23 Temmuz 2014 Çarşamba

Hastası değiliz; hastayız!

Bugün neredeyse tüm spor dalları bir endüstri haline geldi. Yani işin içine para, inovasyon, yönetim, organizasyon, strateji, vizyon, misyon gibi şirketlerle ilgili birçok kavram girdi. Spor endüstrileştikçe ekonomisi zayıf ülkeler spor başarısının dışında kalmaya başladılar. Güçlü bir spor kültürüne sahip olanlar finansal yönden gelişmiş olanlarla yarışmaya çalışsalar da sonucun nereye varacağı herkesin malumu.

Türk halkı olarak hiç şüphesiz spora meraklı bir halkız. Mahalle maçları şifreli kanaldan yayınlansa üye olmakta tereddüt etmeyiz. Sokak arasında top oynayan çocukları görünce yetenek avcısı kesiliriz. Kıspetten içeri eli daldıran güreşçiyi, elin içerideki yerleşiminin bile ne olduğunu bilmeden zafer kazanan gladyatör misali alkışlarız. Her türlü spor başarısızlığının ardından birkaç saat içinde "üç büyükler"in geyiklerine dönerek huzur buluruz. Yani başarısızlıkla yüzleşmeyiz. Bahanelerimiz hazırdır: Yüzme için denizlerimiz yeterli değildir; denize kıyısı olmayan İsviçre bu kadar yüzücüyü nasıl çıkarmıştır merak etmeyiz. Jameikalılar hep uyuşturucu içer; o nedenle iyi atletler hep bizim gibi uyuşturucu içmeyen ülkelerden yetişir. Litvanya'da hava soğuk olduğu için dışarıda basketbol oynanmaz zaten; bizim gibi sıcak ülkelerden çıkar iyi basketçiler. Böylece kendimizi kandırıp dururuz.

Farklı bir kültür anlayışına sahip olduğumuz ortada. Mesela bir müzede ya da herhangi bir yerde bir kılıç görsek dakikalarca bakarız. Çünkü kılıç bizim ata sporumuzdur. Hatıralar gözümüzün önünde canlanır sanki. O kılıçla dünyayı yönetmişizdir yüzyıllarca. Herkesi alt etmişizdir. Bizden daha iyi kılıç kullananı yoktur.

Hakikaten kılıç öyle asil bir savaş sanatıdır ki, Avrupa'da spor haline bile dönüştürülmüştür. 1800'lü yıllarda spor olduğunu biz de kabul etmişiz. Hatta bu spor bizim sporumuz, kimseye bırakmayız demişiz ve başlamışız çalışmaya. Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz Eskrim Federasyonunu açmışız 1923 yılında. Ne de olsa kılıç; ata sporumuz. Geç kalırsak zor olur yetişmek Avrupalıyı.

Kısacası tam 200 yıldır eskrim adı altında kılıç sporu ile uğraşıyoruz. Savaş meydanlarında altetmişiz herkesi kılıçla; spor ne ki? Üç kıtaya hükmetmişiz kılıçla; eskrim ne ki? Bu hamasi düşünceler ve geçmişin parlak zaferlerine duyulan romantizmle iki asır geçirdik eskrim sporu yaparak. Peki neye ulaştık biliyor musunuz? Sadece bir Avrupa Şampiyonasında, o da belli yaş gruplarında, bir bronz madalyaya. Ayşe adındaki bir kızımızdan. Hepsi bu. İki yüz yılda ulaşılan başarı işte bu. Ama sorsan, çok çalışıyoruz, çok çalışıyoruz...

Bu başarı nasıl geldi diye merak edenler olabilir. Gerçekten de 200 yıllık eskrim tarihinde madalya alan o Türkü tebrik etmek, saygı duymak gerekir. Kimmiş bu Ayşe diye merak edenler için hemen söyleyelim. Tam adı Ayşe İryna Kravchuk. Kravchukgillerden yani Ukraynalı. Türkiye'nin yerini bile haritada zor bulur herhalde. Yazık!

Ne kadar üzücü değil mi; yüksek bir yatırım gerektirmeyen, ruhumuzun her yanını sarmış tarihi bir enstrümanı bile spor başarımıza alet edemedik. Ama kılıç görünce 600 yıl öncesinin başarılarını akşam televizyonda canlı seyretmiş gibi hatırlayabiliyoruz.

Yarı bilinçli ruh hali ile sürekli "Hastasıyız" şeklinde inlemekle meşhur gezgin müzisyenin Kılıç-Kalkan oyununu David Koresh müridi gibi kendinden geçmiş bir halde izlemesi sahnesini görenler olmuştur mutlaka. Geçmiş şaşaalı günlerin paranoyası içinde "Hastasıyız" diye inleyen o müzisyen aslında halkın önemli bir kısmının düşünce şeklini temsil ediyordu. O düşünce şekli basitçe şudur: "Kılıç, ya savaş ya oyun malzemesidir; asla bir spor malzemesi olamaz. Olduysa da bizim umurumuzda olmaz!"

"Dümbelekçi" kardeşim neyin hastasıdır bilemem ama iş spor kültürüne gelince "hasta" olduğumuz ortada. Hastası değiliz; hastayız!

22 Temmuz 2014 Salı

Enflasyon oranı dünyanın en kötü 141.ülkesi kim?

