28 Şubat 2013 Perşembe

Olmayacak işlerin peşinde koşanlar!

Döviz kurları üzerine yapılan işlemlerin yüksek hacmi göz önüne alındığında, en sıradan insanın bile bu öngörülemez pazarın içine girdiği kolayca fark edilebilir. Oynaklığın ve riskin bu kadar yüksek olduğu ama sıradan insanların da bu kadar kayıtsız davrandığı başka bir piyasa bulamazsınız. Herkes emsalsiz bir kur uzmanı gibi dövizler üzerinde işlem yapar. Önceleri klasik bir yatırım enstrümanı olarak görülen dövizler, değer saklama ve kazanmanın ilk adreslerinden biriyken, şimdilerde forex işlemler ile ansal olarak zenginliği yakalamanın riskli bir piyango bileti olarak görülmektedirler. Oysa uzmanların döviz piyasaları hakkında bildikleri tek bir gerçek vardır: Bu piyasa öngörülemez ve çok risklidir.

Finans piyasalarının içinde olan herkesin istisnasız duyduğu bir sorudur: Acaba döviz ne olur? Bir şirket yöneticisinden bir emekliye kadar herkes bir finansçı bulduğunda bu soruyu hemen yöneltir. Tabi cevap alması pek kolay değildir. Çünkü piyasalarda olanlar kuru tahmin etmenin pek kolay olmadığını bilirler. Bunun bir bilgi değil, bir falcılık olduğunu düşünürler. Fakat kur tahmini ne kadar astrolojik bir iş olursa olsun, görevleri gereği bunu yapmak zorunda olanlar vardır. Mesela başta bankalar olmak üzere birçok finansal kuruluş düzenli olarak kur tahminlerini yayınlayarak piyasaları bilgilendirirler. Peki bu tahminler ne kadar doğrudur dersiniz? Acaba bankalar döviz piyasalarının geleceğini görmede gerçekten güvenilir midir?

Bankalar son derece bilimsel olduğunu düşündükleri karmaşık modeller vasıtasıyla her gün kurların ne olacağını tahmin ederler. Peki ama bunların ne kadarı doğru çıkar?

Davranışçı finansın önemli kişilerinden Alman psikolog Gerd Gigerenzer bu soruya yanıt bulmak için 22 bankanın 20o1 ila 2010 yılları arasındaki döviz kuru tahminlerini inceler. Bankalar arasında JP Morgan, Bank of England, Bank of America ve Deutsche Bank gibi “kainatın” en büyük bankaları yer almaktadır. Finansın en büyük uzmanlarını çalıştıran bu bankaların tahminlerinin ne kadarı doğru çıkmıştır sizce?

10 yıllık süreçte yapılan tahminlerin %90’ı hatalıdır ve tahminlerdeki sapmalar %25 gibi büyük rakamlara ulaşmaktadır. Bu finansın uzmanları için berbat bir tablodur. Konuyla hiç ilgisi olmayan sıradan insanlar bile bundan daha iyisini yapabilirken en az 7 basamaklı ücretler karşılığı çalışan bu uzmanlar neden yanılmışlardır?

Bir uzmanı hataya götüren şey çoğu zaman bildiğini sandığı şeylerdir. Burada da bu durum değişmez. Bir analistin en iyi bildiği şeylerin başında finansın en temel birkaç konusundan biri sayılan belirsizlik ve risk gelir. Fakat psikolog Gerd Gigerenzer hatanın nedenlerini aradığında bu çarpıcı gerçekle karşılaşır: Analistler belirsizlik ve riskin ne olduğunu bilmemektedirler.

Hiç şüphesiz bu bilgisizliğin kurumsal payı büyüktür. Ekonomik modeller riski tarihi değerler, borsa hareketleri ve parasal değişimler ekseninde hesaplarlar. Ama belirsizlik, risklerin birçok kesişen faktörden dolayı hesaplanamaz olması nedeniyle, yüksek bir tehlike değişkeninin hesaplamalara dahil edilmesini gerektirir. Öngörülemezliğin hakim olduğu geleceği tahmin için geçmiş pek de güvenilecek bir referans değildir. İşte, bilimsel olarak tespit edilen verilerle hesaplanan riskler gelecekte olması muhtemel olayları yani belirsizliği hafife alır. Tahmin modellerine belirsizlik bileşenini eklemek istemezler. Şüphesiz bu daha fazla gelir elde etmek için girişilen ucuz bir yöntemdir. Fakat yine de etkilidir.

Bu tür bilimsel modellerin ortaya koyabileceği tek gerçek şey 2008 krizine odun atmaları olmuştur. Çünkü belirsizliğin risk ile karıştırılması krizin en önemli nedenlerinden biridir ve maalesef bugün de devam etmektedir.

Astronomi ile astrolojiyi aynı kefeye koyma ile belirsizlik ve riski birbirine karıştırmak arasında hiçbir fark yoktur. Öyleyse söyleyecek tek şey insanın neden bahsettiğini biliyor olması gerekliliğidir. Bir tahmin, hangi bilimsel modeller kullanılırsa kullanılsın, basit anlamda astrolojik bir saptamadır. Uzmanın böyle bir tahmini bilimsel olarak niteleyerek astronomi gibi sunması neden bahsettiğini bilmemek anlamına gelir. Bu şekilde bir anlayışın, bilimin popülerleştirilerek önemsizleştirilmesi şeklinde bir baca gazı üreteceği de asla hatırdan çıkarılmamalıdır. (2008 krizinden sonra klasik iktisat modellerinin yerden yere vurulmasının altında bu nedenin yattığı açıktır.)

Düşündürücü olan bugün hiçbir yatırımcının finansal kuruluşlardan gelen tahminlerle yatırım yapmadığı gerçeğidir. Ama bu tahminler yayınlanmaya devam etmektedir. Bundan daha düşündürücü olan ise piyasaların öngörülmesi imkansız her türlü davranışını, kullanıcılarının bile anlamadığı karmaşık matematik ile çözümlediğini sanan bir risk yönetim anlayışının giderek daha dominant hale gelmesidir.

Eğer gerçekten kendinizi önemli sorunlarla başa çıkacak kadar akıllı hissetmiyorsanız ama herkese de bunu yapıyor gibi görünmek zorundaysanız, yapmanız gereken tek bir şey vardır: Olmayacak işlerin peşinde koşmak!

25 Şubat 2013 Pazartesi

Aptallar, sadece bilgisiz olduklarını düşünürler!

