27 Şubat 2011 Pazar

Enflasyon Swap (inflation swap) nedir?

Ekonomilerin genel gidişatını anlamaya çalışan birçok insanı rahatsız eden şeylerden biri, hiç şüphesiz, resmi enflasyon rakamları ile kişisel deneyimlerden yapılan çıkarımların uyuşmamasıdır. Bazen istatistiklerin yalan söylediğini düşünebiliriz. Mark Twain’in dediği gibi, yalan, berbat yalan ve istatistik şeklinde üç farklı yalan türü olduğuna da inanabiliriz. Ama unutulmaması gereken bir husus var. Birkaç ürüne göre yapılan değerlendirmeler fiyatlar genel seviyesini yansıtmayacağı ve enflasyon rakamı da olamazlar.

Gelin şimdi derin finansal piyasalar içinde enflasyon beklentisinin nasıl ölçüldüğünü gösteren bir dizi finansal enstrumanı tanımaya çalışalım. Gelecekteki enflasyon beklentisi üzerine kurulan ve gelecekteki enflasyonu bugüne indirgeyerek fiyatlandıran finansal ürünlerin başında enflasyon swap’ları geliyor.

Enflasyon swap’ları (inflation swap) enflasyon üzerine dizayn edilen türev ürünlerin ortak adıdır. Enflasyona endeksli türevleri kullanarak gelecek dönemlerdeki enflasyon riskini bir taraftan başka bir tarafa geçirirler. Bazı ülkelerde organize piyasalarda da işlem gören bu enstrumanlar genellikle tezgah üstü piyasalarda yaygındır.

Emeklilik fonlarının gelecek dönemlerdeki yükümlülüklerini önemsemeleri ile birlikte enflasyon swapları giderek daha sık kullanılır olmaya başlamıştır. Bunun ardındaki temel düşünce sudur. Eğer gelecek dönemlerdeki enflasyon değişimlerinden etkilenecek bir borcunuz varsa, teknik olarak finansal uyum sağlayabilmeniz için bunu enflasyona endeksli bir varlıkla finanse etmeniz gerekir. İşte enflasyon swap’larının yaratılışı ardındaki temel düşünce budur.

Enflasyon swap’larının çalışma mantığı bakımından diğer swaplardan önemli bir farkı yoktur. Taraflardan biri piyasa faizi öderken diğeri enflasyon oranında faiz ödemesi yapar. Basit bir örnekle anlatmaya çalışalım. Diyelim ki bir yatırımcı gelecek dönemlerdeki enflasyon riskinden korunmak için 100.000 USD tutarında bir enflasyon swap’ı alıyor. Kontratın alındığı anda piyasadaki faiz oranının %10 olduğunu varsayalım. Kontratın vadesinin 1 yıl ve vade sonundaki enflasyon oranının %15 olduğunu düşünelim. Bu durumda yatırımcı vade sonunda 10.000 USD ödeme yaparken 15.000 USD ödeme alacaktır. Enflasyonun yükselmesi nedeniyle 5.000 USD kazanç elde etmiş olacaktır.

Görüldüğü gibi enflasyon swapları sadece bir hedge enstrumanı değil aynı zamanda bir yatırım aracı olarak da kullanılabilmektedir. Enflasyon endişelerinin arttığı şu günlerde enflasyona endeksli ürünlerin de giderek daha fazla popüler olacağını söylemek sanırız pek zor olmayacaktır.

25 Şubat 2011 Cuma

Ülke Riski nedir, nasıl ölçülür?

Avrupa Para Birliğinin en önemli muhaliflerinden Ambrose Evans-Pritchard uzun zamandır olumsuz olarak sürdürdüğü İspanya öngörüsünü geçenlerde hızlı bir şekilde değiştirdi. Daily Telegraph’ın ekonomi editörü olan ve çarpıcı yazılarıyla tanınan Evans-Pritchard’ın böyle bir anda İspanya için olumluya dönmesi birçok analistin de yorumlarını değiştirmesine öncülük etmiş gibi görünüyor. Öncelikle kısaca Evans-Pritchard’ın görüşlerini kısaca aktaralım.

İspanya batar mı?
Ispanya’nın bu yıl 300 milyar Euro tutarında tahvil ihraç edip para bulması gerekiyor. Işsizlik %20’lere demir atmış durumda. 1 milyondan fazla ev alıcı bekliyor. Bunların üstüne Euro ve Almanya freni belirsizliği. Görünen İspanya bu.

Tüm bu olumsuzluklara karşın Evans-Pritchard kısaca şunu söylüyor: İspanya’nın gelişen high tech şirketleri, yetişmiş işgücü, Almanya garantörlüğü ve yüksek mevduat düzeyi ile mevcut borçlarını çevirebilecek güce sahip. Bununla birlikte şu ana kadar tahakkuka düşen hiçbir AB ülkesi olmaması İspanya’nın da tahakkuka düşmeyeceğine işaret ediyor.

Ambrose Evans-Pritchard İspanya’yı riskli ülke statüsünden çıkarması, ülke riski kavramının ne olduğunu ve nasıl hesaplanabileceğini anlamamızı gerektiriyor sanıyoruz.

Finansal kriz hergün bir veya birkaç ülkeyi riskli ülke sınıfına sokarken risksiz ülke kaldı mı sorusu akla geliyor. Hangi ülkelerin risk altında olduğunu, borçlarını ödeyip ödeyemeyeceğini nasıl ölçebiliriz? Risk ölçümünün göstergeleri nedir? Bir ülkenin riskinin hangi rakamlar ile ölçülebileceğini aktarmaya çalışalım.

EMBI+Index: (Emerging Markets Bond Index)
Gelişen piyasaların yabancı para cinsinden ihraç ettiği tahvillerin getirilerini izleyen ve JP Morgan tarafından yayınlanan bir endekstir. Genellikle dolara endeksli bonoları, Latin Amerika ülkeleri tarafından ihraç edilen Brady Bond’ları ve Eurobond’ları içerir. Benchmark olarak kabul edilen endeks yükselen piyasaların yabancı para tahvillerini ve vadelerini geniş bir sepette izlemektedir.

Yerel para birimi dışında ihraç edilen tahvillerin riskini ölçerek ülkelerin Sovereing riskini ortaya koyar. Yatırım fonları ve ETF’ler için en önemli benchmark kabul edilir.

Yabancı Para Cinsinden Kredi Notu
Genellikle Fitch, Moodys ve S&P, ülkelerin sovereign riskleri izler ve temerrüte düşme olasılıklarını hesaplar. Bunun sonucunda da ülkelerin rating’leri oluşur. Özellikle yabancı para riskini ölçen ratingler, bir ülkenin yabancı piyasalarda temerrüte düşme katastrofunu ölçtüğü için yakından izlenmelidir.

Credit Default Swaps (Kredi Temerrüt Swapları)
Artık herkesin tanıdığı bir enstruman olan CDS’ler belirli bir prim karşılığı temerrüte karşı koruyan sigortalardır. Primlerin aşağı ve yukarı yönlü hareketini izleyerek temerrüt olasılığını yüksek hassasiyetle algılayabilmektedirler. Kısaca yüksek prim yüksek temerrüt olasılığını ifade eder.

Örneğin İspanya’nın bugün itibariyle CDS primi 271. Yani 10 milyon Dolar tutarında bir tahvil portfoyünüz varsa bunu temerrütten korumak içi 271.000 USD ödeyerek CDS almanız gerekiyor.

ABD Hazine Tahvilleri ile spread’ler
Bir ülkenin USD cinsinden ihraç ettiği tahvillerin aynı vadeli ABD Hazine tahvilleriyle arasındaki faiz farkı (spread) önemli bir kıyaslama aracıdır. Temerrüt riskinin en düşük olduğu düşünülen ABD tahvilleriyle olan faiz farkı önemli bir risk göstergesi olarak kabul edilir.

Yabancı para rezervler
Bir ülkenin yabancı para rezervleri yüksek bir güven düzeyi yaratır. Ama burada önemli bir hususu belirtmek gerekiyor. Rezervler ülkelerin döviz darboğazlarında piyasa dengesini ayarlamak için hazırda bekletilen kıymetler değillerdir. Yani yerel parayı dövizle korumak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Belki hatırlanacaktır. Finansal krizin ilk dönemlerinde Rusya’nın 500 milyar USD’nin üzerindeki rezervleri aşırı bulunuyordu. Piyasa dengesizliğine müdahale kapsamında kullanılan ve bir anda 250 milyar USD’nin altına gerileyen rezervler, Rusya’yı uzun bir ekonomik krize sokan etmenlerin başında geliyordu.

Sonuç olarak eğer yabancı para rezervler yerel paranın değerini korumak için kullanılırsa, ülkenin sıkıntıya girme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünmek hatalı olmayacaktır.

Ülkelerin artan borç yüklerinin sürdürülebilir ve ödenebilir olup olmadığı giderek daha fazla önemli olmaya başlıyor. Bakalım bu zor dönemeci kimler dönemeyecek?..

24 Şubat 2011 Perşembe

Dark Pool nedir, nasıl çalışır?



Likidite, piyasaların en hayati elementidir. “Para parayı çeker” evrensel miti gereği, finansal piyasalarda yer alan likiditenin daha fazla likidite çekmesi için çoğu zaman vitrinde tutulmasına çaba gösterilir. Böylece piyasalara yeni para girişi artar ve bu da piyasa derinliği (market width) denilen kavramı oluşturur. Finansal piyasaların yaratıcılık ve finansal mühendislikle yönlenen karmaşık doğası, dark liquidity (karanlık likidite) ya da diğer adıyla dark pool (karanlık havuz) denilen bir yapı daha oluşturmuştur.

Dark pool’lar piyasa içinde yer alan oyuncuların göremeyeceği şekilde dizayn edilirler. Oluşumları, para giriş ve çıkışları izlenemediği için Latince adıyla bir “ex post facto” durumu oluşur. Bizim yapacağımız açıklamalar da maalesef bu kapsamda değerlendirilmek durumunda. Fiziksel veya etik nedenlerle tekrarlanması veya planlanarak yürütülmesi mümkün olmayan dark pool sisteminde ex post facto gereği, geriye dönük olarak varsayımsal bir tasarım ile sebep sonuç ilişkileri aramaya çalışacağız.

Dark pool’lar genellikle yüksek tutarlı işlemlerde piyasa etkisini azaltmak için kullanılıyor. Özellikle serbest piyasada kendilerini deşifre etmek istemeyen yüksek tutarlı hisse senedi işlemi yapan yatırımcılar tarafından tercih ediliyor.

Açık piyasada yapılan işlemlerde alıcı ve satıcılar daima bellidirler. Bu, piyasaların ilkesi gereği böyle olmak durumundadır. Dark pool’lar yatırımcılara görünmezlik pelerini verirler ve yapılan işlemlerin diğerleri tarafından öğrenilmesi engellenmiş olurlar. Böylece fiyat ve kimlik maskelenmiş olur.

Bazı dark pool’lar yapılan işlemlerin küçük bir kısmını serbest piyasaya aktarırlar. Iceberg emri denilen bu işlemlerde aslında işlem tutarı oldukça yüksektir fakat küçük bir kısmı açığa çıkarılır. İşlem emri işlem kuyruğuna atılırken piyasa derinliği de iceberg’in görünen kısmı kadar artmış olur. Buzdağının görünmeyen kısmı ile ilgili işlem ise dark pool’da gerçekleşir.

Dark pool’lar emir tipi, işlem önceliği ve fiyatlama kuralları itibariyle standart piyasalara benzer karakter gösterirler. Likidite tutarı veya işlem tutarı ise gizli tutulduğu için piyasa derinliği ölçülemez. İşlemlerle ilgili istatistikleri yayınlamazlar. Eğer düzenleyici otorite bilgiyi talep ederse piyasa etkisini azaltmak için bilgiyi mümkün olduğunca geç yayınlarlar.

Peki, dark pool’lara neden ihtiyaç duyulur?

Standart piyasalarda yapılan işlemler fiyatları değiştirecek yapıda cereyan eder. Özellikle çok büyük tutarlı işlemler fiyatın hızlı bir şekilde değişmesine sebep olur. Dark pool’lar elinde hisse senedi olan yatırımcılar (genellikle kurumsal yatırımcılardır) ile bu hisseleri piyasa fiyatından almaya istekli yatırımcıları bir araya getirirler. Böylece hem işlem daha ucuza gerçekleştirilir, hem de yapılacak yüksek tutarlı işlem sonrası fiyatın değişmesi önlenerek tarafların spekülatif kar/zarar yaratmaları önlenmiş olur.

Konuyu biraz daha basitleştirerek anlatmaya çalışalım. Diyelim ki bir yatırımcı bir X hisse senedinden 100.000 adet almak istemektedir. Bu hisse senedinin işlem başına günlük hacminin 200-400 arasında olduğunu varsayalım. Görüldüğü gibi 100.000 adet, X hisse senedi için oldukça yüksek bir tutar. Öyleyse şunu söyleyebiliriz. Böyle bir talebin karşılanması muhtemelen piyasa fiyatının üzerinde bir fiyattan gerçekleşecektir. Elektronik sistem gereği belki de tek bir satıcı tarafından karşılanmayacak ve her parçalı satışta fiyat biraz daha yükselecektir. Yani yatırımcı emri girdiği andaki fiyatın üzerinde bir fiyattan satın alma riskiyle karşı karşıyadır. Bundan daha kötüsü de var. O da, yatırımcının bu hisse senedine ilgisini öğrenen diğer piyasa oyuncuları çok geçmeden alıma geçecekler ve fiyat daha da yükselecektir. Sonuç yatırımcının istediğinin çok uzağında gerçekleşecektir. Bu nedenle yatırımcılar dark pool denilen kapalı sistemler aracılığıyla bu işlemleri bir defada karşılamakta ve fiyatın değişmesine engel olmaktadırlar.

