18 Mart 2014 Salı

Kıyafetine uygun ayakkabın yok biliyorum!

Gazeteler yine kadına şiddet haberleriyle dolu. Dövülen, aşağılanan, yaralanan, öldürülen kadınlar. Kadın imgesi neredeyse "erkeğin astı" konumuna getirilmiş. Bu durumdan hoşnutsuz olanlar da var, hoşnut olanlar da. Üzülenler de var, umursamayanlar da. Her kötü olaydan sonra sanki toplum tek bir ağızdan şiddeti lanetliyor. Fakat tüm yapılan birkaç süslü sözden öteye gitmiyor. Şiddet, baskı, aşağılama ve sonucunda kadınların azalan özgürlüğü.

Reşit olmayanı istismar edeni pedofil, ölü seveni nekrofil deyip sayfalarca ceza maddesi yazan uygarlık, kadına şiddet gösterene hala ortak bir isim bile bulamamış. Belki işine gelmiyor, belki de aklına. Eğer suçlu arıyorsanız, bu işin tek suçlusu var: Kadınlar. Ama dövülen, aşağılanan, saldırıya maruz kalan zavallı kadın değil; hayatını eşitlik ve huzur içinde geçiren, eşitlikçi bir eşe ve aileye sahip, kadına şiddet haberini okurken "yazık ama" diye kısa bir duygulanım yaşayan modern kadın! Biraz canın sıkılacak ama yine de oku!

1920'li yılların sonuna kadar Amerika'da kadınların sigara içmesi yasaktı. Böyle bir yasağın, sağlık açısından insanların çıkarını olduğu düşünülebilir elbette ama eşitlikçi olmayan hiçbir yasak kabul edilebilir değildir. Erkekler her istedikleri yerde sigara içerken, kadınlar evlerinde bile içemiyorlardı. Evinde sigara içme izni sadece hayat kadınlarına verilmişti. Ne kadar da harika değil mi?

Bugün dileyen herkes Amerika'da sigara içme özgürlüğüne sahip. Peki kadınlar bu eşitliği nasıl elde ettiler dersin? Erkeklerin aydınlanmasını mı beklediler, ya da vicdan sahibi bir yasa koyucunun merhametli kalemini mi? Erkeklere yalvarıp eşitsizliğin ne kadar mantıksız olduğunu anlatarak, ya da ilahi bir eşitlik emrini bekleyerek mi? Elbette ki hayır. Kendileri yaptı demeyi çok isterdim ama kendileri de yapmadılar. Fakat yine de başaran onlardı.

Sigara endüstrisi kadınların sigara içmemesinden muzdaripti. Yasaklar pazarın genişlemesine mani oluyordu. Ama piyasanın bir şeyler yapması gerekiyordu. Soluğu Freud'un yeğeni Edward Bernays'ın yanında aldılar. Bernays, halkla ilişkiler (public relations) kavramını henüz yeni ortaya atmıştı ve kimse ne dediğini pek anlamıyordu. Bernays'a kadınların sigara içmeye başlayıp başlayamayacağını sordular. Bernays elbette cevabını verdi. Erkek egemenliğinden simgesel olarak kurtulmanın bir yolu olarak görürlerse sigara içmeye başlayabilirler. Peki nasıl yapacağız diye sorduklarında Bernays'ın yanıtı belliydi: Halkla ilişkilerle!

