Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti” adlı kitabımdan alınmıştır…
Bugünlerde
herkes büyük merkez bankalarının piyasaya para sürüp sürmeyeceğini konuşuyor. Paranın
piyasaya sürülmesi herkes için gizemli bir konudur. Acaba kriz dönemlerinde para
nasıl basılır?
Merkez bankalarının, ekonomilerin durgunluğa girdiği dönemlerdeki en önemli silahı faiz oranlarıdır. İngiltere örneğine bakarsak, faiz oranları %1’in altına düşürülerek piyasalara daha fazla paranın akması ve ekonominin yeniden canlandırılması düşünüldü. Fakat her zaman istenileni veren bu küçük numara finansal kriz döneminde işlemedi. Çünkü kriz oldukça derindi.
Mutlaka bir
şey yapılmalıydı. Sıfıra düşen faizlerin hayata döndüremediği ekonomiyi
ateşleyecek bir mekanizma bulunmalıydı. Acaba bu 5’lik, 10’luk, 20’lik şeklinde
basılan nakit para olabilir miydi?
Bu yeterli olmazdı. Bundan daha fazlası gerekliydi. O da Quantitative easing’ti yani parasal gevşeme. QE politikası, mevcut olan paradan daha fazlasını ekonomiye sürmek anlamına gelmektedir. Ama ekonomiye sürülen para nakit para değildir. Bu işlem tamamen elektronik ortamda yapılmaktadır.
Finansal
krizin uçurumun eşiğine getirdiği bankalar, varlıklarını Merkez Bankalarına
satarlar. Bu varlıklar, konut kredilerinden şirket tahvillerine, mortgage bazlı
menkul kıymetlerden diğer alacaklara kadar her çeşit bilanço aktifi olabilir.
Merkez bankaları bu varlıkların bedellerini, kasalarında olmayan parayla öder.
Yani elektronik transferlerle. Daha basit bir benzetmeyle söylersek, “havale
yaparak”.
Bu işlem iki taraflı bir etki yaratarak piyasayı rahatlatır. Bir yandan bankaların varlıklarını likide dönüştürerek faaliyetleri sürdürme olanağı verirken, diğer yandan bankaların merkez bankalarında yer alan nakit rezervlerinin, bankalar tarafından çekilmesinin önüne geçer. Akla gelebilecek en başarılı takas yapılarak, finansal zincirin en kritik halkası olan bankaların nefes alması sağlanır. Likiditesi artan bankalar tekrar kredi vermeye başlar. Bankalar arası piyasaların da işlerlik kazanmasıyla, uzun dönem faiz oranlarının düşük seviyelerde kalacağı öngörülebilir. Birbirlerine kredi vermeye başlayan bankalar zamanla müşterilerine de kredi vermeye başlayacaklar ve böylece bireylerin harcama eğilimleri yeniden artacaktır.
QE’nin nasıl işlediğini daha basit bir hikayeyle şöyle anlatabiliriz. İyi kalpli bir bakkalın camının kötü bir çocuk tarafından kırıldığını düşünelim. Bu olaya şahit olanlar için gerçekten üzücü bir durumdur. Çünkü bakkalın bu camı tamir ettirmesi için para harcaması gerekecektir. Bakkalın camı tamir ettirdiğini ve camcıya, hikayede söylendiği gibi 6 frank verdiğini düşünelim. Camcı işini büyük bir zevkle yaparken akşam çocuklarına bu parayla güzel bir pasta alabileceği için de mutludur. Camcı 6 frankı fırıncıya verir. Fırıncı, parayı aldığı için sevinecek ve o da bu parayı doğal olarak başka bir yerde harcayacaktır. 6 frankın yolculuğu böylece sürüp gidecektir. Sonuca gelirsek; camın kırılmasının yarattığı zararın giderilmesi için harcanan para, ekonomik aktivitelerin yeniden canlanmasına neden olmuştur. İşte bakkalın harcadığı para QE’dir.
Baştaki İngiltere örneğimize dönersek, ülkedeki toplam para arzının 1,95 trilyon £ olduğu hesaplanıyor. Bunun sadece 50 milyar £’u nakit (cash) para, kalanı ise yatırım ve mevduat hesaplarındaki kaydi paradır. Peki, nakit para ile hesaplardaki para arasındaki oransal farklılık risk yaratmaz mı?
Dünyanın hemen her ülkesinde, İngiltere’deki gibi nakit paranın toplam paraya oranı çok düşük seviyelerdedir. Güven duyulduğu sürece bu durum risk yaratmaz. Tam tersi, toplam para arzı kadar para basılmaya kalkıldığı anda hiper enflasyon geliyor demektir. Bunu deneyenlerin matbaalarda yarattıkları kupürlere birkaç örnek vererek bitirelim:
Ø
Almanya (1923); 100.000.000.000.000.000 Mark
(100 trilyon)
Ø
Brezilya (1942); 2.750.000.000.000.000.000 Real
(2,75 kentilyon)
Ø
Macaristan (1946);
400.000.000.000.000.000.000.000.000.000 Pengo (400 oktilyon)
Ø
Zimbabve (2009); 100.000.000.000.000 (100
trilyon)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder