27 Eylül 2012 Perşembe

Lütfen, bu yazıyı okumayın!

Ekonomi tarihinin en eski olmasa da en gelecek vaat eden açmazlarından bir hiç şüphesiz ücret sorunudur. Sanıyoruz dünya var oldukça varlığını koruyacaktır. İşverenler yeterince ücret verdiklerini düşünürken, işçiler asla hak ettikleri ücreti alamadıklarını ifade etmeye devam edeceklerdir. Peki sizce kim haklı? İşverenler yeterince ücret veriyor mu, yoksa gerçekten işçiler hak ettikleri ücreti alamıyor mu?

Klasik iktisat öğretisi gösterişli matematiksel formülleri ile ücretin denge noktasında ödendiğini yani her iki taraf ve ekonominin genel koşulları paralelinde ücret alındığını söylemektedir. Kısaca her şeyin olması gereken denge içinde yürüdüğünü belirtmektedir. Peki, gerçekten öyle mi? İşverenler, işçilerin hak ettiği ücreti ödüyorlar mı?

İktisat biliminde ücret teorileri konusunda en etkileyici ekonomistlerden biri hiç şüphesiz Albert Rees’ti. Ücretler, işsizlik ve iş piyasası konusundaki teorileri ile bu alanın önder kişisiydi. İlk kez ücretlerle ilgili farklı toplulukların ücret karşılaştırmalarını yaparak dikkatleri bu yöne toplamıştı. 1991 yılında öldüğünde New York Times’ın yazdığı gibi “Ücretler konusunda nasıl düşünülmesi gerektiğini dünyaya öğreten kişiydi.” Peki Rees ne diyordu ki?

Aslında farklı bir şey söylemiyordu. Diğer ekonomistler gibi onun teorileri de işçilerin yeterli ücreti aldığını söylüyordu. Yazdığı kitap ve makaleler son derece rasyoneldi ve işçilerin yeterince ücret aldığını anlatıyordu. Fakat ölümünden birkaç yıl önce Rees tüm dünyayı şaşırtan bir açıklama yapmıştı. Ekonomi dünyası adeta soğuk bir duş almıştı. Rees aynen şöyle diyordu: “30 yıldır derslerde öğrettiklerim ve kitaplarda yazdıklarım adaletle ilgili hiçbir şey içermiyor. ABD başkanları Nixon ve Ford dönemlerinde ücret istikrar komitelerinin başkanlığını yaptım ama bu görevlerde, derslerde öğrettiğim teorilerin çok küçük de olsa bir yardımını görmedim.”

Rees, klasik iktisat teorisinin adalet duygusu olmadığını söyleyerek herkesi şaşkına çevirmişti. Aslında bu argümana kimse karşı çıkamamıştı. Çünkü herkes klasik iktisat öğretisinin adalet duygusunu basit bir güdü olarak ele aldığının farkındaydı. Peki ciddiye alınsaydı ne olurdu dersiniz? Yani ekonomi bilimi adaleti basit bir güdü olarak değil de önemli bir bileşen olarak düşünseydi insanlar nasıl davranırlardı?

Amerika, 2005 yılında ülke tarihinin en büyük zararını yaşadığı kasırga faciası ile karşı karşıya kalır. Saatte 160 km. hızla esen Katrina kasırgası özellikle New Orleans ve çevresinde etkili olur. Şehrin %80’i sular altında kalır. 1.836 kişinin öldüğü faciada tahmini rakamlarla 80 milyar doların üzerinde zarar oluşur. Bölge tam bir kıyamet yaşamaktadır ve maalesef devletin hiçbir ekibi bölgeye ulaşamamaktadır. İnsanlar adeta ölümlerine terk edilmişlerdir.

Harvard Üniversitesi yıllar sonra yaşanan bu felaket üzerine yaptığı araştırmalarda tüm devlet ve özel kuruluşlar içinde sadece birinin başarılı olduğunu söylemiştir. O kuruluş, bugün dünyanın en büyük cirosunu yapan Wal-Mart adlı süpermarkettir. Peki Wal-Mart devletin ve diğer kuruluşların yapamadığı neyi yapmıştır dersiniz?

Wal-Mart’ın CEO’su Lee Scott olayın olduğu günün ertesinde yönetim kurulunu toplar. Şirketin bölgede 150 civarında mağazası vardır ve birçoğu çalışamaz durumdadır. Fakat bölgede neler olduğu konusunda kimsenin bir fikri yoktur. Devletin haber kaynaklarından haber alınamamaktadır. Herkes ne yapılacağı konusunda birbirine bakmaktadır. CEO Scott kısa bir tebligat yazarak tüm mağaza müdürlerine iletilmesini ister. Tebligat aynen şöyledir: “Bu şirket, felaketin boyutlarına uygun olarak hareket edecektir. Pek çoğunuz bulunduğunuz konumu aşan kararlar vermek zorunda kalacaksınız. O nedenle, her şeyden önemlisi adaletli ve doğru kararı verin.”

Bölgedeki Wal-Mart mağazaları, adeta sihirli bir el değmiş gibi tüm hasarlar giderilerek iki gün içinde çalışmaya başlamışlardı. Felaketin kent halkı üzerindeki etkisini gören mağaza çalışanlarının tek düşündüğü şey mağazaları değildi. O insanlara nasıl adaletli davranılacağına odaklanmışlardı. İnsanlar mağazalara hücum etmişlerdi. Tek istedikleri çocuklarına bebek bezi, bebek maması ve içecek bir şeylerdi. Bununla birlikte uyku tulumu, yiyecek, tuvalet malzemesi, el baltası, çizme, ip gibi malzemelere ihtiyaçları vardı. Mağazalar birkaç dakika içinde boşaltılmış ve insanlar ellerinde son kalan paralarıyla gişelere hücum etmişlerdi. Fakat gişelerde karşılaştıkları manzara göz yaşartan türdendi. Kasiyerler para uzatanlara kriz geçince ödersiniz diyordu. Bu inanılacak bir şey değildi. Mağaza müdürleri yetkilerinin çok üstüne çıkmışlar ve insanlardan para almıyorlardı. İnsanlar minnettar bakışlarla mağazalardan ayrılmışlardı. Tüm bunlar olurken devlet yardımı ise hala gelebilmiş değildi.

Kasırganın durmasıyla insanların ilaç ihtiyacı başlamıştı. Fakat tıbbi yardım ekipleri de bölgeye ulaşamamışlardı. Wal-Mart’ın mağaza müdürleri hızlı bir karar vererek ellerindeki ve depolardaki tüm ilaçları şehir meydanında toplayarak insanlara ücretsiz ve reçetesiz dağıtmaya başlamışlardı. Bu da mağaza müdürlerinin yetkilerinin çok çok üzerinde bir davranıştı. Tüm bürokrasi aşılarak adalet duygusu ile en doğru olan yapılıyordu.

Kriz sona erdiğinde Wal-Mart kapılarında yine kuyruk vardı. Kriz mağdurları aldıklarının bedelini ödemek üzere Wal-Mart’ın önünde bekliyorlardı. Kendilerine adaletle davranan bu şirkete adaletle karşılık vermenin mutluluğunu yaşamak istiyorlardı. Şirketin üst düzey yetkilisi ise o anlarda televizyonda yaptığı açıklamada “Hükümet de kendileri gibi davranabilseydi, kriz yaşanmazdı” itirafında bulunuyordu.

Adalet duygusu ekonomi içine girdiğinde hiç kimsenin öngöremeyeceği böyle bir sonuç oluşmuştu. Wal-Mart, Harvard Üniversitesine göre bu karmaşık yapıyı en iyi kavrayan organizasyondu. Adalet duygusunu içeren iktisat biliminin davranış şekli aynen böyleydi. Rees görse, sanıyoruz o da hak verecekti. İşte bu irrasyonel insan duygu ve davranışlarının bir sonucuydu ve yeniden yaşanması pek mümkün değildi.
O nedenle bu yazıyı okumasanız da olur!

Hiç yorum yok: