31 Ekim 2012 Çarşamba

Özür dilemeyen kazanır!

Büyük global şirketlerin dünya ekonomisine verdikleri zarar nedeniyle özür dilemeleri gerekmez miydi? Ya da krizi bir türlü önleyemeyen ekonomistlerden bir özür beklemek hata mı?

Her gün yaşadığımız ve çoğu zaman da ikilemde kaldığımız bir problemdir özür dilemek gerçeği. İşyerinde ya da evde yaşadığımız kötü bir olaydan sonra acaba özür dilemeli miyiz diye düşünüp dururuz. Karar vermekte oldukça zorlanırız. Acaba nasıl karar vermeliyiz? Eğer bir hata yaparsak özür dilemeliyiz?

Ekonominin işleyişinin insan davranışlarına benzer olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda finansal krizi yaratanlardan özür beklemeli miyiz sorusunun yanıtını daha kolay bulabiliriz. Ekonomik açıdan bakıldığında “özür dileme” bedava bir konuşma olarak değerlendirilir. Maliyeti olmadığı için yaratacağı bir zarar da olmayacaktır. Özür dilemenin bu ekonomik yanını bilen birçok kişi özür dilemekten hiçbir zaman kaçınmaz. Maliyeti olmadığı için getirisi sıfır olsa da her zaman sıfır olacak şeklinde bir kural bulunmamaktadır. Bu düşünce ilk bakışta son derece rasyonel görünmektedir. Kazanma şansı çok az olan bir piyangoda bedava bilet almaya benzemektedir ki bu kimsenin hayır diyeceği bir şey değildir. Kazanma şansı çok düşük olsa da bu kazanmayacağınız anlamına gelmez. Peki, gerçekten öylemi? Özür dilemek maliyetsiz bir yöntem mi?

Ekonominin rasyonel olmadığı artık herkesin bildiği bir gerçek. O nedenle özür dileme ekonomisi de bu değişimden payını almıştır. Stanford Üniversitesinden Benjamin Ho adlı ekonomistin “A Rational Theory of Apologies” (Rasyonel özür dileme teorisi) adlı makalesi özür dilemenin ardındaki irrasyonelliği oldukça etkili şekilde ortaya koymaktadır. ABD eski başkanı Bill Clinton’un Monica Lewinsky skandalı ile ilgili konuşması ve bu konuşmasındaki özür dilemesini kullanan bilim adamları yaptıkları araştırmalarda çarpıcı bir sonuca ulaşmışlardır. Clinton’un özründen sonra ondan hoşlanan kişi sayısında yüksek bir artış olmuştur. Bu sıfır maliyetli bir eylem için son derece başarılı bir kazanımdır ve öngörülebilen bir sonuçtur. Ama Clinton’un özrü sonrası önceden öngörülemeyen başka bir şey olmuştur. Clinton’a saygı duyanların sayısı önemli miktarda azalış göstermiştir. Bu oldukça pahalı bir sonuçtur. Artan sevgiye karşı azalan saygı birçoklarının göze alamayacağı kadar pahalı bir ödünleşmedir. Çünkü o andan sonra artık insanlar sizi sevecen ama zavallı biri olarak görmeye başlayacaklardır.

Peki özür dilemezseniz ne olur? Hatalı olduğunuzu kabul etmeyecek ve kendine yeten sert mizaçlı biri olarak algılanacaksınız. Bu da sizin insanlarla mesafeli kalmanızı ama onların size saygı duymasını sağlayacaktır.

Görüldüğü gibi kişisel gelişim kitaplarının ve etik kültürün mottosu haline gelen özür dilemenin büyük bir erdem olduğu gerçeği ekonomik hayat için pek geçerli değildir. O nedenle krizi yaratan şirketlerin, kişilerin ve bizi krizden bir türlü çıkaramayan ekonomistlerin özür dilememesi son derece irrasyonel bir davranış gibi gözükse de kendileri açısından en ekonomik çözüm gibi durmaktadır.

Yerleşik düşünceye oldukça ters olacak ama özür dilemeyenin kazandığı bir dünyada yaşıyoruz artık.

30 Ekim 2012 Salı

Tek gecelik ilişki neden daha fazla mutlu ediyor?

Geçen hafta Ayşe Özyılmazel’in sözleri gündemi oldukça meşgul etmişti. Herkes gibi kendisinin de bir gecelik ilişki yaşadığını söylemesi farklı bakış açılarından farklı şekillerde yorumlanmıştı. Genellikle tartışma herkesin bu tür ilişkiler yaşayıp yaşamadığı üzerine kuruluydu. Birçokları onun tespitini hatalı bulmuştu. Ama çağımız ekonomik sisteminin bakış açısıyla bakıldığında Ayşe Özyılmazel oldukça doğru söylüyordu: Herkes tek gecelik ilişkiler yaşar!

Tek gecelik bir ilişki ekonomik olarak değerlendirildiğinde alıcı ve satıcının birbirleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları bir ortamda cereyan eder. Alıcı ve satıcı alışveriş sonrasında birbirlerinden ayrılırlar ya da uzakta durmaya karar verirler. Bu aynı zamanda onların tüm sonuçlara karşı çıkmaları anlamına da gelir.

Bu tanım birçoklarına, piyasa ekonomisi içinde, bir mal satan firma ile onu alıp kullanan bir müşterinin alışverişini çağrıştıracaktır ki bu hiç de hatalı bir değerlendirme olmayacaktır. Risk/Getiri oranı çok yüksek olan birçok mal ve hizmet için bu değerlendirmeler aynen tekrarlanabilir. Peki, bu benzerliği nasıl açıklayabiliriz?

Her gün giderek artan bilgi seviyesi, kişileri, kendi kaderlerinin daha fazla yaratıcısı haline getirir olmuştur. İnsanlar yaşadıkları toplumu bilinçli bir şekilde etkileyebilmektedirler. John Stuart Mill, ekonomik olguların insan doğasıyla ilgili olduklarından, ekonomik olayların bağlı oldukları yasaların insan duygularının bağlı olduğu yasalardan farklı olamayacağını söylemiştir. Karl Marx, bilinci belirleyenin toplumsal varoluş olduğunu söyleyerek Mill’e destek vermiştir. Karl Popper ise bu düşünceyi daha açık bir hale getirerek ısrarla savunmuştur: Devletler veya şirketlerin davranış ve faaliyetleri, kişilerin davranış ve faaliyetlerine kolayca indirgenebilir.

Belli bir piyasada, şirketlerin ve müşterilerin alışverişlerindeki davranış benzerliğini, ekonomistler Paul Phumpiu ve Luis Triveno’nun “The Puzzles of ‘One-Night Stand’ Economies” adlı makalesi oldukça başarılı şekilde ortaya koyar. Makale, şirketler ve tüketicilerin zenginliklerini maksimize edecek rasyonel kararlar yerine, kısa vadeli ve irrasyonel kararlar aldıklarını tek gecelik ilişki metaforu ile anlatır. Duygusal haz veren alışveriş sona erdiğinde, uzun vadeli bir ilişkide olması gereken gelişme, büyüme, güven, inanç, ümit, inisiyatif gibi kavramların pekişmeyeceğini vurgular. İşte bu noktada sorulması gereken en can alıcı soru şudur: Peki insanlar neden kısa vadeli bir ilişkiye yönelirler?

İkinci el araba satanların arabanın bozuk aksamını bilmeleri ama bu bilgiyi alıcılar ile paylaşmamaları örneğindeki asimetrik bilgi bir açıklama olabilir. Ama bundan daha önemli bir duygu daha vardır: Sorumsuzluk!

Hepimize ekonomik hayatımızda tek gecelik ilişkileri defalarca yaşatan duygu sorumsuzluktan başkası değildir. Mesela bu akşam yediğiniz yiyeceklerin tabağınıza nereden geldiğini biliyor musunuz?.. Ya da akşam yemeğinden sonra oluşan çöplerin nereye gideceğini?.. Yapılan araştırmalar bu bilgisizliğin görünürdeki tek nedeninin sorumsuzluk olduğunu söylemektedir. Bu ekonomi için de böyledir. Daha yüksek bir getiri elde etmek için tasarrufunu bir fona yatıran kişi, fonun piyasada yaratacağı etkiler hakkında yeterli bilgiye sahibi değildir. Ya da hisse senedi piyasasında işlem yapanlar bu işlemin piyasada ne tür bir sonuç yaratacağı ile pek ilgilenmezler. Onların tek beklentisi bir miktar getiri elde etmektir. Ve bu getiriyi ne kadar kısa sürede elde ederlerse o kadar iyidir. Neredeyse tek gecelik bir ilişkiden elde edilecek hazzın aynısıdır beklenen. Yemek yiyen ile çiftçi, yatırımcı ile girişimci, ekonomi ve toplum arasındaki ilişki maalesef tek geceliktir.

Öyleyse şimdi kendimize şu soruyu yeniden sormamız gerekmez mi: Piyasalarda işlem yaparken tek gecelik ilişkiler bizi neden daha fazla mutlu ediyor?

18 Ekim 2012 Perşembe

Cüzdanınızı kaybederseniz onu kim geri getirir?

Ekonomik hayatımızın toplumsal hayatımıza şekil verdiğini söylemek sanıyoruz hiç kimse için yanlış bir varsayım olmayacaktır. Peki ya eğer ekonomik olmayan düşünce şeklimiz toplumsal hayata etik olarak doğru yön veremez dersek ne düşünürsünüz?

Öncelikle böyle bir düşünce şekli daha önce ileri sürülen herhangi bir düşünce şekliyle paralellik göstermediği için birçoklarına tuhaf, anlamsız, hatta tamamıyla yanlış gelecektir. Çünkü içerisinde derin bir tartışma taşımaktadır. Etik değerlerin ekonomik düşünce şeklinden oluştuğu gibi temelsiz olduğu söylenebilecek bir argüman sunmaktadır. Kısaca demektedir ki ekonomik bir bakış açısıyla düşünmezseniz, etik değerleriniz doğru olmayacaktır. Peki bu düşünce ne kadar kabul edilebilirdir?

Etik değerlerin toplumsal hayatı düzenlediği bilinen bir olgudur. İnsani değerlerin paradan soyut olduğu inancı da tüm dünyada kabul görmüş bir düşünce şeklidir. Etik değerlerin para ile hiçbir ilişkisi olmadığı rasyonel olarak da kabul edilen bir gerçektir. Yaşadığımız irrasyonel dünyada bu kabullenmeler hala geçerliliğini koruyor mu dersiniz? Gelişen bilim, etik değerlerin ekonomik düşünce şeklimizden destek aldığını söylerse, bunu kabul etmek yine de bize zor gelir mi?

Gelin şimdi bu tartışmalı sorunun yanıtını irrasyonel bir bakış açısıyla bulmaya çalışalım. Cüzdanını kaybedenler ya da kaybeden bir arkadaşının hikayesini dinleyenler mutlaka vardır. Genellikle bu tür hikayeler mutlu sonla bitmez. Çok az cüzdan sahibine geri gelir. Bu tür bir hikayeyi dinleyenlerin yorumu her zaman aynıdır. Cüzdan geri geldiyse getirenin iyi bir insan; gelmediyse kötü bir insan olduğu ve insani değerlerden nasibini almamış olduğu söylenir. Sizce bu yorum ne kadar doğrudur?

Şimdi anlatacağımız deney birçok farklı ülkede birçok defa yapılmasına rağmen alınan sonuç hiç değişmemiştir ve hayatın gerçek dinamiğiyle de son derece uyumludur. Psikolog Richard Wiseman tarafından yapılan ve “59 saniye” adlı kitabında anlatılan deney şöyledir. 240 adet cüzdanın içine önce çekiliş biletleri, indirim kuponları ve üyelik kartları gibi sahte evraklar konulur. Ardından cüzdanların yarısına mutlu bir aile fotoğrafı, yaşlı bir çift resmi, gülen bir bebek resmi ve şirin bir yavru köpek resmi yerleştirilir. Her cüzdana farklı bir resmin kolayca görünecek şekilde konmasına dikkat edilir. Cüzdanların öteki yarısına ise bu resimler konulmaz. Daha sonra bu cüzdanlar şehrin farklı noktalarına bırakılır. Bırakılan yerlerin kalabalık ve müstesna mahalleler olmasına özen gösterilir. Sonra da ne olacağı beklenilmeye başlanır.

Cüzdanların yarısı bir süre sonra geri gelmiştir. Hangi cüzdanların geri geldiğine bakıldığında ise sonuçlar şöyledir. Yaşlı bir çiftin resmi olanların %11’i, şirin bir köpek yavrusu resmi olanların %19’u, mutlu bir aile fotoğrafı olanların %21’i geri gelmiştir. Fakat en yüksek oranda geri getirilen cüzdanlar içinde gülen bir bebek resmi olanlardır. Bu cüzdanların %35’i geri gelmiştir. Öte yandan içinde hiçbir fotoğraf olmayan cüzdanların ise sadece %6’sı geri gelmiştir. Sonuçlar şaşırtıcı olduğu kadar beklentilere de uygundur. Çünkü daha önce yapılan birçok deneyde de benzer sonuçlar alınmıştır. Burada en dikkat çekici oran içinde bebek resmi olan cüzdanların en fazla geri getirilen cüzdanlar olmasıdır. Peki ama bu cüzdanlar neden diğerlerinden daha fazla oranda geri getirilmiştir?

Şüphesiz bu hepimizin verebileceği bir cevaptır. Hassas ve savunmasız bebeklere karşı olumlu duygular beslemek ve onlara yardımcı olduğunu düşünmek binlerce yıldır değişmemiş bir insan davranışıdır. Peki ama bu etik davranış kalıbı nasıl ortaya çıkmıştır?

Oxford Üniversitesi beyin tarama uzmanları, insanların bebek resmi gördüğünde beyinlerinde nasıl bir değişiklik olduğunu araştırmışlar ve ilginç bir bulguya ulaşmışlardır. Yetişkin insanlar bebek resmi gördüklerinde beynin gözlerin tam arkasında kalan kısmında (tıptaki adıyla medial orbitofrontal kortekste) saniyenin yedide birinde gerçekleşen bir aktivite oluşmaktadır. Bu aktivite bilinçli bir şekilde kontrol edilemeyecek kadar hızlı gerçekleşmektedir. Aslında bu aktivite bilim adamlarının yakından tanıdığı bir aktivitedir. Çünkü piyangodan para çıkması gibi parasal durumlarda da aynı aktivite gerçekleşmektedir. İşte şaşırtıcı olan yer de burasıdır. Cüzdanı geri getirmek gibi etik bir davranışa yol açan düşünce şekli, paraya sahip olduğumuzdaki düşünce şekliyle aynıdır.

Bu deney ekseninde değerlendirildiğinde kaybedilen cüzdanların geri gelmemesinin sebebinin, bulanların kötü insanlar olduğu düşüncesi olmadığı anlaşılacaktır. Aslında cüzdanın geri gelmeme sebebi bulan kişinin ekonomik düşünme kapasitesinin düşük olmasıdır. Çünkü bir bebek resmine bakmanın vereceği haz, bir piyango kazanılmasının vereceği haz ile aynı beyinsel tepkiye sahiptir.

Eğer cüzdanınızı kaybederseniz, içine bir bebek fotoğrafı koymayı atlamadıysanız, beklerken dilemeniz gereken tek şey vardır: Cüzdanın ekonomik düşünme yeteneği gelişmiş biri tarafından bulunması!

17 Ekim 2012 Çarşamba

Sahte inci kolyeyi kim takar?

Piyasalar Citibank’tan gelen sürpriz kararla şaşırmış durumda. CEO Vikram Pandit’in görevine son verilmesine yatırımcılar pek anlam verememişe benziyor. Temettü dağıtılmaması ve düzenleyici otoritelerle olan uyumsuzluk Pandit’in gidiş nedenleri arasında gösteriliyor. Finansal krizin başladığı 2007 yılından önce “kainatın en büyük bankası” olarak gösterilen banka, girdiği krizden maalesef hala çıkabilmiş değil. Ne zaman ve nasıl çıkacağı da henüz açıklığa kavuşmuş görünmüyor. İşte böyle bir ortamda görevine son verilen CEO Vikram Pandit sizce Citibank’ta neyi başaramadığı için gitmiştir dersiniz?

Girişimci bir iş kadını olan Amerikalı Lynda Resnick, 1996 yılında, eski Başkanlardan Kennedy’nin eşi Jacqueline Kennedy’e ait bir inci kolyenin müzayede de satılacağını öğrenir. İnci kolye sahte incilerden oluştuğu için fiyatının fazla yüksek olmayacağını tahmin eder. Normalde 300 dolar civarında satılan böyle bir kolyeyi 2.000 dolar civarında satın alabileceğini düşünür. Maddi değeri yüksek olmasa da böyle bir hatıranın hoş olacağını inanır ve müzayedeye gider. Fakat kolyenin fiyatı müzayede de anlaşılmaz şekilde yükseler ve 211.000 dolar olur. Üstelik bu fiyattan satın alan da Resnick’tir. Resnick uzun bir süre şoku atlatamaz. Dünyanın en pahalı sahte inci kolyesini almıştır ve bu kolyeyi bu fiyattan satması bile pek mümkün değildir. Artık bu hatalı kararına ve sahte kolyeyle yaşamaya alışması gerekecektir.

Aylar sonra Resnick bir gün Jacqueline Kennedy’nin eski resimlerine boş gözlerle bakmaktadır. Fakat bir şey dikkatini çeker. Satın aldığı inci kolye Jacqueline’nin çoğu zaman taktığı bir kolyedir. Özel günlerde, alışverişte, çocuklarıyla oynarken hep bu kolyeyi takmaktadır. İşte o anda Resnick’in aklına dahiyane bir fikir gelir: Kolyenin replikasını yapmak!

Gümüş klipsliden zirkonluya, ipek kordonludan lakelisine kadar kolyenin 17 farklı çeşidini yapar ve satışa sunar. Sadece sahte bir kolyeye 211.000 dolar veren ilk kişi değil, aynı zamanda sahte bir inci kolyenin sahtesini de yapan dünyadaki ilk kişidir Resnick. Fakat sonuç inanılmazdır. İnsanlar bu taklit kolyenin, gerçek sahte kolyenin birebir aynısı olduğunu bildikleri için kolyeye hücum ederler. Resnick kısa bir süre içinde bu satışlardan 3 milyon dolar kazanır.

İşte Vikram Pandit’in görevine son verilmesine neden olan başaramadığı iş budur. Citibank’ın aktifleri tıpkı Kennedy’nin kolyesi gibi değersizdir. Krizin yarattığı erozyon maalesef Citibank’ın aktifindeki varlıkları değersiz ve satışı zor hatta imkansız hale getirmiştir. Vikram Pandit’in görevi bu değersiz varlıkları tekrar satmaktı. Pandit, göreve başlar başlamaz bankanın aktifinde yer alan değersiz menkul kıymetleri satmak için dahiyane bir yol bulmuştu. Menkul kıymetleri ilave sigorta ile yeniden paketleyip tıpkı yeni bir menkul kıymetmiş gibi satacaktı. Üstelik bu menkul kıymetlere yatırım yapılabilir rating bile veriliyordu. “Re-remics” adı verilen bu işlemle değersiz varlıkların birebir kopyası yapılmıştı aslında. Fakat sonuç beklenildiği şekilde olmamıştı. Yatırımcılar bu varlıklara bir kere güvenlerini kaybettikleri için satın almayı pek istememişlerdi. Sonuçta da banka maalesef aktifindeki bu sorunlu varlıkları elinden çıkarmayı başaramamıştı.

İşte Vikram Pandit’in başaramadığı şey aslında Resnick’in başardığı şeydi. Pandit, sahte inci kolyelerin taklitlerini maalesef satmayı başaramamıştı. Öyleyse Citibank için şu anda düşünülmesi gereken tek bir şey var: Bu sahte inci kolyeler ne olacak?

16 Ekim 2012 Salı

Piyasalar milli maç izler mi?

Piyasaların etkin olduğunu söylemek kadar gelecekteki fiyatların bugüne indirgenmiş halini yansıttığını söylemek de pek ispat edilebilir kanıtlar içermeyecektir. Hisse senedi fiyatlarındaki ani değişimlerin gelecek dönemlerdeki nakit akışlarının bugüne indirgenmiş hali olduğunu söylemek hava sıcaklığının bugün 50 dereceyken yarın -55 derece olmasını mantıklı görmekle aynı anlama gelecektir. Bu da pek mantıklı değildir sanıyoruz.

Etkin piyasacılar, ekonominin temel değerleri ve gelecekteki fiyatlar arasında daha ılıman bir görüşe inanırlar. Onlara göre son üç yüz yıldır hisse senetleri rastlantısal bir hareket göstermemiştir ve ekonomik gelişmelere paralel hareket etmiştir. Fakat piyasaların her durumda rasyonel olduğuna kanıt getirecek argümanları da maalesef açıklıkla ortaya koyamamışlardır.

Peki piyasaların rasyonel olduğuna tam olarak ortaya koyamazken irrasyonel olduğunu koyabilir miyiz? Şüphesiz ki bu soruya da verilecek yanıt hayırdır. Piyasaların her zaman rastlantısal olduğunu söylemek de pek mümkün görünmemektedir. Fakat bir şeyi açıklıkla ortaya koyabiliriz. Piyasaların öngörülmezliği insanların öngörülmezliğinden daha fazla değildir.

Bunu matematiksel olarak ortaya koyamayız elbette ama davranışlar ekseninde açıklayabiliriz. Örneğin piyasaların milli maç seyredip seyretmediğini öğrenmek için yapmamız gereken insanların milli maç seyredip seyretmediğine bakmaktır. Nasıl mı?

Alex Edmands, Diego Garcia ve Qyvind Norli adlı üç ekonomist 2007 yılında bir makale yayınlarlar. Makalede 39 ülkenin milli maçlarının sonuçlarını ve ertesi gün borsanın verdiği tepkileri karşılaştırırlar. Hem etkin piyasa, hem de rassal piyasa bakış açısıyla bakıldığında milli maçlar sonrası alınan skorların, hisse senedi borsalarında belli bir hareket oluşturmaması gerekir. Peki nasıl olmuştur dersiniz?

Ortaya çıkan sonuç duyguların piyasaları nasıl etkilediğinin açık bir göstergesidir. Futbol maçlarındaki mağlubiyetler sonrası ülke borsalarının ekonomik ve istatistiki olarak değer kaybettiği görülmüştür. Yani hem endeks hem de işlem hacmi düşüş göstermiştir. Örneğin dünya kupaları eleme maçlarını kaybeden ülkelerin hisse senedi endeksleri ortalamadan 38 baz puan daha fazla düşme göstermiştir. Aynı belirgin yön kazanılan futbol maçlarından sonra da ortaya çıkmıştır. Demek ki duygular piyasalara etkin ve rassal etkilerden daha fazla yön vermiştir.

Milli maç tutkularını istatistiklere yansıtan en duygusal ülkelere gelince kazanılan maçlarda Almanya, kaybedilen maçlarda Belçika’nın olduğu görülmektedir. Almanların hisse senedi endeksleri kazandıkları maçlar sonrası ortalamadan 54 baz puan daha fazla artarken, Belçikalıların ise kaybettikleri maçlardan sonra ortalamadan 31 baz puan daha fazla düşüş gösterdikleri görülmektedir. Kazandıkları milli maçların ertesi günü hisse senetlerini Almanlardan sonra en çok arttıran ülkeler ise sırasıyla İtalya, Hollanda ve Fransa’dır. Kaybettiklerinde en fazla üzülen ve bunu hisse senetlerine yansıtan ülkeler ise Hollanda ve İngiltere olmuştur.

Sonuçlar Türkiye açısından da incelendiğinde pek farklı değildir. Türkler de milli maç duygularını ertesi günkü hisse senedi piyasasına yansıtabilmeyi başarmışlardır. Kazandıkları maçlardan sonra endeksler ortalama değerlerden 12 baz puan daha fazla artarken, kayıplarda ortalamadan 13 baz puan daha fazla düşüş göstermiştir.

Piyasaların milli maç skorlarını tahmin edebildiğine yönelik bir kanıta henüz ulaşabilmiş değilsek de sonuçlarını piyasalara yansıtan bir davranış içinde olduğumuz açıktır. Piyasaların etkin olduğuna inananlar ile rassal olduğuna inananların kavgası devam ederken davranışçılar piyasaları yönlendirmeye devam etmektedirler.

Şimdi tekrar soralım: Acaba bu gece piyasalar milli maç seyredecek mi?

15 Ekim 2012 Pazartesi

Dumansız sigarayı kim içer!?

IMF Başkanı Lagarde büyük merkez bankalarının piyasaya sürdükleri likiditenin balon riskini arttırdığını söyledi. Gelişmiş ülkelerdeki parasal genişlemenin gelişmekte olan ülkelerde aşırı ısınmaya ve varlık balonun oluşmasına neden olacağını belirterek, gelişen büyük akımların absorbe edebilmek için gelişmekte olan ekonomilerin kurlarında özellikle de dolar karşısında direnç oluşturma çabasının balonları tetikleyeceğine dikkat çekti. Yani dahi basitçe söylersek dalgalı kur rejiminin doğal risklerinden olan kur savaşlarının yeniden başlayacağını söylemiş oldu.

Merkez bankalarının piyasalara sürdüğü likidite, kısa süre içinde gelişmekte olan piyasalara doğru yönlenip para kazanma içgüdüsüne sahiptir. Fakat paranın büyüklüğü güçlü bir döviz dalgası yaratacağından gelişmekte olan ekonomilerin bu dalgalara dayanması zor olacaktır. Fakat burada üzerinde durulması gereken konunun bu stratejik tarafı değildir. Lagarde’ın nasıl bir çözüm önerdiğidir. Lagarde, sanki büyük merkez bankalarının piyasalara para enjekte etmekten başka seçenekleri varmış gibi yapılanın tehlikeli olduğunu savunmaktadır. Evet, şüphesiz kur savaşları özellikle ihracatçı ülkeler için yeniden başlayacaktır ama bu sonuç parasal gevşeme yapılmamasından daha kötü bir sonuç değildir. Yani daha basit söylersek Lagarde dumansız sigara önermektedir.

Hem sigara içenlerin hem de içmeyenlerin en büyük şikayeti sigaranın dumanıdır. İçmeyenleri pasif içici durumuna sokup sağlıklarını etkilerken, içenlerin de ellerine, saçlarına ve giysilerine sinerek hoş olmayan bir durum yaratır. Müşterilerinin hassasiyetlerini (!) yakından takip eden sigara firmaları bu yakınmalara kulak verirler. Yapılan anketler herkesin dumansız sigara istediğini ortaya koyar. Firmaların iştahı daha da kabarır. Sonunda içlerinde biri, dünyanın en büyük ikinci sigara üreticisi R.J.Reynolds, dumansız sigara geliştirme fikriyle 90’lı yılların başlarında ortaya çıkar. Bu şahane fikre 325 milyon doları bir anda yatırır ve sonunda “Premier” marka dumansız sigarayı yaratır.

Sigara bir devrim olarak pazara sunulur fakat sonuç kabus gibidir. Dört ay içinde satışlar sıfıra iner. Şirket pes etmez ve 125 milyon dolar daha harcayarak ürünü geliştirir. “Eclipse” adlı yeni bir dumansız sigara sürülür piyasaya bu kez. Fakat sonuç yine değişmez. Birkaç ay içinde satışlar sıfıra iner. Peki ama bu neden olmuştur? Herkes dumansız sigarayı bu kadar isterken, yapılan araştırmalar böyle bir sigara üretilirse satışların çok yüksek olacağını söylerken, neden şimdi kimse dumansız sigarayı satın almamaktadır?

Gerek müşteri talepleri, gerekse anketler başta dumansız sigaraya talep olduğunu gösterse de irrasyonel insan davranışları burada da kendini göstermiştir. Sigara insana her zaman duyumsal bir deneyim sağlar. İnsanlar içtikleri sigaranın tadının kötü olduğunu düşünseler de kötü olduğunu söylemezler. Bu nedenle dumansız sigaranın yaşanan deneyimi ortadan kaldırması insanları rahatsız etmiştir. Bu deneyim o kadar değerlidir ki dumansız sigarayla asla değişilemez. İşte R.J.Reynolds’un göremediği şey buydu: İnsanlar sigarayı zaten dumanı için içiyorlardı!

Tıpkı 2007’den bu yana büyük merkez bankalarının yaptığı gibi. Merkez bankaları krizin başından bu yana piyasalara trilyonlarca dolar para sürdüler. Onların bu alışverişten beklediği tek bir şey var. Piyasalara enjekte edilen paranın ülkelerin stabil kur hesaplarını bozarak onları harekete geçirmesi ve piyasalara daha fazla müdahale etmeye zorunlu kılması. Böyle bir durumda güçlü ihracatçılar güçlerini kaybederken, piyasaya para süren büyük merkez bankalarının olduğu büyük ekonomiler ihracat güçlerini yeniden kazanacaklardır. İhracat güçlerini kaybetmek istemeyen küçük ülkeler de bu duruma tepki vererek onlar da savaşa girecekler ve piyasalara kendi lehlerine olacak şekilde müdahale etmeye başlayacaklardır. Yaşanan savaş ve piyasalara sürekli müdahale yatırımcı iştahını arttıracak, onları da bu savaşın içine çekerek daha fazla yatırım yapmaya yöneltecektir. Hırs arttıkça kar etme isteği de artacak böylece piyasalarda yaşanacak parasal genişleme ile küresel ekonomi rahat bir nefes alacaktır.

Lagarde dumansız sigarayı önerse de gözden kaçırdığı bir şey var: Şu ortamda dumansız sigarayı kimse içmez!

14 Ekim 2012 Pazar

Çıkma tekliflerine hayır demeniz değerinizi arttırır mı?

Geçen haftanın gündemini meşgul eden konulardan biri İspanya’nın ekonomik yardım istemediğini söyleyen açıklamalarıydı. Birçok yatırımcı bu duruma anlam vermekte güçlük çekti. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu ekonomik görünümün pek iç açıcı olmadığı ortada. Peki ama böyle bir durumda İspanya hükümeti yardım istemediğini neden ısrarla vurguluyor dersiniz?

Bu konuyu davranışlar boyutuyla ele alan ve arka planındaki duygusal karar mekanizmasının nasıl işlediğini ortaya koyan bir araştırma dünya medyasında henüz yazılmadığı için gelin bunun nedenlerini hep beraber bulmaya çalışalım. İspanya hükümeti neden yardım istemedi?

Sosyal davranışların ekonomiyi, ekonominin de sosyal davranışları etkilediği artık günümüzde herkesin bildiği bir olgudur. Diyelim ki bir çıkma teklifi aldınız fakat bu randevuya gidip gitmeme konusunda tereddüt duyuyorsunuz. Teklifin geldiği kişiyi de henüz çok yakından tanımadığınız için meşgul olduğunuz izlenimini yaratacak bir yanıt veriyorsunuz ve randevuya gidemeyeceğinizi söylüyorsunuz. Hem zaman kazanıp hem de değerinizin artacağını düşünüyorsunuz. Peki, bu düşünce sizce ne kadar doğru?

Böyle bir yanıtı veren bayan çalışmıyor ya da yöneticilik gibi zaman zaman düzensiz mesai gerektiren bir işte çalışmıyorsa randevuya “meşgulüm” yanıtı vermesi biraz tuhaf olacaktır. Çünkü oyun teorisi belki de herkesin anladığı tek Nobelli ekonomi teorisidir. Karşı taraf yanıtın inandırıcı olmadığını kolayca anlayacaktır. Oyun teorisinden biraz daha anlayanlar ise gerçekten meşgul olanların randevularını son dakikada iptal edeceklerini de bileceklerinden sizin birkaç gün önceden vereceğiniz olumsuz yanıt yine inandırıcı olmayacaktır. İnandırıcı olmayan bir karar verdiğiniz için o andan sonra karşı tarafı kararınıza inandırmanız da pek kolay olmayacaktır. Fakat yine de bu sahte karar size önemli bir şey kazandıracaktır. Gereksiz bir kişiyle kısa ve maliyetli bir ilişki yaşamayacak, yaptığınız bu eliminasyonla güvenilir insanlarla evliliğe yönelik ilişkiler geliştirme olasılığınızı arttıracaksınız.

Şimdi gelin randevu talebine verilen bu sahte “Hayır!” yanıtının doğasını biraz daha kurcalayalım. Nobel ödülü almış bir teori olan perdeleme etkisi (shielding effect) oldukça basit bir fizik gerçeğini ortaya koyar. Çekirdek, etrafında dönen bir elektronu kendine doğru çekecektir. Çünkü çekirdek proton denen artı yüklü parçacıkları içerdiği için eksi yüklü parçacıklar olan elektronları “farklı yükler birbirini çeker” ilkesi gereği kendisine doğru çekecektir. Elektronlar çekirdek etrafında farklı yörüngelerde hareket ettiklerinden dış yörüngedeki bir elektron, eğer önünde iç yörüngede hareket eden farklı bir elektron varsa çekirdek tarafından çekilemeyecektir. Çünkü öndeki elektron onun çekim alanını kapatmış olacaktır. Şimdi bu teoriyi yukarıdaki randevu talebi örneğine uyarladığımızda, randevu talebine verilen meşgulüm yanıtının öndeki bir elektron olduğu ve arkadaki elektronun “sana güvenmiyorum” yanıtını perdelediği kolayca anlaşılabilecektir.

İşte İspanya hükümetinin “yardım istemiyoruz” yanıtı da aslında öndeki elektronun arkadaki elektronu kapatarak çekim gücünü azaltmak istemesi amacını taşımaktadır. Çünkü çekim gücü önü kapatılarak azaltılan elektron, ülkenin bankalarının yüz milyarlarca dolarlık sermaye ihtiyacını, ülkenin yüz milyarca liralık borcunu ve ülkenin %25’ler seviyesindeki işsizlik oranını perdelemektedir. Bu tablo gösterildiği sürece gelecek yardım tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi kısa süreli ve yüksek faizli olacaktır. Yani uzun vadeli bir evlilik değil, kısa bir gönül ilişkisi yaşanacaktır. Bu nedenle de İspanya Hükümeti akıllıca davranarak bir gecelik ilişki değil, evlilik istediğini göstermiş olmaktadır.

İspanya’nın bu kararının bir miktar yatırımcı desteği sağladığı anlaşılıyor. Hazine verileri yabancı yatırımcıların ülkeye döndüğünü söylüyor. Fakat bu gelişmeyi oyun teorisinden hiç anlamayanların düştüğü bir tuzak olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Çünkü bir çıkma teklifine verilen “meşgulüm” yanıtı zaten sizin herhangi bir gizli sebepten dolayı uygun olmadığınızı göstermek için tasarlanmıştır. O nedenle oyun teorisi olan biri tarafından kolayca anlaşılması doğaldır.

Öyleyse şimdi yeniden düşünelim: “Yardım teklifine hayır demek İspanya’nın değerini arttırır mı?..”

13 Ekim 2012 Cumartesi

Ho’oponopono tekniğini sen de öğrenmelisin!..(Paranormal tuzağa nasıl düştük?)

Dünyanın en büyük tahvil-bono fonu PIMCO’yu yöneten Bill Gross bu yılın başlarında piyasalar ve ekonominin “paranormal” davrandığını söylediğinde pek itibar görmemişti. Fakat şu ana kadar küresel krizde gelinen nokta, bu nitelendirmeyi son derece haklı çıkarıyor. Avrupa Birliği ve ABD kaynaklı görüntüler, paranormal piyasa aktiviteleri gerçekleştiği düşüncesini güçlendiriyor.

Makro verilerin giderek daha fazla olumsuz gelmeye başladığı böyle bir dönemde hisse senetlerinin daha fazla yükseleceğini düşünmek ne kadar doğru. Fakat yatırımcılar yükselişin süreceğine büyük bir inanç duyuyorlar. Bunun normal olduğunu söylemek oldukça zor. Avrupa ve ABD Merkez Bankalarının son birkaç yılda bilançolarına ekledikleri borç miktarı on trilyon doları geçmiş durumda. Avrupa Birliğinin borçlu ülkelerinin borç stoku ise hala artmaya devam ediyor. 2007 yılında borç krizi denilip çözülmesi için harekete geçilen kriz, o günkü borç stokunun katbekat üstünde bir borç seviyesi yaratmış durumda. İşte böyle bir ortamda herkes iyimserliğini muhafaza ediyor. İyimserlik her zaman için güzel ve faydalı bir duygu. Ama piyasalar içindeki aşırı iyimserliğin, paranormal aktivitelerin hakim olduğu bir ortamda nasıl yeşerdiği üzerinde durulması gerekiyor. Son derece zeki, bilgili ve akıllı yatırımcılar, her gün kimsenin aklına gelmeyecek fikirler sonucu yarattıkları kararlarla piyasalara şekil verirken, aynı zamanda bu paranormal tuzağa nasıl düşüyorlar?

Şu günlerde kitap sitelerinde çok satanlar listelerine bakanlar Beki İkala Erikli adlı yazarın “Meleklerle Yaşamak” adlı kitabını görmüşlerdir mutlaka. Yazar kitabında Ho’oponopono tekniği ile meleklerle nasıl iletişim kurulacağını anlatıyor. İlgilileri mutlaka okuyacaklardır ama okumayan kaldı mı diye de merak ediyor insan. Çünkü kitap 100’den fazla baskı yapmış durumda. Gerçekten şaşırtıcı. Peki ama bu paranormal tutkusu nereden geliyor ve piyasaların içine kadar nasıl girmiş?

Bakışlarıyla kaşığı büken Uri Geller ve ufoların hangi saatte nerelerde görülebileceğini söyleyen Muhteşem Kreskin (George J.Kresge)’in dünyayı şoke eden ESP (duyu dışı algılama) gösterilerine 2000’li yıllara kadar herkes inanmıştı. Sigmund Freud’un akrabası olduğunu iddia eden Uri Geller, çatal kaşık bükmeyle başladığı gösterilerini işi harita üzerinde maden bulmaya kadar götürmüştü. Muhteşem Kreskin ise aynı dönemlerde seyircilere verdiği bir çekin kimde olduğunu bulmak ve ufoların iniş saatlerini bildirmekle meşguldü. İnsanlar artık dünyayı paranormal görmeye başlamışlardı. Fizik kuralları romantik şarkıların sözleri olmaktan öteye geçemiyordu. Akıllar tam anlamıyla tutulmuştu. Üniversite öğrencileri derslerde fizik öğretmenlerine bu paranormal olayların nasıl gerçekleştiğini sormaktaydılar. İşte tutulan akılları silkeleyen şey de o anda gelmişti.

1999 yılında David Marks ve Richard Kaman adlı iki bilim adamı The Psychology of the Psychic (Fiziğin psikolojisi) adlı bir kitap yazarlar. Fakat kitabı kendi yayın evlerine değil de, paranormal olaylar üzerine kitaplar yayınlayan 40’a yakın yayınevine gönderirler. Yayınevlerinin hepsi kitabı yayınlamayı reddeder. Bu yazarların beklediği bir durumdur ve kitabın da deneysel bir parçasıdır. Ardından yazarlar kitabı kendi yayınevlerinden yayınlarlar. Kitap psişik güçleri olduğunu söyleyen Uri Geller gibi kişilerin sihirbazlık yeteneklerini ortaya dökerek halkı nasıl kandırdıklarını anlatmaktadır. Fakat bundan daha önemlisi üniversitelerde yapılan araştırmaları ortaya koymaktadır. Üniversitelerin fizik, ekonomi ve psikoloji bölümlerinde okuyan öğrenciler üzerinde yapılan bir araştırma tüm gerçeği açıklamaktadır. Öğrencilerin %97’si paranormal olaylara inandığını söylemektedir. Bu oran halkın konuya bakış açısını da fazlasıyla açıklamaktadır.

Bugün psişik güçleri olduğunu söyleyen herkesi, eski bir sihirbaz olan James Randi davet etmektedir. Ve eğer herhangi bir paranormal, doğaüstü veya okült bir güce sahip olduğunu bilimsel testler altında kanıtlayan kişiye de 1 milyon dolar vermeyi taahhüt etmektedir. Ama ne yazık ki bugüne kadar henüz kazanan çıkmamıştır. Yine de tüm bunlardan sonra insanlar artık fizik kuralları ile düşünüyorlar diyebilir miyiz sorusuna vereceğimiz cevap maalesef koca bir “Hayır” olacaktır.

Bugün piyasalara baktığımızda paranormal aktiviteleri yorumlayamama yeteneğimizin içgüdüsel olduğu ve kolayca değişmeyeceği rahatça söylenebilir. Öyleyse belki Ho’oponopono tekniğini biz de öğrenmeliyiz.

12 Ekim 2012 Cuma

Bir sevgiliniz varken yenisini bulmak neden daha kolaydır?

