Günümüz finans dünyasının düzenleyici otoriteleri, finansal risklerin doğru şekilde ölçülebileceğini varsaymaktalar. Gerçekten haklılar mı?
Bugün gelinen noktada, finansal sistem içindeki riskin doğru ölçülemediği bir kere daha anlaşıldı. Peki, risk ölçüm metodolojisinde hata nerede?
Bu sorunun yanıtını geçmeden önce, yakın geçmişe dönüp tarihi bir anı yeniden hatırlayalım.
Risk yönetiminin önemli başvuru kaynaklarından sayılan, J.Danielsson ve H.S.Shin tarafından 2002 yılında kaleme alınan Endogenous Risk adlı makalenin giriş bölümünde, Millennium Köprüsünden bahsedilir. Londra’nın merkezinde Tower Bridge’ten sonra Thames nehrini geçen ilk köprü olan Millennium Köprüsü, 2000 yılı Haziran ayında yaya trafiğine açılır. Dizaynı, estetiği ve mühendisliği ile son derece yenilikçi ve modern bir görünüşe sahip 325 metre uzunluğundaki bu köprüden, binlerce insan heyecanla yürümeye başlar. Birkaç saniye geçmemiştir ki, dev köprü titremeye başlar. İnsanların bir kısmı yanlardaki korkuluklara tutunurken, birçoğu sinir krizi geçirir. Köprü açıldığı gün kapatılır. Haber videolarına çeşitli internet sitelerinden kolayca ulaşılabilecek tasarım harikası Millennium Köprüsü, neden titremeye başlamıştır? Cevap, riskin içsel bileşenlerinde saklı.
Köprünün açıldığı gün karşıdan karşıya geçmeye çalışan 150.000 kişi, mühendislik firmasının en ince hesaplamalarına rağmen hesaplayamadıkları bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Firma, insanların, bilincinde olmaksızın eş adımlarla yürüyebileceklerini ve bu yürüyüşün yaratacağı etkiyi hesaplayamamıştı. Köprü sallandıkça, yayaların yürüyüşlerini buna uydurarak sallantının etkisini azaltmaya çalışmaları, köprünün hareketini daha da arttırmıştır. Askerlerin uygun adım yürümelerin yaratacağı etkiyi yayaların rasgele adımlarının yaratması, başta düşünülen bir şey değildi. İşte bu olay, içsel risklerin nasıl ortaya çıktığını oldukça çarpıcı şekilde anlatıyor.
Finansal mühendisler, tıpkı inşaat mühendisleri gibi, tarihi verilerden elde edilen varsayımları kompleks matematiksel modellerle işleyerek, güvenilir olduklarını iddia ettikleri finansal enstrumanlar ürettiler. Ama ekonominin dinamikleri bu ürünlere tepki vermiş ve risk ölçüm yöntemlerini geçersiz kılmıştır.
Zeki ve bilgili insanlar tarafından karmaşık teknikler kullanılarak dizayn edilen risk yönetim modellerine neden çok fazla güvenme ihtiyacı duyuluyor?
Sanırız bunun cevabı doğal bilimlere duyulan güvenden gelmektedir. Mühendisler, fizik kanunlarını kullanarak Boeing 737’yi yaratabiliyorsa, finansal mühendisler de ekonominin kanunlarını kullanarak konut kredilerini, kaldıraçlı türev ürünlere dönüştürebilirler.
Bu düşünce temelde kabul edilebilir olsa da bir husus gözden kaçırılmamalıdır: Doğanın kanunları asla mühendislere tepki vermez!
Fizikçiler, hayatı kolaylaştırmak için karmaşıklığı kullanırken, finansal mühendisler bu gerçeği istismar etmişlerdir. Ürünler ne kadar karmaşık ve anlaşılmaz olursa, karlar da o kadar fazla olmaktadır. Yeter ki, türev ürünün risk modeli inandırıcı olsun.
Piyasaya çıkarılan her ürün finansal sistemi belli ölçüde değiştirdiği için, insanların verdikleri tepkiler de değişmekte ve artmaktadır. Bu da fiyatları öngörmeyi ve geçmiş risk modellerinin geçerliliğini başarısız kılmaktadır. H.S.Shin ve Danielsson bu durumu içsel risk (endogenous risk) tanımıyla ifade ediyor ve hesaplanmasının gerçekten zor olduğunu söylüyorlar.
Risk yönetim modelleri başarısız oldukça riski ölçme iştahı giderek artmaktadır. Çünkü yeni modeller her zaman beraberinde yeni türev enstrumanlar da getirmektedir. Fakat içsel riskleri ölçemeyen bu modeller, başarısız olmaya mecburdur. En popüler teknik olan Riske Maruz Değer (value at risk) bile krizde alaşağı edilmişken, üniversitelerde okutulmaya hala devam edilmektedir.
Finansal ürünler üretmek için karmaşık modeller kullanılırken, finansal mühendisler genellikle tarihi verileri baz alıyorlar. Çoğu zaman tüm varsayımlar, fiyatların yükseleceği ve risklerin düşeceği üzerine kurulu gelecek tahminleri içeriyor. Balonlar da bu şekilde yaratılıyor. Financial Times yazarlarından John Dizard bu durumu şöyle tasvir ediyor: “Risk yöneticileri geçmiş savaşlara çok iyi hazırlanıyor. Ama bu savaşların tekrarı hiç yaşanmıyor. Daima yenileri meydana geliyor.”
Basel II uygulamalarındaki sermaye yeterlilik de risk algılamasını göstermektedir. Bankalardan, varlıklarının risklerini ölçmeleri ve varlıkların riski arttıkça, daha fazla sermaye tutmaları istenir. Bu ilk bakışta oldukça mantıklı bir yaklaşımdır. Daha fazla risk için daha fazla sermaye. Peki, risk nasıl ölçülmeli?
Danielsson, riskin doğru şekilde ölçülmesinin anlamsız ve tehlikeli olduğunu söylüyor. Ona göre; bazı bankalar, kolayca düşük risk seviyeleri raporlarken, bazıları daha yüksek riskler algılayacaklardır. Farklı yaklaşımlar, risk bazlı sermaye tutarını etkileyecektir.
Finansal kriz, sermaye yeterlilik rasyosu yeterli olan bankaların aslında yeterli sermayeye sahip olmadıklarını da ortaya koymuştur. İsviçre Merkez Bankası Başkan Yardımcısı P.Hildebrand’ın şu sözü bu gerçeği tam olarak ortaya koymaktadır: “Risk bazlı sermaye ölçülerine baktığımızda, İsviçre’nin en büyük iki bankasının, dünyadaki en yüksek sermaye oranlarına sahip olduklarını görmekteyiz. Basit kaldıraç oranına baktığımızda ise, bu kurumlar dünyanın en kötüleri arasında.”
Sonuç olarak, yaşanan kriz mevcut risk yönetim tekniklerinin başarısız olduğunu göstermiştir. Umulur ki, yakında daha güveniler modeller dizayn edilir…
Basit bir soruyla yazımızı bitirelim. 10.000 TL tutarındaki hisse senetlerinizin değerinin, bir gün içinde 500 TL arttığını gördüğünüzde ne düşünürsünüz?
a) sevinirim
b) şaşırırım ama sevinirim
c) aldırmam
d) biraz endişelenirim
e) çok endişelenirim
Herkesin yanıtının farklı olması mümkün. Fakat şu unutulmamalıdır. Portföyünüz bir günde %5 değer kazanıyorsa, ertesi gün %5 kaybetmesi doğaldır ve bu birçok insanın alamayacağı kadar büyük bir risktir. Bu yüzden (e) şıkkının doğru olabileceği gözden kaçırılmamalıdır.
Bugün gelinen noktada, finansal sistem içindeki riskin doğru ölçülemediği bir kere daha anlaşıldı. Peki, risk ölçüm metodolojisinde hata nerede?
Bu sorunun yanıtını geçmeden önce, yakın geçmişe dönüp tarihi bir anı yeniden hatırlayalım.
Risk yönetiminin önemli başvuru kaynaklarından sayılan, J.Danielsson ve H.S.Shin tarafından 2002 yılında kaleme alınan Endogenous Risk adlı makalenin giriş bölümünde, Millennium Köprüsünden bahsedilir. Londra’nın merkezinde Tower Bridge’ten sonra Thames nehrini geçen ilk köprü olan Millennium Köprüsü, 2000 yılı Haziran ayında yaya trafiğine açılır. Dizaynı, estetiği ve mühendisliği ile son derece yenilikçi ve modern bir görünüşe sahip 325 metre uzunluğundaki bu köprüden, binlerce insan heyecanla yürümeye başlar. Birkaç saniye geçmemiştir ki, dev köprü titremeye başlar. İnsanların bir kısmı yanlardaki korkuluklara tutunurken, birçoğu sinir krizi geçirir. Köprü açıldığı gün kapatılır. Haber videolarına çeşitli internet sitelerinden kolayca ulaşılabilecek tasarım harikası Millennium Köprüsü, neden titremeye başlamıştır? Cevap, riskin içsel bileşenlerinde saklı.
Köprünün açıldığı gün karşıdan karşıya geçmeye çalışan 150.000 kişi, mühendislik firmasının en ince hesaplamalarına rağmen hesaplayamadıkları bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Firma, insanların, bilincinde olmaksızın eş adımlarla yürüyebileceklerini ve bu yürüyüşün yaratacağı etkiyi hesaplayamamıştı. Köprü sallandıkça, yayaların yürüyüşlerini buna uydurarak sallantının etkisini azaltmaya çalışmaları, köprünün hareketini daha da arttırmıştır. Askerlerin uygun adım yürümelerin yaratacağı etkiyi yayaların rasgele adımlarının yaratması, başta düşünülen bir şey değildi. İşte bu olay, içsel risklerin nasıl ortaya çıktığını oldukça çarpıcı şekilde anlatıyor.
Finansal mühendisler, tıpkı inşaat mühendisleri gibi, tarihi verilerden elde edilen varsayımları kompleks matematiksel modellerle işleyerek, güvenilir olduklarını iddia ettikleri finansal enstrumanlar ürettiler. Ama ekonominin dinamikleri bu ürünlere tepki vermiş ve risk ölçüm yöntemlerini geçersiz kılmıştır.
Zeki ve bilgili insanlar tarafından karmaşık teknikler kullanılarak dizayn edilen risk yönetim modellerine neden çok fazla güvenme ihtiyacı duyuluyor?
Sanırız bunun cevabı doğal bilimlere duyulan güvenden gelmektedir. Mühendisler, fizik kanunlarını kullanarak Boeing 737’yi yaratabiliyorsa, finansal mühendisler de ekonominin kanunlarını kullanarak konut kredilerini, kaldıraçlı türev ürünlere dönüştürebilirler.
Bu düşünce temelde kabul edilebilir olsa da bir husus gözden kaçırılmamalıdır: Doğanın kanunları asla mühendislere tepki vermez!
Fizikçiler, hayatı kolaylaştırmak için karmaşıklığı kullanırken, finansal mühendisler bu gerçeği istismar etmişlerdir. Ürünler ne kadar karmaşık ve anlaşılmaz olursa, karlar da o kadar fazla olmaktadır. Yeter ki, türev ürünün risk modeli inandırıcı olsun.
Piyasaya çıkarılan her ürün finansal sistemi belli ölçüde değiştirdiği için, insanların verdikleri tepkiler de değişmekte ve artmaktadır. Bu da fiyatları öngörmeyi ve geçmiş risk modellerinin geçerliliğini başarısız kılmaktadır. H.S.Shin ve Danielsson bu durumu içsel risk (endogenous risk) tanımıyla ifade ediyor ve hesaplanmasının gerçekten zor olduğunu söylüyorlar.
Risk yönetim modelleri başarısız oldukça riski ölçme iştahı giderek artmaktadır. Çünkü yeni modeller her zaman beraberinde yeni türev enstrumanlar da getirmektedir. Fakat içsel riskleri ölçemeyen bu modeller, başarısız olmaya mecburdur. En popüler teknik olan Riske Maruz Değer (value at risk) bile krizde alaşağı edilmişken, üniversitelerde okutulmaya hala devam edilmektedir.
Finansal ürünler üretmek için karmaşık modeller kullanılırken, finansal mühendisler genellikle tarihi verileri baz alıyorlar. Çoğu zaman tüm varsayımlar, fiyatların yükseleceği ve risklerin düşeceği üzerine kurulu gelecek tahminleri içeriyor. Balonlar da bu şekilde yaratılıyor. Financial Times yazarlarından John Dizard bu durumu şöyle tasvir ediyor: “Risk yöneticileri geçmiş savaşlara çok iyi hazırlanıyor. Ama bu savaşların tekrarı hiç yaşanmıyor. Daima yenileri meydana geliyor.”
Basel II uygulamalarındaki sermaye yeterlilik de risk algılamasını göstermektedir. Bankalardan, varlıklarının risklerini ölçmeleri ve varlıkların riski arttıkça, daha fazla sermaye tutmaları istenir. Bu ilk bakışta oldukça mantıklı bir yaklaşımdır. Daha fazla risk için daha fazla sermaye. Peki, risk nasıl ölçülmeli?
Danielsson, riskin doğru şekilde ölçülmesinin anlamsız ve tehlikeli olduğunu söylüyor. Ona göre; bazı bankalar, kolayca düşük risk seviyeleri raporlarken, bazıları daha yüksek riskler algılayacaklardır. Farklı yaklaşımlar, risk bazlı sermaye tutarını etkileyecektir.
Finansal kriz, sermaye yeterlilik rasyosu yeterli olan bankaların aslında yeterli sermayeye sahip olmadıklarını da ortaya koymuştur. İsviçre Merkez Bankası Başkan Yardımcısı P.Hildebrand’ın şu sözü bu gerçeği tam olarak ortaya koymaktadır: “Risk bazlı sermaye ölçülerine baktığımızda, İsviçre’nin en büyük iki bankasının, dünyadaki en yüksek sermaye oranlarına sahip olduklarını görmekteyiz. Basit kaldıraç oranına baktığımızda ise, bu kurumlar dünyanın en kötüleri arasında.”
Sonuç olarak, yaşanan kriz mevcut risk yönetim tekniklerinin başarısız olduğunu göstermiştir. Umulur ki, yakında daha güveniler modeller dizayn edilir…
Basit bir soruyla yazımızı bitirelim. 10.000 TL tutarındaki hisse senetlerinizin değerinin, bir gün içinde 500 TL arttığını gördüğünüzde ne düşünürsünüz?
a) sevinirim
b) şaşırırım ama sevinirim
c) aldırmam
d) biraz endişelenirim
e) çok endişelenirim
Herkesin yanıtının farklı olması mümkün. Fakat şu unutulmamalıdır. Portföyünüz bir günde %5 değer kazanıyorsa, ertesi gün %5 kaybetmesi doğaldır ve bu birçok insanın alamayacağı kadar büyük bir risktir. Bu yüzden (e) şıkkının doğru olabileceği gözden kaçırılmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder