’nın önüne sunduğu seçenekleri değerlendirmeye çalışalım.

Aslında basitçe ortaya koyarsak Almanya’nın önünde baştan beri üç seçenek bulunuyor. Bu seçenekleri ve bunların ülkeye temsili maliyetlerini yukarıdaki örneğe uygun olarak şöyle sıralayabiliriz.

-Yunanistan’a piyasaların beklediği desteği vermek, 50 dolar
-Sıkışan ülkelere ayrı ayrı gereken desteği vermek, 100 dolar
-Birliği bir arada tutmak için gerekli tedbirleri almak, 100 dolar

İlk seçenek Almanya’ya en az maliyetli seçenek gibi durmaktadır. İkinci seçenek finansal sıkışıklığa düşen ülkelere gerektiğinde destek verme anlamına gelmektedir ki, bu seçenekte Almanya’yı Yunanistan’dan sonra İspanya, Portekiz ve İtalya’nın beklediği ortadadır. Bu seçeneğin maliyeti ilk seçeneğe göre elbette ki daha yüksektir. Üçüncü seçenek ise Birliği bir arada tutacak önlemleri almaktır. Ülkelerin borç yapılandırmaları, ortak tahvil, kefalet ve diğer çabalar bu seçenek içinde yer alacaktır. Bu seçeneğin maliyetinin de göreceli olarak ikinci seçenek ile aynı olması beklenebilir. Şimdi siz Almanya’nın yerinde olsanız bu seçeneklerden hangisini seçersiniz?

İlk seçenek en az maliyetli olsa da birliğin tamamını kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü birliğin dağılmaması birinci önceliktir. Bu durumda ikinci seçenek düşünülebilir. Yani önce Yunanistan’ı, ardından İspanya ve diğerlerini kurtarmak. Fakat ikinci seçeneğin maliyeti üçüncü seçenek ile aynı. Bu durumda en akıllıca olanı üçüncü seçenek olacaktır. Birliğin tamamını kurtarmak için gerekli tedbirleri almak.

Almanya bu kararı verebilir elbette. Ama Almanya gibi iki dünya savaşını yaşayan bir ülkenin tecrübeli yöneticileri ikinci şıkkın yukarıdaki dergi aboneliğinde olduğu gibi tuzak bir şık olacağını görecektir. O zaman birinci ve üçüncü seçenek karar vermesi gereken iki seçenek gibi görünmektedir. Peki şimdi hangisini seçer dersiniz?

MIT’de yapılan ikinci deneyde seçenekler ikiye indirildiğinde denekler ilk seçeneğe yönelmişlerdir. Bu yaklaşım altında Almanya’nın da ilk seçeneğe yönelmesi insanın irrasyonel doğası gereği en olası sonuç görünmektedir. Yani kısa vadede Yunanistan’a gereken desteği vermek.

Önümüzdeki birkaç gün Almanya’nın hangi kararı vereceğini göreceğiz. İrrasyonel insan davranışları seçenekler ikiye indiğinde birinci seçeneğe yönelmiştir. Almanya’nın nasıl bir karar vereceğini ise hep beraber göreceğiz?

26 Haziran 2012 Salı

Sizce son şutu kim atsın?

Avrupa’da derinleşen kriz sonrası piyasaların istediği tek bir şey var. Almanya’nın çöken birlik ülkelerini sırtlaması. Bunun tek çözüm olduğu herkesin ortak kararı. Maliyetinin ne olacağı bile belli değilken Almanya’dan bu büyük sorumluluğun altına girmesi bekleniyor. Rating indirimleri ve ekonomik belirsizliklerin artması artık maçın son anlarının geldiği şeklinde yorumlanıyor. Çöken birliği son dakikada Almanya’nın kurtarabileceği herkesin ortak öngörüsü. Peki gerçekten Almanya birliği son anda çökmekten kurtarabilecek mi dersiniz?

Bu zor soruya ülkelerin ne kadar paraya ihtiyacı olduğunu bilmeden çözüm bulmak imkansız. Bunu şu an için bilen yok görünüyor. Öyleyse farklı bir bakış açısı kullanarak basit bir soru ile yanıt bulmaya çalışalım.

ABD ulusal basketbol ligini (NBA) seyredenler son saniye basketleri ile kazanılan maçlara aşinadırlar. Son atışlar her zaman en iyi oyuncular üzerinden gerçekleştirilerek maçlar kazanılmaya çalışılır. NBA ligini seyredenlerin cevap verebileceği bir soru ile başlayalım. “Son atışı hangi oyuncu yaparsa maçı kazanma ihtimali en yüksektir?”

Bu soru 2009 yılında Sports Illustrated editörleri tarafından NBA oyuncularına sorulur. NBA’deki oyuncuları en iyi tanıyanların yine NBA oyuncuları olacağı varsayımıyla oyunculara, “Bir basket ile maçı kazanabileceğiniz bir oyundu sizce son basketi kim atmalı?” diye sorulur. Birçok basketbolsever gibi, oyuncuların tercihi de fazla sürpriz değildi. Oylamaya katılanların %76’sı Los Angeles Lakers’tan Kobe Bryant demişti. İkinci sırada ise %3 oyla Denver’dan Chauncey Billups geliyordu. Diğer oyuncular ise bu iki oyuncudan daha az oy almıştı.

Hiç şüphesiz ki bir basketbol yıldızı olan Kobe Bryant bu soruya verilecek en doğru yanıttır. Çünkü attığı son saniye basketleri ile kazandırdığı birçok maç vardır. Kobe’nin maç sonlarındaki kararlılığı ve soğukkanlılığı ile şutları kullanma cesareti herkesin saygı duyduğu bir karakteristiğidir. Rasyonel düşünce irrasyonel düşünce karşısında bu kez haklı bir zafer elde etmiş gibi görünüyordu. Çünkü Kobe’den daha iyisinin olmadığında herkes hemfikirdi. Kısacası Sports Illustrated yaptığı anketle başarılı bir sonuca ulaşmıştı.

Fakat irrasyonel ve şüpheci düşünen bir internet sitesi bu sonuçlarda bir tuhaflık olabileceğini seziyordu. Bu site 82games.com adlı siteydi. Site uzmanları anketin yapıldığı tarihin öncesindeki bir yıl boyunca oynanan tüm NBA maçlarının son 1 dakikalarını yakın incelemeye aldılar. İnceledikleri ilk kişi elbette Kobe Bryant’tı. Fakat manzara hiç de beklenilen gibi değildi. Kobe, düşünüldüğü gibi atışların tamamını kullanmıştı ama bunlardan sadece %25’inde başarılı olmuştu. %75 başarısızlık bir faciaydı.

Site yöneticileri bu kez ikinci en çok güvenilen oyuncuya yöneldiler: Chauncey Billups. Billups’ın son dakika performansı sadece %16 idi. Bundan daha kötüsünün olması imkansızdı. Fakat Billups ankette en çok güvenilen ikinci oyuncuydu.

Hem Kobe, hem de Billups düşünüldüğünün aksine NBA’in en kötü son dakika atıcıları çıkmışlardı. Ankette isimleri düşünülmeyen birçok başarılı son dakika atıcısı tespit edilmişti. Fakat böyle bir hata profesyonel NBA oyuncuları tarafından nasıl yapılmıştı?

Mantıksal verileri kullanarak çıkarımlar yapmak insanoğlunun karar verirken genellikle kullandığı bir yöntem değildir. İnsanlar, o an hisleri ve zihinlerindeki görüntüleri kullanarak kestirme kararlar vermeyi tercih ederler. Karar vermek için uzun uzadıya düşünmeyi sevmeyiz. İşte NBA oyuncuları da bu şekilde düşünmüş ve hatalı bir sonuca ulaşmışlardı.

Şu an herkes tarafından Almanya’nın kurtarıcı olarak düşünülmesinin arkasında da böyle bir düşünce hatasının olmadığını kim garanti edebilir? Finansal sıkışıklık içinde olan en az 4 veya 5 ülkeyi kurtarmanın finansal maliyetinin ne olacağı ortaya konulamazken “güçlü ülke Almanya” metaforuna güvenerek verilen kararlara sizce ne kadar güvenilebilir?

Öyleyse şu soruya yeniden yanıt bulmaya çalışalım: “Son şutu kim atsın?”

25 Haziran 2012 Pazartesi

Çin serabının gerçek nedeni!

Son zamanlarda global ekonominin en hassas yeri olarak Avrupa görülüyor. Birlik ülkelerinin birçoğunun içinde bulunduğu borç çıkmazı dikkatlerin başka yöne kaymasına imkan vermiyor. Buz çağının Avrupa’ya her an geleceği öngörülüyor. Avrupa ile kıyaslandığında ABD ekonomisi bile düzlükte görülüyor. Çin ekonomisi dendiğinde ise herkesin ağzının suyu akmaya başlıyor. Çin ekonomisinden pay alabilme global krizden kurtulma reçetesi olarak algılanıyor. Peki bu ne kadar gerçekçi?

Çin’deki kredi balonunun ne kadar şiştiği hususunda gerekli çıkarımlar yapılmıyor. Fiyatlar düşerken otomobil stokları yükseliyor. Para arzı İspanya’dan daha hızlı daralıyor. Sanayi üretimindeki artış son yılların en düşük seviyesinde. Emtialara talep azalıyor. Ülkenin kontrolü kaybettiği düşüncesi giderek ağırlık kazanıyor. Peki hal böyleyken nasıl oluyor da Çin’in adını bile duymak ülkelere makro bir refah hissi vermeye yetiyor. İnsanların, yatırımcıların ve hatta ülkelerin Çin serabı nereden kaynaklanıyor?

Bu sorunun, insanoğlunun birbirine benzeyen irrasyonel düşünce sistemi bağlamında yanıtını bulmak için 1999 yılına gidelim. İnternet balonunun henüz patlamadığı ve teknoloji şirketlerinin pegasus gibi görüldüğü yıllara. China Prosperity Internet Holding (Çin Refahı İnternet Varlıkları-CPIH) adlı şirketin finansal piyasalarca pek bilinmeyen hikayesine.

1999 yılı 16 Kasımında, ABD’deki internet forumlarını tesadüfen ziyaret edenler CPIH adlı bir şirketten bahsedildiğini görürler. CPIH’in yakında büyük bir patlama yapacağı yazıyordu mesajlarda. Mesajları okuyanlar arama motorlarından şirketle ilgili bilgi edinmeye çalışırlar. Fakat hiçbir kaynakta şirketle ilgili bir bilgiye ulaşamazlar. Fiyat grafiklerinden şirketin hisse senedinin 0,25 dolar seviyesinde olduğu ve uzun süredir işlem görmediği anlaşılmaktadır. O an birçokları için karar anıydı ve CPIH adlı şirketin ne iş yaptığı pek önemli değildi.

Birkaç dakika içinde CPIH hisselerinin değeri 0,25 dolardan 1 dolara fırlar. Piyasaların kapanmasına birkaç dakika kalmıştır ve acele edilirse biraz daha CPIH hissesi alınması mümkündür. Fırsatı kaçırmak istemeyenler emirleri borsaya iletirler. 16 Kasım 1999’da borsa kapandığında CPIH hisseleri 14 doları geçmiştir. Birkaç dakika içinde hisse senedinin artış oranı %5600’leri bulmuştur ve bu inanılacak gibi bir şey değildir. CPIH adlı şirketin kim olduğu ve ne iş yaptığı hala kimsenin umurunda değildir. Çünkü bitirilmesi gereken iş henüz bitmemiştir.

Ertesi gün CPIH hisseleri 20 dolardan açılır. Herkes şaşkınlık içindedir. CNBC kanalı hisseyi incelemeye almış yorumlar yapmaktadır Bir saat içinde hissenin değeri 82 doları görür. CPIH alanlar bir günden daha az bir süre içinde %32800 kazanmışlardır. Şirkete önceki akşam 1000 dolar yatıranların ertesi sabah 328.000 doları olmuştur. Fakat bu hazzın yaşanma süresi birkaç saati geçmez. Gün sonunda 32 dolardan kapanan hisse, birkaç gün içinde kot dışı bırakılacak bir seviyeye gelir. CPIH balonu patlamıştır. Fakat bu nasıl olmuştu? Bu kadar kısa sürede böyle bir dönüşüm nasıl yaşanabildi?

CPIH’in değerinin %32000 arttığı dakikalarda bazı yatırımcılar bir bilgiye ulaşmışlardı. Hong Kong Borsası yetkilileri CPIH’i dolandırıcılıkla suçluyordu. Çünkü CPIH bir tabela şirketiydi ve hiçbir faaliyeti bulunmuyordu. Fakat buna rağmen ABD’de borsaya kote olmayı başarmıştı. İsmi dışında hiçbir şeyi olmayan bir şirket böyle bir şeyi nasıl başarmış ve bu kadar çok insanı çılgına çevirmişti?

CPIH hissesi alanları o gün yanılgıya götüren düşünce şekli bugün hala geçerlidir. Araştırmacı Richard L.Peterson bu hatanın nedenini Çin ve internet sözcüklerinde görüyor. Çin ve internet sözcüklerini yan yana gören herkes Çin’in milyarlık nüfusunun tamamının internet kullanmaya başladığını ve CPIH’in de bu gelişmeden büyük pay aldığını düşünmüşlerdi. Demografi ve henüz patlamamış internet balonu yatırımcıların odaklandığı tek şeydi ve geri kalanların o an hiç önemi yoktu. Belki şirketin gerçek olmadığını bilenler bile bu sürü psikolojisine katılmışlardı.

Bugün Çin adı geçtiğinde demografik yapı ve üretim gücünü düşünüp geri kalan her şeyi boş vermiş birçok kişi, kurum ve ülke var. Sadece bu iki faktörün her şeyi değiştireceğini ve kendilerini zengin edeceğini düşünen kişi, kurum ve ülkeler. Umarız bu kez yeni bir CPIH kazası yaşanmaz!

24 Haziran 2012 Pazar

Aslında sorun bir dilim kurabiye!

Daron Acemoğlu’nun "Why nations fail?" (Ülkeler neden başarısız olur?) adlı kitabı tarihsel bir perspektif içinde zenginlik ve fakirliğin ekonomi-politik sebeplerini rasyonel bir bakış açısıyla son derece iyi anlatmış. Kitap tarihsel, kültürel, sosyal, kurumsal ve politik farklılıkların benzer ülkelerde bile farklı sonuçlar yaratabileceğini çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Fakat rasyonel bakış açısının, bu farklılıkları kullanarak ülkelerin başarısızlığının sebeplerini ortaya koyması birçokları tarafından normal karşılanacaktır. Çünkü şu anda dünyadaki asıl ekonomik sorun ülkelerin başarısızlığı değil, global başarısızlıktır.

Toplumsal farklılıklar toplumsal krizler yaratırlar. Bu rasyonel bir sonuçtur. Dünyanın şu an içinde olduğu küresel kriz toplumsal farklılıkların değil, kişisel benzerliklerin ürünüdür. Temelinde, toplumsal krizleri yaratan ve kitapta da ayrıntılarıyla sunulan politik, kurumsal ve modelsel düşünce farklılıkları değil, insanların birbirine benzeyen davranış kalıplarıdır. İşte bunu ortaya koymak irrasyonel bir bakış açısı gerektirir.

Şimdi bu bakış açısıyla ülkeler değil de “Dünya neden başarısız olur?” şeklindeki soruya hep beraber yanıt bulmaya çalışalım. Küresel krize götüren en temel kişisel benzerliğin ne olduğunu araştıralım.

Beş ve altı yaşlarında bir grup çocuğun katıldığı bir davranış deneyi yapılır. Çocukların oturdukları sıraların üzerine küçük birer kurabiye bırakılır ve çocuklara şöyle denir: “Kurabiyeleri istediğiniz zaman yiyebilirsiniz. Biz şimdi çıkıyoruz ama birazdan döneceğiz. Eğer geldiğimizde kurabiyeyi yememiş olursanız, size birer kurabiye daha vereceğiz; sonra ikisini yiyebilirsiniz.”

Araştırmacılar odadan çıkarlar ve birkaç dakika sonra dönerler. Bu süre içinde çocukların davranışları da izlenmektedir. Araştırmacıların döndüklerinde karşılaştığı tablo şudur. Çocukların büyük bölümü kurabiyeyi yemiştir. Az bir kısmı yememek için dikkatini dağıtacak oyunlar oynamıştır. Çok çok az bir kısmı ise dirayetli davranarak kurabiyeyi yememiştir.

Çocukların karşı koyamadığı bu ani haz alma isteği büyükler için de geçerlidir. Yapılan bir deneyde deneklerden, o anda 100 dolar almak ile üç ay sonra 150 dolar almak arasında bir seçim yapmaları istenir. Katılımcıların %90’ından fazlası o anki 100 doları tercih eder. Oysa klasik ekonominin başrol oyuncusu rasyonel insanın diğer seçeneği seçmesi gerekirdi. Yani üç aylık faiz gelirini hesaplayıp bulduğu değeri 150 dolar ile kıyasladıktan sonra her halükarda 150 doların daha büyük olduğunu görüp 150 doları seçecekti. Fakat irrasyonel olan seçenek tercih edilmiştir. Peki ama neden?

Bu sorunun yanıtı küresel çöküşlerin arkasındaki temel insan hatasını da ortaya koymaktadır. İrrasyonel insan davranışı rasyonel davranıştan farklıdır. Rasyonel düşünce, hesaplama ve uzun vadeli planlama yaparak makul ya da rasyonel olan tercihe yönelir. Oysa irrasyonel davranış anında mutluluğa yönelir. O an tatmin her şeyden daha önemlidir. Örneğin sigarayı bugün bırakmak yarın bırakmaktan daha zordur. Rejim yapmaya bugün yerine yarın başlamak da aynen öyle. Bu nedenle ertelemek kolay ve irrasyonel olandır ve çoğu zaman tercih edilen seçenektir. Kendine hakim olamama ve rasyonel dışılığa kaçma artık insanın en tipik karakteristiğidir. İşte global çöküşleri yaratan etkenlerin en önemlilerinden biri bu irrasyonel davranış şeklidir.

Finansal piyasalarda daha fazla getiriyi daha kısa sürede elde etmek için kaldıraca başvurulması bu davranış şeklinin sonucudur. Kişilerin hayallerindeki ev, araba ve diğer varlıkları kredi kullanarak bir an önce sahip olmalarının altındaki duygu da budur. Ya da Avrupa Birliği ülkelerinin euroya geçtikten sonra ülkelerinin refah seviyelerini arttırmak için sürekli tahvil ihraç etmelerinin de… Herkesin her şeyi hemen istediği bir dünyada krizlerin önlenebilmesi mümkün değildir. Bu da 2007’de gerçekleşmiştir. Sonrasında olan da aynı davranışın sonucudur. Finansal kuruluşların batmaması için merkez bankaları bu bankalara milyar dolarları hemen aktarmışlardır. Bekledikleri sonucu alamadıkları gibi 2007’den bu yana da aktarmaya devam etmektedirler. Bir rating kaybı, bir kötü bilanço veya bir olumsuz haber sonrasında o kuruluşlara büyük bir sabırsızlıkla likidite takviyesine başlanmaktadır. Artık ratingler “yardım SOS”i anlamına gelir olmuştur. Bu anında haz şimdilerde Avrupa Birliği ülkelerine sıçramış durumdadır. Her an, her dakika zor duruma düşen ülkeleri kurtarma planları yapılmaktadır. Bunun bir gün biteceği hayali asla kurulmamalıdır.

İnsanın ihtiyaçlarının sonsuz olması ekonomi açısından yadırganacak bir durum değildir. Asıl yadırganacak şey, bugün artık herkesin tüm ihtiyaç ve hayallerini hemen gerçekleştirme arzusudur. Bu duyguyu değiştirmeyi başaramadığımız sürece irrasyonel yaşamın sonucu olan küresel krizlere hazırlıklı olmalıyız.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Piyasalar CV istemez!

Finansal piyasalar CV’ye bakmaz. Bir işçi bilmediği bir iş için işe alınmaz. Bir makine mühendisi doktorluk yapamaz. Bir biyolog yazılım uzmanlığı için iyi bir teklif alsa da elinden gelen bir şey yoktur. Hikaye böyle sürüp gider… İşyerleri, yaptıracakları işi bilmeyen birini genellikle işe almazlar. Bunun tek bir istisnası vardır: Finansal piyasalar.

Finansal piyasaların son derece karmaşık yapısı birçoklarını fazlasıyla ürkütür. Fakat yine de bu korku yatırımcıları işlem yapmaktan uzak tutmaz. Her gün hisse senedi alıp satan milyonlar fiyatın nasıl bir formülasyonla hesaplandığını bilmezler; ya da bir şirkette NPL oranının ne işe yaradığını. Görece karmaşık bir alan olan türev piyasalarda işlem yapanlar için de geçerlidir bu olgu. Petrol kontratları üzerine işlem yapan birinin bankaların birbirlerine akreditif açmayı durdurmalarının petrol fiyatları üzerinde ne tür bir etki yapacağını birçokları bilmezler. Bu kavramsal bilgi eksikliği daima geçmiş tecrübeler ve tahmin becerisi yanılsaması ile giderilmeye çalışılır. Fakat bunun her zaman bir sınırı vardır.

2000 yılında kurulan Amaranth, 2005 yılına gelindiğinde 9 milyar dolarlık aktifi yöneten bir hedge fon olmuştu. Fonu 2006’daki çöküşüne götüren olaylar ise 2004 yılında başlamıştı.

Doğal gaz kontratları üzerine yaptığı işlemlerle bir hafta içinde Deutsche Bank’a 400 milyon dolar kaybettiren Brian Hunter adlı trader Amaranth’ta işe alınır. Hunter, doğal gaz kontratlarında uzmandır. Uzmanlığının nereden geldiği ise birçokları için muammadır. Amaranth’ı 2006 yılında çöküşe götüren 1974 Kanada doğumlu Hunter, birkaç yıl bir enerji şirketinde, birkaç yıl da Deutsche Bank’ta çalışmıştır. Fakat 2005 yılında, başka bir şirket tarafından kendisine önerilen 1 milyon dolarlık bonus, onun, sektör tarafından uzman değil, adeta ateş tanrısı Hephaistos olarak görüldüğünü fazlasıyla göstermektedir. Bu kolay anlaşılır bir durum değildir ve sonu ağır olacaktır.

Hunter, kendisine duyulan güvenden aldığı yüksek enerjiyle, kasırga sezonunun etkilerini düşünerek, doğal gaz fiyatlarının 2006-2007 kış sezonunda önce yükseleceğini, yaza doğru düşeceğini düşünür. Bunun sonucunda da kış kontratlarında uzun pozisyon, yaz kontratlarında kısa pozisyon alır. Böyle bir öngörü üzerine şirketin tüm varlıklarından daha fazlasını oynamak kumardan daha ötesidir fakat Hunter bunu yapmıştır. Tamamen hissi bir öngörü üzerine yatırım yapılacak tutarın ne olacağı, birkaç yıllık iş tecrübesi olan Hunter’ın bile kolayca çözebileceği bir sorudur. Fakat Hunter bu basit matematik sorusunu çözememiş ve kaldıraçlı işlemlerle birlikte şirketin değerinin birkaç mislini kontratlara yatırmıştır. Aslında Hunter’ın birkaç yıllık iş tecrübesi ile doğanın fizik kanunlarından en basitini biliyor olması gerekirdi. Doğanın kanunlarının temel ilkelerinden biri rastlantısallıktır. Önceki tahminlerinde elde ettiği başarılar ne olursa olsun, kendi başarısı değil, tamamen rastlantısallığın sonucuydu. Bunu lisedeki fizik derslerinde bile öğretmişlerdir mutlaka. Fakat Hunter duygularının yönlendirmesiyle en basit matematik ve fizik kurallarını bile işine uygulayamamıştı. Bunun sonucunda ABD tarihinin en büyük fon iflaslarından biri 2006 yılında gelmişti. Hunter’ın doğal gaz kontratları 6,6 milyar dolarlık bir zararla Amaranth’ı çöküşe götürmüştü.

Tahmin becerilerine aşırı güvenme yanılsaması ve geçmiş başarılara yüksek inanç öngörülebilirliği yüksek bir iflas getirmişti. Ama krizin sebebi Brian Hunter’ın CV’sinde saklıydı. ABD tarihinin en büyük çöküşlerinden birine getiren Hunter, doğal bilimlerin en temel ilkelerini bile hatırlayamamıştı. Oysa Brian Hunter, üniversitede fizik okumuş ve matematik master’ı yapmış üstün bir yetenekti.

Finansal piyasalar yatırımcılara asla özgeçmişlerinin ne olduğunu sormaz. Tüm yatırımcılar diledikleri gibi bu karmaşık finansal enstrümanları alıp satarlar. Bu modern dünyanın ve fırsat eşitliğinin sunabileceğinden daha büyük bir nimettir. Fakat bunun iki yanı keskin bıçak olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

22 Haziran 2012 Cuma

Piyasaların Wikitorial hatası!

“Finansal piyasalar çöktü!” klişesi son beş yıldır hayatımızın her anına girmiş durumda. Endekslerdeki veya varlık fiyatlarındaki düşüşler genellikle piyasaların çökmesi şeklinde yorumlanır. Bu ilk bakışta doğru bir çıkarım gibi gözükse de biraz düşünüldüğünde, çökenin piyasalar değil, yatırımcılar olduğu anlaşılacaktır. Peki piyasaların bu gizemli yapısı nereden kaynaklanıyor?

Finansal çöküşler sonrası suçlu olarak genellikle piyasaların herkese sınırsız özgürlük tanıyan düzenleme eksiklikleri ya da yatırımcıların bu özgürlüğü suistimal etmesi gösterilir. Buradan da piyasaların çöktüğü şeklinde bir algılama yaratılır. Fakat bu doğru değildir. Çünkü çöken piyasalar değil, yatırımcılardır aslında. Finansal sistemin kendi iç dengesini göz ardı ederek hırsının kurbanı olan yatırımcılar.

Finansal piyasalarda getiri elde etmenin temel şartı vadedir. Arbitraj denilen, bir varlığı ucuz bir pazardan satın alıp aynı anda daha pahalı bir pazarda satmak şeklindeki işlemler dışındaki kazanç elde etme yöntemlerinin tamamı varlıkların belli bir süre elde tutulmasını gerektirir. Bu süre bazen yılları bulabilir. Ama hırslı yatırımcılar daha kısa sürelerde daha fazla kazanç elde etmek isterler. Bu da finansal piyasaların istismar edilmesi anlamına gelir. Bunu başaranlar elbette ki vardır; ama birçokları kaybeder…

18 milyondan fazla makalesi ile dünyanın en büyük ansiklopedisi wikipedia’yı bilmeyen yoktur sanırız. Britannica ve diğer ansiklopedilerin yüzyıllardır ulaşamadığı büyüklüğe sadece birkaç yıl içinde ulaşmayı başarmıştır. Makalelerin doğruluğu ve güvenilirliği üzerine tartışmalar devam etse de vandalizme maruz kalan makalelerin toplam içindeki payının binde beşten fazla olmadığı tespit edilmiştir. 2005 yılında yapılan araştırmalarda “doğal bilgiler üzerine” yazılan makalelerin Britannica ile aynı doğruluk seviyesinde olduğu tespit edilmiştir. Bu kadar kısa sürede böyle bir başarı nasıl elde edilmiştir dersiniz?

Herkesin bildiği gibi wikipedia, gönüllü yazarların yarattığı bir ansiklopedidir. Siteye herhangi bir makale eklemek için diğer sitelerin yaptığı gibi üye olmanıza bile gerek yoktur. Herhangi bir sözleşme imzalamaz, sizi baskı altına alacak bir yükümlülük içine girmezsiniz. İçinizden geldiği gibi özgürce yazabilirsiniz. Hiçbir sınırlama olmadan milyonlarca insanın herhangi bir ücret bile talep etmeden böyle bir sonuca ulaşması elbette ki kitlelerin büyük başarısıdır. Buradan hareketle kitlelerin bunu her zaman gerçekleştirebileceğini söyleyebilir miyiz?

Wikipedia’nın büyük başarısından etkilenen dünyanın en çok okunan 4 gazetesinden biri olan Los Angeles Times, benzer bir projeyi 2005 yılında devreye alır. Gazetenin editörü Michael Kinsley, tıpkı wikipedia’nın uygulaması gibi bir düşünce geliştirir. Wikitorial adı verilen bu uygulama ile gazetenin editörleri tarafından yazılan yazılar, yayınlanmadan önce okuyuculara sunulacak ve okuyuculardan, yazı üzerinde hatalı yerleri değiştirmeleri istenecektir. Bu wikipedia’nın uygulamasının aynısıdır aslında. Okuyucular editörlerin yazdıkları yazıları okuyarak hatalı kısımlarını düzelterek makaleyi geliştireceklerdir. Gazetenin amacı böylelikle daha fazla okuyucuyu çekmek ve onlara da makalelerin içinde olduğunu göstermektir. Bunu bir yönüyle başarmıştır da aslında, ama sonuç bekledikleri sonuç değildir!

İlk yazı yayınlanmış ve okuyucular siteye davet edilmiştir. Yazı yayınlanır yayınlanmaz gönüllüler gazetenin sitesine hücum ederler. Yazılar hırslı gönüllüler tarafından yeniden dizayn edilmeye başlanır. Fakat gazete yöneticileri gördükleri manzara karşısında şok olurlar. İşler beklendiği gibi gitmemektedir. Uygun olmayan ifadeler yazıya eklenmektedir. Gazete görevlileri yorumları yazanlarla aynı anda hareket ederek uygunsuz olanları çıkarırlar. Ardından yazıya uygunsuz görüntüler eklenmeye başlanır. Görevliler büyük bir dikkatle bunları da yazıdan uzaklaştırırlar. Fakat uygunsuz eklemelerin sayısı giderek artmaktadır. Yazı hızla şekil değiştirmekte ve yöneticiler gönüllülerin değişikliklerine yetişememektedirler. Bu karşılıklı mücadele bir günden fazla sürer. Editör Michael Kinsley ertesi gün yazıyı gördüğünde inanamaz. Yazdığı politika içerikli yazı bir günde cinsel içerikli bir hikayeye dönüşmüştür. O anda yapılacak tek bir şey vardır; o da uygulamanın fişini çekmek. Wikitorial’ın bir günlük hayatı sona vermiştir. Peki ama neden?

Gazetenin yaşadığı sorunun sebebi basitti. Hiç kimse gazetenin makalesini bırakın geliştirmeyi, savunacak kadar bile önemsememişti. Fakat burada bir terslik olmalıydı. Wikipedia aynı sistemle bunu başarabiliyordu. Öyleyse Los Angeles Times neden başaramamıştı?

Bir editörün makalesi, konusunda uzman birinin kısa vadeli (süreli) sesi gibidir. Bu özellik wikipedia’daki makalelerin tam tersiydi. Wikipedia’da bir makaleyi yazan veya değiştiren asla kitlelerin yerine hareket etmiyordu. Oysa gazete uzman tarafından yazılmış bir makaleyi belli bir düşüncenin ifadesi olarak sunuyordu. Wikipedia’daki tüm yazılar sonsuza kadar okunsun düşüncesiyle yazılıyordu. Fakat gazete bu platformu kısa vadede bir gelir elde etme yeri olarak kullanmıştı. Wikipedia toplumsal bir kurumdu. Gazete ise sadece kar elde etmek için oradaydı. Tüm bu nedenler gönüllülerin wikitorial uygulamasını neden sahiplenmediklerini gösteriyordu. Burada wikipedia için anlatılanlar finansal piyasaların olması gereken doğasıdır aslında. wikitorial ise olmaması gereken yanı.

Çöken, kitlelerin ortak iş yapma yeteneği değil, sadece gazetenin daha fazla kar elde etmek için uygulamaya aldığı bir programdı. Wikipedia hala aynı anlayışla büyümeye devam etmektedir.

Finansal piyasalar genellikle wikipedia gibi, yazarlarının kabul ettiği bir davranış etiği üzerine kuruludur. Varlıklar belli bir süre elde tutularak kazanç elde edilmek istenir. Kimsenin birbirine karşı üstünlüğü olmadığı için dengenin oluşması kolaydır. Fakat finansal piyasaların içine “hırsla kısa sürede kazanç elde etme davranışını” soktuğunuz zaman, çöken finansal piyasalar olmayacaktır. Çöken, bu davranışı kabullenen yatırımcılar ya da kurumlar olacaktır. Piyasalar yoluna devam etmeyi başaracaktır. Hiçbir şey olmamış gibi.

21 Haziran 2012 Perşembe

Piyasaların "Çapraz SARS Fenomeni"

Yaşanan derin kriz çözümlere ulaşılmasında klasik anlayışı tersine çevirmiştir. Globalleşmenin dünyayı tek pazar haline dönüştürmesi çözümlerin daima dışarıdan gelmesine neden olmaktadır. Problemi yaratanlar maalesef çözüme katkı sağlayamamaktadırlar. Piyasalar kurumların kendi ayakları üzerinde durma yeteneklerini adeta ellerinden almaktadır. Yunanistan’ın çözümü Almanya’da araması, İspanya bankalarının Avrupa Merkez Bankasına bağlı olması, Çin’in Amerika’da, bankaların merkez bankalarında, müşterilerin bankalarda çözüm aramaları ve daha birçok çapraz beklenti. Finansal piyasaların yarattıkları bu karşı tarafa bağımlı olma olgusu daha önce ortaya konmadığı için tarafımızdan verilen isimle “Çapraz SARS fenomeni” olarak tanımlanmaktadır.

İnsanın yaşadığı zorluklar karşısında ne olursa olsun dirilme kabiliyeti antikçağdan beri büyük bir erdem olarak görülmüştür. Öldürmeyenin güçlendirdiği düşüncesi insanoğlunun kendi problemlerini her durumda çözebileceği anlayışını hakim kılar. Peki nasıl oluyor da finansal piyasalar içinde hareket eden kurumlar ya da bu kurumlarla ilişki halindeki müşteriler bir kriz anında aynı yeteneği gösteremiyorlar? Finansın yarattığı tahribatın çözümü daima başka bir yerde aranıyor?

2002 yılı sonunda Çin’in Guangdong eyaletinde gizemli bir virüs ortaya çıkar. Üç ay içinde tüm dünya SARS adı verilen bu öldürücü virüsü öğrenir. Kısa sürede Endonezya, Malezya, Hong Kong ve hatta Kanada’ya yayılan virüs 1.000’e yakın insanın ölümüne, binlerce kişinin sakat kalmasına neden olur. Ölümlerin yarısından fazlası Çin’de gerçekleşir. 1,3 milyar nüfuslu ülkenin yeni yeni uyanan ekonomisi durma noktasına gelir. Tüm dünya Çin’e karşı kapalıdır artık; uçaklar işlemez olmuş, iletişim durmuştur. Bir şeyler yapılmadığı sürece Çin ekonomisi on yıllarca çıkamayacağı büyük bir çöküşün içine girecektir.

21.yüzyılın bu ilk öldürücü virüsünü bulmak için tüm dünya alarma geçer. Başta Dünya Sağlık Örgütü olmak üzere, ulusal kurumlar ve grip virüsleri konusunda uzman laboratuvarlar SARS virüsünü araştırmaya başlarlar. Ölümler her geçen gün artmakta, tüm dünya korku tüneline girmektedir.

Vakaların yarısından fazlasının Çin’de görülmesi, virüsün kökeninin bulunabilmesi için Çin’lilere büyük örnek çeşitliliği avantajı sağlamaktadır. Ülkenin biyolojik araştırma altyapısının ve zihinsel beceri çeşitliliğinin dünyanın diğer ülkelerinden daha üstün olması gerçeği de buna eklendiğinde çözüme her an ulaşacak olmaları düşüncesi güçlenmektedir. Karşılaşılan her vaka büyük bir titizlikle araştırılıyor ve SARS’ın nedeni bulunmaya çalışılıyordu. Herkes Çin’den gelecek mutlu habere odaklanmıştı.

Aynı anlarda Kanada’da Michael Smith Genome Sciences Centre (GSC) adlı küçük bir laboratuvar da SARS virüsüne neden olan genetik şifreyi araştırmaya başlamıştır. Bu küçük laboratuvarın uzmanlığı kanser virüsleridir ve bu nedenle grip virüsleri hakkında pek bilgili değillerdir. Kaynakları sınırlıdır. Ellerinde yeterince maddi imkan, gerekli bilim adamı ve teçhizat yoktur. Bir hastadan alınan bir gramın beş milyarda biri ağırlığında RNA örneği tek numunedir. Yetersizlikleri göz ardı eden GSC, bu örnek üzerinden çalışmaya koyulur.

Yeterli bilim adamı kadrosu olmaması nedeniyle GSC farklı bir yöntem benimser. Elde ettiği bulguları internet üzerinden herkese açık genetik şifre web sitelerindeki örneklerle karşılaştırıp çıkarımlar yapmaya çalışır. Konuyla ilgilenen tüm dünyadaki bilim adamları ile ulaştıkları sonuçları tartışır. Bu çalışmaların sonunda da istedikleri şeye ulaşırlar. Tüm dünyayı dehşete sokan SARS virüsünün genetik şifresini bulurlar.

Herkes bu başarıyı Çin’den beklerken başarının küçük bir laboratuvardan gelmesi bilim dünyasını hayretler içinde bırakır. Üstelik bu laboratuvarın uzmanlık alanı bile grip değildir. Nasıl olmuştur da kanser konusunda uzman birkaç doktor bir grip mikrobu olan SARS’ın şifresini çözebilmiştir?

GSC, sadece bir RNA örneği ve internette herkese açık olan bilgileri kullanarak araştırmalarını ilerletmiştir. Ulaştıkları sonuçları yine anbean internetten yayınlayarak herkesin görmesini sağlamıştır. Bu onları yarışta diğer araştırmacıların önüne geçirmiştir. Ama yine de Çin’i geçebilmeleri imkansızdır. Peki bu nasıl gerçekleşmiştir?

Bu sorunun yanıtı Çin’in basit bir zayıflığına dayanıyordu. Çin’in biyolojik araştırma altyapısı ve zihinsel beceri çeşitliliğine rağmen bir eksikliği vardı: İşbirliği!

Çin hükümeti virüs numunelerinin ve bu konuyla ilgili bilgilerin yayınlanmasına, paylaşılmasına ve tartışılmasına yasak koymuştu. Bilim adamları vardıkları sonuçları karşılaştırma imkanından yoksun oldukları için küçük bir laboratuvarın gerisinde kalmışlardı. GSC, büyük bir işbirliği zaferi kazanmıştı.

Finansal piyasaların belki de en temel yetersizliği işbirliğini ön planda tutmamasıdır. Finansal piyasaların aktörleri her zaman bir “toplam sıfır oyunu” oynadıklarını düşünürler. Kayıplar ve kazançların toplamının sıfır olacağı varsayımı hırsı arttırırken, kazançların da bireyselleşmesini getirir. Daha çok hırsın daha çok kazanç getirmesi işbirliğini de giderek azaltır. Bunun sonucunda da Çin’in düştüğü duruma düşülür. Çöküş anında gerekli çözüm bulunamaz ve çözüm başka bir kaynaktan sağlanır.

Çin’in bugün ulaştığı devasa ekonomi belki de bu küçük Kanada’lı laboratuvarın eseridir. Fakat finansal piyasalar bu küçük laboratuvarın çözüme ulaşma formülü olan işbirliği ve açıklığı hala uygulayabilir değildir. Düşenler ayağa kalkmak için daima bir el beklemektedirler. Tıpkı Çin’in çözümü Kanada’da bulması gibi.

İşte çapraz SARS fenomeni budur.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Altın rezervine sen de ulaşabilirsin!

Krizler çöküş gibidir. Daima küçülme getirir. Fakat finansal piyasalar 2007 yılından bu yana yaşanan krize rağmen büyümesini sürdürebilmektedir. Hisse senedi, emtia, döviz ve hatta birçok ülkede gayrimenkul piyasaları yaşanan büyük krize rağmen genişlemeye devam etmektedir. Ülke ekonomilerine, finansal kuruluşlara, şirketlere ve hatta liderlere güven bu kadar düşük seviyelerdeyken finansal piyasalar nasıl genişlemektedir?

Finansal piyasalar yatırımcılar olmadığı sürece varlığını sürdüremez. Yatırımcı demek insan demektir. İnsan demek ise finansal piyasaların karmaşık yapısını akıl ve duygularını gizemli bir bileşimle sentezleyerek çözümlemeye çalışan kişidir. Çoğu zaman sıradan bir insan ya da çağının düşünce şeklinin çok ilerisinde düşünen irrasyonel bir dehadır. İşte bu irrasyonel deha, ekonomi bu kadar kötü giderken finansal piyasalarda işlem yapmaya neden devam eder? Acaba kimsenin göremediği bir şeyi mi görmektedir?

Goldcorp, Kanada’nın en küçük altın şirketlerinden biriydi. Hatta küçük bir kasaba şirketiydi. Bu küçük şirket dünyanın en büyük ikinci altın üretim şirketi haline nasıl dönüşmüştür dersiniz?

Elbette ki altın rezervlerini bularak… Peki diğer şirketler rezervlerin yerini bulamazken Goldcorp nasıl bulmuş olabilir?

Altın, dünyanın nadir elementlerinden biridir. Yerinin tespit edilmesi ve çıkarılması son derece zordur. Bilimsel söylemler dünyada bu güne kadar çıkarılan altının 160.000 ton civarında olduğunu söyler. Bu miktar, eni, boyu ve yüksekliği 20 metre olan bir odaya ancak sığabilecek bir miktarı ifade eder. Sadece 20 metre... Birçok kişi bu miktara inanmayacaktır ama kaynaklar bunu söylemektedir. Öyleyse nasıl olmuştur da küçük bir altın arama şirketi, büyük şirketlerin bile bulmakta zorluk çektiği altın rezervlerini bularak dünyanın en büyük ikinci altın şirketi olabilmeyi başarmıştır?

Goldcorp, klasik altın arama teknikleri ile büyüyemeyeceğini ve büyük şirketleri geçemeyeceğini bilir. Şirkette çalışan altın arama uzmanları ne kadar bilgili olsalar da en akıllı kişilerin şirkette çalışmayan kişiler olduğunu düşünür. Bu nedenle daha etkili altın arama ve bulma yöntemleri tasarlamak için bir yarışma düzenler. Bu amaçla Ontorio’da kendisine ait bir altın arama alanı hakkındaki tüm bilgileri kamuoyuna açıklar. Toplam 55.000 hektar araziyle ilgili detaylar yarışmaya katılan sıradan insanlarla paylaşılır. Bu alan üzerinde altının nerede olabileceğini ve en iyi altın arama yöntemlerini önerenlere 575.000 dolar ödül vereceğini duyurur. Yarışmaya 100’ün üzerinde teklif gelir.

Şirket uzmanları gelen önerileri büyük bir titizlikle incelerler. Sonuçlar hayret vericidir. Tamamen amatör madencilerden oluşan yarışmacıların “şu noktada altın var!” dedikleri yerlerin %80’inden fazlasında büyük altın rezervlerine erişilmiştir. Bundan daha şaşırtıcı olanı bu alanlardan 55 adedi şirket uzmanlarının altın olmasına hiç ihtimal vermedikleri alanlar olmasıdır. Bu muazzam bir başarıdır. Şirketin satışları bir anda 100 milyon dolardan 9 milyar dolara çıkar ve zaman içinde dünyanın en büyük ikinci altın madeni şirketi olur.

Uzmanların bile bulamadıkları altın rezervlerini irrasyonel dâhiler bulabilmişlerdir. İşte bugünkü finansal piyasalar bu irrasyonel dâhiler için altın arama alanı gibidir. Alanda altının nerede olduğu bilinmese bile, aklı ve duygularını gizli bir formül gibi kullanarak yatırım kararları veren yatırımcılar bu madenlerin yerini aramaktadırlar. Çoğu zaman da bunda başarılı olmaktadırlar. Havanın (ekonominin) kötü olması ise altın arama faaliyetlerine asla engel olamamaktadır.

İşte finansal piyasaların her durumda büyümesinin altındaki fenomen budur.

19 Haziran 2012 Salı

Rastlantısallık mı, saçmalık mı?

Finansal piyasalarda her gün koparılan fırtınanın basitçe tek bir sebebi vardır demek hatalı bir çıkarım olmayacaktır sanırız: Fiyatların ne yöne gideceğini bilememek!

Yaşanan her olay, gelen her veri, ulaşılan her bilgi bu belirsizliği ortadan kaldırmak için kullanılır. Tüm bu değerlendirmeler sonrasında da fiyatların ne yöne seyredeceği hakkında çıkarım yapılarak yatırım kararları alınır. Finansal piyasalar, gelecekteki fiyatların ne olacağı konusunda birçok teori geliştirmiştir. Son derece gelişmiş matematik modellerden basit sezgisel çıkarımlara kadar birçok tahmin yöntemi fiyatları öngörmek için kullanılır. Bu modeller içinde en eski ve belki de en çok başvurulan yöntemlerden biri Rastlantısal (Rassal) Yürüyüş Teorisidir (Random walk theory). Kökenleri Fransız broker Jules Regnault’nun 1863 tarihinde yayınlanan kitabına kadar uzanan bu teori, geçmiş fiyatların gelecek için belirleyici olamayacağı düşüncesine dayanır.

Geleceğin öngörülmezliği rasyonel aklın temel varsayımıdır. Beynin sınırlı çıkarım gücü geleceğin öngörülebilir olmadığı hipotezini fiyatların oluşumu için de çoğu zaman kullanır. Teorik olarak herkese mantıklı gelecek bu düşünce acaba irrasyonel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde köklerinde bir hata içeriyor olamaz mı?

Rassal yürüyüş fiyat hareketlerinin rastlantısal ve önceden tahmin edilemez olduğunu söyler. Fiyatın seyrini bozacak ani yükseliş ve düşüşler için varlıkların satılmamasını önerir. Bu birçoklarına mantıklı gelebilir. Fakat hayatlarını finansal piyasalara adamış insanlar için rastlantısallık “saçmalık” sözcüğü ile aynı anlama gelir. Fiyatların zaman zaman rastlantısal olduğu kabul edilse de her zaman rastlantısal olduğuna inanmak hayalcilik olacaktır. Tanımlayamayacağınız bir hareketi rastlantısal olarak niteleyebilirsiniz; peki ya tanımlayabildiklerinizi?

Aslına bakılırsa matematiksel olarak bugüne kadar geliştirilen ve başarısından şüphe duyulmayan bir fiyat öngörme modeli yoktur. Ama yine de bu, trendlerin var olmadığı şeklinde yorumlanabilir mi? Dün ya da geçen hafta yaşanan şeylerin fiyat hareketleri üzerinde etkisi olamaz mı? Ya da birileri için rastlantısal olan herkes için de rastlantısal mıdır? Örneğin bir elektro kardiyogram grafiği sıradan bir insana çok fazla rastlantısal görünebilir. Fakat o konuda eğitimli bir doktor için bütün o parlak noktaların çok fazla anlamı vardır ve elbette ki rastlantısal değildirler. Öyleyse rastlantısallığı bozan şey nedir?

İnsanların içerisinde yer aldığı eylemlerin rastlantısallığı üzerine önemli araştırmalardan biri bir NBA basketbol takımı olan Philadelphia 76ers araştırmasıdır. Psikologlar yaklaşık iki sezon boyunca oyuncuların tüm şutlarını incelemeye almışlardır. Önceki şut ile bir sonraki şutun başarılı olup olmadığı üzerinde yoğunlaşan çalışmada üst üste yapılan atışların sonuçlarının herhangi bir doğrusal ilişki göstermediği tespit edilmiştir. İlk atışları başarılı olan oyuncuların ikinci atışlarının da başarılı ya da başarısız olacağını söylemek mümkün olmamıştır. Birçok ekonomist bu çıkarımın finansal piyasalara da uygulanabileceğini söyler. Peki ama nasıl?

Finansal piyasaların belki de en yaratıcı şirketlerinden biri Marketocracy adlı internet sitesidir. Bu sanal borsada kendi portföylerini yöneten sıradan internet kullanıcıları paralarını arttırmak için büyük bir mücadelenin içine girerler. Şirket bu sanal borsada hem fiyatları izler, hem de en başarılı 100 portföy sahibini işe alır. En iyi amatör portföy yöneticilerinden oluşan Masters100 adlı bu ekip 2002 yılında endeksteki artışın %14, 2003 yılında ise %43 üzerinde getiri sağlamıştı. Bu muazzam bir başarıdır. Şirket yöneticileri bu başarının nasıl gerçekleştiği konusunda şaşkınlık içindedir ve sebeplerini öğrenmek için fon yöneticilerinin pozisyonlarını daha yakından izlemeye alırlar. Grup içinden bazı portföy yöneticileri, Knight-sbridge Tankers adlı bir petrol taşıma şirketinin hisselerinden büyük miktarda alım yapmaktadır. Fakat piyasada bu küçük şirketin farkında olan kimse yoktur. Sadece Masters100 içinden birkaç kişi bu hisseleri satın almaktadır. O anda borsalar tarihsel bir düşüş içindedir ve herkes kısa pozisyonlu işlemlere yönelmiştir. Ama fon içindeki birkaç yönetici akıntıya karşı kürek çeker gibidir. Peki ama neden?

Şirket yöneticileri bu tutarsız hareketin nedenini öğrenmek isterler ve ilgili portföy yöneticilerine bir eposta atıp satın alımların nedenini sorarlar. Aldıkları inanılmaz derecede ayrıntılı bilgi şirket yöneticilerini şaşkına çevirir. O anda bu bilgi Wall Street’te bile yoktur. Amatör portföy yöneticilerinin verdiği bilgi şöyleydi: “Şirketin tankerleri Singapur’da kayıtlıdır. Bu kayıtlara bakmak için Singapur’a gittik… Bu tankerler ömürlerinin sonuna gelmek üzere. Ömrünün sonuna gelen bir tankerin değeri sıfırdır. Ömrü biten tankerler belli bir bedel karşılığı söküm tesislerine gönderilerek hurdaya ayrılır. Fakat şu anda çelik fiyatları tarihinin en yüksek seviyelerinde. Bu nedenle gemilerin hurda satışından büyük bir para kazanılacak. Bu da şirketin kasasına nakit olarak girecek ve şirketin dağıtacağı temettü miktarı tavan yapacak.”

Birkaç amatör fon yöneticisi Wall Street profesyonellerinin bile ulaşamayacağı bir bilgiye ulaşmış ve inanılmaz bir öngörü gerçekleştirmiştir. Dedikleri gibi de olmuştur. Şirketin o yıl dağıttığı temettü inanılmaz bir artış göstermiştir.

İnsan beyninin yorumlayamayacağı her şeyin nedenini rastlantısallık olarak açıklamak birçoklarına rasyonel gelebilir. Ama birkaç amatör fon yöneticisinin irrasyonel dehası bu düşüncemizi bir kere daha düşünmemize neden olabilir.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Dolar basmak ne işe yarar?

Morgan Stanley global dolar arzı ile talebi arasında 2 trilyon dolarlık bir boşluk olduğunu belirtiyor. Merkez bankalarının dolar depolamaları ABD dolarına talebi arttırıyor. 2 trilyon dolarlık boşluğun ABD’yi üçüncü parasal gevşeme (QE3) hareketine sürükleyip sürüklemeyeceğini Fed’in yeni risk yönetimi plan ile yakında göreceğiz. Fakat her zaman karşımıza çıkan bir soru burada da karşımıza çıkıyor. Sürekli dolar basarak piyasalara enjekte etmek ne işe yarıyor?

Bu sorunun cevabı Japonya’nın Ise şehrindeki bir tapınakta saklı. Japonların yerli dini Şintoizme ait Ise Tapınağı 1.300 yıldan fazla süredir varlığını sürdürmektedir. 1.300 yıl betonarme bir bina için bile çok uzun bir süre sayılırken, ahşap bir tapınak için inanılmayacak bir süredir. Nasıl olmuştur da bu ahşap tapınak binyıllardır ayakta kalabilmiştir?

Bu sorunun yanıtı binlerce yıldır tapınağı ziyaret edenler için bir sırdı. Ta ki UNESCO’nun devreye girmesine kadar.

Birleşmiş Milletlerin eğitim, bilim ve kültür kurumu UNESCO verdiği bir kararla Ise Tapınağını dünya kültür mirası listesine almayı reddeder. Kültür ve turizm meraklıları bu karara önce inanamazlar ve büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. 1.300 yıldır ayakta kalmayı başarabilen bir ahşap tapınak nasıl olur da dünya kültür mirası listesinde yer almaz? Hele hele böyle bir binanın dünyada başka bir örneği bulunmazken?

UNESCO’nun kararının nedeni ortaya çıktığında insanlar büyük bir şaşkınlığa uğrarlar. Dünyanın bilmediği bir sır aydınlanmıştır. O ana kadar bu gerçeği bilenler sadece tapınağı koruyan rahiplerdir. Rahipler 1.300 yaşından yaşlı bu tapınağın ahşap malzemesi nedeniyle uzun bir süre ayakta kalamayacağını binyıllardır bilmektedirler. Bu nedenle tapınağı yaşatmak için bir çözüm geliştirmişlerdir. Rahipler, yaklaşık yirmi yılda bir tapınağı yıkmaktadırlar. Daha sonra 1.300 yıl önceki tapınağın inşa edildiği ağaçların bulunduğu ormandan kestikleri tahtalarla tapınağı aynı plana göre yeniden inşa etmektedirler. Rahipler bu yıkıp yapma işlemini bugüne kadar 61 kez yapmışlar ve tapınağın şeklini ve dokusunu korumayı başarmışlardır. Bu gerçekten inanılmayacak bir sihirdir aslında.

Dünya ekonomisinin 2007 yılından bu yana gösterdiği zayıf görünüm her an yıkılacak hisse uyandırmaktadır. Bu hissi dünya borç stokunun yüksekliği yaratmaktadır. Bu borç stokunun büyük kısmının dolara endeksli olması dolara olan talebi arttırmaktadır. Piyasalarda dolar bulunamadığı zaman kırılgan dünya ekonomisinin çökmesi olasıdır. Bu nedenle Fed’in piyasalara para enjekte etmesi piyasaları güçlendirmektedir. Tıpkı Ise Tapınağının çökmemesi için ormandan odun taşınarak yeniden yapılması gibi basılan dolarlar da global ekonomi tapınağını ayakta tutmaktadır.

İşte parasal genişleme ve diğer likidite enjekteleriyle yapılmak istenen budur; global ekonomi tapınağını ayakta tutmak!

17 Haziran 2012 Pazar

Kasırgalar, euro ve fırsatlar

Euro’nun kaderini belirleyeceği düşünülen Yunanistan seçimleri yapılıyor. Yarın piyasalar muhtemelen yeni korkularla uyanacak. Euronun çöküşünün yaratacağı büyük yıkımın korkusu fiyatlanmaya başlayacak. İnsanlar yatırım kararlarını verirken her zamankinden daha fazla kararsız kalacaklar. Batacak gemide kalmamak adına planlarını gözden geçirecekler. Ve daha birçok olumsuz senaryo. Herkes gibi düşünüyor olmanın vereceği bir bardak soğuk su tüm bu yangını söndürmeyecek elbette. Peki öyleyse nasıl düşünülmeli?

Birçok doğal afet ve ekonomik krizden sonra herkesten farklı düşünenler bu kez de farklı düşüneceklerdir. Yarın piyasalar açıldığında korkunun gezmeye başladığı saatlerde birileri yeni fırsatların peşine düşecek. Tıpkı bundan 7 yıl önce olduğu gibi.

Amerika, 2005 yılında tarihinin en büyük zararını yaşadığı kasırga faciası ile karşı karşıya kalır. Saatte 160 km. hızla esen kasırga özellikle New Orleans ve çevresinde etkili olur. 1.836 kişinin öldüğü faciada tahmini rakamlarla 80 milyar doların üzerinde zarar oluşur. Birkaç hafta sonra yaralar sarılmaya başlamışken bu kez de Rita kasırgası gelir. Bölge komple bir çöküş yaşar.

Sosyal krizin giderilmeyi çalışılması sigorta şirketlerine başvurmayı gerektiriyordu. Çünkü evler ve arabalar birçok sigorta şirketi tarafından sigorta edilmişti. Şimdi bu paraların ödenme zamanıydı.

Sigorta şirketleri önceleri fazla stresli değildi. Çünkü onlar da risklerini reasürans şirketlerine sigorta ettirmişti. Sigorta şirketleri kendi mali kapasitelerinin üzerindeki risklere teminat verdiklerinde bu riski reasürör denilen daha büyük mali gücü olan sigorta şirketlerine devrederler. Böylece büyük risklere karşı küçük sigorta şirketlerinin mücadele gücü artmış olur. işte ABD’deki sigorta şirketleri ödemelerini yapmak için reasürörlerine başvururlar. Ödemelerde önceleri bir sorun olmaz fakat reasürörlerin de bir ödeme kapasitesi vardır ve o sınıra gelinmiştir. Tüm sektör büyük bir sıkıntının içine girer.

Ödemeler yapılırken bir yandan da ticari hayat sürmektedir. Sigorta şirketleri evlerini ve arabalarını daha önce sigorta ettirmeyen kişilerin başvurusuna uğramıştır. İnsanlar yeni felaketlerin geleceğinden endişelenmektedir. Bu da sigorta şirketlerini her zaman aldıkları primlerden daha fazlasını talep etmeye yönlendirir. Katrina öncesi dönemle kıyaslandığında primler iki katına yükselir. Müşteriler bu ani prim artışının sebebini haklı buldukları için fazla rahatsız olmazlar. Sigorta şirketleri de memnundur. Çünkü toplanan yeni primler eski sigortalıların hasarlarını ödemeye gitmektedir. Sigorta şirketleri kısa sürede eski ritimlerine dönerler. Fakat toplanan paralar bitmiştir ve yeni sigortalıların olası hasarlarını ödeyecek para kalmamıştır. Sigorta şirketleri bunu da dert etmez. Çünkü reasüranslara küçük bir prim ödeyerek bu risklerini bertaraf edebileceklerdir. Bu düşünceyle reasüranslarına başvururlar. Fakat gördükleri manzara karşısında dona kalırlar. Hiçbir reasürans şirketi artık New Orleans risklerini sigorta etmek istememektedir. Sigorta şirketleri daha fazla prim ödeyeceklerini belirtseler de reasüransları ikna edemezler. Sistem tam bir çıkmaza girmiştir. Peki şimdi ne olacaktır?

O günkü görüntü ile bu günlerde euro bölgesinin görüntüsü arasında pek fark yoktur. Herkesin korktuğu o anlarda birkaç kişi bir fırsat kokusu alır. Halkın aşırı derecede yüksek risk algısında bir tuhaflık vardır. Reasürans şirketlerinin de bu korku paralelinde hareket etmesi pazarı durdurmuştur.

İşte tam o anda dünyanın en büyük yatırımcısı Warren Buffett ve çöken şirketleri kurtarma becerisiyle tanınan yatırımcı Wilbur Ross reasürans işine girerler ve kasırganın hakim olduğu Körfez Sahilindeki sigortalı varlıkları reasüre etmeye başlarlar. Düşünceleri basittir: Algılanan risk mevcut riski aşmıştır.

Korkunun risk algısını yükseltmesi o gün olduğu gibi bugün de yatırımcıları euro piyasasındaki duran veya çöken faaliyetlere yönlendirecektir. Bu, finansal piyasaların en temel işleyiş şeklidir. Buffett ve Rose, 2005’te girdikleri reasürans işinden büyük kar elde etmişlerdir. Birçok yatırımcı bugün aynı fırsatları euro alanında görmektedir. Bugünkü seçim sonuçlarını yarın bu açıdan değerlendirecek birçok yatırımcı olacaktır. Herkes korku ile yüzleşirken onlar geleceğe empati kuracaklardır.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Sizce Jonathan Lebed dahi mi, suçlu mu?

Finansal piyasaların giderek daha fazla tahmin entellektüelizmine bağlı hareket etmesi, tahminlere ve tahmin yapanlara karşı duyulan iyimserliği arttırıyor. Artık ne zaman sosyal medyaya baksak herkesin bir tahmini olduğunu görüyoruz. “Dolar/Euro paritesi artışa geçecek!.. Altın fiyatları her an düşebilir!.. Borsalar gerileyecek!.. Petrol fiyatları düşüyor!..” gibi birçok tahmin ne yana baksak karşımıza çıkar oldu. Çoğu zaman tahmin yapıp bizi yönlendirmeye çalışanları tanımasak bile bu tür mesajlara iyimserlikle bakabiliyoruz. Bu insanoğlunun yadırganmayacak bir davranış şeklidir aslında. Peki bu yatırım kararları ne kadar güvenilirdir?

Mesleği tahmin yapmak olanlar yanında tahmin yapmayı amatör bir profesyonellikle gerçekleştirenler, gerçekten amatörler veya kendi psikolojilerini tatmin etmek isteyenlerin finansal tahminleri artık hayatımızın her anına girmiş durumda. Bu enformasyon yağmuru altında yatırım kararlarını alırken yanı başımızda “dolar yükselecek” veya “altın düşecek” diye fısıldayan ses ne kadar güvenilirdir sizce?

Jonathan Lebed’in hikayesini dünya 25 Şubat 2001 tarihinde New York Times gazetesinden öğrendi. Okuyanlar şaşkına dönerken; ABD sermaye piyasası kurulu SEC gibi Lebed’in sıradan bir dolandırıcı ve suçlu olduğunu düşünenler ile Yalancı’nın Pokeri adlı kitabın yazarı Michael Lewis gibi piyasa dâhisi olduğunu düşünenler uzun süre karşı karşıya geldiler. Lebed’in hikayesi insanların yatırım kararlarını verirken kendilerine sunulan ekonomik tahminlerin arkasındaki önemli bir sis perdesini kaldırması açısından emsalsiz bir ders sunmaktadır.

SEC, Jonathan Lebed’i 2000’li yılların başında ikince kez mahkemeye verir. Lebed’in bu kez işlediği suç “pompala ve boşalt” (pump and dump) adı verilen yaygın bir hisse senedi manipülasyonudur. Pompala ve boşalt operasyonunda işlemler kısaca şöyle yapılır. Yatırımcı, işlem hacmi çok düşük olan hisse senetlerinden satın alır. Aldıktan hemen sonra kişisel imkanlarını kullanarak hisse senedinin reklamını yapar. Bu reklamlardan etkilenen diğer yatırımcılar hisse senedinden alırlar. Böylelikle hisse senedinin fiyatı yükselişe geçer. Bu aşamada hisse senedini daha düşük fiyattan alıp reklamını yapan yatırımcı, yükselen fiyatlardan elindeki hisse senetlerini satar. Böylece aradaki fiyat farkından kar elde eder. Diğer yatırımcılar ise bu suni artışın uzun sürmemesinden ötürü kayba uğrarlar. İşte SEC, bu işlemi gerçekleştiren Jonathan Lebed’i karaborsa yapmaktan suçlamaktaydı.

Lebed işlemleri şöyle yapıyordu. Önce hisse senedinden büyük miktarda satın alıyordu. Daha sonra Yahoo-Finans forumlarında ya da chat odalarında çok sayıda eposta ile şirketin reklamını yapıyordu. Genellikle “Tüm zamanların en ucuz hisse senedi!” gibi bir başlık altında hisse senedinin fiyatının çok yakın zamanda patlayacağını söylüyordu. Ardından da şöyle bir açıklama yapıyordu: “Şirketin bu yıl için satış tahmini en olumsuz şartlarda bile 50 milyon dolar civarında gerçekleşecek. Bu sektörde ortalama bir şirket 4,50 fiyat-kazanç oranıyla işlem görüyor. Bu şartlar altında şirketin hisse senetlerinin 50 dolara yükselmesi kesin gibi. Fakat en kötü senaryoda bile hisse senetlerinin kısa vadede 30 dolara yükselmesi an meselesi.”

İşte bu epostalardan etkilenen okuyucular hisse senedine hücum ederler. SEC kayıtlarına göre bu hisse senetlerinde kaos yaşanır. İşlem hacmi normal bir günde 60.000 adedi geçmeyen hisse senetleri 1 milyon adedin üzerinde işlem görür. Bu kaosun sonucunda Lebed hisse senetlerini almasından 1 gün bile geçmeden satarak büyük bir kar elde eder.

Lebed bu işlemi 11 kez yapmıştır ve toplamda 800.000 dolar kazanmıştır. Mahkeme sonrası suçlu bulunarak kazandığı paranın bir kısmı elinden alınmıştır. Şimdi buraya kadar anlatılanlardan bu hikayenin ne özelliği var diye düşünenler olacaktır. Çünkü piyasalarda bu tip olayların olması oldukça sıradanlaşan bir durumdur. Jonathan Lebed’in hikayesindeki en önemli ayrıntıyı en sona bırakarak şu ana kadar üzerinde durmadığımız farklı bir açıya yönelelim. Peki zararla sonuçlanan bu tip kandırmacalara insanlar tekrar tekrar nasıl inanıyor?

Lebed savunmasında “manipülasyon olmazsa borsa da olmaz” diyordu. İnsanların çoğu bu argüman karşısında ne yönde düşünmeleri gerektiğini bilemez. Ama insanları bu hataya düşüren bu argümanın gerçekliği üzerine atfettikleri teyit değildir. Hem Lebed, hem de tuzağına düşünler aynı düşünce şekline sahiptiler: “Kazanmak için inanmak gerek!”

Kazanmaya istekli ama piyasalar hakkında fazla bilgisi olmayan duygusal kişiler bu hataya düşmüşlerdi. Çünkü piyasaya geç girenler bu tür epostaları okudukları zaman erken girenlerin çok para kazandıklarını düşünürler. Öyleyse acele etmeleri gerekiyor ki onları yakalayabilsinler. Böylece Lebed’in epostasına inanarak alım kararlarını verirler.

Gelelim Jonathan Lebed’in hikayesindeki yukarıda bahsettiğimiz en çarpıcı yöne. İyi niyetli ve naif yatırımcılar, okudukları yatırım önerisinin arkasında kim olduğunu çoğu zaman bilemezler. Tıpkı Lebed’in kim olduğunu bilmedikleri gibi. Lebed, tüm bu işlemleri yapıp 800.000 dolar karı elde ederken sadece 13 yaşındaydı. Mahkemeye çağrıldığında ise sadece 14.

İki soru ile bitirelim. Acaba Lebed’in tuzağına düşenlerin hangisi hayatının o anına kadar 13 yaşındaki bir çocuğun tavsiyesini dinlemiştir? Sizce Lebed dahi mi, suçlu mu?

15 Haziran 2012 Cuma

Ortak malların trajedisi teorisi

Yunanistan’daki seçimler öncesi Avrupa Birliğine uyarılar artıyor. Avrupa’daki çöküşün tüm dünyayı uçurumun kenarına ittiği ortada. Yunanistan’daki seçimler ilk önemli sınav. Fakat son değil. İspanya, İtalya, Portekiz hatta İngiltere ve diğerleri. Hemen hepsinde aynı sorun: Yüksek borç tutarı. Böyle bir durumda şu soruya cevap vermemiz gerekmez mi? Tüm Avrupa ülkelerinin neredeyse aynı zamanda önlenemez bir borç krizinin içine girmesi bir rastlantı mı, yoksa öngörülebilir bir başarısızlık mıdır? Avrupa’nın derin bir kültürel geçmiş ve ekonomik entelektüellik mirasına sahip bu ülkeleri kendi sonlarını hazırlayan bu büyük hatayı aynı anda nasıl yaptılar?

Ekonomi çoğu zaman matematik ile aynı anlama gelir. Ekonominin parayla, paranın rakamlarla ifade edilmesi sorunların da ancak matematik yardımıyla çözülebilir olmasını geçerli kılar. Fakat ekonominin bazı sorunlarının teknik bir çözümü yoktur. Tıpkı zengin Avrupa ülkelerinin aynı anda borç krizine nasıl düştükleri gibi. Matematikle açıklayamadığımız bu büyük hatanın nedenini matematik dışında nasıl açıklayabiliriz dersiniz?

ABD’li bir çevre bilimci Garrett Hardin 1968 yılında Science dergisinde bir makale yayınlar. “Ortak malların trajedisi” (tragedy of commons) adlı bu makale, yerleşik problemlere, o döneme kadar olan bakış açısını keskin bir şekilde değiştiriyordu. Hardin’in ortaya koyduğu pek duyulmamış bu teori bugün Avrupa ilkelerinin aynı anda borç batağına nasıl düştüklerini de oldukça etkili şekilde ortaya koymaktadır.

İnsanoğlunun en önemli özelliklerinden biri mülkiyete olan bağlılığıdır. Ortak malların trajedisi devlete ait olan kamusal malların nasıl bir kötü kadere sahip olduğunu anlatır. Tıpkı Avrupa borç krizinde olduğu gibi.

Garrett Hardin teoriyi basit bir hikaye ile ortaya koyar. Hikaye şöyledir: Koyunlarını devlete ait bir otlakta otlatan bir grup çoban olduğunu ve bu çobanlardan da birinin kendimiz olduğunu düşünelim. Otlağın uzun süre kullanılması herkesin yararına olacağından çobanların koyunları gereğinden fazla otlatmaması önemli bir konudur. Bu da basitçe herkesin açgözlü davranmaması sonucunu doğurur. Fakat burada bir sorun vardır: Sahibi olduğunuz koyunları günü geldiğinde satmanız gerekiyor ve koyunları kolayca satabilmek için semiz koyunlar yetiştirmeniz gerekir. Bu sizin en doğal amacınızdır. Öyleyse koyunları olması gerekenden daha fazla otlatmanız gerekir. Fakat bu davranış diğerlerinin haklarını yemekle aynı anlama gelir.

Bu düşünceyi diğerleri ve otlak açısından olumsuz olarak değerlendirirseniz, şu davranışı benimseyebilirsiniz: Koyunlarınızı diğer çobanların otlattığı kadar otlatmak. Fakat burada da başka bir sorun vardır. Diğer çobanların davranışlarını kontrol edemeyeceğinize göre; içlerinden biri bile koyunlarını biraz fazla otlatmış olsa bütün iyi niyetiniz boşa gidecektir. Öyleyse bu ikilemden şu sonuca ulaşabilirsiniz. Koyunları gereğinden fazla otlatma kararı, diğer çobanların da aynı kararı vermesi durumunda istediğiniz sonuca ulaşacaktır. Bunun da kırılgan bir durum olduğu ortadadır. Eğer çobanlardan biri koyunları biraz fazla otlatırsa, misilleme olarak yapacağınız tek şey, sizin de koyunlarınızı daha fazla otlatmak olacaktır. İşte o an ortak malların trajedisinin başladığı andır. Yani otlağın sonunun başlangıcı.

Çobanların kollektif eylemlerindeki uyumsuzluk, insan güdülerinin etkisi ile kaybetmenin kaçınılmaz olduğu bir sona doğru sürükler. İşte Avrupa’da parasal birliğin kurulması sonrasında ülkeler ortak para olan euroyu koyunlarını otlatacakları ortak bir mera olarak kullanmışlardır. Bu süreçte tahvil çıkarmaya yetkili organlar çoban, semizletilmesi gereken koyunlar da rahat yaşamaya istekli vatandaşlar olmuşlardır. Koyunların satılması amacı da elbette ki hükümetlerin vatandaşları mutlu etme amacından başka bir şey değildir. Ülkeler, başlarda birbirlerini izleyerek koyunlarını fazla otlatmamaya yani fazla borç yaratmamaya özen göstermişlerdir. Fakat daha sonra içlerinden bazı ülkelerin bu kurala uymadığını görünce onlar da koyunları daha fazla otlatma yani daha fazla borç yaratma yoluna gitmişlerdir. Bu otlatma yarışının sonunda otlak tükendiğinde yapacak bir şey de kalmamıştır.

İşte Avrupa’da yaşanan borçlanma krizinin nedeni bu kadar basittir: Ortak malların trajedisi!

14 Haziran 2012 Perşembe

Uzayda hayat var mı?

Meksika gelecek hafta G20 zirvesine ev sahipliği yapacak. Gözler Almanya’nın üzerinde. Avrupa’daki borç krizinin çözülmesi için yardımsever bir rol takınıp takınmayacağı büyük merak konusu. Sahnede görülmek istenen tek kahraman Almanya. Diğer ülkelerin hep birlikte Almanya’ya yalvaracaklarını öngörmek fazla zor bir çıkarım olmayacaktır. Güçler artık Almanya’nın duruma el koyması için birleşecek. Peki sizce Almanya kendisinden beklenen görevi yerine getirerek Avrupa ekonomisini yok olmaktan kurtarma hamlesini yapacak mı?

Son 30 yılını dünya dışı varlıkları araştırmaya adayan Kaliforniya Berkeley Üniversitesi, Porto Rico’daki Arecibo gözlem evindeki devasa radyo teleskoplarının topladığı verileri tarar. SETI adlı bu proje 1997 yılında Jodie Foster’ın rol aldığı Contact (Temas) adlı filme de konu olmuştur. Berkeley’deki bilim adamları teleskopların kaydettiği radyo frekanslarını inceleyerek dünya dışındaki zeki yaratıkları belirlemeyi hayal ederler. Bunu yaparken de son derece gelişmiş bilgisayarları kullanırlar. Fakat bir süre sonra bilgisayarların gelen çok fazla veriyi araştırmakta yeterli olmadığı fark edilir. Bu projenin durması anlamına gelebilecek bir sorundur. Peki daha büyük bir bilgisayar nasıl bulunacaktır?

1997 yılında bilim adamlarının aklına alışılmadık bir fikir gelir: Bir yerine binlerce bilgisayar!

Tüm dünyadaki bilim gönüllülerinin bu projeye katılması amaçlanır. Gönüllülerin bilgisayarları, kullanılmadıkları zamanlarda enerjilerini SETI projesi için analiz yapmaya ayıracaklardır. Bunun için yapılması gereken tek şey basit bir ekran koruyucuyu indirerek çalıştırmaktır. Her bilgisayar kendisine gönderilecek verileri tarayacak ve sonucu ana sisteme gönderecektir.

1999 Mayıs ayında başlayan projeye 100.000 kişinin katılması bekleniyordu. Ama sonuç beklenildiği gibi olmadı. 5.2 milyon kişi projeye destek vermişti. Guinness Rekorlar Kitabı projeyi tarihin en büyük bilgisayar işi olarak kayıtlarına geçirmişti. Bundan sonra artık geriye tek bir şey kalıyordu: Dünya dışı zeki yaratıklara ulaşmak!

Bilgisayarların yıllar içinde işlediği verinin haddi hesabı yoktu. Fakat sonuç şu ana kadar tam bir fiyasko olarak gerçekleşti. 1 Kasım 2004’te alınan çok düşük frekanslı bir sinyal dışında dünya dışı uygarlıkların varlığını kanıtlayan tek bir sinyale bile rastlanmamıştır.

Finansal krizin Avrupa’da derinleşmeye başladığı 2010 yılından bu yana oluşan sessizlik ortamında şu an herkesin güçlerini birleştirip aradığı tek bir frekans (ses) var: Almanya! Uzaydaki zeki akrabamızın Almanya olduğu düşünülüyor. Fakat Merkel’in sözleri açık: “Almanya’nın gücü sonsuz değil!”

İşte böyle bir ortamda acaba Almanya çöken Birlik ekonomisine gereken desteği verir mi? Ya da daha açık söylersek uzayda hayat var mı?

13 Haziran 2012 Çarşamba

Hayalet: 500 poundluk icat!

Yunanistan’da tuhaf şeyler olmaya devam ediyor. Önümüzdeki hafta sonu yapılacak seçimler öncesi bankalardan para çekişleri oldukça yükselmiş durumda. Bankalara hücum devam ediyor denilebilir. Bloomberg verilerine göre dün çekilen nakit tutarı 700 milyon euroyu aşmış durumda. Krizin ülkede derinleştiği 2009 yılından bu yana çekilen mevduatın toplam tutarının ise 72 milyar euro seviyelerinde olduğu belirtiliyor. Peki bu nakit çıkışları nasıl yorumlanmalı?

Henry Dircks, araştırmaya meraklı İngiliz bir mühendistir. Zamanının büyük bölümünü araştırmalara ayıran Dircks birçok ayna, lens, ışık ve bildiği tüm kırılma teknikleri kullanarak deneyler yapmaktadır. Bu deneyler sırasında bir gün tuhaf bir şey fark eder. İstenildiği zaman görülen, istenildiğinde ise görülmeyen figürler yaratmayı başarmıştır. Bu o dönem için inanılmayacak bir şeydir. Takvim yıllardan 1858’i göstermektedir.

Bu garip buluşunu nasıl değerlendireceğini bilemeyen Dircks soluğu Britanya patent kuruluşunda alır. Fakat kuruluştaki bilim adamları bu icada bir anlam veremezler. Dircks ümidini kırmaz ve icadını bu kez şehirdeki tiyatrolara götürür. Fakat aradığı ilgiyi orada da bulamaz. Artık kendisi de bulduğunu sandığı şeyin önemli bir icat olmadığını düşünmeye başlamıştır.

Aradan 4 yıl geçer. Yaptığı buluş tekrar aklına gelir. Bu kez şehrin önemli mühendislik okulu Westminster Üniversitesinin kapısını çalar. Orada tanıştığı bilim adamlarına yaptığı icadı anlatmayı denir. Bunlardan biri de John Henry Pepper’dir. Profesör Pepper, Dircks’ün icadını görür görmez hayretler içinde kalır. Mühendislik biliminde geçirdiği bunca yılda böyle bir icatla karşılaşmamıştır. O anda Profesör Pepper’in aklında parlak bir ışık yanar.

O yılın Noel’inde, Londra’daki büyük tiyatroların birinde Charles Dickens’ın The Haunted Man adlı oyunu oynamaktadır. Oyunun bir yerinde sahnede beliren hayalet seyircileri korkudan yerlerinden sıçratır. Seyirciler iskelet benzeri bu hayaletten aşırı derecede etkilenmişlerdir. Bu Profesör Pepper’in, sadece 500 pound karşılığı Dircks’ten satın aldığı hayalettir.

Hayaletin, insanlarda gerçekmiş etkisi yaratan görüntüsü kısa sürede o kadar ünlü olur ki İngilizler, Fransızlar ve hatta Amerikalılar Pepper’in hayaletini görmek için tiyatrolara akın ederler. Pepper bu buluşu ile zengin olurken Dircks sadece 500 pounda sattığı tarihin bu en tuhaf icatlarından biri için üzüntüden kahrolur. Tüm çabalarına rağmen telif hakkını bir daha geri alamaz.

Pepper’in hayaletini bu kadar değerli yapan şey aslında basit bir illüzyondur. İnsanlar hayaleti gördüklerini sandıklarında aslında tamamen farklı bir şey görmektedirler. Fakat o anda tek düşündükleri şey bunca yıldır inandıkları bir şeyin gerçekleşmiş olduğudur. Hatırladıkları yaşadıklarına, yaşadıkları hatırladıklarına karışırken, karşı karşıya kaldıkları illüzyon sorgulama güçlerinin kaybolmasına neden olur. O dönemin tiyatro seyircileri, yıllardır hayallerinde yaşattıkları korkunun gerçekleştiğini görünce hayaletin gelmiş olduğunu sanmışlardır.

Bankacılığın en temel varsayımı bankalara yatırılan paraların tamamının aynı anda çekilmeyeceğidir. Tüm sektör, bu varsayım üzerine yerleştirilen bir güven ilişkisine dayanır. Bu güven ilişkisinin bozulması insanların yatırdıkları paraları çekmek için bankalara hücum etmesi anlamına gelir ki bu sistemin asla istemediği tek şeydir. Çünkü yatırılan paralar kredi olarak verilmiştir ve istendiği zaman hemen geri alınması mümkün değildir. İşte bu korku bankaların zihinlerinin bir yerinde daima var olan ama genellikle karşılaşmadıkları hayalettir bir bakıma.

Şu an Yunanistan bankaları bu hayaleti görmüş durumdalar. Gördükleri hayalet, onları daha önce yaşamadıkları bir korku içine sokmuş görünüyor. Fakat yapacakları fazla bir şey yok. Tek arzuları bu gösterinin bir an evvel bitmesi. Aksi takdirde 500 poundluk bu icat tüm Avrupa’yı mahvedebilir.

12 Haziran 2012 Salı

Kırık cam teorisi

İspanya ekonomisi 100 milyar euroyu, birkaç adet banknotu rahatça cebe koyar gibi bankaların içine enjekte edecek. Bu tutardaki bir para bile ülkedeki bankacılık sistemini düzlüğe çıkaracak gibi gözükmüyor. Daha fazlasına ihtiyaç olduğu ortada. Sorun İspanya’yla sınırlı olsa herkes rahat bir nefes alabilir belki ama Yunanistan, İtalya, Portekiz ve diğer ülkelerin ne kadar paraya ihtiyacı oldukları henüz tam olarak bilinmiyor. Krizin neresinde olduğumuz bile henüz netliğe kavuşmuş değil. Tarihin en büyük finansal krizi bir türlü önlenemiyor. Piyasalara ve finansal kuruluşlara akıtılan onca paraya rağmen hiçbir düzelme işareti yok. Peki ama neden? Tüm müdahaleler neden beklenen düzelmeyi sağlamıyor?

New York 1980’li yılların başında büyük bir suç şehri haline gelmiştir. İnsanlar, görevliler ve hatta polis bile şehrin birçok yerine girememektedir. Metroya binmek bile tehlikelidir. Hırsızlık, uyuşturucu ve cinayet gibi suçlar iyice yaygınlaşmıştır. Bir yıl içinde 2000 cinayet ve 600.000 büyük suç işlendiği kayıtlara geçmiştir. Tablo inanılmayacak derecede vahimdir. Şehri yönetenler kara kara bu tabloyu nasıl değiştireceklerini düşünmektedirler. Suç oranları nasıl düşürülecek ve New York yaşanılabilir bir şehir haline yeniden nasıl döndürülecektir?

Suç bili¬minde (kriminoloji) kırık cam teorisi (broken windows theory) denilen bir olgu vardır. Eğer kullanılmayan bir evin kırılan bir penceresi tamir edilmezse, camı kıranlar veya oradan geçenler daha fazla cam kırmak isteyeceklerdir. Böylece küçük suç giderek daha büyük bir suça dönüşecektir. Ya da boş bir alana bir çöp bırakıldığında, çöp torbası oradan kaldırılmadığı sürece oraya başkaları da çöp bırakmaya devam edeceklerdir. New York’un bir suç merkezi olması süreci de işte boş bir alana konulan çöpün kaldırılmaması ya da kırılan bir camın tamir ettirilmemesinden kaynaklanıyordu. Fakat bu sorun nasıl çözülecekti?

Bir suç şehrini kim düzeltebilir dersiniz? Kararlı bir yargıç, mücadeleci bir polis şefi, sıkı detektifler veya sert düzenlemeler?..

New York şehir yönetimi 1985 yılında bir sosyal araştırmacı George L.Kelling’i danışman olarak işe alır. O anda şehirde Kelling’i tanıyan belki de hiç kimse yoktur ve herkes işe neden alındığını merak etmektedir. Fakat kısa sürede Kelling’in kim olduğu öğrenilir. The Atlantic Monthly adlı derginin 1982 yılı Mart sayısında Kırık Cam Teorisi adlı makaleyi yazan araştırmacıdır George L. Kelling. Peki ama burada ne yapacaktır?

Kelling zaman geçirmeden kırık cam teorisini uygulamaya başlar. Önce şehirdeki duvar yazılarına savaş açar. Çünkü ona göre çöküşü duvar yazıları temsil ediyordu. Sokaklara yazılan yasa dışı yazılar temizlenmediği sürece savaşı kazanmak mümkün değildi. Yazılan yazılar çok geçmeden oluşturulan tim tarafından silinir ve kısa sürede mücadele kazanılmış olur. Şimdi sıra ikinci aşamadadır.

200.000’e yakın kişinin metro sistemini kaçak kullandığı tespit edilmiştir ama bunun önlenmesi için o ana kadar bir şey yapılmamıştır. Çünkü 1 dolar civarındaki bir metro bileti için binlerce dolar mücadele masrafı yaratmaya gerek yoktur. Fakat bu analiz dikkatlerden kaçan başka bir soruna sebep olmaktadır: İnsanlar kaçak yolcuların cezalandırılmadığını görünce onlar da metroya kaçak binmeye başlamaktadırlar. Böylece her geçen gün kaçak yolcuların sayısı artmaktadır. Kelling’in teorisi kapsamında kaçak binenler için sürek avı başlatılır ve kısa sürede metroya kaçak binenlerin sayısı sıfıra iner. Bu sürek avında başka bir şey daha fark edilir. Yakalanan her yedi kişiden bir zaten daha önce başka suçlardan da aranan kişilerdir. Kaçak yolculuk gibi basit bir suça müdahale birçok büyük suçun suçlularının da yakalanmasına sebep olmuştur.

Kelling’in bundan sonraki hedefi sokaklardır. Cam sileceği satıcıları, hırsızlar, sarhoşlar ve dolandırıcılar. Basit suçlar gibi görünen bu suçların üzerine de kararlılıkla gidilir. Sonuç diğer alanlarda olduğu gibi tam bir başarıdır. Sokaklar temizlenmiştir.

Suça karşı sıfır tolerans politikası sonucu sadece basit suçların üzerine gidilerek cinayetlerin bile önüne geçilmiştir. Bu gerçekten büyük bir başarıdır. Ne bir yargıç, ne yetenekli polis kadrosu, ne de katı kurallar kullanılmıştır. Sadece bir sosyal araştırmacı. Şehrin Belediye Başkanı Giuliani’ye nasıl başardığı sorulduğunda kırık cam teorisi yanıtını vermiştir.

Finansal krizin alevlendiği 2007 yılından bugüne piyasalara enjekte edilen trilyonlarca dolar neredeyse hiç işe yaramamıştır. Problem hala devam etmektedir. Yapılan tüm müdahaleler yeni krizlerin oluşmasına engel olamamıştır. New York Belediyesinin uyguladığı kırık cam teorisi sadece suçu işleyenin üzerine gitmek üzerine kuruluydu. Oysa baştan beri uygulanan krizle mücadele programları finansal krizi yaratan ve aktif büyüklüğü trilyon dolarlarla ölçülen onlarca finansal kuruluşu (birçoklarına göre krizi yaratan suçlular!) korumaktan öteye geçmemektedir. Sizce bu koşullarda krizle mücadele başarılı olabilir mi?

11 Haziran 2012 Pazartesi

Büyük Digg Ayaklanması ve Yunanistan!

İspanya’dan gelen likidite enjeksiyonu haberleri piyasaların ilgisini pek çekmiş gibi görünmüyor. Tüm dünya Yunanistan’dan gelecek seçim sonuçlarına endekslenmiş durumda. ABD’nin iç politikası bile Yunanistan haricinde bir şey görecek durumda değil. Seçim sonuçlarının ülkenin ve dünyanın kaderini değiştireceği gerçeği tüm haberlerin önüne geçmiş durumda. Seçimler sonrasında oluşan ekonomik havaya halkın nasıl tepki vereceği büyük merak konusu. Uzun süre ciddiye alınmayan Yunanlılar şimdi dünyanın kaderini ellerinde tutuyorlar. Ülkede seçim anketi yapmak bile yasaklanmış durumda. Acaba bu gergin sürecin sonunda kazanan kim olacak dersiniz? Yunan halkı isteklerini kabul ettirebilecek mi?

Digg (www.digg.com) adlı siteyi duymayan yoktur herhalde. Kullanıcılar haber, blog, makale veya yazılarını siteye gönderirler. Sitenin diğer kullanıcıları da gönderilen yazıları oylayarak, hangi yazıları beğendiklerini belirtirler. En çok oyu alan yazılar digg’in ana sayfasında görülürler. Daha sonra bu yazılar büyük yayıncılar tarafından satın alınarak üreticilerine gelir sağlarlar. İnternet kullanıcılarının sosyal dinamiklikleri üzerine tesis edilmiş bir site olan digg, bu dalda dünyanın en popüler sitesi sayılır.

2007 yılı Mart ayı belki de internet tarihinin en büyük sosyal ayaklanmasının başladığı tarihtir. Digg’in ana sayfasında en çok beğenilen haberi okuyanlar önce bunun bir şaka olduğunu düşünürler. Haber aynen şöyledir: “09-f9-11-02-9d-74-e3-5b-d8-41-56-c5-63-56-88-c0” Peki bu ne anlama gelmektedir?

Bu masum dizilim digg’in sonunu getirebilecek bir ayaklanmayı başlatmıştır. Dizilim HD-DVD’lerin şifresidir ve kısa zamanda tüm digg kullanıcıları bunu öğrenmişlerdir. Bu şifre kullanılarak HD-DVD’ler kopyalanabilmektedir. Tüm dünya yazıyı beğenerek iki saat içinde en tepeye çıkarır. Fakat HD-DVD teknolojisinin arkasındaki kurumdan siteye uyarı gelmesi uzun sürmez. Editörü olmayan sitenin yöneticileri ihtara uyarak yazıyı kaldırırlar. Fakat yazının kaldırıldığı o an tarihin en büyük internet ayaklanmasının başladığı andır.

Digg kullanıcıları kararın sansür olarak yorumlayarak yazıyı yeniden gönderirler. Ama site kodu yeniden kaldırır. Ardından kullanıcıların arka arkaya gönderileri başlar. Her gönderi kısa süre içinde site tarafından silinir. Kullanıcılar kararlıdır. Bu kez içinde kodun geçtiği tüm yazılara yüksek puan vererek listeye taşımaya başlarler. Site yöneticileri büyük bir hızla tüm yazıları silmeyi denerler fakat okuyucuların hızına yetişmeleri mümkün değildir. Birkaç saat içinde sitenin ilk beş sayfasını kaplayan tüm yazılar kodu içermektedir. Site yöneticileri artık bir karar vermek zorundadır. Kullanıcılarının mı yoksa DVD şirketinin mi haklarını koruyacaklardır?

Digg ilerleyen saatlerde siteden yazılı bir açıklama yapar. Açıklamada sitenin kanunlara uymak zorunda olduğu ve herkesin de uyması gerektiği hatırlatılmaktadır. Fakat bu sağduyulu çağrıya da kulak asan olmaz. Site yöneticilerin yapacak tek şeyi vardır ve onu yaparlar. Sitenin fişi geceleyin çekilir.

Sessizlik… Fakat sessizlik uzun sürmez. Birkaç dakika sonra site açılır ve en tepede şöyle bir haber vardır. Haberi yazan site yöneticileridir: “Buna ne dersiniz? 09-f9-11-02-9d-74-e3-5b-d8-41-56-c5-63-56-88-c0. Digg’in büyük bir şirket önünde eğilmesi yerine savaşarak yok olmasını tercih ediyorsunuz. Sizinleyiz. Eğer kaybedersek sonuçlarına beraber katlanırız...”

Site yöneticileri kuralları çiğnemiş ve kullanıcıların tarafında yer almışlardır. 2007 yılı Mart ayında yaşanan bu olayda kazanan kullanıcılar olmuş ama site de varlığını sürdürmeyi başarmıştır.

Yunan halkının sesi seçimlere kadar dinlenmemişti. Seçimlerde gelen beklenmeyen sonuç ise ekonomiyi yöneten politiklerin halkı dikkate alması gerektiğini söyleyen bir uyarıydı. Şimdi ise bu sesin önümüzdeki seçimlerde ne diyeceği merak ediliyor. Bakalım digg kullanıcıları mı (Yunan halkı) yoksa DVD şirketi mi (ekonomi-politikler) kazanacak?

8 Haziran 2012 Cuma

Finansal piyasalar neyi keşfettiğini bilmez!

Finansal piyasaların tuhaf bir özelliği vardır. Çoğu zaman neyi keşfettiğini bilmez.

Sovyetler Birliği, 15 ülkeden oluşan parasal ruble birliğine 1992 yılında geçmişti. Birliğin 14 ülkesi sadece borç (tahvil) yaratabilirken, bir tek Rusya Merkez Bankası ruble basabiliyordu. Diğer ülkelerde kısa sürede başlayan borç krizi Sovyetler Birliğinin dağılmasına kadar uzanan süreci yaratmıştı.

Avrupa Birliği 1999 yılında parasal birliğe geçmişti. Uluslar üstü bir otorite ile kurulan Avrupa Merkez Bankası (ECB) euro basmaya yetkili tek kurumdu. Diğer ülkelerin merkez bankaları sadece borç (tahvil) basmaya yetkiliyken, euro’yu sadece ECB basıyordu. ECB’nin otoritesi bir süre sonra birliğin en güçlü ülkesi Almanya’nın eline geçince sorunların çözümü zorlaşmaya başladı. Çünkü birliğin birçok ülkesi geçen sürede alabildiğine borç yaratarak altından kalkamayacakları bir noktaya gelmişlerdi. İhtiyaçları olan tek şey euro’ydu. Ama para basma yetkisi sadece ECB’yi yöneten Almanya’nın elinde olunca büyük bir birlik yerine yeni bir Sovyetler Birliğinin keşfedildiği fark edilmişti.

Gerek Sovyetler Birliği, gerekse Avrupa Birliği aynı hatayı yapmışlardı. Borcu yaratma yetkisini tüm merkez bankalarına verirken, para yaratma otoritesini sadece tek bir merkez bankasına vermişlerdi. Farklı kitlelerden oluşan bir toplumda bu yapılabilecek en büyük hataydı.

Jimmy Wales 1998 yılında Britannica’dan daha büyük bir elektronik ansiklopedi kurmaya karar verir. Bunu yapmak için amatörlerden destek almayı düşünmektedir. Makaleler dünyanın her tarafından konuya gönül veren insanlar tarafından yazılacaktı. Çok seslilik tarafsızlığı sağlarken, kalabalıklar başlık sayısını arttıracaktı. Bu koşullarla nupedia adlı internet sitesi kurulur. Fakat Jimmy Wales Sovyetler Birliği ve Avrupa Birliği’nin yaptığı tarihi hatanın aynısını yapar. Amatörlerden gelen makaleler akademisyenlerden oluşan uzman bir yayın kurulu tarafından değerlendirilecek ve uygun bulunursa yayınlanacaktı. Yayın için oluşturulan 7 aşamalık yayın süreci ince eleyip sık dokuyan bir yapıya sahipti. Böyle bir yapının kurulmasının tek bir sebebi vardı. Böyle uzmanlık gerektiren bir iş için amatörlere güvenilmiyordu.

Proje başladığından beri aylar geçmişti ve makale sayısı hala binlere erişememişti. Bu hızla ilerlenirse yüz binden fazla başlığa sahip Britannica’ya erişilmesi 100 yıl sürebilirdi. Jimmy Wales’in hayalleri suya düşmek üzereydi. Nupedia projesi başlamadan bitiyordu… Fakat o günlerde Wales’in karşısına henüz adı duyulmamış bir yazılım çıkar. Hawai dilinde “hızlı” anlamına gelen bu yazlımın adı wiki’ydi. Sınırsız sayıda kullanıcının bir web sayfasında metin oluşturulabilmelerine ve yayına hazırlamalarına izin veriyordu. Yayın kurulu falan yoktu. Bir amatörün yazısını başka bir amatör değerlendiriyor ve yayınlanmasına izin veriyordu. Wales hemen karar verir ve yeni bir internet sitesi oluşturarak Britannica’yı geçme projesini yeniden gündeme alır. 2008 yılına gelindiğinde Wales’in ansiklopedisi Britanicca’nın 23 katı başlık ve makale yaratmıştı. Bu sözlük wikipedia idi.

Wikipedia, nupedia’nın hatasını yapmamıştı. Kalabalıkların başarısının, eşitlikçiliğin yarattığı denge ile sağlandığını göstermişti. Kalabalıklar sanıldığı gibi amatör değil, en az profesyoneller kadar iyi iş çıkarmıştı.

Avrupa Birliği tıpkı nupedia gibi amatörlere (küçük ülkelere) güvenmemiş ve onların parasal eylemlerine kısıtlama getirmişti. Tıpkı sözlüğe girdi sağlamak gibi borç yaratmasına izin verirken, bunların yayınlanması için izin kurulu oluşturan sözlük gibi para basma yetkisini uzman bir merkez bankasına bırakmıştı. Bankanın sıkı kuralları bir süre sonra borçları karşılayacak parayı yaratmayınca ülkeler borç krizi içine girmeye başlamıştı. Nupedia’ya gönderilen binlerce makaleden onlarcasının yayınlanmaya değer bulunması gibi ECB’nin yarattığı para da birliğin toplam borçlarının çok azını karşılar seviyedeydi. Diğer merkez bankalarının otoritelerine güvenmeyerek devre dışı bırakılmaları, onların bu süreçte sadece borç yaratmalarına neden olmuştu. Bu da çıkmaza giren bir projenin ateşini alevlendirmişti.

Finansal piyasalar çoğu zaman neyi keşfettiğini bilemez. Sovyetler Birliği örneğinden gerekli dersleri çıkardığını düşünen Avrupa wikipedia’yı keşfettiğini düşünmüştü. Ama keşfettikleri nupedia olmuştu.

7 Haziran 2012 Perşembe

Bankaların arka kapısı yoktur!

Rating şirketi Fitch krizle mücadele etmeye çalışan İspanya’ya ağır bir darbe indirdi. Ülkenin notunu 3B’ye düşürerek işleri daha da zorlaştırdı. Bu not indiriminin nedenini ise ülkenin bankacılık sisteminin içinde bulunduğu büyük sermaye açığı olarak gösterdi.

Tahminlere göre ülkenin bankacılık sisteminin sermaye ihtiyacı 100 milyar euro civarında. Önceki tahminler 30 milyar civarındaydı fakat yaşanan gerilimin, halkı bankalara hücum ettirmesi sonucu eriyen mevduat hacmi rakamın yükselmesine neden olmuş gözüküyor. Bu aşamada bankaların parayı bulmaktan başka yapabileceği bir şey bulunmuyor. Sektöre güvenin artması için bu en önemli gereklilik. Keşke ikinci bir seçenek olsaydı.

Tarihin en acı uçak kazalarından biri 1963’te Ankara’da gerçekleşir. Lübnan Havayollarına ait bir yolcu uçağı yakıt ikmali için Esenboğa Havalimanına alçalmaya başlamıştır. Tam o sırada yerden havalanan askeri bir C-47 uçağını göremez ve havada çarpışırlar. Uçaklar şehrin en kalabalık yeri olan Ulus Meydanına düşerler. Kazada 120 kişi can verir.

Kaybın en yoğun olduğu yer yolcu uçağının düştüğü İstanbul Bankası Şubesinin önüdür. Uçak binanın tam giriş kapısına düştüğü için alevler tek kaçış yolunu kapatmıştır. İçerideki personel ve müşteriler, bankanın her tarafı demir parmaklıklarla çevrili olduğu ve bir arka kapının da bulunmaması nedeniyle maalesef hayatlarını kaybetmişlerdir.

Diğer şirketler gibi bankalardan da bir arka kapılarının olması istenmez. Bankalar, şubelerin arka kısımlarına kasalarını koydukları için kapı ve pencere koymamayı tercih ederler. Bu çok eskilerden gelen bir zorunluluktur. Fakat şimdilerde bu eski fenomen İspanyol bankalarının kabusu olmuş gibi görünüyor. Sisteme duyulan güvenin sarsılması banka yöneticilerini ve doğal olarak ekonomiyi yönetenleri köşeye sıkıştırmış durumda. 100 milyar euro bulmaları gerekiyor ama bu şu an için çok zor. Tıpkı uçağın şube kapısına düşerek içerdekileri esir alması gibi küresel kriz de İspanyol bankalarının kapısına düşmüş durumda. Umarız bu kez 50 yıl önce gerçekleşenler yaşanmaz.

QE’nin basit doğası

Son günlerde ABD Merkez Bankası Fed’den 3.QE (quantitative easing) beklentisi giderek artmaya başladı. 19-20 Haziran tarihinde yapılacak Fed toplantısından ölçülü bir genişleme beklenebilir. Krizin ilk günlerinden bugüne kadar merkez bankalarının en güçlü silahı olarak öne çıkan parasal gevşeme (quantitative easing) ne anlama geliyor ve nasıl yapılıyor?

Ümitsiz hastaların en alışılmadık ve riskli ilaçları kullanmak¬ta tereddüt etmemeleri gibi, büyük merkez bankaları da krizin derinleştiği günlerde alternatif bir ilacı finansal sisteme enjekte etmeye başlarlar. Bu ilaç QE’ydi.

Merkez bankalarının krize ilk müdahalesi QE değildi. Öncelikle faizler sıfırlanmıştı. Fakat bu çare olmamıştı. Bunun üzerine QE denenmesine karar verildi.

Parasal gevşemenin, para basmanın modern bir yolu olduğu söylenebilir. Hatta hiçbir matbaa makinesi kullanmadan, bir ülkenin para arzını arttırmanın sofistike şekli demek daha doğrudur. Tekno¬loji şirketlerine duyulan büyük ilginin yarattığı dot-com balonunun 2001 yılında patlamasının ardından, Japonya tarafından kullanılan bu modelin başarısı üzerine şüpheler olsa da, deflasyon ve bankacılık krizinin daha fazla derinleşmesine mani olacağı yönündeki beklen¬tiler modele inancı arttırmıştı.

Faiz oranlarını düşürerek piyasalarda dönen paranın arttırı¬lamadığı durumlarda, parasal gevşeme modeli kullanılır. Merkez bankalarının bunu yapma şekli, varlıkları satın alarak piyasaya para sürmektir. Teoride bir varlık herhangi bir taraftan alınabilir. Uygu¬lamada ise hazine bonoları ve mortgage bazlı menkul kıymetlerin bankalardan satın alınması üzerine odaklıdır.

Fed’in ilk parasal gevşeme modeli şu şekildeydi: Fed, öncelikle gerekli olan parayı kendisi bulmalıdır. Çünkü piyasaya enjekte edeceği para kendisinde de yoktur. Bu noktada merkez ban-kalarının ilahi yaratıcılığı devreye girer. Latince adıyla ex nihilo! Tıpkı tanrının evreni başlangıçta yoktan yaratması gibi merkez bankaları da para yaratabilirler. Fed de öncelikle böyle yapar ve ihtiyacı olan parayı birkaç bilgisayar tuşuna basarak yaratır. Para artık hesaptadır.

Daha sonra hükümetin borçlarının menkul kıymetleştirilmiş hali olan hazine bonosu ve tahvilleri, açık piyasa işlemlerinde satın almaya başlar. Bununla birlikte, bankaların bilançolarında yer alan toksik denilen sorunlu varlıkları ve ellerindeki özel sektör tahvillerini bedellerini ödeyerek satın alır. Yani kısaca hükümetin ve bankaların likiditesini güçlendirir. Bankaların tekrar kredi vermeye başlamasıyla insanların harcamalarının yeniden artacağı ve böylelikle talebin artarak ekonominin iyileşmeye başlayacağı öngörülür.

Peki, merkez bankaları bu modeli uygulamaya ekonomi bilimi açısından neden ihtiyaç duyarlar? Yanıtı oldukça basittir: Faiz oranlarının düşürül¬mesi işe yaramadığı için.

Örneğin, ekonominin normal işlediği dönemlerde, faiz oranları¬nın merkez bankaları tarafından %1 düşürülmesi, talepte bir artışa neden olacaktır. Faiz oranlarının düşmesi, mevduat hesaplarından elde edilen faiz gelirlerinin düşmesine neden olacağından, insanlar tasarruf yerine harcamanın daha akıllıca olduğunu düşünür ve harcamalarını arttırırlar.

Faiz oranlarının düşürülmesi genellikle, enflasyondaki düşüşe karşıt olarak uygulanan bir politikadır. Eğer bir merkez bankası enflasyon hedefini %5 olarak koyduysa; enflasyon oranının daha düşük gerçekleştiği senaryoda, faiz oranlarını düşürerek harcamayı arttırmak ister. Böylece enflasyon artar ve ekonomi denge noktasına ulaşır. Bunun tam tersi de söylenebilir.

Peki, eğer deflasyon varsa ve faiz oranları %0’a düşürüldüğü halde sistem düzelmediyse ne yapılmalıdır?

Artık faiz oranları daha fazla düşürülemeyecektir. Yapılacak tek şey vardır: Parasal gevşeme.

Dolaşımdaki para arttırılarak, paranın değeri düşürülür. Yani bir anlamda gizli enflasyon üretilir. Temel düşünce, para arzının arttırılarak harcamanın arttırılacağıdır. Fiyatların gelecekte daha da yükseleceği algılaması yaratılarak, ertelenmiş harcamalar bugüne çekilmeye çalışılır.

QE ile ilgili olarak buraya kadar anlatılanların bir kısmı fazla kuramsal gelebilir. Mantıklı bulunsa da asıl gerçeğin gözden kaçırıl¬masına neden olabilir. O nedenle QE’nin basit doğasını 1850 yılında ekonomist F.Bastiat’ın ortaya koyduğu hikaye ile anlatmaya çalışalım.

İyi kalpli bir bakkalın camının kötü bir çocuk tarafından kırıldı¬ğını düşünelim. Bu olaya şahit olanlar için gerçekten üzücü bir du¬rumdur. Çünkü bakkalın bu camı tamir ettirmesi için para harcaması gerekecektir. Bakkalın camı tamir ettirdiğini ve camcıya, hikayede söylendiği gibi 6 frank verdiğini düşünelim. Camcı işini büyük bir zevkle yaparken, akşam çocuklarına bu parayla güzel bir pasta alabileceği için de mutludur. Camcı 6 frankı fırıncıya verir. Fırıncı, parayı aldığı için sevinecek ve o da bu parayı doğal olarak başka bir yerde harcayacaktır. 6 frankın yolculuğu böylece sürüp gidecektir.

Sonuca gelirsek; camın kırılmasının yarattığı zararın giderilmesi için harcanan para, ekonomik aktivitelerin yeniden canlanmasına neden olmuştur. İşte bakkalın harcadığı para QE’dir.

QE ile yapılmak istenen tam olarak budur.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Problemden en uzak olanlar çözüme en yakın olanlardır!

Derinleşen finansal krize çözüm bulmak için yapılan toplantılar giderek kalabalıklaşıyor. G7 telekonferansı, Avrupa Birliği toplantıları, Dünya Ekonomik Forumu ve daha birçok toplantı. Amaç aynı: Ortak akıl ile acaba küresel krize bir çözüm bulabilir miyiz?

Ortak aklın birçok çözülemez problemi sihirli bir şekilde çözdüğü bilinen bir gerçek. Çözülemez denilen birçok sorunun ortak akıl ile inanılmaz bir isabetle çözülmesi ortak akla güveni arttırıyor elbette. Peki, ortak aklın sihri nereden kaynaklanıyor?

Ülkemizde “Kim beş yüz milyar ister?” adıyla yayınlanan yarışmada, bilinemeyen soruda bir tanıdığa sorma ve seyirciye sorma şeklinde iki joker hakkı bulunur. Yarışmanın bant kayıtları üzerinde yapılan araştırmalarda, yarışmacının bilemediği sorularda bir tanıdığın doğru cevabı bilme oranı %65 iken, seyircilerin doğruyu bulma oranı %91 olarak belirlenmiştir. Sizce bu fark nasıl yorumlanmalı?

Basit bir soru ile seyircinin tanıdıktan neden daha bilgili olduğunu açıklamaya çalışalım. Diyelim ki şöyle bir soru sorulmuş olsun. Çernobil faciası hangi yılda gerçekleşti? Şıklar ise 1983, 1984, 1985 ve 1986 olsun. Yarışmacının bu soruyu 100 kişiden oluşan seyircilere sorduğunu düşünelim ve varsayalım ki bu sorunun doğru cevabı olan 1986’yı sadece 4 kişi biliyor olsun. Diğerleri matematiksel bir genelleme altında tüm şıklara eşit oranda dağılacağından şıkların yüzdesel görünümü şu şekilde gerçekleşecektir. %24, %24, %24 ve %28. Görüldüğü üzere doğru cevabı bilen 4 kişi 1986’yı seçeceğinden son seçeneğin yüzdesi diğerlerinden yüksek olacaktır. Bu, teknik olarak kalabalığın doğru cevabı bulduğu anlamına gelecektir. Çıkan sonuç bize kitlelerin gücünü gösterse de yine de açıklayamadığı bir şey var: Yarışmacının bilmediği cevabı seyirciler nereden bilmektedir?

Colgate-Palmolive şirketinin milyar dolarlık değere sahip araştırma laboratuvarı uzun bir süre bir problemi çözmeye çalışır ama başarılı olamaz. Şirketin yaşadığı sorun şudur: Florür, diş macunu tüpüne doldurulurken havaya dağılmaktadır. Acaba dağılmadan tüpe dolduramaz mıyız?

Şirketin bilim adamları bu problemi çözemeyince InnoCentive adlı internet sitesine başvururlar. InnoCentive, şirketlerin çözemediği problemleri internet sitesinde yayınlayarak bilimle uğraşan amatörlerden cevaplar toplayan bir web sitesidir. InnoCentive soruyu yayınlar ve cevabı beklemeye başlar. Birkaç gün içinde soruya birçok cevap gelir. Cevaplar Colgate-Palmolive’e iletilir. Gelen yanıtlardan biri şirket yöneticileri ve araştırmacı bilim adamlarını oldukça şaşırtır. Amatör bilim adamının önerdiği çözüm oldukça basittir: “Tüpü toprakla, florüre elektrik yükle.” Peki nasıl olmuştu da bu basit çözümü şirketin uzmanları bulamamıştı?

Çözüme öneren, üniversitede fizik okumuş ama iş hayatında dikiş tutturamamış bir kişiydi. Oysa Colgate şirketinin uzman kadrosu kimya ve biyoloji tahsili almış kişilerden oluşuyordu ve bu basit fiziksel teoriyi bilmiyorlardı. İşte bu durum kalabalıkların gücünün nereden geldiğini gösterecekti.

InnoCentive veri tabanını incelediğinde, şirketlerin en akıllı uzmanlarının çözemediği birçok sorunun sıradan amatörler tarafından çözüldüğünü görür ve bu durumu gecikmeden masaya yatırır. Amatörler bu zor soruların cevabını nasıl bulmaktadırlar?

Doğru cevapları bulan kişilerle irtibata geçilir ve görüşmeler yapılır. Kaydedilen yanıtlar uzmanlarca incelenir ve çok şaşırtıcı bir sonuca ulaşılır. Şirketlerin çözemediği soruları çözen amatörler cevapları zaten daha önceden bilmektedirler. Peki ama nasıl?

Colgate’in sorununu çözen amatör bilim adamı örneğinde de görüleceği üzere, bir fizik problemi, fizik bilgisi yeterli olmayan kimyacılar tarafından çözülmeye çalışılmıştır. Onların aradığı cevap basit bir fizik kuralıdır ama onların kimya bilgileri buna ulaşmaya mümkün değildir. Oysa amatör fizikçi bunu üniversitede öğrenmiştir. Bu nedenle soruyu kolayca çözmüştür.

Problemlerin uzman bilgiden ne kadar uzaklaşılırsa çözülme olasılıklarının arttığı görülmektedir. InnoCentive’in araştırmalarında çözümleri bulanların %80’e yakını çözümü daha önce bilmektedir ve doğru yanıtı bulduğundan son derece emindir.

Ortak aklın gücünün Avrupa’da derinleşen krize çözüm bulup bulamayacağını hep beraber göreceğiz. Fakat bu süreçte hatırlanması gereken tek şey var: Problemden en uzak olanlar problemi çözecek olanlardır!

Peki şu anda finansal kriz problemini çözmeye çalışanlar gırtlağına kadar probleme gömülmüş olanlar değiller mi?

5 Haziran 2012 Salı

Profesyoneller amatörleri izlemez!

Birkaç hafta öncesine kadar Avrupa Birliğinin Yunanistan üzerinde aldığı ağır kemer sıkma önlemlerinin ülkeyi ve Birliği düzlüğe çıkarıp çıkarmayacağı tartışılıyordu. Fakat Yunanistan seçimlerinin getirdiği beklenmedik tablo tüm planları alt üst etti. Şimdi referandum sonuçları bekleniyor. Planlardaki bu hızlı değişiklik sizce neden kaynaklanıyor olabilir?

Aslında krizin Yunanistan’da derinleşmeye başladığı ilk günden beri değişmeyen tek bir şey var. Yunan halkının tepkisi. Fakat bu ses seçimlere kadar görmezden gelindi. Şimdi ise anlamlandırılmaya çalışılıyor. Peki ama neden şimdi de, daha önce değil?

Bir zamanlar, kuşlar için doğal bir yaşam alanı sayılan Meksika’nın Cozumel adasında, adayla aynı adla anılan ötücü bir kuş yaşardı. Fakat yaşanan kasırgalar kuşun neslinin tükenmesine sebep olmuştu. Ya da en azından böyle sanılıyordu. 2000’li yılların ortalarında adaya giden bir grup bilim adamı tesadüfen Cozumel kuşuna rastlarlar. Kuşun neslinin tükenmemiş olduğunu görmek bilim adamlarını şaşırtmıştır. Bilim adamlarının Cozumel kuşunu yeniden bulmaları büyük bir keşif olarak değerlendirilir ve bilim dergilerinin kapaklarında çarpıcı bir olay olarak yer alır. Kuş dünyası bu duruma gerçekten sevinmiştir.

Fakat birkaç gün geçmeden bu haberi okuyan bir grup amatör kuş araştırmacısı cılız ve gürültü koparmayan hatta biraz da muzip bir tonla ortaya çıkarlar: “Şaşırtıcı bir buluş! Ama biz bunu daha önce bulmamış mıydık?”

Önceleri bu sese pek kulak asan olmaz. Fakat bu muzip kalabalık bir web sitesi adresi yayınlar. Bilim adamları siteye girip baktıklarında başlarından aşağı kaynar suların döküldüğünü görürler. Amatör kuş meraklıları Cozumel kuşunu bilim adamlarından birkaç yıl önce keşfederek kendi amatör sitelerinde ve hatta dergilerinde yayınlamışlardır. Ne yazık ki bilim adamları bu amatör dergi ve internet sitesine bakmaya lüzum bile görmemişlerdir.

Cozumel hikayesinde profesörlerin amatörleri izlemeye gerek duymaması hatasını, bugünlerde Avrupa Birliğinin, Yunan halkının davranışlarını krizin başından beri izlemeyerek yeniden yaptığını görüyoruz. Oysa Yunanlıların kararlı tutumları en başında izlenip değerlendirilseydi, seçim sonuçları büyük bir sürpriz olarak görülmeyecek ve hatalı alınan önlemler sonucu boşa zaman kaybedilmemiş olacaktı. Şimdi her şey yeni baştan kurgulanmak zorunda.

Sıradan insanın ortaya koyduğu üstünlüklerin uzmanlar tarafından çoğu zaman gözden gelinmesi, çözümler için zaman kayıplarını arttırmak ile aynı anlama gelir. Fakat profesyoneller, amatörleri izlememe hatasını daima yaparlar.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Finansal piyasalar kahraman beklemez!

Avrupa Birliğinin içine girdiği derin krizden çıkabilmesi için Almanya kurtarıcı olarak görülmeye başlandı. Finansal piyasaların doğası, bitkin ve bezgin toplumlar gibi kurtarıcı beklemeyi sevmez. Kahramanlar yüz yılda bir gelebilir elbette ama onları anlamak bile yıllar sürebilir. Oysa piyasaların bu kadar zamanı yoktur. Bu nedenle finansal piyasaların doğası problemleri çözmek için oldukça tuhaf bir yöntem kullanır: Yaratıcı taklit!

Matematik dünyasının belki de en zor problemi Fransız matematikçi Henri Poincare tarafından 1904 yılında ileri sürülen Poincare problemiydi. 100 yılı aşkın bir süredir üzerinde çalışılan bu problemi çözmeyi başaran olmamıştı. Problemin karmaşık yapısı sorulanın ne olduğunu bile düşündürten cinstendi. Bu nedenle çözülmesi imkansıza yakın görülüyordu. 2002 yılında bir internet sitesinde isimsiz ve imzasız bir dizi hesaplama yayınlanır. Üzerinde “Poincare probleminin çözümü” yazmaktadır. Önceleri herkes bunun bir şaka olduğunu düşünür. Çünkü böyle bir problemin çözülmesi tüm bilim dergilerine kapak olacak cinstendi. Neden böyle isimsiz bir sitede yayınlansın ki? Üstelik internet gibi güvensiz bir ortamda yayınlanan bu cevap doğruysa, bunu herkes çalabilirdi. Çözenin bu riski bilmemesi imkansızdı. Öyleyse bu ne anlama geliyordu?

Bütün dünya bir anda matematikçi kesilmiş ve çözümü incelemeye başlamıştı. Fakat dökümanları inceleyen matematik profesörleri bile çözümden hiçbir şey anlamamışlardı. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdu. Ama bundan daha şaşırtıcı bir durum daha vardı. Geçen bu süre zarfında neden kimse bu çözümü çalıp kendi çözümü diye ortaya çıkmamıştı? Kimin çözdüğü anlaşılmayan bu çözümlerin küçük bir parçası değiştirilerek pekala başka birinin çözümü olarak öne sürülebilirdi. İnsanlar internetin etik kuralları mı değişti diye hayret içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyordu.

Derken Poincare problemini çözüp internette yayınlayan kişinin 36 yaşındaki Rus matematikçi Grigori Perelman olduğu anlaşılmıştı. Şimdi herkes çözümün doğru olup olmadığını beklemeye başlamıştı. Perelman’ın sunduğu çözümü anlamak bilim kurullarının tam 4 yılını almıştı. Açıklama 2006 yılı Ağustos ayında gelir. Perelman, Poincare problemini çözmüştür. Çözüm hiçbir mantıksal hata ve eksiklik taşımayacak kadar mükemmeldir. (Bknz: Finansal krizi yaratan hatayı Sen de yapabilirdin!)

Matematik dünyası, Poincare probleminin çözümü için 100 yıldan uzun bir süre beklemiştir. Oysa finansal piyasaların ortaya çıkan bir problem için bu kadar beklemeye tahammülü yoktur. Bu nedenle problemleri çözmek için Perelman gibi kahramanların gelmesini beklemez. Öyleyse problemleri nasıl çözer?

Ned Gulley, MATLAB adlı bilgisayar dilini geliştiren Mathworks adlı şirketin yazılım tasarımcılarından biridir. MATLAB, 1985 yılında geliştirilen, matematik ve özellikle matris esaslı matematik ortamında kullanılan bir programlama dilidir. Sayısal hesaplamalar, veri çözümlemesi ve grafik işlemlerinde kolaylıkla kullanılan bir program olması nedeniyle özellikle mühendislik alanında oldukça sık kullanılan bir programdır. Ned Gulley, bu sürekli gelişen programın başındaki kişi olarak 1999 yılında bir programlama yarışması düzenlemeye karar verir. Yarışmanın amacı sorulan bir soruya MATLAB dili kullanılarak verilecek cevapları inceleyerek dilin eksik ve hatalı yönlerini kapatmak ve gelişimini sağlamaktır. Yarışma on gün sürecek ve en elverişli algoritma yarışı kazanacaktı. Tüm çözümler de aynı anda internetten izleyicilere sunulacak ve oylamaya açılacaktı.

Buraya kadar alışılmadık olan bir şey yoktu. Her şey doğal yarışma ortamı içinde cereyan ediyordu. Fakat Gulley yarışmaya çok tuhaf bir kural eklemişti: Yarışmaya katılanlar, yayınlanan diğer çözümlerden çalabileceklerdi.

Bu hiçbir yarışmanın içerisinde olan bir kural değildi fakat burada vardı. Bir yarışmacı beğendiği bir çözümün üzerine sadece küçük bir ekleme yaparak kendi çözümü olarak sunabilecekti. Fakat onun çözümü de yayınlanır yayınlanmaz başka birisi tarafından çalınarak ufak bir kod eklenerek yeniden öne sürülebilecekti. Bu gerçekten alışılmadık bir durumdu. Diğerlerinden daha akıllı ve başarılı birinin kahraman olmasına imkan vermeyen bir yarışma sistemi tasarlanmıştı. Bütün hafta çalışıp mükemmel bir çözüm tasarlayanlar kısa süreliğine liderliği ellerine geçirseler de çok geçmeden çözümlerine eklenen küçük bir ilave ile her şeylerini kaybediyorlardı.

Yarışmanın sürdüğü on gün boyuncu büyük bir gürültü kopmuştu. İnsanların emeği kısa sürede başkaları tarafından üzerine küçük bir ekleme yapılarak ellerinden alınıyordu. Onuncu gün sonunda kazanan çözüm ilk günün lideriyle karşılaştırıldığında Ned Gulley’e göre arada bin kat üstünlük vardı. Fakat bundan daha şaşırılacak olan en iyi çözümün en iyi yazılımcılardan değil acemilerden gelmiş olmasıydı. İşte bu yaratıcı taklidin ve sıradan insanın gücüydü.

Finansal piyasaların Poincare gibi bir problemle karşılaştığında, çözmek için 100 yıl ve Perelman gibi bir kahraman beklemez. Sıradan insanların sıradan ekonomik kararları bir sürü psikolojisi içinde tekrarlanarak piyasalarda hızla yayılır. Bireylerin davranış ve fikirleri piyasaları biçimlendirmeye başlar. 1974 Nobel Ekonomi Ödülünü alan Avusturyalı ekonomist Hayek, ekonomik olaylarla ilgili bilinmesi gereken her şeyi hiç kimsenin bilemeyeceğini öne sürer. Fakat bireylerin ekonomik olaylarla ilgili bilgilerini, kararlarını verirken kullandıklarını belirtir. Bu bölük pörçük bilgiler piyasa tarafından bir araya getirildiğinde ise ulaşılabilecek en büyük bilgiye ulaşılır. Bu da teknik olarak problemin çözümüne en yakın durumdur.

Finansal piyasalar, kişilerin sistem içindeki davranışlarını seçebilmelerine ve özgürce gerçekleştirebilmelerine izin verdiği için problemleri çözebilecek bilgiyi bir araya getirmede oldukça etkilidirler. İşte bu finansal piyasaların problem çözme şeklidir.