Dark pool’ları fark etmek pek zor değildir. Piyasalarda işlem hacmini takip edenler, alım ve satım işlemlerinde azalma gördüklerinde dark pool işleminin yapıldığından şüphelenebilirler. Bunun kesinlikle doğru olduğunu söylemek mümkün olmasa da işlemlerin karşılıklı olarak iptalinin çok düşük bir ihtimal olduğunu da kabul etmek gerekir.

Fazla sofistike sayılamayacak bu pazar Barclays, BNP, Citi, Goldman Sachs gibi bankaların elindedir. Geçtiğimiz yıla kadar ABD’de yaygın olan dark pool’lar Avrupa’ya da yayılmaya başlamıştır.

İşlem hacimlerine gelince… Geçtiğimiz Aralık ayı verilerine göre ABD’de tüm işlemlerin %13,3’ü, Avrupa’da ise %2,1’i dark pool’lar ile gerçekleştirilmektedir. Oranların reklamsız bir piyasa için yüksek olduğunu kabul etmek hata olmayacaktır.

Dark pool’ların piyasaya olan etkisini anlamak için likiditenin nerede işlem gördüğünü anlamak gerekiyor öncelikle. Bu da oldukça zor bir durum artık günümüz finansında. Fakat yine de hisse senetlerindeki keskin iniş ve çıkışların neden eskisine oranla daha az olduğunu sanırız anlatabilmişizdir.


Dark Pool sistemi hakkında ayrıntılı bilgiyi Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti adlı kitabımda bulabilirsiniz...

8 Şubat 2011 Salı

Tahvil balonu patlar mı?


Global finansal krizin başlangıcından bu yana bankaların kredi musluklarını daraltmaları ve faiz oranlarını arttırmaları sonrasında şirketler yabancı kaynak ihtiyacını diğer finansal enstrumanlarla sağlamaya başladı. Şu an için en revaçta olanı tahvil ihraç etmek.

Faiz oranlarının başlangıçta ihraççı kuruluşlar tarafından belirlenebilmesi nedeniyle maliyet ayarlaması avantajı sağlayan bu enstrumanlar giderek pazarda ağırlığını arttırmaya başladı. Peki, şişirilen balonun kimse farkında mı acaba?

90’lı yıların başındaki teknoloji balonu ve 2000’lerin sonundaki gayrimenkul balonu yakın tarihin en büyük finansal enkazlarını yaratmıştı. Fakat bunların hiçbirisi şu anki tahvil balonu kadar büyük değildi. Belki de tarihin en büyük balonu yaratılmak üzere. Sonunda her balon gibi bu da patlayacak şüphesiz ama nasıl?

Basit bir örnekle anlatmaya çalışalım.

Diyelim ki, nominal değeri 1000 lira ve kupon faizi %10 olan bir tahvili 1000 liraya aldınız. Her yıl %10 faiz oranı karşılığı 100 lira kazanırsınız. Ne eksik, ne de fazla. Varsayalım ki tahvilin fiyatı 500 liraya düştü. Eğer bu fiyattan tahvili satın alırsanız faiz oranı yine %10 olacaktır. Yani her yıl %10 faiz oranı karşılığı yine 100 lira kazanacaksınız. Fakat yatırımınız başlangıçtaki gibi 1000 değil 500 lira olacaktır. Faiz oranı ise %10 olarak değişmeden kalacaktır. Başka bir ifadeyle söylersek, tahvilin fiyatı yarıya düşerken getirisi 2 katına çıkacaktır.

Şu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bir finansal enstrumanın değerini ölçmenin iki yolu vardır: Fiyat ve faiz. Bu tahviller için de geçerlidir. Tahvil balonu patlarsa öncelikle faiz oranları yükselecektir. Sadece tahvillerde değil şüphesiz. Bonolarda, kredilerde, mevduatta ve diğer her çeşit faize duyarlı üründe. Böyle bir durumda sabit faizli ve uzun vadeli tahvil veya benzeri araçlara yatırım yapmış olanlar oldukça büyük bir yara alacaklardır. Bu durumda kalan yatırımcılar iki durumdan birine katlanmak zorundadırlar. Ya yıllarca piyasa faizlerinin çok altında bir faiz oranı ile getiri elde ederler. Ya da yatırdıkları tutarın çok aşağısında bir fiyattan bu tahvilleri satarak anaparalarının bir kısmını kurtarırlar.

Meksika hükümeti geçen sene 100 yıl vadeli tahvil ihracı gerçekleştirmişti. Geçen hafta ABD hazinesi de 100 yıl vadeyi düşünmeye başladı. Vadeler balonun ne kadar şişirildiğini gösteriyordur sanırız.

Peki, balonun patlamasını ne tetikler? Biz birkaçını sıralayalım siz birini seçin.

Şu ana kadar kımıldayarak gelen enflasyon canavarı.

Finansal krizi piyasalara para enjekte ederek çözmeye çalışan ve tarihi açıklar yaratan Merkez Bankaları.

Rezerv para dolar yönlü dengesizlikler. Her 5 dolardan 3’ü dışarıda, 2’si içeride gözüküyor. ABD kendi bütçe açığını kapatmak için yabancı paraları ülkesine çekmek zorunda. Bunun yolu da yüksek faizden geçiyor.

Seçenekler bunlar. Herhangi birinin tahvil balonunu patlatıp patlatmayacağını yakında göreceğiz. Şu an için bilinmesi gereken tek gerçek; tüm dünyada tarihin en düşük faiz oranları varken tahvil almak tarihi bir hata gibi gözüküyor!

7 Şubat 2011 Pazartesi

Neye yatırım yapmamalı?


Piyasaların iyice gerildiği bu günlerde acaba nereye yatırım yapılmalı? Bu soruya hiçbir zaman direk olarak cevap vermek gibi bir yaklaşım benimsemediğimiz için yine aynı yolu izleyelim istiyoruz ama bir küçük farkla. Neye yatırım yapılmayacağını söylemeye çalışacağız bu kez.

Bonolar en riskli yatırım araçlarının başında geliyor. Yüksek getirili “junk” ratingli olanlar da dahil buna. Çünkü bonolar hiçbir zaman bu kadar çok, hisse senedi gibi iniş çıkışlı bir grafik sergileme potansiyeline sahip olmamıştı. Ayrıca hükümet politikalarının enflasyonun ipini çözdüğü de herkesin malumu.

Yükselen piyasaların hisse senetleri bir diğer uzak durulması gereken enstruman. Yeterince yükseldikleri rahatlıkla söylenebilir.

Petrol ve doğal gaz haricindeki emtialar. Global talebin şişirdiği büyük balon her an patlayacakmış gibi bir görüntü sergiliyor.

Altın bile şüpheli bir yatırım aracı artık. Neden mi? Çünkü altın gibi hareket etmiyor da ondan. Son bir yıldır her durumda yükseliyor. Oysa klasik ekonomi kuramı ne der? Faizler yükselirse, para değersizleşirse, enflasyon yükselirse altın da yükselir. Peki, son bir yıldır böyle mi oldu? Düşük faizle, değerli kurla ve enflasyonsuz ortamda bile altın yine yükseldi. O zaman böyle bir altının ne yöne seyredeceği hakkında yorum yapmak imkansızlaşıyor. Düşük enflasyonda yükselen altın bundan sonra beklenen yüksek enflasyon ortamında pekala düşebilir.

Yatırımcıların işi böyle bir ortamda gerçekten çok zor.

4 Şubat 2011 Cuma

Emtia ve Gıda Fiyatları Neden Artıyor?

Endüstriyel metal fiyatları hızlı bir yükseliş içinde. Gelişen ülkelerden gelen talebin gelecekte daha da artacağı beklentisiyle alınan pozisyonlar fiyatları güdümlüyor. Çin ise frene basmış durumda. Enflasyon şu an için onları düşündürüyor.

Alüminyum ve nikel en gözde metallerden. Londra Metal Borsasında alüminyum %11, nikel ise %31 artış gösterdi son bir yıl içinde. Bakır ise tarihi zirvesinde. Rakamlardan anlaşılan bu emtialara olan talep yükselmeye devam edecek.

Endüstriyel metallerin fiyatlarının arkasındaki temel dinamik gelişen ekonomilerden gelen talep olsa da bu metaller enflasyon dönemlerinin en hassas enstrumanlarıdır. Çünkü enflasyonlu ortamlarda, yükselen gıda ve petrol fiyatlarıyla önce gelişmekte olan ekonomiler sallanır. Böyle dönemlerde de endüstriyel metaller pek cazip gelmezler. Fiyatlar arttığı sürece fonlar gıda ve petrole ya da faiz oranlı ürünlere akacağından endüstriyel metallerin fiyatları düşer.

İşte dünya böyle bir ortama girmek üzere. Dünya Gıda Örgütü(FAO) Ocak ayında global gıda fiyatlarının tarihi seviyelerinde olduğunu açıkladı. Ekonomi tarihinin klasik piyasası “takas”, ülkeler arasındaki ticaret dengesizliklerinin artmasıyla yeniden hayat bulabilir. Bakıra karşı buğday!

Gıda fiyatları arttıkça, fiyatların kontrolü, ihracat kısıtlamaları ve panik alımları gelecek ve bunlar enflasyonu daha da körükleyecek. Kusursuz bir enflasyon fırtınası yavaş yavaş güç topluyor.

Yüksek büyüme oranları böyle bir ortamda önemli bir risk. Endüstriyel metaller altyapı yatırımlarına gittiği ve altyapı yatırımları sonucu gıda üretilemediği için gıda yerine büyümeyi finanse etmek durumunda kalınır.

Peki, bu gidişat bir kader mi? Fiyatlardaki bu abartılı düzensizlikler global ekonomik realiteler mi? Elbette ki değil!

Geçen yılın ortalarında Goldman Sachs’ın dünyada nasıl açlık yaratarak para kazandığı üzerine bir dizi araştırma makalesi yayınlanmıştı. Kısaca bir kere daha anlatalım. 2006 yılı başında dünya gıda fiyatları artmaya başlar. Bir yıl içinde buğday fiyatları %80, mısır fiyatları %90 ve pirinç fiyatları %320 artar. 30’dan fazla ülkede sosyal ayaklanmalar başlar. 200 milyondan fazla insan açlığa mahkum olur.

2008 yılı ilkbaharında gıda fiyatları kimsenin anlayamadığı bir şekilde azalmaya başlar. Sanki sihirli bir el değmiştir. Bazı ekonomistler suçu Çin ve Hindistan’ın büyüyen orta sınıfına atarlar. Bazıları biofuel üretimindeki büyümeye. Bazıları ise daralan arza. Fakat Dünya Tahıl Konseyi üretimin kriz döneminde azalmayıp arttığını açıklar. Bu açıklama bir anda kafaları karıştırır ve suçlunun kim olduğuna dair herkes birbirine bakmaya başlar. Garip ve gizemli fiyat hareketlerinin sebebi 2010 yılına kadar tam olarak öğrenilemez.

Finansal ekonomik krizin nedenlerinin yavaş yavaş anlaşılmaya başlandığı günlerde başta Goldman Sachs olmak üzere Deutschebank, Merrill Lynch ve diğerleri, milyonlarca masum insanın karnını doyuracağı erzağın oyun çipi haline dönüştürüldüğü bir casino kurdukları anlaşılır. Gıda fiyatları üzerine oynanan oyunların sıradan insanlar tarafından masumane bir şekilde ekonomik dinamiklerinin sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülür. Goldman gibileri de bu zafiyeti kullanarak karlarına kar katarlar.

Emtia fiyatlarındaki değişimlerin 2 katrilyon dolarlık türev pazarının bir sonucu olduğunu daima göz önünde tutmak gerekiyor. Bu da fiyat aşırılıklarına daima hazırlıklı olunmalı sonucunu doğuruyor.

3 Şubat 2011 Perşembe

Kar yağışına endeksli futures ve opsiyonlar


Facialardan, doğal afetlerden ve büyük yıkımlardan herkes ders alır ama sadece finans mühendisleri krizi fırsata çevirir. Bugün yaşanan finansal krizi de finansal rahatlığı da yaratan finans mühendislerinin vitrine çıkardığı bu yaratıcı enstrumanlar değil mi zaten.

2006 yılının 11 Şubat günü ABD’nin kuzeydoğu eyaletlerinde kuvvetli bir kar fırtınası başlar. Fırtına ve kar yağışı aralıksız 2 gün sürer. 1869 yılından beri yaşanan en çetin fırtına olduğu söylenir. Sonuç tahmin edileceğe üzere çok büyük bir maddi zarar ve enkaz.

Fırtınanın başlangıcından sadece 15 gün sonra, Chicago Mercantile Exchange (CME), 26 Şubat 2006 itibariyle kar yağışı üzerine vadeli işlem ve opsiyon işlemlerine başlayacağını duyurur. Yağacak kara bile endekslenen türev ürünlerin şaha kalktığı günlerdir ve yatırımcılar bu enstrumanları hemen kabul ederler.


Maçlardan atlara, masa oyunlarından şimdi de kar yağışına. Soğuk oldu, kar yağıyor diye üzülme artık anlamını yitiriyor. 10 cm. kar bile sizi fazlasıyla zengin edebilir. Bütün kışın güneşli geçtiğini varsayarsak kayıp öyle hisse senetlerindeki gibi büyük de olmuyor. Oldukça sınırlı. Herhalde reklamı böyle yapmışlardır.

Kar vadeli işlemleri, yatırımcıların hava durumu kaynaklı risklerini yönetebilecekleri bir şekilde dizayn edilmiştir. Kış aylarında işlem gören kontratlar belli bir bölgedeki kar yağışına endekslenir. Özellikle belediyeler, devlet kuruluşları ve sivil toplum örgütleri gibi kar yağışının olası etkilerine karşı bütçe oluşturan kurumlar böylece bütçelerinin açık vermemesini sağlamış olurlar.

Kontratlar basitçe şöyle çalışıyor. Bir kontrat alıyorsunuz ve karın yağmasını bekliyorsunuz. Kar kalınlığı ölçümü yapan indekslerden birine dayanarak dizayn edilen bu vadeli işlemlerde, endeksteki her 0,1 puan düzeyindeki artış size 50 dolar getiriyor. Kar kalınlığı arttıkça getiri de buna paralel artıyor.

CME, her kış gelişinde bu kontratları vitrine çıkarıyor. Dünyada da pek tanınmayan ve hemen hiçbir kaynakta tanıtılmayan bu enstrumanlar, krizlerin ne kadar derin olursa olsun ekonomik olarak yönetilebileceğinin bir göstergesi gibidir.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Big Mac Endeksi nedir?


Politik ve ekonomik ortamın bugünkü gibi aşırı ısındığı dönemlerde herkesin tek bir endişesi vardır: Acaba kurlar ne yöne hareket edecek?

Cevap verilmesi her zaman için güç bir soru olan kurların ne yöne hareket edeceği, son dönemlerin revaçta kavramı “değerli/değersiz kur” tanımlamasından destek alarak yanıt bulmaya çalışsa da, ekonomi biliminde 2 yöntem kurların belirlenmesinde temel etkendir. Bunlar satın alma gücü paritesi ve faiz haddi paritesi teoremleridir.

Kısaca tanımlamak gerekirse; satın alma gücü paritesi, bir mal sepetinin fiyatının dünyanın her yerinde aynı olması prensibinden hareket eder. Yani bir elmanın fiyatı Çin’de ne ise ABD’de de o kadar olmalıdır.

Faiz haddi paritesi ise herhangi bir ülkenin risksiz faiz oranına yapılan yatırım, diğer ülkelere yatırım yaparak kazanılacak olan tutara göre kendini dengeler.

Karmaşık gibi görünen her iki yöntem de aslında herkesin rahatlıkla anlayacağı bir forma döndürülebilir. Böylelikle kurlardaki değişikliklerin önemli kısmı izah edilebilir.

Satın alma gücü paritesine dayandırılarak oluşturulan ve bugün dünyada en yaygın olarak kullanılan endekslerden biri Big Mac endeksidir. Bu teoremde kullanılan mal sepeti Mc Donald’ın Big Mac’idir. Bu Fast Food ürünü üzerine inşa edilen teorem, bugün piyasaların en güvenilir endekslerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Burger ekonomisi doların dünyanın her ülkesinde aynı değerde mal ve hizmet satın alacağı teorisine dayanır. Uzun dönemde iki ülke arasındaki kur, satın alabileceği big mac’e göre şekillenir. Sepetteki tek ürün dünyanın 120 ülkesinde satılan big mac’tir. Hamburgerin maliyetinin dünyanın her yerinde eşit olduğu kabul edilerek kurun aşırı değerli veya değersiz olduğuna karar verilir.

Basit bir örnekle bir ülkenin kurunun değerini bulmaya çalışalım: ABD’de big mac’in satış fiyatı 4 dolar olsun. Türkiye’de ise 8 TL olduğunu kabul edelim. (Rakamlar temsilidir.) Bu durumda satın alma gücü paritesi 8/4=2’dir. Bunu gerçek kur olan 1,5 ile karşılaştıralım. (2-1,5)/2= 0,25 olur. Bu durumda liranın dolara karşı %25 değerli olduğu söylenebilecektir.

Şimdi gerçek bir durumu örnek vererek çözümlemeye çalışalım. Çin’de big mac’in fiyatı 14,5 yuandır. Yani yaklaşık 2,18 dolar. Oysa ABD’de aynı hamburger yaklaşık 3,71 dolardır. İşte Çin yuanının aşırı değersiz olduğunu buradan da görebiliriz. 14,5 yuan ile ABD’deki gibi 1 big mac alınabilseydi yuan/dolar paritesi uluslar arası piyasada 0,26 olacaktı. Oysa şu anki parite 0,15. Yani yuan dolara karşı %40 değersiz durumda.

ABD’nin bir bardak suda kopardığı fırtına misali yorumlanan yuanın aşırı değersizliği üzerine ABD’nin ısrarcı tavrının sebebi anlaşılabiliyordur herhalde. Bir big mac’te %40 olan değersizliğin giderilmesi durumunda ABD’nin 2 trilyon dolarlık açığının kaça ineceğini siz hesaplayın artık. (Yanıt 1,2 trilyon dolar.)

1 Şubat 2011 Salı

Yeni bir Lehman krizi mi kapıda?


Tam da Wall Street, Washington, Bruksel ve Londra, yatırımcıları krizin bitmiş olduğuna inandırmışken yeni kriz dalgaları her yandan yükselmeye başladı. İnsanın köpeği ısırmasının da haber olmayacağını herkes biliyor artık.

Birkaç hafta önceye kadar yükselen piyasaların son modeli olan CIVETS’in (Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika) göbeğiydi Mısır. Yatırımcılar tarafında yüksek stabilizasyon ve büyüme atfediliyordu Mısır’a. Şu an finansal çöküşün en büyük adayı. Sadece 2 hafta içinde!

Moody’s, Fitch ve S&P alelacele Mısır’ın ratingini düşürdü. Fakat kimse kargaşanın sonunun ne zaman geleceğini hesaplayamıyor. Rating şirketleri bu sefer hızlı davranmış gibi gözükseler de kargaşanın ne kadar uzağa yayılacağını, hükümetlerin ne kadar hızlı çökeceğini, petrol yollarının nasıl doğrudan kapanabileceğini ve tüm bu krizlerin global ekonomiyi ne kadar derinden etkileyeceğini maalesef hala hesaplayamıyorlar.

AB ve IMF tarafından kurtarıldığı düşünülen İrlanda ve Yunanistan. Yaşadıkları borç krizi iki ülkeyi de uçurumun kenarında tutmaya devam ediyor. Yatırımcılar iki ülkenin de uçurumdan aşağıya düşeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Fakat nedense birkaç ay önceye kadar sorunun çözüldüğüne herkes inanmıştı.

İspanya, Portekiz ve diğerleri ise fiyatlanma sıralarını bekliyorlar.

ABD eyaletlerinin 2.5 trilyon dolar tutarındaki yükümlülükleri karşılığı 175 milyar dolar açık. Yeni yasalar eyaletleri iflasa göndermenin önünü açarken tek çözümüm bu olduğuna inanç giderek artıyor.

ABD’den sonra en borçlu ülke Japonya, İrlanda ve Yunanistan benzeri bir çöküşe doğru yavaş yavaş gidiyor.

Krizin ilk günlerinde yaygın bir klişe vardı. Her olumsuzluk “beklentilerden da iyi” olarak yorumlanarak yatırımcılara alım fırsatı yaratılıyordu. Şu anda da aynı şey geçerli. Sosyal ayaklanmalar “beklentilerden daha iyi” olarak yorumlanıyor. Ne bekleniyorduysa?..

Enflasyonun kaçınılmazlığı her gün biraz daha artıyor. Gelişmekte olan para piyasası faiz oranları 2008’den bu yana en keskin yükselişini yaşıyor. Çin ve Brezilya borçlanma maliyetlerini, bankaların nakit pozisyonlarını güçlendirmek istemelerine paralel olarak yükseltiliyor.

JPMorgan tarafından tutulan yükselen piyasaların kısa vadeli borçlanma oranlarını gösteren ELMI+ indeksi son bir ay içinde 1,74’ten 2.5’e yükselmiş görünüyor.

10 büyük gelişen piyasadan 8’inde enflasyon oranları, artan gıda, pamuk ve petrol fiyatlarıyla yeniden yükselişe geçmiş durumda. Emtia piyasalarının temel benchmark endekslerinden S&P GSCI, Lehman Brothers’ın battığı 2008 yılının Eylül ayından bu yana en yüksek seviyelerinde. Emtia fiyatlarının yükselişi giderek hız kazanıyor.

İyice ısınan global ekonomi Lehman benzeri bir krize doğru hızla gidiyor. Finansal piyasa aktörleri ise James Bond'un filmini yeniden vizyona koymuş görünüyor: World is not enough! (Dünya yetmez!)