Bernays, yirmi kadar güzel, alımlı, iyi giyimli ve modern görünüşlü kadın tutar. Kadınlar, 1929 yılının Amerika ulusal bayramında Newyork sokaklarında herkesle birlikte yürümeye başlarlar. Bu havalı grup bir anda basının da dikkatini çekmiştir. Kendinden emin, neşeli ve alımlı görünüşleri Amerika'nın ideal kadın tipini yansıtıyor gibidir. Derken beklenilmedik bir şey olur. Kadınlar bir anda dururlar, ellerini çantalarına atıp sigara ve çakmaklarını çıkarırlar. Sonra da yakıp içmeye başlarlar. Amerika o anda buz kesmiştir. İdeal Amerikan kadını kısa sürede bir hayat kadınına dönmüştür insanların gözünde... Ama insanların gerçeği anlaması çok uzun sürmemişti. Tarihe "özgürlük meşalesi" (freedom torches) olarak geçen bu olay bugün Amerikalı kadının her düzeydeki eşitliğinin temel sembolü haline gelmiştir.

Bu olayda kazanan sigara endüstrisi, kazandıran ise Edward Bernays olarak görülebilir elbette. Ama bu bir halkla ilişkiler zaferidir ve tüm başarı o rahat görünüşlü kadınlara aittir. Kazandıkları şeyse özgürlükleridir.

Kadınlara uygulanan şiddetten rahatsızsak, kadının erkeğin astı konumuna getirildiğini düşünüyorsak ve kadının eşitliğini istiyorsak görev bu aşağılamaları yaşamayan kadınlara düşer. Hemcinslerini bu olumsuz şartlardan kurtaracak olan onlardır. Sosyal medyadan kınama mesajlarıyla değil, bir araya gelerek ve halkla ilişkilerin gücünü kulanarak bunu başarabilirler. Kadın bedenini erkeğin bir nesnesi olmaktan ve erkeğin denetiminden ancak böyle çıkarabilirler. Ahlaki nedenlerle baskılanan kadını ancak böyle hak ettiği yere getirebilirler. Her gazete haberinden sonra "yazık ama" diyerek değil. Erkeğin aydınlanmasını, yasa koyucuların merhametini, gün olup devranın dönmesini bekleyerek değil.

Sözlerimiz ağır geldiyse kafana takma. Senin de büyük dertlerin var elbette. 8 Mart'taki kadınlar yürüyüşüne gitmeyi çok istedin ama kıyafetine uygun ayakkabı bulamadın, değil mi şekerim?

17 Mart 2014 Pazartesi

Üniversiteden yeni mezun CEO aranıyor!

Her gün giderek daha fazla insan 30 yaşında hala geçerli bir mesleğe kavuşamamış, evi ve sabit bir geliri olmadan ve belki hala ailesinin yanında yaşamaya devam ediyor. Bunun birçok sebebi olabilir elbette ama üniversiteyi yeni bitirmiş genç mezunların abartılmış bir hayali iyimserlikle hayata bakmaları bunda oldukça önemli bir paya sahip. Dışarıdan bakıldığında yeni mezunların özgüvenli, kendini rahat ifade eden, saygın bir duruş edinmeye çalışan yanları hemen dikkat çeker. Ama acı olan şey gençliğin önemli bir bölümünün hiç olmadığı kadar "zavallı" olduğudur.

Medyanın kendilerine sunduğu hayali değerlerle eriyen bir gençliğe sahibiz artık. Aklına tapan, daima kendine odaklanan, sürekli işin içine ironi katarak topluca hareket etmeye çalışan, çok para kazanıp mümkünse hemen ünlü olmak isteyen bir gençlik. Hayallerin yükseklerde uçtuğu, gerçekliğin ise anlamını yitirdiği bir gençlik. Gençlerin elde edebilecekleri ile elde etmeyi hayal ettikleri arasındaki uçurum giderek artıyor. Medya, reklamlar, tüketim düşüncesi ve sinema filmleri daima dört konu üzerine kurulmuş durumda: "Kendine inanarak her şeyi başarabilirsin", "Aslında özde hepimiz aynıyız", "Aşk hepimizi ele geçirir" ve "İyi insanlar daima kazanır". Bu dört fikir, gerçek hayatla pek de alakası olmayan bu dört aşırı iyimser fikir gençlerin etrafını kaplayan boşluğu sarmış durumda. Peki ama neden böyle? Neden gençler başarısızlığı tatmak ve onunla yüzleşmektense hayallerini değiştirmeyi ve hayatın gerçeklerinden kaçmayı seçiyor?

Elizabeth Robinson, 1995 yılında Cesur Yürek (Brave Heart) adlı filmin prodüktörlüğünü yaptıktan sonra hayatının projesini yapmak ister. Senaryoyu oluşturur ve başrol oyuncusunu belirler. Robin Williams ile çalışıp hayatının en önemli tutkusunu gerçekleştirecektir. Her şey hazırdır. Çekmeyi umduğu film ise Don Kişot'tur.

"Ey aylak okuyucu" cümlesiyle başlayan bu emsalsiz roman hiç şüphesiz irrasyonel davranışın da kutsal kitabıdır. Şövalyelik kitaplarında anlatılan her şeyin doğru olduğunu sanan Don Kişot, dünyadaki kötülükleri yok etmek için yollara koyulur. Amacı mazlumları korumak, kötüleri yok etmek ve adaleti geçerli kılmaktır. Tüm enerjisini buna harcar ama sonunda hep yenilir, yıkılır, yara alır. Yani sonunda her düelloyu kaybeder ve hiçbir şey başaramadan ölür Don Kişot.

İşte Elizabeth bu hüzünlü kahramanı ve hayatın gerçeğini gençlere anlatmak için hazırladığı senaryoyu stüdyoya götürür. Fakat filmi çekecek olan stüdyodan şu yanıtı alır: "Don Kişot'un kaybettiği tüm düelloları kazanması ve hayalini gerçeğe dönüştürmüş mutlu bir yaşlı adam olarak ölmesi gerekiyor. Bu değişiklikler yapılırsa filmi çekebiliriz. Yoksa bu filmi gençler izlemez."

Elizabeth Robinson aldığı yanıt üzerine yıkılmıştı. Acımasız gerçeklerin ve hayallerinin yıkılmış olmasının Don Kişot'u öldürdüğü gerçeği stüdyonun umurunda bile olmamıştı. Edebiyat tarihinin en önemli romanı değiştiriliyormuş, kime ne? Stüdyonun düşüncesi çok açıktı: Hiçbir genç, insanların çok çaba gösterip başarısızlığa düştüğü ve gerçek hayata benzeyen bir filmi asla izlemek istemez.

Elizabeth Robinson o günden sonra bir daha eski işine geri dönmedi belki ama gençlerin etrafındaki boşluğu kaplayan hayali değerler dünyası da değişmedi. Gençler hayatın gerçekleriyle yüzleşmek, başarı için daha çok mücadele etmek, ulaşılabilir ve gerçekçi hedefler koymak ve başarısızlığı tatmak yerine erişilmez hayallere kapılıyorlar. Milyarlarca insanın yaşadığı dünyada birkaç istisna kişiliğin yakaladığı başarıyı kendileri için istiyorlar. Daha az çalışıp daha çok kazanmak ve mümkünse ünlü olmak istiyorlar. Kendilerine bunun mümkün olmadığını söyleyen bir Don Kişot çıktığında ise senaryo hemen değiştirilip hayatın gerçekleri gençlerden uzak tutuluyor. Üniversiteden mezun olunduğunda ise hayata atılıp mücadele vermek yerine gerçekçi olmayan girişim çabaları, ilave okul tercihleri ve düzensiz rahat işlerle yıllar geçiriliyor. Sonunda da ABD nüfusunun %60'ının satıcı, garson, temizlikçi, bahçıvan, bakıcı ve bekçi olması gerçeğine ulaşılıyor.

Kendini sürüden ayırıp hayatın gerçekleriyle yüzleşmeyi göze alan ve başarısızlığı tatmaktan korkmayanlara takdirlerimizi iletmek isteriz. Geri kalanların, Don Kişot'un dediği gibi "aylak mezunlar"ın dikkatini biraz çekmek için ise şu başlıkla yazıya son verelim: "Üniversiteden yeni mezun CEO aranıyor!"

15 Mart 2014 Cumartesi

Yirmi yıl sonra neyi hatırlarız?

Bazen insan içinde bulunduğu zamandan hızla kaçıp uzak bir zamana gitmek ister ya işte tam böyle bir dönem yaşıyoruz. Tasvire girmeden kısaca anlatırsak cehalet, tahakküm, itaat, korku, önyargı, kargaşa, hırsızlık, bencillik ve yoksulluk. Tüm kavramlar tanımsal sınırlarını zorluyor. Herkesin bu kaotik ortamdan biran önce çıkmak istediğine şüphe yok. Bir an olsun bunu başardığımızı düşünelim. Bugünden yirmi yıl ileriye gittiğimizi varsayalım. Acaba bugünleri nasıl hatırlayacağız?

Belleğin bireysel bir yeti olduğu düşünülse de birçok filozof toplumsal bellek kavramından bahseder. Burada temel düşünce şudur: Toplumların belleği nasıl taşınır ve nasıl korunur? Biz burada bu sorunun yanıtına girmeden sosyolog Paul Connerton'un yaklaşımları ekseninde ülkemizin bugünkü görünümünün yirmi yıl sonra nasıl hatırlanacağı sorusuna basit bir yanıt vermeye çalışacağız.

Bir roman elbetteki sadece bir roman olduğu için okunur. Sanatsal tercihler en önce gelir. Fakat bazen de insan yaşadığı anı daha iyi yorumlamak istediği için bir romana başvurabilir. Eğer şu aralar bunu yapmak istiyorsanız aradığınız yanıtı bulabileceğiniz şüphesiz en çarpıcı eser İtalyan düşünür Carlo Levi'nin "İsa bu köye uğramadı" adlı romanı.

Bir karşıduruş başyapıtı olan bu romanda Levi, 1935 yılında siyasi tutuklu olarak sürgün edildiği İtalya'nın Gagliano kasabasındaki anılarını ve bir sosyolog olarak bilimsel araştırmalarını anlatır. Birinci Dünya Savaşı biteli yirmi yıl olmuştur. Levi, bir gün köyde gezinirken köy odasının duvarında üzerinde köylülerin isimlerinin yazılı olduğu bir mermer görür. Elli kişinin adı yazmaktadır. Bunlar Birinci Dünya Savaşında ölen ve sağ kalanların hangi ailelerden olduğunu göstermektedir. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu savaş köylüler için bir gurur ve onur meselesi gibi görünmektedir. Bir bilim adamı olan Levi köylülerle konuşmaya karar verir ve Birinci Dünya Savaşını nasıl hatırladıklarını öğrenmek ister. Ulaştığı yanıt bugüne kadar toplumsal belleğin nasıl işlediğine yönelik en önemli bilimsel teorilerden birini oluşturur.

Levi, köylülerle konuşmaya başladığında hiç kimsenin savaştan söz etmediğini fark etti. Savaştaki kahramanlıklarından, gördükleri yerlerden ya da çektikleri acılardan söz eden çıkmadı. Ne bir kısıtlama ne de tabu vardı ama insanlara savaş sorulduğunda kısa ve umursamaz yanıtlar veriyorlardı. Yani savaşı anlatılmaya değer bir olay olarak görmüyorlar ve savaşta ölenlerden söz etmiyorlardı. Ama bir savaş vardı ki, köylülerin tamamı durmadan ondan bahsediyordu. Bu, köylülerin merkezi hükümetin baskı ve kötü yönetimine karşı direndikleri 1865 yılındaki karşıduruşlarıydı. Hükümet onlara haydut, eşkiya, çapulcu gibi isimler takmıştı. Köyde bu direnişe katılan bir insan neredeyse kalmamıştı ama yaşlı genç, kadın erkek, sanki olaylar dün olmuş gibi herkes bu mücadeleden bahsediyordu. Herkes o direnişe katılıp ölenlerin isimlerini kolaylıkla hatırlıyordu. Hepsinde büyük bir şevk ve tutarlılık vardı. Neredeyse bir antik çağ hikayesi gibi hükümete ve hükümet güçlerine karşı verdikleri mücadeleleri anımsıyordu Gagliano halkı. Birinci DÜnya Savaşı hiç umurlarında değildi.

Carlo Levi'nin teorisi ile yorumlarsak fazla söze gerek yok. Yirmi yıl sonra ne ekonomik başarılar, ne ilerleme ne de kalkınmayı hatırlayacağız. Toplumsal belleğimizde sadece baskılara karşıduran ve direnen insanlar olacak. Bir kahraman gibi sadece onlardan bahsedeceğiz: Çapulculardan!

9 Mart 2014 Pazar

Performansım nasıldı? Muhteşem!

Bugün artık yaptığımız o her zamanki iş değil; daha farklı çalışıyoruz. Hedef peşinde koşarak, karları maksimize ederek, sadece ve sadece kendimiz için çalışarak yaşıyoruz. Yaşadığımız küresel finansal krizin asıl suçlularından biri olsa da yine bu işten yara almadan sıyrılan bu sisteme performansa dayalı insan kaynakları yönetimi diyoruz. Amaç basit: Size verilen hedefi ne kadar aşmışsanız o kadar başarılısınız ve o kadar hızlı yükseltileceksiniz demektir. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yok artık. Ne kadar da tatmin edici değil mi? Hem şirket kazanacak hem de siz kazanacaksınız. Ne dersiniz öyle mi?

Performansa dayalı terfi sistemlerinin azgınlaşması 90'lı yılların başına dayanır. Yazar Malcolm Gladwell'in dediği odur ki araştırma şirketi McKinsey, başarılı ve başarısız şirketleri araştırdığında, başarılı şirketleri başarılı kılan şeyin performansa dayalı yükseltilenler olduğunu görmüştür. Görür görmez de bu şekilde bir model oluşturmuşlardır. Modelin kurgusu basittir: Gerekli deneyimden yoksun yüksek performanslı kişileri, görünürde onları aşan makamlara terfi ettirmekten çekinmeyin."

Bu parlak fikre şirketlerin atlaması uzun sürmez. Şirketlerden biri vardı ki daha iyi yöneticiler bulmak için yılda 10 milyon doları McKinsey'e vermekten geri kalmadı. En yetenekli elemanı bulsun diye 10 milyon doları hiç acımadan veren bu şirket, dönemin efsanevi şirketi Enron'dan başkası değildi.

Enron, her yıl 250 MBA mezununu sırf parlak fikirleri var diye işe almaya başladı. Yüksek performansı gösterenler kıdeme ve deneyime bakılmadan yükseltiliyordu. Bu insanlara sırf akıllı diye hak ettiklerinden daha fazla ücret ödeniyordu. Zeki ve yetenekli diye düşünülüp hemen yükseltiliyorlardı. Aslında Enron sadece McKinsey'in dediğini yapıyordu. Performansı ödüllendiriyordu. İklim türevleri işini başlatan Lynda Clemmons'u 7 yılda CEO yapmışlardı. Doğalgaz bölümünde memur olarak çalışan Louise Kitchin ise sırf istekli diye bir yıl içinde EnronOnline'ın başına geçirildi. Her şey mükemmel işliyordu ve şirket alabildiğine büyümüştü. Önünde duracak hiçbir güç kalmamıştı. İşte kabus da tam o anda geldi.

Enron kısa bir süre içinde çöktü. Tarihin en büyük zararlarından bir oluşmuştu. Suçlu olarak sorumsuz yöneticiler ve onların muhasebe hileleri gösterildi. Nedense bu yöneticileri oralara taşıyan performans sistemi suçlu görülmedi. Ama nedensellik açısından değerlendirildiğinde aslında tek suçlu performansa dayalı terfi sistemiydi.

Bugün dünya bu sisteme maalesef hala devam ediyor. Şirketler akıllı ve zeki insanları gözlerinde büyütmeye devam ediyorlar. Yeteneği kişinin gerçek performansından ayrı tutuyorlar. Bir çalışanı sırf zeki diye ödüllendiriyorlar. Oysa yapılan araştırmalar zeka ve yetenek ile gerçek iş performansı arasındaki ilişkinin dikkate değer olmadığını söylüyor. Fakat performans değerlendirme sistemleri bu ayrıntıları görmezden geldiğinde, sadece şirkete daha fazla kar yaratanı ödüllendirdiğinde, başarısızlığının sonuçlarını kabul etmeyen, kurnazlıklarıyla hepimizi kendine hayran bırakan, disiplinli yönetim yerine kendini her yüksek göreve aday gösteren, kendini beğenmiş bir kişilik çıkarıyor.

Aslında sonuçta hep aynı noktaya geliyoruz. İyi bir otomobil yapsan da onu satmak için üzerine yarı çıplak bir güzeli oturtman gerekiyor. İkiyüzlü vitrin tasarımı bugün şirketlerin en önemli tehdidi. Karın maksimizasyonu tüm gerçekliği esir almış durumda. Şirketlerin temel sorunu sadece performans olmuş. Bundan kolay kolay geri dönülecekmiş gibi de görünmüyor.

Bugün iş hayatındaki performansa dayalı terfi sisteminin, maço bir sevgilinin kaprisleri altında ezilen birinin "Performansım nasıldı?" sorusuna verdiği cevaptan öteye bir anlam ifade etmediği ortadadır: "Muhteşem!"

4 Mart 2014 Salı

Fabrika işçisi sessizdir, finans işçisi geveze!

Birçok insan için ekonomi kanalları ve haberleri vazgeçilmez bir gereklilik. Evimizi, işimizi ve hayatımızı daha iyi yönetebilmek için ekonomik gelişmeleri bilmek önemli tabi. Peki ekonomi kanallarını seyrederek ve ekonomi haberlerini okuyarak ekonomiyi ne kadar öğrenebiliyoruz dersiniz?

Şimdi gelin bir haber sitesinden aldığımız bugünkü başlıklara bir göz atalım:
"Bist 63.000 sınırını aştı"
"Türkiye ucuzladı, fırsatlar cazip duruyor"
"Putin'in emri altını vurdu"
"Asya'da görünüm karışık seyir izliyor"
"Euro bölgesinde üretici fiyatları yükseldi"

Eminiz bu başlıkları okur okumaz neden bahsedildiğini anlamışsınızdır. Peki anladığınız ne?

Finans dünyası aslında birçok kişinin anladığı şekilde bir dünya değildir. Dilbilimsel kuralların ağır bastığı ve dilsel performansın yarattığı araçlar aracılığıyla işleyen bir dünyadır. Kurgusal değerler ve saf spekülasyonların dünyasıdır.

Ekonomi kanallarındaki hızlı ve özel bir jargonla konuşan yorumcuları izlemişsinizdir mutlaka. Klasik ekonomik sistemin fabrikalarında çalışan işçiler son derece sessiz insanlarken, finans dünyasının fabrikaları sayılan aracı kuruluşlarda çalışanların nasıl bu kadar "geveze" olduğunu merak edenler de mutlaka vardır. Piyasalar bu kadar gelişmiş değilken, fabrikalarda çalışanlar üretim ile ilgili aktivitelerin ne yöne gideceği konusunda televizyonlarda yorum yapmazken, aracı kuruluşlarda çalışanlar hiç durmadan yorum yapıp bir şeyler açıklıyorlar. Peki bu neden kaynaklanıyor dersiniz?

Hergün insanlar bu haberleri okuduklarında tam bir uzlaşı ile hareket eder bir yapıya bürünürler. Yani yukarıdaki haber başlıkları ile açıklarsak Bist'in 63.000 sınırını aşmasının iyi bir şey, Euro bölgesindeki üretici fiyatlarının yükselmesinin kötü bir şey olduğunu hemen anlarlar. Aslında her iki manşette ve haberin devamında bu durumların iyi ya da kötü olduğunu belirten bir açıklama yoktur. Fakat insanlar nedense bu haberleri okuyarak iyi ya da kötü olduğu sonucuna adeta toplu bir şekilde hareket ediyormuş gibi kolayca ulaşırlar ve tam bir uzlaşıya varırlar. İşte ekonomi haberciliğindeki büyük "dolandırıcılık" buradadır.

Bu haber başlıkları dilbilimsel açıdan otopsiye tabi tutulduğunda gerçek kolayca anlaşılır: Katil medyadır!

Bu manşetler olan bir şeyden bahsetmiyor, konuşarak bir şey yapıyor. Mesela "Bist 63.000 sınırını aştı" manşetinde kullanılan "aşmak" bir insansal eylemdir. Fakat burada kullanıldığında bir şey yapılmıyor, bir şey gerçek kılınıyor. Tıpkı "seni affediyorum" cümlesini söyleyen birinin bir eylemi yapmayı değil, dile getirmeyi vurgulaması gibi.

"Bist 63.000 sınırını aştı" cümlesi ile anlatılmak istenen şey aslında rasgele bir değişken olan borsanın, kişiler tarafından kabul edilen bir sınır olan 63.000 puanı geçtiğini vurgulamaktır. Fakat bu durum bir dilsel araç kullanılarak yapılmıştır. Böyle bir manşette nedense insanlar sınır değerin ne olduğu konusunu ve borsanın insan gibi hareket ederek bu sınırı aştığı hususunu radikal şekilde sorgulamazlar ve tam bir uzlaşı ile 63.000'i sınır kabul ederler. O nedenle bu tür manşetler son derece etkilidir. Çünkü böyle bir manşet yatırımcıları alım yapmaya yönlendirir. Hem de aynı anda ve aynı hızda.

Bu etkinliğin arkasında yatan şey söyleyenin güçlü kişiliğidir. Böyle bir manşeti bir arkadaşınızdan duymanız sizi pek etkilemez ama bir ekonomi kanalında gördüğünüz zaman etkilenirsiniz. Ekonomi yorumcularımız da zeka ve dili işe iyice karıştırarak, sıradan insanlar üzerinde büyük bir hakimiyet kurarlar. Böylece manşette vurgulandığı gibi Bist'in yükselmesine eğilimli bir uzlaşı kolayca ortaya çıkar.

Kısaca özetlemek gerekirse bu tür manşetler ve haberler meydana gelen olayları anlattıklarını sanırlar. Ama aslında yaptıkları dile getirmekten başka bir şey değildir. Dilbilimsel kurallar ile dilsel bir performans ortaya çıkarmak. Yani bunları söyleyenin bir insan olduğunu kabul edersek, söylenenler olanlar değil, olanların çarpıtılmış dile getirilişleridir. Ortaya çıkan sessiz uzlaşı ise büyük bir topluluğu kısa sürede bir sürüye çevirecek kadar güçlüdür.

Finans piyasalarının ve ekonomi politikalarının karmaşık yönlerini sıradan insana anlatabilecek iktisatçılara ender rastlanır. Bu dünyanın her yerinde böyledir ve bu gerçeği değiştirmek pek kolay değildir. Siz yine de ekonomi haberciliğinin dilbilimsel yönlendirmelerinden korunmak istiyorsanız, şunu unutmayın: Fabrika işçisi sessizdir, finans işçisi geveze!