Dünyadaki hiçbir üniversite, öğrencilerine, eğer derslerde başarılı olursanız ileride zengin olursunuz vaadiyle eğitim vermez. Bu gerçek Harvard veya Stanford gibi kariyerle eş anlamlı üniversiteler için de aynıdır. Şu an bu üniversitelerden mezun olup Amerika’da iş arayan sayısız finansçı olduğunu internetten öğreniyoruz. Bu durum binlerce yıldır değişmemiştir aslında. Her çeşit metalden altın elde etmeyi öğreten simyacılık gibi, bugün oldukça abartılan mesleklerin olmadığını kimyayla ilgili herhangi bir kitaptan bile öğrenebilirsiniz. Görünen gerçeklik böyle iken yaşanan oldukça farklıdır.

Finansal konularda birçok insan yeteri kadar bilgi sahibi değildir. Ama yine de para ile ilgili olduğu için duyduğumuz finansal söylencelere kulak kabartmayı ihmal etmeyiz. Genelde finans ve finansal enstrümanlar zengin olmanın bir şekli olarak algılanır. Vaat edilen şey zenginlik olduğundan bu konular herkesin ilgisini çeker. Ağızdan ağıza yayılan başarı hikayeleri mitolojik bir kıvama gelir ve başroldekilerin “para tanrısı”, “zeka tanrısı” ya da “fırsatçılık tanrısı” sayılmaları fazla uzun sürmez. Gerçek olup olmadığı bile bilinmeyen hikayedeki durum, bir süre sonra Newton fiziği gerçekliğine dönüşür. Şüphesiz bunda en büyük pay düşünmeyi, araştırmayı ve öğrenmeyi fazla sevmeyen insanoğlundadır. Ama ne olursa olsun anekdotlarla yaşamayı bilgiyle yaşamaya tercih ederiz. Bugün sosyal medya paylaşımlarının büyük çoğunluğunun, altta adı yazan sahibinin olduğu şüpheli anekdotlar olmasının nedeni de buradan kaynaklanır.

Masum anekdot sevgimiz arttıkça bunu kullanmak isteyen zeki insanların da sayısı artmıştır. Çünkü ne de olsa temel bilimsel gerçeklerin yadsındığı ve sorunsallaştırıldığı post-modern bir çağda yaşıyoruz… Ülkemizde henüz emekleme döneminde olsa da gelişmiş ülkelerde önemli bir sektör olan kişisel finans (personal finance) bu zeki insanların cirit attığı alanların başında geliyor. Bu alanın ülkemizde en çok tanınan isimlerinin başında ise Robert Kiyosaki gelir.

“Zengin Baba Yoksul Baba” serisi ile tüm dünyada on milyonlarca kitap satan Kiyosaki’nin bu meslekteki guruluğunun nereden geldiğini merak ediyorsanız hemen söyleyelim. O da ülkemizde bu ve benzer konularda guruluk yapan kişiler gibi şu an bulunduğu sektörle hiç ilişkisi olmayan bir alandan gelmektedir. Emekli bir askerdir ve finans konusunda geçerli bir eğitime sahip değildir. Bu aslında şu anlamda da yorumlanması gereken bir bilgidir. Bir kalp ameliyatı olmak için bir tıp doktorunu mu, yoksa tıp doktoru olma hayaliyle kendini adayan bir maceracıyı mı seçersiniz? Bu sorunun yanıtı, bir sektörde guru olan bulunan kişinin ne tür bir geçerli bilgiye sahip olması gerektiğini de söyleyecektir. Ama bunu Kiyosaki ve onun gibi zenginlik, başarı, mutluluk veya “öte dünya” dağıtan kişilere sorduğunuzda alacağınız yanıt açıktır: “Biz önce inanç ve kendine güven veriyoruz!”

Kitaplarındaki acayip hikaye ve anlatıcıların derin bir kimlik sorunu yaşadıkları ortadadır. Aslında ne kahramanların ne de anlatılanların elle tutulacak bir yanı yoktur. Söylence ve anektodlar saçmalık yığınından ibarettir. Finans terminolojisi ve kavramların istismarı konuya uzak kişilerin önüne boca edilir. Dudak uçuklatan türden mantık sıçramaları ve belirsiz analojilerle yapılan gerekçelendirmeler entelektüel sahtekarlığın en uç örnekleridir. Kiyosaki bile yarattığı bu sahtelik altında kaybolur zaman zaman. Bir kitabında bizlere verdiği tavsiye aynen şöyledir: “Harry Potter gerçek mi? Neden Zengin Baba da onun gibi bir mitolojik kahraman olmasın?” Bu yanıttan sonra bizlerin Kiyosaki hakkında vermesi gereken karar sanıyoruz onun bir bilge mi yoksa şarlatan mı olduğu ekseninde olacaktır.

Kiyosaki’nin kitaplarına getirilen temel eleştiri de bu yöndedir. Okuyucuların hangi adımları geçerek zengin olacağını somut şekilde gösteren bilgilere bu kitaplarda rastlanılmaz. Eleştiriniz ne kadar güçlü olursa olsun Kiyosaki ve onun gibilerin her zaman size verecek hazır bir cevapları mutlaka vardır. Kiyosaki’nin eleştirilere cevabı, “Ben insanların para hakkında düşünmesini istiyorum. O nedenle kitaplarım bir rehber değil, bir motivasyon aracı…” şeklinde olmuştur. (Bu cevabın, “Kişisel Gelişim Balonu” adlı yazı dizimizdeki yazılara gelen yerli guru eleştirilerinden oldukça mütevazi ve etik olduğunu söylemeden geçmeyelim.)

Fakat sorun da tam buradadır işte. Enflasyon altında ezilen ücretler, gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik, hane halkı gelirlerindeki azalma ve sigortasız işçilik gibi sorunlar her gün büyürken, bu inanç oyunundan zengin olacak tek bir kişi vardır. O da size bu kitapları, kursları ya da eğitim CD’lerini satanlardır. Tüm dünyada giderek büyüyen yapısal ekonomik çarpıklık ve bozulmayı, 120 sayfalık bir anekdot-inanç kitabının çözemeyeceği herkesin malumudur.

Büyük resme baktığımızda ise asıl gerçekle karşılaşıyoruz. Kendilerini guru diyen bu seyyar satıcılar servetlerine servet katıyorlar. Ne uzmanı oldukları finans alanında akıllıca bir yatırım yapıyorlar, ne de kurnazca bir yatırım stratejisine sahipler. Servetlerini sadece bizleri çaresiz olduğumuza ve onların tavsiyelerine ne kadar ihtiyacımız olduğuna ikna ederek elde ediyorlar.

2010 yılında 500 dolar verilerek girilen birkaç günlük bir Kiyosaki seminerindeki gizli kamera zenginliğe nasıl gidildiğini herkese öğretmiştir. Anlatıcı kredi kartı limitinin 100.000 dolara nasıl çıkarılacağını bilimsel olarak öğrettikten sonra 45.000 dolar verilerek katılınacak daha uzun bir kursta ileri zenginlik tekniklerini öğreteceğinin de sözünü vermiştir. Ne kadar harika, değil mi? 500 dolarlık kursta öğrendiğiniz tek şey, 45.000 dolarlık kursa davet gibi gözükmektedir. Bu entelektüel sahtekarlık ülkemizdeki birçok kişisel gelişim kursu için de maalesef geçerlidir.

Yüzeysel bilgiçlik taslayarak ve hatta gözdağı vererek okuyucuları sindirme teknikleri bu tür guruların en iyi bildiği şeydir. Bunu hiç kimsenin anlayamayacağını iyi bilirler. Ama bundan daha iyi bildikleri can alıcı başka bir şey daha vardır. Aptallar, sadece bilgisiz olduklarını düşünürler (Aynı zamanda aptal da olduklarını bilmezler). İşte guruların en iyi bildikleri şey budur!

23 Şubat 2013 Cumartesi

Başkasını satın alan ve kendini satan insan sayısı her gün artıyor!

Ekonomisini düzlüğe çıkaramayan Bulgar Hükümeti, kemer sıkma tedbirlerine olan halk tepkisi nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Artan işsizlik, değerli para ve mortgage ödemeleri gibi klasik problemler başarısızlığın nedeni gibi gözüküyor. Bulgar ekonomisi ile ilgili okuyacağınız tüm raporlarda, bunlar ya da bunlara benzer sorunların krize yol açtığını göreceksiniz. Rasyonel bir bakış açısı ile bunların makul sebepler olduğunu düşünebilirsiniz. Ama biraz şüpheci biriyseniz, bunların gerçek nedenler olamayacağını düşünürsünüz. İşte o anda görmeye başladıklarınız, herkesin aşina olduğu klasik bir sorunlar yumağıdır aslında.

İrrasyonel bakış açısıyla Bulgaristan’daki başarısızlığa bakarsak göreceğimiz şey, köyler ve kentler arasındaki tek taraflı savaşın yarattığı zenginlik ve yoksulluk hikayesidir. 90’lı yıllar öncesinde klasik bir tarım toplumu olan Bulgaristan, 1991 yılından itibaren tarım arazilerini bilinen özelleştirme şekli ile özelleştirerek tarım üretimindeki kontrolünü kaybetti. Bilinen özelleştirme şekli, yabancılara satış sonrası ortadan kalkan işletmeler, yok olan kooperatifçilik ve konut arazilerine teslim olan köylü tarlaları anlamına geliyor. Bu süreç işsizliğin yükselmesine ve fiyatların artmasına neden oldu. Verimli arazilerin yakınlarına kurulmuş olan şehirler, gelen finansal bolluk ile genişleyerek bu arazileri apartman sahalarına çevirip, yaratılan evlerin banka kredileri ile satılmasına sebep oldu. Yok olan araziler sonrası azalan tarım üretimi ülkeyi buğday ithal eden bir ülkeye döndürürken, işsizliği ve borçlanmayı sürdürülemez seviyelere çıkardı. Sonrasında ise kaçınılmaz olan çöküş geldi.

Bulgaristan’ın ekonomik çöküşünün altındaki temel sebeplerden biri tarım arazilerinin konut arazilerine dönüşmüş olmasıdır. Tarım arazileri çoğu zaman bir şey ifade etmez bizlere. Seyahat ederken yol boyunca uzanan tarlaları boş gözlerle izleriz. Çok nadirdir bir tarlanın dikkatimizi çekmesi. Parlak otlarla kaplıysa dikkatimizi çeker. Yamaçlarda duran panoramik manzaralı bir tarla bizi uzaklara götürür. Etrafı çitlerle çevrili ve tahta bir kapıdan girilen bir tarlaya bakmaktan alamayız kendimizi. Ya da içinde atların koştuğu, patates toplayan kadınların olduğu veya yürüyen bir çiftçinin olduğu tarla dikkatimizi çeker. Ama bunlar olmadığı sürece tarlalara öylece bakıp geçeriz. Bir ülke ya da ekonomi için öneminin ne olduğu konusunu asla düşünmeyiz.

Bir tarlada herhangi bir olay cereyan etmediği sürece dönüp bakmazsınız. Bu normal bir insan davranışıdır. Tersine çevrilmesi pek kolay değildir. Bugün Bulgaristan’ın içinde olduğu ekonomik çöküş bize adeta bir tarlayı görmeden geçmeyin der gibidir. Yaşadığımız yüzyıl ve çağın ruhu, kendisine yapılanlara karşı hiçbir tepkisi olmayan tarlaları görmemize engeldir. Bir tarlayı en çarpıcı şekilde görebilmeyi başaran ilk kişi belki de Jean-Fraçois Millet’tir.

19.yüzyılda yaşayan ve bugün büyük bir ressam olarak kabul edilen Millet, şehir hayatından kaçıp köy hayatına sığınarak ömrünü çiftçileri anlatan resimler yaparak geçirmiştir. Tablolarının en ünlüsü hiç şüphesiz 1956 yılında yaptığı L’Angelus adlı çalışmadır. Salvador Dali ve Van Gogh’un ifadelerinden kendilerini en çok etkileyen tablonun bu olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Tablo oldukça yalın bir temaya sahiptir. İki köylüyü yansıtır. Ellerini kavuşturmuş, başı öne eğik genç bir kadın ve sıkıntıdan elindeki şapkayı çeviren bir adam. Yerde ise bir patates sepeti… Ama resmi ölümsüz kılan bu sessiz duruş değildir. Bu iki kişinin arkasında ufuk çizgisine kadar uzanan bir arazi vardır ve bu arazi o insanların kaderinin kendisine bağlı olduğunu anlatır gibidir. Kişiler soluk renklerle anlatılırken ufka kadar uzanan geniş arazi parlak bir renktedir. Parlaklığın kişiye verdiği sıcaklık tarlanın hayatın kaynağı ve sürdürücüsü olduğunu da anlatır gibidir.

Yapıldığı dönem ve sonrasında tabloya zengin sınıflardan gelen eleştiriler son derece acımasızdır. Böyle bir yoksulluğun ülkede olmadığı ve tarlanın değerinin abartıldığı söylenir. Soylu sınıflar tabloyu kabul etmeseler de 19.yüzyılın sonunda en pahalı tablolardan biri hiç şüphesiz L’Angelus olmuştur.

Bugün Bulgaristan’da yaşanan trajedi aslında tipik bir L’angelus olayıdır. Köylüler arazilerini bir şekilde kaybettiklerinde, bir süre sonra ortaya çıkan aşırı borçlanma ve işsizliktir. Bunu kısaca bir mortgage ile de tanımlayabilirsiniz. J.J.Rousseau, “Hiçbir insan başkasını satın alacak kadar zengin, hiçbiri de kendini satacak kadar yoksul olmamalıdır” demişti. Bugün dünya nüfusunun en zengin %20’si dünya milli gelirinin %80’ine sahiptir. En yoksul %20’nin payı ise %1’dir. Sadece bu iki rakam bile satın alan ve kendini satan insanların sayısının her geçen gün ne kadar arttığının basit bir örneğidir. Bulgaristan’da yaşanan kriz bu tablonun başka bir gösterimidir, hepsi bu. Artan işsizlik, değerli para ve mortgage ödemeleri elbette krizi getiren etmenlerdir ama asıl sorun tarlasız kalan köylüdür.

L’Angelus’tan bu yana aslında değişen hiçbir şey yoktur. Azalan gıda üretimi tarlaların ne kadar değerli olduğunu fazlasıyla göstermektedir. Ve eminiz, tabloyu o gün eleştiren soylu kesimler şüphesiz bugün de eleştiriyorlardır. Çünkü satın alınacak insan sayısını arttırmak istiyorsanız yapacağınız tek şey ellerinden tarlaları almaktır.

Artan eşitsizliğin, giderek herkes için büyük bir çöküş getireceğinin unutulmaması gerekiyor. Ekonomi, başkasını satın alan ve kendini satan insan sayısını her gün biraz daha arttırıyorsa, bu herkes için çöküşten başka bir şey değildir.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Zenginler daha zengin olamadıkları sürece açlıktan ölürler!

Zenginler ve yoksullar arasındaki gelir farklılığı giderek bir uçuruma dönüşürken bu eşitsizliği ortadan kaldıracak somut tedbirlerin alınamıyor olması gelecek için gerçekten düşündürücü. Büyük bir sorumluluk sessizliği seyrediliyor. Problemi görmesi gerekenler problem olmadığında ısrarlılar. Bu sessizlik ortasında, geçen haftalarda İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’dan gelen öneri ölçüsüz bir saldırı gibi algılandı. Yayınladıkları raporda, dünyanın en zengin 100 kişisinin gelirinin, yoksulluğu 4 defa bitireceğini ileri sürdü. Aşırı derecede artan gelirlere dikkat çekerek bu durumun yaratacağı olumsuzlukları gündeme getirdi. Fakat rapor pek ses getirmiş görünmüyor. Ne dersiniz, sizce bu görüş rasyonel mi?

Bize oldukça rasyonel görünüyor. Fakat rasyonel olduğunu kabul edersek yazıyı burada bitirmemiz gerekir. Üstelik hayatın irrasyonel olduğu kabullenmesine de aykırı bir durum yaratmış oluruz. Öyleyse biraz daha farklı bir açıdan bakmaya çalışalım. İspatlamaya çalışacağımız düşünce “Aç insanlar çalışmaya muhtaçtır!” düşüncesi olacak ve konuya irrasyonel bir açıdan bakmayı deneyeceğiz. Kısaca şunu demek istiyoruz; zenginler, daha zengin olamadıkları sürece açlıktan ölebilirler. Nasıl mı?

Tüketim kültürünün en basit ritüeli yemek yemektir. Yemek yeme şekillerinin sınıfsal ve toplumsal mizacı ne kadar iyi anlattığı herkesin malumudur. Gelin bu ritüeli sınıfsal bir karşılaştırmaya tabi tutalım ve farklılıkların neyi anlattığını bulmaya çalışalım.

Yoksul insanlar ya da hayatlarını kazanmak için bedensel işlerde çalışan kişiler için günün ana yemeği öğlen saatlerinde yenir. İş arasında yenen yemek aynı zamanda yorulan vücudun dinlenmesi anlamına gelir. Bedenini değil de sermayesini kullanarak hayatını kazanan zenginler için ise günün en önemli öğünü akşam yemeğidir. Çünkü ertesi günün ihtiraslı planları akşam yemeğinde düşünülür.

Yoksul insanlar için yemek samimi ilişkilerin yaşandığı bir andır. Masadaki tek bıçak her şeyi kestiği için artık kesmez hale gelmiştir. Yemek yendikten sonra sıyrılarak temizlenen tabağa diğer yemeğin konulması son derece normaldir. Zenginlerin yemek sofralarındaki ilişkiler daima mesafelidir. Her yemeğin bıçağı ayrıdır. Yemek yeme ve temizlik birbirine karıştırılmaması gereken süreçlerdir.

Yoksullar için yemek iş demektir. Kendi bedensel çalışmalarını temsil eder. Kendi işleriyle değiştirilebilir bir değere sahiptir. Zenginler için yemek satın alınan bir maldır. Karşılığı sadece paradır.

Yoksullar yeni yiyeceklere direnirler. Bu, ağızlarının tadını bilmemekten değil, yeni yiyeceğin kendi iş sürecindeki karşılığını bilmemelerinden kaynaklanır. Zenginler farklı hazları almak için ödenmesi gereken paraya düşünürler sadece.

Yoksullar, yemeklerini pişirdikleri odada yemeyi tercih ederler. Zenginler için yemek salonu iktidar mücadelesinin devam ettiği bir yerdir. Uyarıcı bir anlam taşır. Gelecekteki işler genellikle yemeklerde planlanır.

Yoksullun yemeği, ürettiği ya da emeği ile satın alabildiği basit şeylerdir. Zenginler ise rekabetçi dünyalarında daha fazla enerjiye ihtiyaç duydukları için daha fazla et tüketirler.

Yoksullar için bir düğün, katılımcılara yemek dağıtılması anlamına gelir. Yıllarca yapılan düğün hazırlığının anlamı budur. Zenginler için şölenlerde yemekli kutlama yapmak masraf demektir. Zenginlerin ilave masraf için ayrılmış ya da biriktirilmiş paraları yoktur.

Bu tipik özellikler hemen hemen dünyadaki tüm kültürlerde benzerdir. Fazla yaratıcı ve özel seçilmiş sahneler değildir. Peki buradan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız?

Zenginler ve yoksulların yemek şekilleri ile yapılabilecek tek bir çıkarım vardır. Konu üzerinde düşünen başta John Berger olmak üzere birçok filozof ve eleştirmen aynı sonuca ulaşmaktadır. Yoksullar, yedikleri yemeği düşünürler. Doydukları an tatmin olurlar ve süreç tamamlanmış olur. Zenginler için ise yemek yeme bir fantezi ya da ayin gibidir. Hiçbir zaman tatmine ulaşamazlar ve bu onlarda sonsuz bir iştah yaratır. Hiç dinmeyen bir iştah!

Dünyanın 100 zengininin serveti yoksulluğu bitirebilir belki ama bu hiçbir zaman adil bir sonuç yaratmayacaktır. Çünkü yoksullar karınlarını doyuran bir yemek yedikleri zaman doymuş demektirler. Oysa zenginler daima açtır ve sürekli çalışmaya ihtiyaçları vardır. Hırsları ve rekabet açlıkları da bu yüzdendir. Kısacası, zenginler daha zengin olamadıkları sürece açlıktan ölürler!

15 Şubat 2013 Cuma

Zenginler, yoksul insanları severler ama yoksul topluluklardan nefret ederler!

Dünyadaki toplam paraya sahip olma oranlarına bakıldığı zaman değişen bir şey yok. Zenginlerin parası giderek artarken fakirlerinki giderek azalıyor. Açlık, sefalet ve hastalık içinde yok olan insanları düşünecek zengin insanlar maalesef ortaya çıkmıyor. Dünyadaki gelir eşitsizliği üzerine söylenen tüm sözler, yazılan tüm edebiyat, yapılan tüm araştırmalar hep aynı yüzeysel, sönük ve pembe sonla bitiyor: Ne olurdu sanki zenginler birazcık yoksulları düşünse!..

Giderek derinleşen bu adaletsizliğe, romantik bir özlemle sona eren bir çözüm arayışı içinde değiliz. Zenginlik ve yoksulluk konusuna oldukça irrasyonel bir taraftan bakarak ürperten bir soru işaretini ortaya çıkarmaya çalışacağız. Zenginler yoksulları sevmiyor paradigmasını ters yüz ederek, zenginlerin yoksulları ne kadar çok sevdiklerini ortaya koyacağız. En sonunda ise bu sevginin yoksulluğu nasıl daha fazla arttırdığını dramatik şekilde sunacağız. Ve her zaman olduğu gibi dünyada şimdiye kadar hiç kimsenin bakmadığı bir bakış açısı ile bu ilişkiyi delile muhtaç olmaktan kurtarmaya gayret edeceğiz. Gelin şimdi bu ezeli ve ebedi konuyu yeniden çözümleyerek gelir dağılımındaki eşitsizliği yaratan en içgüdüsel gerçeğe doğru yolculuğa çıkalım.

1985 yılına gelindiğinde Etiyopya’da açlıktan ölenlerin sayısı son iki yılda 400.000’i geçmişti. Zenginler yoksulları düşünmüyor ve sevmiyorlar paradigmasına meydan okuyan ilk büyük düşünce işte o yıl gelmişti. Müzisyen Bob Geldof bu trajediden etkilenip büyük bir yardım kampanyası başlatır. Michael Jackson’dan Ray Charles’a, Stevie Wonder’dan Tina Turner’a birçok ünlü, “We are the World” şarkısı için bir araya gelir. Bütün dünya aynı şarkıyı mırıldanır: “We are the World, we are the children…” Ardından Londra ve Philadelphia’da tarihi konserler başlar. Dönemin en ünlü müzisyenleri ardı ardına sahneye çıkarlar. Aynı anda da büyük bir bağış kampanyası başlatılır. Yoksulluğun kökü kazınacaktır bu kez… Fakat toplanan para oldukça gülünçtür. Tüm bu gösteriye değmeyecek kadar azdır. Alternatif tanrıları olan reklama tapınmayı da ihmal etmeyen birkaç Dubai şeyhi olmasa sonuç daha da kötü olacaktı.

Live Aid konserleri zenginlerin yoksulları pek düşünmediğini yeniden ortaya çıkarmıştı. Toplanan paraların kullanımında ortaya çıkan başarısızlık da eklendiğinde sonuç tam bir hayal kırıklığıydı. Peki ama bu başarısızlık nereden kaynaklandı? Tüm bu şamata neden hiç merhamet toplayamadı?

Bu sorunun yanıtı maalesef psikolojik ve toplumsal boyutuyla hala verilebilmiş değil. Fakat biz yanıtı bulmak için 1904 yılına gidelim. Bugün şaşırtıcı şekilde pop star’lar kadar büyük bir tanınırlığa sahip ressam Picasso’nun bir tablosuna bakalım. Picasso’nun resimlerine bakarken, kafanızda sinsice dolaşan acaba bunu bir çocuk mu yaptı düşüncesine takılırsınız. O nedenle Picasso’yu yorumlamak birçok resim eleştirmeni için bile hala çok zordur. Picasso’yu eğer tek bir resim ile anlatmak gerekseydi şüphesiz en etkileyici tablosu Yoksulun Yemeği(La Repas Frugal) adlı eseri olurdu. Resme baktığınızda yoksulluğun getirdiği çaresizlik ve yalnızlığı hemen fark edersiniz. Kadının yüzündeki bıkkınlık ve erkeğin zayıf bedeniyle ona teselli verişi sevginin anıtsal bir göstergesi gibidir. Fakat düşündürücü olan birbirlerine bakmamalarıdır. Aç gözükmelerine rağmen masadaki son ekmek parçası adeta yarınki öğünü işaret etmektedir.

Fakat üzerinde duracağımız şey tablonun çekiciliği değil. Abartılmış umutsuzluk ve kendine acımanın uç sınırlarını gösteren tablolar o dönemlerde oldukça modaydı. Çünkü kapitalizm I.Dünya Savaşına doğru Avrupa halkları üzerinde zengin yoksul ayırımını, o günkü karşılıklılık düzeyi açısından bugünkü seviyelere çıkarmıştı. Bu tür resimler o zamanlar pek para etmiyordu. Fakat 80’lerden sonra bu tür tablolar zenginlerin duvarlarını süslemeye başladı. Bu pek alışıldık bir durum değildi. Çünkü zengin ve güçlü kişiler, duvarlarında kendileri gibi asil, güçlü, kahraman ve zarif görüntüler sunan tablolar görmeye meyillidirler. Bu 15.yüzyıldan beri değişmeyen bir gelenektir. Kimse duvarında sefil bir insanı seyretmek istemez. Peki ama yoksulluk tabloları neden zenginlerin duvarlarını süslemeye başlamıştır dersiniz?

Resim eleştirmenleri ve toplum filozoflarının düşünceleri bu noktada birbiriyle örtüşür durumdadır. Zenginler yalnızlık içindeki yoksulları görmekten ve düşünmekten mutlu olurlar. Bu düşünce şekli, onların içinde bulunduğu yalnızlığı daha az acı verici bir hale dönüştürür. İçinde bulundukları zenginliğe rağmen yaşadıkları yalnızlık çözümü zor bir soru gibi daima zihinlerinde dolaşır. Böylece bu hayatta yalnız olmadıklarını düşünerek kendilerini daha mutlu hissederler. Ama bu hazdan daha büyük başka bir mutluluk daha duyarlar. İşte asıl onları mutlu eden de budur: Yalnız insanların yoksulluğu, büyük bir topluluğun yoksulluğundan daha iyidir. Bir topluluğun yoksul olduğunu düşünmek, zenginler için amansız bir hortlaktır. Çünkü bu ne karşılaşmak, ne de bilmek isteyecekleri bir şeydir. Servetleri üzerinde somut bir tehdit, vicdanları üzerinde ise onarılmaz bir yaradır. Daha açık şekilde özetlersek zenginler yoksul kişileri görürler ve anlarlar, hatta onlara yardım etmekten büyük bir zevk duyarlar. Çünkü bu onların altından kalkabilecekleri bir sorundur ve verdiği haz da yüksektir. Ama yoksul bir topluluğu asla görmek ve bilmek istemezler. Çünkü bu zenginliklerinin en büyük tehdididir.

Aslında zengin bir insan olan Bob Geldof’u bu yardım hareketine yönlendiren şey de bir yanılsamadan ibaretti. Oradaki halkı ne görmüş, ne de orada yaşanan açlıktan bilgi sahibiydi. BBC’de gördüğü bir belgeseldeki birkaç perişan insanın hikayesi onu etkilemişti. Onlara yardım etmek amacıyla da Live Aid inisiyatifine girişmişti. Kısa bir süre içinde Afrika’daki açlığın büyüklüğünü görünce büyük bir hızla geri kaçmayı da bilmişti. Bu işten an karlı çıkanın bitme noktasına gelen rock müziğinin yeniden canlanması ile rock şarkıcıları olduğu eleştirisi de büyük bir haklılık payı içermektedir.

Zenginler ve yoksullar arasındaki servet paylaşımındaki tutarsızlığın giderek artması bu psikolojik faktör tarafından desteklenir. Zenginler yoksul kişileri sevseler de yoksul toplulukları asla sevmezler. Onlara yardım etmekten uzak dururlar. Hayatlarına giren yoksulları doyurmaktan öteye bir çaba içine girmezler. Yoksulların yoksul kalma nedenlerini onların yarattığını düşünürler ve bu neden sonuç ilişkisinde paylarına düşen bir yan bulamazlar.

Artan gelir adaletsizliğinden zenginler açısından çıkarılacak tek bir sonuç vardır: Zenginler, yoksul insanları severler ama yoksul topluluklardan nefret ederler!

12 Şubat 2013 Salı

Zenginler dürüst ve çalışkan, fakirler tembel ve hilekardır!

Tüm dünyada işçi kıyımı devam ediyor. Şirketler çalışanların işlerine son vermek için yarış halinde. İşsizliğin artmadığı neredeyse hiçbir ülke yok. Sefalet birçok büyük ülkede kol geziyor. Bireylerin borç ödeme sorunu hükümetlere sıçramış durumda. Borç sarmalı bir kasırga gibi ilerliyor. Gündelik hayat artan gıda ve enerji fiyatları nedeniyle giderek zorlaşıyor. Geçim sıkıntısı Amerika’dan Avrupa’ya tüm sözlüklere girmiş durumda. Fakat dünya liderlerine bakarsanız her şey güllük gülistanlık! En sonunda ışık görünmüş! Kriz bitmek üzere! Geleceğimiz parlak! Bu karşıtlık sizce biraz gerçeküstü değil mi?

Gelecek günlerin daha çok sefalet getireceğini söyleyen bir sorumluya rastlamak neredeyse imkansız. Belki de kriz gerçekten bitmiştir, olmaz mı? Elbette olabilir ama dünyayı yönetenler bunu 2009’dan beri söylüyorlar. 2009’da da tünelin sonundaki ışık vardı. Demek ki bir türlü tünelden çıkamıyoruz. İşte, anlamlandırmakta zorluk çekilen bu garip iyimserlik! Ekonomi politikler aştıkları her sorun sonrası krizin bittiğini söylüyorlar ama maalesef kriz hiç bitmiyor. Sıradan insanın krizi sürekli devam ediyor. Peki ama neden? Neden bu gülünç iyimserliğe ısrarla devam ediliyor?

Dünya resim tarihinin belki de gerçek dâhilerinden biri 17.yüzyılda yaşayan Adriaen Brouwer’dir. 33 yaşında borç içinde ölen Hollandalı ressam Brouwer, bugün bile resim eleştirmenleri tarafından kusursuz bir yetenek olarak görülür. Fakat ne yaşadığı dönemde, ne sonrasında, ne de tabloların varlıklı sınıfın oyuncakları haline dönüştüğü 1950’ler sonrasında yaptığı tablolar pek para etmemiştir. Kimse bu dâhinin resimlerine hak ettiği değeri vermemiştir. Ne dersiniz, sizce bu neden kaynaklanıyor olabilir?

Bir resmi satın aldığınızda, o resimde görülen nesneleri de satın almış olursunuz. O resimdeki değerler dizisi sizin değerler sisteminizin bir parçası gibi görünür. Aradaki uyum kendinizi güçlü ve iyi hissetmenize katkı sağlar. Bir tablonun verebileceği en büyük yücelik budur. Gündüz bir toplantı masasında zor durumdayken karşınızdaki duvarda ya da akşam oturduğunuz koltuğun baktığı duvarda görmek istediğiniz manzara tahmin edilebilirdir: Kahramanca davranışlar, gücün onurlu bir şekilde dışavurumu, tutkulu bir şekilde ölüme gitmek veya soylu bir biçimde zevk peşinde koşmak. Duvarda gördüğünüz resim, kendinizi değerlendirmeye yardım edecek bir nitelikte olmalıdır. Hiç kimse duvarında bir ayyaşın yerde yuvarlanan resmini görmek istemez.

Fakat Brouwer tüm bunların dışında bir ressamdı. Onun resimlerinde ucuz meyhaneler ve meyhanelerde aşırı içkiden sarhoş olup kendini kaybeden ya da yerlerde yuvarlanan fakirlerin resimleri vardı. Fakat bu resimlerin gündelik hayat resimlerinden farklı bir sıradışılığı vardır. Bu zavallı insanların yüzlerinde taşıdıkları acı öyle derindir ki insanı bilinen ahlak derslerini yeniden sorgulamaya iter: “Zengin olanlar dürüst ve çalışkan insanlardır. Fakirler ise tembel ve hilekardır.” İşte bu eski kabullenmedeki bariz çarpıklığı ifşa eden ilk kişi Brouwer’dir. Bu nedenle Brouwer’in resimleri o zamandan beri zenginlerin duvarlarını süslemez.

Bir tabloyu satın alan kişi ona değer veren kişidir. Onda kendini gören kişidir. Brouwer’in bir resim dehası olduğu da buradan anlaşılır işte. Yaşadığı dönemde ve sonrasında onun tablolarına hayran olan ve satın alan sadece iki kişi vardı: Uygarlık tarihinin en büyük iki ressamı Rembrandt ve Rubens.

Sefalet, yoksulluk veya fakirlikle ilgili bir konuyu ister resim sanatında isterseniz finansta sunun; onu alacak ya da beğenecek kimse çıkmayacaktır. Krizin yarattığı sefaleti anlatan bir makale bile insanların görmek istediği şey değildir. Ekonomiyi yönetenler ile tabloları pahalı zevk nesnelerine döndürenler genellikle aynı insanlar olduğundan görmek isteyecekleri resim daima parlak ışıklı kahramanlık resimleridir. Kimse işsizliği, fakirliği ve yıkılmışlığı görmek istemez.

Sorun şu ki Brouwer’den bu yana dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen sıradan insanlar ve ekonomiyi yönetenlerin sefaleti görme şekilleri hiç değişmemiştir. Bu gerçekten düşündürücüdür. Ama bundan daha düşündürücü olan başka bir şey vardır: Rembrandt ve Rubens’in Brouwer’in tablolarında gördüğü fakirlerin tembel ve hilekar olmadığı gerçeğini ekonomide gören iki liderin bile bugün olmamasıdır.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Altın yiyecek bir şey değildir; açlıktan ölmenize çare olmaz!

Finansal krizin öteki adının kredi krizi ya da borç krizi olması yanlış bir isimlendirme değildir hiç şüphesiz. Fakat sektörün dışında olanlar için gözden kaçırılmaması gereken bir bileşik kaplar yasası vardır. Finansal kuruluşlar bir krediyi karşılığında bir teminat ile verirler. Teminatsız kredi teknik olarak yoktur. Karşılığında hiçbir teminat alınmayan bir kredinin, kişinin borç ödeme gücündeki yüksek kabiliyete verildiği düşünülür. Sonuçta bir kredi geri ödenmediği zaman bir teminata sahiptir diyebiliriz.

Diyebilirsiniz ki karşılığında hiçbir teminat alınmayan krediler daha risklidir. Finansal krizi yaratan kredi sorununa baktığımızda ise karşımıza tam tersi bir durumun çıktığını görüyoruz: Ödeme güçlüğüne düşen kredilerin tamamının maddi bir teminata sahip olması. Özellikle konutlar karşılığı verilen kredilerin teminatında aynı değerde bir konut olmasına rağmen, pazarın sıkıştığı bir anda bu evi aynı fiyattan satmak mümkün olmamıştır. Kredi verilirken değeri tam olarak belirlendiği düşünülen teminatların aslında şişirilmiş bir değere sahip olduğu görülmüştür. Balon kredide değil, teminatta yaratılmıştı aslında. Peki bu nasıl olmuştu?

Yedi sanattan biri olan resim mağara günlerinden 20.yüzyıla kadar bir izleme sanatı olarak varlığını sürdürmüştür. Fakat 1950’li yıllara gelindiğinde piyasalarda artan para hacmi sanata yapılan yatırımları arttırmaya başladı. Tablolar tıpkı bir elmas madeni, kakao tarlası ya da demiryolu firması gibi görülür oldu. 1960’lı yıllara gelindiğinde fiyatlar 10 katına çıkmıştı bile. İş hayatının lider kesimi kendisine yeni bir oyuncak bulmuştu: Resim!

1980’ler Japonya’nın altın yıllarıydı. Japon şirketler merkez bankası gibi çalışıyordu. Şirket sahipleri elde ettikleri nakdi değerlendirecek yer bulmakta fazla zorluk çekmemişlerdi. İşadamı Ryoei Saito, 1990 yılında, bir hafta içinde tarihin en pahalı iki satın almasını gerçekleştirmişti. Bir Van Gogh ve bir Renoir için 160 milyon dolar ödemişti. Bir başka Japon işadamı Masahiko Sawada ise Renoir’i tekeline almak için bulduğu tüm tablolarını abartılı fiyatlardan satın almıştı. İki binin üzerinde tablosu vardı. Japonya’nın sadece 1990 yılındaki sanat ithalatı 4 milyar dolardı.

Fakat krizin gelmesi uzun sürmemişti. Japonya krizi girdiğinde tüm dünyada tablo fiyatları bir anda %50 düşmüştü. Batan resimsever işadamlarının ellerindeki tablolar ise alacaklılar tarafından götürülmüştü. 1997 yılında bir sergi için Picasso’nun Les Noces de Pierrette adlı tablosu ödünç alınmak istendiğinde ne sahibine ne de tabloya ulaşılabilmişti. Resim sanatının gerçek değeri olan yıllar geçtikçe toplumlar tarafından izlenebilme kabiliyeti de hırstan gözü dönmüş işadamları tarafından böylece yok edilmişti.

İşte halen devam eden finansal krizde yaşadığımız da bu olgudur: Kredilerin, kredi alacak olan kişilerin değerliliğine değil, teminatın değerliliğine verilmesi. Bir varlıkla ilgili teminat değerlemesini hangi realist bakış açısıyla yaparsanız yapın, bu üç yüz yıllık Renoir tablosu olsa bile fiyatının birkaç gün içinde %50 düşmesi çok normaldir.

Kredi veren finansal kuruluşların hareket şekli, paranın bol olduğu zamanlarda Japon iş adamlarınınkinden farklı değildir. Krediler, olması gerektiği gibi borç ödeme gücü yüksek kişilere değil, pazarın imkanları doğrultusunda varlıklara verilmeye başlanır. Evler, arabalar, tekneler ve hatta mobilyalar. Bunların hepsi geçerli bir teminat değerine sahipmiş gibi değerlendirilerek kredi verilir. Geri ödeme problemi gelip dayandığında ise bu varlıkların gerçek değerlerinin hiç de başta düşünüldüğü gibi olmadığı anlaşılır. Sonrasında ise hepimizin bildiği kriz kapımızı çalar.

Bir tablo, seyirlik yatırım nesnesi olmadığı gibi bir ev de ikamet amaçlı yatırım nesnesi değildir ya da olmamalıdır. Konut kredileri de diğer tüm kredilerde olduğu gibi teminat değerine göre değil, kişinin borç ödeme gücüne göre verilmelidir. Finansal kuruluşlar kendi karlarını Midas’ın hikayesinde olduğu gibi, dokundukları her şeyi altına çevirmekten elde etmemelidirler. Çünkü bu ekonominin doğal ritminin bozulması demektir. Bunu yapmaya devam ettikleri sürece gülünç ve acıklı olan onların başına da (şu anda tüm dünyada olduğu gibi) gelecektir: Altın yiyecek bir şey değildir; açlıktan ölmenize çare olmaz!

2 Şubat 2013 Cumartesi

Gemi batarken yolculardan önce filikalara binenler!

Dünyanın herhangi bir ülkesi, kulübü, topluluğu ya da düşünce sistemi içine girmeniz finansal piyasalara girmeniz kadar basit değildir. Piyasalar tüm dünya vatandaşlarını hiçbir şey sormadan içine alan bir yapıya sahiptir. Dileyen dilediği zaman istediği piyasa içinde yatırım yapma hakkına sahiptir. Bu yüksek konukseverliğin yüksek bir maliyetinin olduğunu söylemek de yersizdir. Çünkü genellikle oynanan “toplam sıfır oyunu” olduğu için birinin kaybı diğerinin kazancıdır. Sizin açınızdan önemli olan hangi tarafta yer aldığınızdır.

Fakat geçirgenliği son derece yüksek olan piyasalar, sıradan insanlar için büyük bir tehlike içerirler. Piyasaların çevresini adeta bir gaz bulutu gibi saran “kanaat dumanı” piyasaların normal bir farkındalık seviyesi ile görülemeyecek bir tehlikesidir. Piyasaların gizli ya da görünen liderleri, politika yapıcıları ve büyük aktörleri kendi düşüncelerini piyasalara öyle güçlü bir şekilde yayarlar ki adeta piyasaların çevresinde Jüpiter’in çevresindeki gaz halkası gibi bir kanaat tabakası oluşur. Onların piyasaların geleceği üzerine görünmeyen bir eşgüdüme sahip düşünceleri bir anda medya tarafından sıradan yatırımcılara kadar ulaştırılarak güçlü bir gaz bulutu oluşturulur. Artık o andan sonra trendin dışında karar vermek aptallık sayılacağı gibi trendi anlayamamış olmak da cahillikle eşdeğerdir. Çünkü bu adamlar sizden daha akıllıdır ve onların görebildiğinden daha fazlasını görmek imkansızdır. Mesela Davos’a dönüp bakarsanız dünyanın şu an içinde bulunduğu karmaşık kaotik yapı “yeni normal”dir. Çöküşün adının ne zamandan beri normal olduğunu sorarsanız bilgisizliğinizi ele verirsiniz, sakın sormayın! Bu katastrofik ortamda son anlarını yaşayanlara ise Davos’lu yüceler “dinamik dayanıklı” diyorlar. Sakın “dinamik olmayan dayanıklı” ya da “dinamik dayanıksız” olur mu demeyin, cehaletinize güldürürsünüz!

İronu ve eleştiriyi bir taraf bırakırsak, ne yeni normal ne de dinamik dayanıklı gibi ifadeler kökenlerinde taşınabilir bir anlama sahip değildirler. Ama piyasaların güçlü aktörleri bu düşünceleri öyle bir yayarlar ki artık inanmamak için deli(!) olmak gerekir. Peki böyle bir yapı neyi ifade ediyor dersiniz? Kurumsallaşan kanaat dumanı ne tür bir risk içeriyor?

Geçtiğimiz haftaya kadar dünyada genç kuşağın en önemli ressamlarından biri Rashidi Barrett’tı. Tabloları oldukça yüksek fiyatlardan satılıyor ve stili ile büyük saygınlık topluyordu. Resimden anlayan elitler için önemli bir isimdi. Ta ki geçen haftaya kadar… Barrett’ın sergisini gezenlerden biri resimlerden birini daha önceden görmüş olduğunu düşünüyordu. İnternette küçük bir araştırma yapınca resmin az tanınan başka bir ressamın eserinin kopyası olduğunu gördü. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi. Barrett, dünyanın az tanınan kaliteli ressamlarının tablolarını taklit ederek büyük bir gelir elde etmişti. Üstelik resimleri sattığı kişiler resimden anlayan sıra dışı entelektüellerdi. İşte bu, resmin “yeni normal”inin ne olduğunu gösteren çarpıcı bir olaydı aslında.

Sanatın tartışmasız en saygı duyulan alanlarından biri resimdir. Yüzyıllık tabloların değer biçilemezliği bunun en yalın göstergesidir. Fakat başta John Berger olmak üzere birçok eleştirmene göre bu değerli tablolar karşısında, eskiden kalmalarının yarattığı şaşkınlık dışında duyabileceğimiz pek bir şey yoktur. Yaratılan resim entelektüelliği, yönetici sınıfın özlemlerini gidermekle görevli olan uzmanların ayrımcı yaklaşımlarının sonucudur. Sanat eserlerine biçilen abartılı fiyatlar, eserin yapay bir dinsellik havasına sokulmasından başka bir şey değildir. Geçmişten gelen eserler, yapıldıkları tarihteki gerçeklikleriyle keşfedilmeyi beklemeyeceklerine göre, belli bir şimdiyle geçmiş arasındaki ilişki kurmak çıkarların dışavurumu olarak gerçekleşecektir. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey olmadığına göre eylemlerimizin zemini için bir şeyler çekip çıkardığımız bir sonuçlar kuyusuna dönecektir. İşte resim entelektüelliğinin, resim sanatı çevresinde yarattığı bu güçlü kabuk sıradan insanların aşıp geçemeyecekleri kadar sinsi bir kalınlık içermektedir. Yukarıda anlatılan Rashidi Barrett olayında da delinen işte bu kabuktur.

Finansal piyasalar açısından da benzer bir durum daima söz konusudur. Bu yıl Davos’ta örneklerini gördüğümüz bu kanaat dumanları o kadar güçlüdür ki bu dumanı solumadan yaşayabileceğiniz bir yer yoktur. Böyle bir dezenformasyon ortamında sıradan insanların yatırım kararlarını bu trendin dışında vermeleri büyük bir riski göze almaları anlamına gelir. Küresel ekonomiyi tasvir için bilinçli olarak yayılan hatalı bir bilgiyi işaret eden bu abartılı iyimserlik hali tıpkı resim entelektüelliğinde olduğu gibi piyasaların etrafındaki kalın kabuğun ta kendisidir.

Fizik bilimi görüşü iki yanlı bir eylem olarak kabul eder. Karşı tepeyi görüyorsanız karşı tepeden görüldüğünüzü de kabul etmeniz gerekir. Eğer yaşanan ekonomik felaketi “yeni normal”, krize yenilen halinizi “dinamik dayanıklı” olarak görüyorsanız, emin olun karşı tepeden bakanlar da sizi öyle göreceklerdir. Keynes’in dediği gibi de, gemi batarken yolculardan önce filikalara binenler onlar olacaktır!