Ülkemizde son on yıldır şişirilen en büyük balon hiç şüphesiz "enflasyonu nasıl düşürdük" balonudur. 15 yıl içinde %50'lerden %10'lar seviyesine gelen enflasyon oranı herkese "canavarı sonunda yendik" nidaları attırıyordur muhtemelen. Gerçekten de canavarı tarihimiz boyunca ilk kez bu kadar başarıyla yeniyoruz galiba. Emeği geçenleri tebrik etmek herkesin borcu. iRRasyonel olarak biz de teşekkür etmek amacıyla ekranın başına oturduk. Ama rakamların "yanardönerli" yapısını bildiğimiz için önce basit bir araştırma yapalım dedik. Dünya Bankası verilerini inceleyerek son 15 yıllık enflasyon oranlarına baktık. Acaba enflasyon oranları dünyada nasıl bir seyir izlemişti? Ya da daha basit söylersek enflasyonu gerçekten yenmiş miydik?

2000 yılında enflasyon oranımız yıllık %55 seviyelerindeydi. Dünyadaki en yüksek enflasyon oranları Kongo, Angola ve Belarus'taydı. Oranlar sırasıyla 514, 325 ve 169'du. Yani enflasyon oranı, dünyanın en yüksek üç ülkesinde ortalama %336 seviyelerindeydi. Türkiye ile bu üç ülke arasındaki fark 281 puandı. Peki 2013'e geldiğimizde durum ne olmuştu?

2013 yılında ülkemizde enflasyon oranı %7,5 olarak gerçekleşmişti. Peki dünyanın enflasyon oranı en yüksek üç ülkesinde durum neydi dersiniz? 2013 yılında dünyadaki en yüksek enflasyon Venezüella'daydı. Onu İran ve Malawi takip ediyordu. Enflasyon oranları sırasıyla 40, 39 ve 27'ydi. Yani enflasyon oranı en yüksek üç ülkenin ortalaması %35'ti. Türkiye ile bu üç ülke arasındaki fark ise sadece 27,5 puandı.

Şimdi hep beraber bu verileri kıyaslayarak yorumlayalım. Enflasyon oranımız 2000 yılında yüksek olmakla birlikte dünyanın en kötü enflasyon oranlarıyla karşılaştırıldığında çok çok iyi seviyelerdeydi. 2013 yılına gelindiğinde ise bu durum biraz değişmişti. Ülkemizde enflasyon oranı gerilerken dünyada da gerilemişti. Hatta neredeyse dünyada enflasyon denilen bir şey kalmamıştı. En kötü üç ülkede bile sadece %35 enflasyon vardı. Yani aslında enflasyonu biz değil herkes yenmişti. Ya da daha açık söylersek dünyada enflasyon diye bir şey kalmamıştı. Şaşırdınız mı yoksa?

Fazla şaşırmayın ve şimdi vereceğimiz rakamı bekleyin. 2013 yılında Dünya Bankasına 163 ülke enflasyon oranını bildirmişti. Bu ülkeler içinde Türkiye en düşük enflasyon oranı açısından 141. sıradaydı. Enflasyon oranı bizden daha kötü olan dünyada sadece 22 ülke vardı. Ne kadar enteresan değil mi? 2013 yılında dünyanın en kötü 141. enflasyon oranına sahibiz ve bizden daha kötü durumda olan sadece 22 ülke var. Şimdi şaşırabilirsiniz artık. Ama bence şaşırmak yerine kendimize acıyalım.

Sadece rakamların görece değerlerine ve politiklerin yönlendirici yorumlarına bakarak karar verirseniz enflasyon canavarını yendiğinizi hatta "hadım ettiğinizi" düşünebilirsiniz. Ama biraz araştırıp rakamları birbiriyle kıyaslarsanız sonucun hiç de böyle olmadığını görürsünüz. 15 yıldır bu gerçeği tek bir ekonomistin bile ortaya koyamamış olması, görevi sizi bilgilendirmek olan ekonomistlerin işlerine ne kadar vakıf olduklarını fazlasıyla gösteriyordur herhalde.

Bu rakamlar tek bir gerçeğin altını çiziyor. Türkiye enflasyon canavarını yenmiş falan değildir. Sadece canavar ekonomideki görevini bitirerek tatile çıkmıştır. Hepsi bu!.. Neyse konuyu uzatmayalım. Siz enflasyon canavarını hadım ettiğinizi düşünürken biz basit bir soruyla son noktayı koyalım: Enflasyon oranı dünyanın en kötü 141.ülkesi kim dersiniz?

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Karşılığı olmayan çek değil sensin!

Piyasaların nasıl işlediği konusu finansın içindekiler için "çocuk oyuncağı" dışındakiler için "muamma"dır. Ama aslında her iki taraf da piyasaların nasıl işlediği konusunda tam bir bilgiye sahip değildir. Finansa yakın olanlar piyasaları görünmez elin yönettiğine inanırlar. Yani alıcı ve satıcı daima uzlaşacak bir çözüm bulurlar mantığıdır bu. Üzerinde fazla düşünmediğiniz sürece bu son derece kabul edilebilir bir argümandır. Peki ya biraz düşünürseniz?

Mesela rastgele açtığımız bir haber kanalındaki şu başlıklara bakalım. "Bist direnemedi." "Gelişen piyasalarda rekor borçlanma." "Telekom'un karı beklentiyi aştı." Şimdi bu başlıklar üzerinde biraz düşünelim. İlk başlıkta borsanın düşüşünün olumsuzluğu üzerine bir vurgu var; fakat açığa satışçılar için bir fırsat doğduğundan hiç bahsedilmiyor. İkinci başlık borçlanmanın yüksekliğinin tehlikeli olabileceği düşüncesi yaratıyor; acaba kredi alıp da kendini mutsuz hisseden bir yatırımcı var mıdır sorusu görmezden geliniyor? Üçüncü başlık şirketin karındaki beklenti dışı artışın yatırımcılar için çok hoş karşılanması gerektiğinin altını çiziyor; milyonlarca müşteriden yüksek fatura bedelleri alınmış olmasının ahlaki olumsuzluğuna pek aldırış edilmiyor. Rastgele seçilen bu üç haber başlığı aslında piyasalar hakkında bize çarpıcı bir bilgi veriyor. Daha doğrusu iki bilgi veriyor. İlki, piyasalar hakkındaki genellemelerimizin ya da başka bir deyişle ifade edersek referans noktalarımızın yüksek bir hata içerdiği. İkincisi ise doğru kabul ettiğimiz bu varsayımların çözülmesi güç derin paradokslar oluşturduğu.

Hiçbir ekonomi kitabı piyasalar üzerine sabit olan referanslarımızın çelişkili yapısını açıklamaz. Krediyi vadesinde ödemeyenin "lanetlendiğini", yüksek fiyattan aldığı bir şeyi düşük fiyattan satanın "akıldışılığını" ve dolandırıcıyı yakalayanın sisteme olan ideal "hizmetkarlığını" anlatır durur. Okuyanlar da bunlara inanır ve piyasa denilen hayali mekanın örf ve adetleri belirlenmiş olur. Artık borsanın düşmesi kötü, aşırı borçlanma olumsuz, yüksek şirket karı iyidir. Ne dersiniz, sizce de öyle mi?

iRRasyonel olarak bu sorunun yanıtını yıllarca ekonomi kitaplarında aradık. Fakat aradığımız yanıt ekonomi kitaplarında değil de bir psikoloji kitabında karşımıza çıktı. Psikolog Darian Leader, "Kadınlar neden yazdıkları her mektubu göndermezler?" adlı kitabında çarpıcı bir hikaye anlatır. Benzerine hiçbir ekonomi kitabında bugüne kadar rastlamadığımız hikaye kısaca şöyledir. "Dük" adlı büyük bir dolandırıcı müthiş bir plan hazırlar. Amerika'da küçük bir kasabaya yerleşir ve yerel bir bankada bir hesap açtırır. Çeşitli küçük işlemler yaptırır ve bankanın güvenini kazanır. Derken cuma akşamı şehirdeki lüks otomobil mağazasından içeri girer ve en pahalı spor arabayı almak istediğini söyler. Ne fiyatını sorar ne de arabanın hangisi olduğunu. Galeri sahibi hayatının fırsatını yakalamıştır. Elde edeceği kazanç ömrünün sonuna kadar çalışmadan yaşamasına yetecektir. Alıcı ve satıcı anlaşır ve sıra ödemeye gelir. 1 milyon dolarlık ödeme çekle yapılacaktır. Satıcı derhal telefona sarılır ve bankayı arar. Karşılığı olduğunu öğrenirse sorun kalmayacaktır. Fakat telefonlara kimse yanıt vermez. Çünkü bankanın mesai saatleri birkaç dakika önce sona ermiştir. Satıcı bir karar vermelidir; çeki almalı mı yoksa satıştan vaz mı geçmelidir? Dük ona pazartesiye kadar şehirde kalacağını ve çek ödenince şehirden ayrılacağını söyler. Satıcı biraz düşünür, Dük'e inanır ve çeki alır. Dük ona güven vermiştir. Dük arabaya biner ve oradan ayrılır.

Kasaba küçüktür. Dük, arabayla biraz yol aldıktan sonra yol üstündeki ikinci el araba dükkanına girer. Arabadan memnun olmadığını ve arabayı satmak istediğini söyler. Galeri sahibi memnuniyetle karşılar. Dük, arabayı 1 milyon dolara aldığını ama hoşuna gitmediği için 750.000 dolara satacağını söyler. Galeri sahibi parayı getirmek için müsaade ister ve kasanın olduğu odasına gider. Fakat kafasına bir şey takılır. Yandaki araba satıcını arar ve sonrasında her şeyi öğrenir. Dük bir dolandırıcıdır. Çekle aldığı bir arabayı peşin paraya satarak büyük bir vurgun yapacaktır. Satıcı çeki tahsil için pazartesi bankaya gittiğinde de muhtemelen Dük çoktan başka bir şehre kaçmış olacaktır. Galerici vakit kaybetmeden polisi arar ve Dük'ü dolandırıcılıktan tutuklattırır.

Hikayenin burada bittiğini düşünüyorsanız yanıldınız. Buraya kadar her şey normal ve sıradan. Klasik bir dolandırıcılık hikayesi. Herkesin anlayabileceği ve benzerlerine sıklıkla rastlanılan basit bir hikaye. Oysa Dük'ün hikayesi pazartesi başlar. Polis çeki bankaya götürür ve hesabı kontrol ettirir. O anda karşılaştıkları şey gerçekten öngörülemezdir: Çekin hesabı müsaittir. Öyleyse Dük dolandırıcı değildir. Satıcı, galerici ve polis şok olmuştur. Dük haksız tutuklama gerekçesiyle polise dava açar ve satıcılardan da tazminat ister. Peki ortaya çıkan bu son durumu nasıl yorumlayacağız şimdi?

Dük, bütün işaretlerin onu bir dolandırıcı olarak gösterdiği bir oyun kurgulamıştır. Cuma günü bankaların kapanacağı saatte dükkandan içeri girmiş, en pahalı arabayı pazarlıksız almıştır. Çekin karşılığı için pazartesiye kadar beklenmelidir. Birkaç dakika sonra aynı arabayı çok düşük bir fiyata ve peşin paraya satmıştır. Tüm bu işaretler onun dolandırıcı olduğunu göstermektedir. Ama o dolandırıcı değildir; en azından bu seferlik. Peki o zaman Dük kimdir?

Aslında Dük piyasanın nasıl işlediğini bilen ender insanlardan biridir. Onu dolandırıcı gibi gösterecek sabit referansların ve varsayımların toplumsal bir eğilim olarak benimsendiğinin ve insanların bu genel geçer kurallara köklü yasalar gibi güvendiğinin farkındadır. Bu nedenlerle de hatalı kararlar vereceklerinden emindir. Dük, piyasanın sarsılmaz denilen bu ilkelerini, arabasını canının istediği zaman ve istediği fiyattan satma hakkına sahip olduğu gibi en bilinen piyasa gerçeklerini kullanarak bir anda altüst etmiştir.

İşte piyasa denilen kavram tamamen budur. Sayısız koşullu genelleme üzerine kurulmuş sabit referansların yarattığı karmaşık sistem. O nedenledir ki ne yukarıda alıntıladığımız haberler hakikati yansıtır, ne piyasalardan anladığını söyleyenler piyasaların nasıl işlediğini bilir, ne de piyasaları düzenlemeye çalışan "azizler" akışı kesintiye uğratacak engelleri yok edebilirler. Her şey Dük'ün ortaya koyduğu gibidir: Karşılığı olmayan çek değil sensin!

10 Temmuz 2014 Perşembe

Venedik Tacirine paravan krediyi kim verdi?

Antonio, Leydi Portia'ya kur yapabilsin diye arkadaşı Bassanio'ya bir miktar para verir. Fakat kendi parası olmadığı için parayı tefeci Shylock'tan alır. Shylock ve Antonio bir anlaşma imzalarlar. Anlaşmaya göre eğer Antonio gününde borcunu geri ödemezse, Shylock onun vücudundan 450 gr et kesecektir.

Shakespeare'ın 16.yüzyılda yazdığı Venedik Taciri adlı oyunu aslında basit bir kredi senaryosu üzerine şekillendirilebilir. Metaforlar eşleştirildiğinde tefeci Shylock'un banka, Antonio'nun kredi müşterisi, anlaşmanın kredi sözleşmesi ve 450 gr etin gecikme faizi olduğu kolayca görülebilir. Fakat hikaye bize bundan daha fazlasını sunar. İlk bakışta Antonio'nun Shylock'tan aldığı para kredi gibi durmaktadır. Peki gerçekten öyle mi?

Kredi mantığı açısından Antonio'nun Shylock'tan aldığı para kredi değil, paravan kredidir. Çünkü parayı gerçekte kullanacak olan Antonio değil, Bassanio'dur.

Paravan kredi kavramı finans sektörü içinde yer etmiş bir kavram olmasına rağmen spesifik bir tanımı bugüne kadar yapılmamıştır. Genellikle usulüne uygun olmayan tüm kredilere paravan kredi denme kolaylığına kaçılır. Fakat bu oldukça geniş bir tanımlamadır. Daha özel bir tanımlama yaparsak paravan kredi, kredibilitesi yetersiz olan biri adına alınmış olan kredidir diyebiliriz. Paravan kredilerde gerçekte ödemeyi yapacak kişi, krediyi alan değil, lehine kredi alınan kişidir. Kredi, ödeyecek olan kişiye verilen borç anlamına geldiği için paravan krediden farklıdır. Tıpkı Antonio'nun aldığı kredi gibi. Bu krediyi günü geldiğinde ödemesi gereken Bassanio'dur. O nedenle kredi paravan kredidir.

Paravan kredi örneklerine dünyada rastlanmakla birlikte ülkemizdeki kadar yaygın olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta ülkemizdeki özel türlerine dünyanın hiçbir yerinde rastlayamayız. Yaratıcılık ve paraya ulaşma hırsı sınır tanımaz. Örnekleri çok yaygın olmakla birlikte ana senaryo pek değişmez. Kredibilitesi düşük olan biri adına kredibilitesi yüksek olan üçüncü bir şahıs tarafından kredi çekilir. Aralarındaki anlaşmaya göre krediyi vadesi geldiğinde ödeyecek kişi kredibilitesi olmayandır ama krediyi veren taraf bu gerçeğin farkında değildir. Çünkü paravan kredi belirli düzenlemelerle kısıtlanan bir kredi türü olduğu için kredi veren taraflar bu tür kredilere yanaşmaz. Kredibilitesi düşük olan tarafın bu krediyi gününde ödeme ihtimali düşük olacak ve muhtemelen krediyi alan taraf da hazırlıksız yakalanacaktır. Böylece kredinin geri ödenmeme olasılığı artacaktır. Sektör yöneticileriyle yaptığımız görüşmelerde görece küçük tutarlarda olan bu tür kredilerin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi aklınıza şu soru gelebilir. Peki ama paravan kredi almak isteyenler kredi verenleri nasıl aldatıyorlar? Ya da farklı bir açıdan söylersek kredi verenler bir kredinin paravan olduğunu neden anlayamazlar?

Ülkemize özgü finansal fenomenleri bilimsel bir bakış açısıyla araştıran tek finans bloğu olan iRRasyonel olarak, yerli ve yabancı hiçbir kaynakta derli toplu bir bilgiye ulaşılamayan paravan kredi konusunu araştırmaya karar verdik. Bu kapsamda daha önce bu tür bir krediyi kullandığını söyleyen 29 kişiyle görüştük. Sorduğumuz sorulardan biri ödemenin kimin tarafından geri yapıldığıydı. 29 kişiden 14'ü krediyi lehine çektiği kişinin ödediğini söyledi. 11 kişi ise kendisinin ödediğini söylüyordu. 4 kişi ise her ikisinin de ödeyemediğini söylemişti. Sonuçlar değerlendirildiğinde paravan kredideki risklerin bir ölçüde gerçekleştiği söylenebilir. Geri ödemelerin sadece %48'i lehine kredi alınanlar tarafından yapılmıştır. Buna karşın kredilerin %52'si ya krediyi alan tarafından ödenmiş ya da hiç ödenmemiştir.

Paravan kredi kullanan kişilere sorduğumuz ikinci soru böyle bir krediyi neden aldıklarıydı. 20 kişi yani grubun %69'u kişiyle olan geçmiş ilişkilerini dayanak göstermişti. Yoğun bir karşılıklılık hissi taşıdıkları anlaşılıyordu. Adeta geçmişte aralarında geçenler tek yönlü bir ilişki olarak hep devam etmişti ve bunun sonucunda kredibilitesi yüksek olan taraf derin bir borçluluk hissi taşıyor gibiydi. Bu tarz bir davranış şekli psikolojik olarak büyük bir yanılgı içerse de doğu toplumlarına özgü kişilik ezikliğinin bir dışavurumu gibi görünüyordu. Ayrı bir fenomen olarak incelenmesi gereken bir konu olduğu açıkça görülüyordu.

İlk iki soruya aldığımız yanıtlar beklentiler dışında bir yön içermiyor gibiydi. Paravan kredi tanımının arka planındaki değerlendirmeler realize edilmiş gibiydi. Bunun üzerine grup üyelerine son bir soru daha sorduk. İşte şimdi aldığımız yanıt şok etkisi yaratmıştı: "Bu gizli durumu kredi verenlerden nasıl sakladınız?"

29 kişiden 25'i yani grubun %86'sı kredi verenlerin durumu bildiğini söylüyordu. Yani tüm senaryoyu kredi verenlere anlatmışlardı. Onlar da kabul etmişlerdi. Bu gerçekten şaşılacak bir durumdu. Düzenlemelerle kısıtlanan bir konu, kredi verenler tarafından göz göre göre çiğnenmişti. Bu gerçekten doğru olabilir miydi? Bunu anlamak için kredi veren 12 yöneticiye şu soruyu sorduk: "Paravan kredilerin % kaçını en başında biliyordunuz?" 10 kişi %0 yanıtını vermiş, kalan iki kişi ise %50 demişti. Sonuçlar tutarlı gözükmüyordu ama yanıtların vicdani kontrolünü yapmak da pek mümkün görünmüyordu. O nedenle kredi verenlerden aldığımız yanıtları değerlendirmeye katmadık.

Sonuç olarak paravan kredilerin %86'sının kredi verenler tarafından başta bilindiğini ve karşılıklı rıza ile bu kredilerin alındığını söyleyen müşteri kitlesi adeta sadece kralın çıplak değil aynı zamanda gözlerinin de bağlı olduğunu söylüyor gibiydi. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdu.

Shakespeare'ın Venedik Taciri elbetteki paravan krediyi anlatmıyordu. Fakat metaforların güçlülüğü bu kanıyı güçlendirdiği için araştırmamıza dekor olarak ekledik. Sonunda ne olduğunu merak edenler için de eklemeden geçmeyelim. Maalesef Antonio da krediyi geri ödeyemedi.

Sonuçlar benzer olduğuna göre artık şu soruya yanıt aramamız gerekmez mi: Venedik Tacirine paravan krediyi kim verdi?

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Cehaletin Mabedine son bilet!

Dünya Kupasının spor, dostluk, kardeşlik, yardımseverlik ya da dayanışma getirdiği düşünülür. Bu karnavala ev sahipliği yapacak ülkenin ne kadar şanslı olduğu öteden beri anlatılır. Organizasyonu alamayan ülkeler derin bir üzüntüye kapılırlar. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var tabi.

Erişteninin yanında kanişin de servis edildiği Güney Kore'de Dünya Kupası organize edildiğinde belli kesimlerin haklı tepkisi olmuş ama marjinallikten öteye geçememişti. Bu Dünya Kupası da Brezilya'ya verildiğinde yine halkın amansız eleştirileri vardı. Brezilyalılar bunca yoksulluk, eşitsizlik ve yüksek vergi yanında birkaç maç için bu kadar harcamaya gerek var mıydı diye soruyorlardı. Onlara göre spor adı altında ülkelerarası çatışmanın savaşa dönüştüğü bir düşünsel ortam yaratılıyordu. Ne dersiniz, Brezilyalılar haklı olabilir mi? Bu tür organizasyonlar gerçekten insanlara dostluk, kardeşlik ve centilmenliğe dayalı bir spor ruhu veriyor mu? Ya da daha kısa sorarsak Fifa ne iş yapıyor?

İşte kilit soru burada düğümleniyor. Fifa'nın bu organizasyonları hangi ülkelere nasıl verdiği konusu oldukça anlaşılmaz taraflar içeriyor. Nasıl mı?

İnsanlık tarihinin belki de en cesur yürekli çevre aktivisti Ken Saro-Wiwa'ydı. Nijerya'daki Ogoni yerlilerinin bir üyesi olan Ken Saro, sporun dostluk, kardeşlik, sevgi ve saygı gibi değerlerine inanıyordu. Fakat bunların her zaman doğanın ve çevrenin korunduğu bir ortamda anlam bulabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle de yüzyıllardır yaşadığı Nijer Deltasını korumak istiyordu.

Shell firması uzun bir süredir Ken Saro'nun köyünü petrol çıkarma faaliyetleri ile delik teşik etmişti. Ken Saro köyünden sekiz kişi ile birlikte direnişe başladı. Amacı halkı bilinçlendirmek ve "kalkınma" adı altındaki bu aktivitelerin uzun vadede kendileri için zararlı olacağını göstermekti. Ne şiddete başvurdu, ne vandalizme. Sadece köylülere ekolojik fikirlerini anlattı. Fakat kapitalizme karşıt bir düşüncenin ne kadar şiddetli cezalandırılabileceğini öngörememişti.

Ülkeyi yöneten Sani Abacha, Ken Saro ve 8 arkadaşını tutukladı. İnanılmaz bir hızla yargıladı ve idama mahkum etti. Bütün dünya Nijerya'ya ateş püskürüyordu. Ogoni Dokuzlusu denilen bu kişilerin serbest bırakılması için ardı ardına kampanyalar düzenleniyordu. Ülkeler Nijerya'yı kınıyordu. İngiltere Nijerya'yı İngiliz Milletler Topluluğundan bile çıkarmıştı. Artan tepkiler Ogoni Dokuzlusunun affedileceği yönünde bir ortam yaratmıştı. İşte tam o kırılma anında Nijerya'ya beklenen kurtarıcı gelmişti. Artık herkes Ken Saro'nun serbest bırakılacağı anı bekliyordu. O kişi Fifa'nın efsanevi Başkanı, halkları uyutan futbolun tanrısı Joao Havelange'dı.

Nijerya'ya Dünya Gençler Futbol Şampiyonasının verileceği günlerdi. Havelange son detayları konuşmak için gelmişti. Sani Abacha bu organizasyonu almak için her şeyi yapmaya hazırdı. Dünya Havelange'den o son adımı atmasını bekliyordu. O da spor ruhunu taşıyan Ken Saro ve akrabalarının tekrar yargılanması önerisi idi. Sani Abacha buna hazırdı; yeter ki ülkesi bu organizasyonu alabilsin.

Nefeslerin tutulduğu o anda herkes Havelange'a bakıyordu ve dudaklarından şu sözcükler döküldü: "Spora siyaseti karıştırmam!" İnsanlar donakalmıştı. Havelange'ın sözleri herkesi derin bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Dünya yıkılmıştı. Herkes yastaydı. İnsanlık tarihi 10 Kasım 1995'te büyük utançlarından birini yaşadı. Ogoni Dokuzlusu idam edilerek öldürüldü.

Siyaseti karıştırmayın!.. Bu sözü ne çok duyarız değil mi? Ne zaman haksızlığa karşı bir tepki verilse birileri hemen bu karşılığı verir. Siyaseti karıştırmayın! Havelange'ın bu sözlerini Ken Saro da duymuştu o gün ve idam edilmeden birkaç saat önce şu yanıtı göndermişti: "Ben adaletsizliğe ve zulme karşı çıkmaktan çekinen biri değilim. Ama her zaman adaletsizliğe ve zulme destek çıkan bir sürü politikacı, avukat, hakim, akademisyen ve iş adamı vardır ve bunların hepsi yalnızca işlerini yaptıklarının arkasına sığınırlar."

İşte o gün sonradan insanlık suçu işlediği uluslararası mahkemelerce kabul edilen Nijerya'ya Dünya Kupasını verenler ile bugün yoksulluktan kırılan Brezilya'yayı daha da büyük borç batağına sokanlar aynı kişiler. Kısaca onlara Fifa diyoruz.

Brezilyalıların dediğinin hatalı olduğunu savunmak pek mümkün görünmüyor. Gerçekten de spor adı altında ülkelerarası çatışmanın savaşa dönüştüğü bir düşünsel ortam yaratılıyor ve bu ortam belli bölgelerde çatışma ve vandalizme dönüyor. İçinde futbol ruhu adında bir hayalet olduğunu düşünen masum taraftarlar da bu çarpıklaşmış oyunu ve arkasındaki şeytani entrikaları yedi yaşındaki çocuk gözüyle izliyor. Sporun sahte vicdanına kanıyor. Futbolun bir spor parodisi olduğunu anlamıyor.

Birkaç gün içinde "futbolun mabedi" denilen Maracana stadında Dünya Kupası finalini izleyeceğiz. Maçı izlerken lütfen biraz dikkatli bakın. Ken Saro'yu hatırlayabilirseniz, stadyum denen bu yerin futbolun mabedi değil, tam bir cehalet mekanı olduğunu siz de anlarsınız.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Futbol masum erkeklere değil sert kızlara göredir!

Dünya Kupası, ne mantıklı bir açıklaması ne de etkili bir tedavisi olan insan ruhu (özellikle erkek ruhu) içindeki çarpıklaşmış duyguların açığa çıkmış hali gibi görünüyor. Yoksa gecenin bir yarısında, çocuğu ağlasa kalkıp ne olduğunu merak etmeyen erkekler neden dikkatli gözlerle maç izlesinler ki?

Bu çetrefilli sorunun yanıtını bir yana bırakarak bir oyundan yaşam tarzına oradan da bir yatırım enstrümanına döndürülen futbolun Dünya Kupası adı altında nasıl bir piyasa yarattığının açığa çıkmamış bir detayına bakalım. Aslında başrolde her zamanki gibi tanıdık bir oyuncu var: Eleştiri yeteneğini kaybetmiş masum ve savunmasız vatandaş. Ya da daha kısa söylersek taraftar. Tabi her oyunda olduğu gibi bir de kötü adam var. Yani futbol oyununa aşık olması nedeniyle eleştirel bakış açısını yitirmiş masum vatandaşı binbir türlü evlilik vaadiyle kandırıp cüzdanını boşaltan entrikacı kötü adam. O kim mi dersiniz?

Dün Dünya Kupalarının "Susurluk Kazası" sayılabilecek bir olay meydana geldi Brezilya'da. Karaborsa bilet satışlarından fahiş paralar kazanan bir çete ele geçirildi. Biletleri on misli fiyatlarla satıyorlardı. Üstelik tur şirketleri ile anlaşarak ülkeye getirdikleri masum taraftarlara. Buraya kadar bir sorun yok aslında. Her şey bilinen piyasa olgusunun yan etkileri olarak yorumlanabilir. Fakat hikaye bundan sonra başlıyor. Polis, çete liderinin arabasında Fifa sticker'ı görüyor. Biraz araştırılınca çete üyelerinin Fifa'nın tüm organizasyonlarına rahatça girebildikleri görülüyor. Sorgulamada 4 Dünya Kupasında bu işi yaptıkları bilgisi ediniliyor. Bunun üzerine polis şu açıklamayı yapıyor: "Fifa da işin içinde olabilir."

Fifa henüz açıklama yapmadı. Ama ne açıklama yapacağını tahmin ediyoruz. Ne mi?

Jack Warner, Trinidad ve Tobago(TT)'nun İç Güvenlik Bakanı ve aynı zamanda Fifa üyesiydi. Ülkesi için efsane bir kişilikti. Çünkü bir milyon nüfuslu bu küçük ülke 1990 Dünya Kupasına gitmeye çok yaklaşmıştı. Evinde oynayacağı ABD maçından bir puan alması mucizeyi gerçekleştirmelerine yetiyordu. Her yer karnaval yeriydi. Futbolcular otobüsün ilerleyememesi nedeniyle stadyuma omuzlarda getirilmişlerdi. Zafere sadece doksan dakika vardı.

Maç bittiğinde herkes ağlıyordu ama üzüntüden. Çünkü TT maçı kaybetmişti. Ertesi gün ülkenin önemli gazetesi Guardian'ı okuyanlar hayretler içinde kalmışlardı. 28.500 kişilik stadyuma 45.000 kişi biletle alınmıştı. Biletsizlerin sayısı tahmin edilemiyordu. Stadyumda içki satışı yasağı bu maç için kaldırılmıştı. Satılan içkinin miktarı tahmin edilemiyordu. Hem ekstra biletlerden hem de içki satışından elde edilen büyük paranın Jack Warner'ın cebine girdiği söyleniyordu. Bugün olduğu gibi o gün de Fifa'dan açıklama bekleniyordu ve açıklama çok geçmeden geldi. Jack Warner'a fair-play ödülü verilmişti. Yani sporun kurallarına uygunluk ve saygı ödülü.

Yani aslında her zamanki gibi olan yine taraftarlara olmuştu. Cüzdanlarındaki son kuruş, hayali futbol kültürlerinin kışkırtılarak tuzağa düşürülmesiyle birilerinin cebine girmişti. Masum taraftarı evlilik vaadiyle kandıran kötü adamın kim olduğunu da anlamışsınızdır herhalde.

Şimdi Fifa'nın Brezilya'daki "Susurluk Kazası" için yanıtı bekleniyor ya aslında yanıt çok açık. Muhtemelen çeteye fair-play ödülü verilecek. Beyni uyuşturulan masum taraftarlara ise Oscar Wilde ile yanıt verelim: "Futbol sert kızlar için çok iyi bir oyun olabilir; ama masum erkeklere pek uygun sayılmaz."

1 Temmuz 2014 Salı

İyi vurur oradan; vurdurmayalım çocuklar!

Brezilya'daki Dünya Kupası alışıldık olunmayan vaka sayısının yüksekliği ile hatırlanacaktır herhalde. Bunlardan biri de parasını alamadığı için maça çıkmak istemeyen Nijeryalılar. Aslında talepleri açık: "Paramızı verin yoksa oynamayız." Buna karşın spor medyamız adeta tek ses olmuş Nijerya'ya kükrüyor: "Milli meselelerde para konuşulmaz." Fuzuli işlerdeki uzmanlığımız öteden beri meşhurdur zaten. Bir de bu uzmanlığı başka alanlarda göstersek iyi olurdu ama neyse konuyu dağıtmayalım. Ne dersiniz, sizce kim haklı?

Açıkçası futbolun da piyasalar gibi bilinen gerçeklerinin yalanlardan ibaret olduğunu gösteren iRRasyonel yüzünün olabileceğine pek ihtimal vermiyordum. Fakat spor medyasının entellektüel ismi Alp Ulagay, Dünya Kupası başlamadan önce benimle paylaştığı bir düşüncesinde aynen şöyle demişti: "Fifa'nın yönetişim modeli önümüzdeki yıllarda çok tartışılacak." O anda ne demek istediğini pek anlamamıştım ama tavsiyesi üzerine futbolun kurumsal tarafını araştırmaya başlayınca, vicdanın parayla takas edildiği yozlaşmış bir dünya futbolu ve futbola sevgisi nedeniyle sömürülen milyarlarca insan çıktı karşıma. Aslında bu pek de alışılmadık bir durum değildi. Tüm değerlerin metalaştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz ne de olsa. Fakat bunun üzerine Uruguay Başkanının Fifa'yı eleştiren sert sözleri gelince Alp Ulagay'ın öngörüsünün bu kadar kısa sürede gerçekleşmiş olmasına şaşırmıştım. Aslında sorun Alp Ulagay'ın da dediği gibi Fifa'nın yönetişim modelindeydi ve Nijeryalı futbolcuların paralarını istemesi meselesi de tam burada düğümleniyordu.

Fifa Başkanı Sepp Blatter, hiçbir denetime tabi olmayan Fifa'yı büyük bir çıkar çatışmasının içine sokmuştu. "Başkanın adamları" ve geri kalanlar arasındaki çekişme 2000'li yıllara gelindiğinde kurum içinde çatışmayı önlenemeyecek noktaya getirmişti. O anda başkanın aklına parlak bir fikir gelir. Adı daha önce Enron'un çöküşünde de karşımıza çıkan danışmanlık şirketi McKinsey'den yardım ister.

Danışmanlık şirketlerinin nasıl çalıştığını iş hayatındaki hemen herkes öğrenmiştir. İşte Fifa'daki sorunları çözmek için yaptıkları da bunlardan farklı değildi. Düzgün ama içi boş cümleler bitince Fifa üyelerini iki gruba ayırıp soğuk bir gecede buzlarla kaplı bir alandaki taşları süpürttüler. Ardından yine iki gruba ayrılan çalışanlara lego oyuncaklarla mühendislik harikaları yaptırdılar. Grubun biri kazanırken diğeri ikinci oldu elbette. Yarışmada sonuncu olmaması tek sevindirici şeydi. Böylece şirketin görevi sona ermişti. Onlara göre problem çözülmüştü. Artık sıra ödemeye gelmişti. Başkan faturayı görünce afallamıştı: 2 milyon sterlin!

Fakat bir sorun vardı. Kasada bu kadar para yoktu. Önce pazarlık yapalım diye düşünüldü muhtemelen, ama demek ki bu işin bedeli bu kadar diye düşünüldü sonra. Öyleyse paranın bulunması için geriye tek yol kalmıştı. Geri kalmış ülkelere, yardım derneklerine ve hakemlik bütçesine ayrılan para kesilerek şirkete ödendi. Ne kadar da harika değil mi, Nijerya gibi geri kalmış ülkelerde futbol adı altında geri kalmışlığı önlemek için gönderilecek paralar danışmanlık şirketinin lego oyununa verildi.

Şimdi hep beraber Nijeryalı futbolcuların paralarını alamadıkları için maça çıkmak istememeleri meselesine tekrar yanıt verelim. Umberto Eco'nun dediği gibi Dünya Kupası spor değil, terbiyeli ayı şovudur. Bu şova çıkarılanlar, tıpkı Nijeryalılar gibi şovlarının bedelini istemek zorundadırlar. Bunu kimin finanse ettiği hiç önemli değildir. Değil mi ki Fifa geri kalmışlık için harcayacağı parayı kendi beceriksizliğini tamir etmek için danışmanlık şirketlerinin "kocakarı ilaçları"na yatırıyor.

Dünya kupasını milli bir mesele olarak gören spor basınımızın Nijerya'ya yanıt veren tekyürek sesine de birkaç söz söylemeden geçmeyelim. Muhtemelen hepsi ilkokul mezunu olan 11 yüksek egolu erkeğin, akıl almaz paralar almasına rağmen hep dünya standartlarının gerisinde kalmış futbol anlayışıyla futbol denen oyunu oynuyor olmaları milli bir mesele değildir ve hiçbir zaman da olamaz. Bu en başta üniversite mezunu olup iş bulamayan milyonlarca gence hakarettir. Sonra da sporun ahlakına.

Ama yine de sen daha iyisini bilirsin. Neyse sözü fazla uzatmayalım, birazdan maç başlayacak: "İyi vurur oradan; vurdurmayalım çocuklar!"