Perakende devi Carrefour, Avrupa’nın büyük bankaları Credit Agricole ve Societe Generale’den sonra Coca Cola da Yunanistan’ı terk ediyor. İşsizlik %25’lerin üzerine çıkmış durumda. Ülke büyük bir kaosa doğru hızla ilerliyor. İlk bakışta ülkenin bozulan ekonomisi şirketlerin kaçışında etkili oluyor diye anlaşılabilir. Fakat bu rasyonel bir açıklama. Acaba daha derinlerde irrasyonel bir gerçek olabilir mi? Sizce küresel dev şirketler neden birer birer ülkeden ayrılıyorlar?

Piyasalar gerçekten anlaşılması zor yerlerdir. Ama insan duygularını anlayabilmek çoğu zaman piyasaları anlayabilmekten daha zordur. Şu soru birçoklarına oldukça aşina gelecektir. Özellikle sevgilisi olan erkekler açısından daha fazla geçerli olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Bir sevgiliniz varken yeni bir sevgili bulmanız neden daha kolaydır?

Etik dışı bir davranış olarak değerlendirilmesi böyle bir olgunun varlığını değiştirmez. Evet, tecrübe edenlerin de iyi bildikleri gibi yeni bir sevgili bulmada hiç sevgilisi olmayanlar, olanlara göre daha az şanslıdır. Rasyonel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde tam tersinin doğru olması gerektiği düşünülebilir. Ama inanın bu hiç doğru bir çıkarım değildir. Neden mi?

İrrasyonel olarak algılanabilir ama bir kadının (veya bir erkeğin), sevgilisi olan bir erkeği (veya kadını) olmayana tercih etmesi oldukça doğru bir davranış şeklidir. Çünkü temelinde son derece önemli başka bir fenomen yatar. Birisinin dış görünüşüne bakarak onun iyi biri olup olmadığını anlamak mümkün değildir. Ama eğer güzel bir kadın bir erkeğin sevgilisiyle, o zaman kadınlar şöyle düşünürler: “Erkekler güzel kadınların peşinden koşar. Eğer bu güzel kadın bu erkeğin sevgilisiyse demek ki erkek iyi ve güvenilir biridir.”

Bu durum sosyolojinin Matthew etkisi dediği durumdur. Zengin daha çok zenginleşir, fakir daha çok fakirleşir! İlk kez sosyolog Robert Merton’un ortaya koyduğu bu fenomen ekonomik hayatta da piyasaların nasıl işlediğini oldukça iyi anlatır. Bugün Yunanistan gerçeğinde olduğu gibi.

Bugün Yunanistan’dan kaçan firmalar daha on yıl önce bu ülkeye girmek için can atıyorlardı. Çünkü ülkenin ekonomik büyümesi onları cezbediyordu. Başta Avrupa Birliği olmak üzere, ABD ve Rusya Yunanistan için adeta deliriyordu. Herkes onların yanındaydı. Goldman Sachs bile ülkenin yanında olabilmek için yaptığı muhasebe hileleriyle kendinden geçmişti. Fakat şimdi Yunanistan’ın yanında kimse yok. Avrupa Birliği desteğini çekmiş durumda. Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Dünya Bankası bir telefon yakınlıkta değiller artık. Ülkeye para verecek kimse yok. Öyleyse şu soruyu sorabiliriz artık: Böyle bir sevgiliyi kim ister?

Elbette kimse istemeyecektir. Bugün şirketlerin Yunanistan’dan kaçışının temel sebebi de budur işte. Artık Yunanistan yalnız bir insan! Eğer kısa zamanda kendisine Avrupa Merkez Bankası, IMF veya Avrupa Birliği gibi bir sevgili bulamazsa, gelecek yıllarda da yalnız kalmaya mahkum gibi görünüyor.

11 Ekim 2012 Perşembe

Cips yerken sizi de kimse izlemiyor mu?

Yunanistan, İspanya, Portekiz ve diğer küçük birçok Avrupa ülkesinde yaşanan ve bir türlü çözümlenemeyen borç krizinin ardından Almanya asıl suçlunun bu ülkeler olduğunu her defasında vurguluyor. O nedenle de Avrupa Merkez Bankasının kapılarını çoğu zaman kapatma gereksinimi duyuyor. Birçokları da Almanya gibi düşünüyordur mutlaka. Borçla yaratılan refah Birlik ülkelerini uzun bir süre huzur içinde yaşatmıştı. Fakat sonrasında kaçınılmaz son gelmişti. Yaratılan refahı bu ülkeler paylaştığına göre borcu ödemesi gerekenler de onlardı. Şüphesiz bu rasyonel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde kulağa son derece hoş geliyordu. Ekonomik hayat artık rasyonel bir davranış göstermediğine göre, suçlu olarak krizdeki Birlik ülkelerini görmek pek doğru olmayacaktır. Öyleyse suçlu kim?

George Crum, William Tappendon ve Laura Scudder adlarını duyanların olduğunu pek sanmıyorum. Her üçü de gıda sektörüne yaptıkları büyük inovasyonla hayatımızı her hafta en az birkaç kere renklendirmeyi başaran insanlardı. Yarattıkları bu büyük yenilik sayesinde de zengin bir hayat sürmüşlerdi. Gıda sektöründe yarattıkları devrimle hayatımızı değiştiren bu üç kişinin aslında bulduğu şey çok basitti: Patates cipsi!.. Peki, milyarlarca dolarlık bir sektörü yaratan bu insanları bugün neden tanımıyoruz dersiniz?

George Clum, 1853 yılında patates cipsini ilk bulan kişiydi. New Yorklular dükkanının önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Herkes cips denen bu patates atıştırmalığına hayran olmuştu ama yıllar geçtikçe Clum’un adını hatırlayan pek yoktu.

1895 yılına geldiğimizde William Templeton adlı işadamı sadece lokantalarda satılan bu cipslerin dükkanlarda da satabileceğini düşündü. Teneke kutulara cipsleri koyarak dükkanlara dağıttı. İnsanlar teneke kutulardaki cipslere de bayılmışlardı. Templeton köşeyi dönmüştü ama onun adını da birkaç yıl sonra herkes unutmuştu.

1920’lerde Laura Scudder adlı girişimci kısa sürede bozulan cipslerin daha uzun süre raflarda kalabilmesini sağlayacak bir yaratıcılık göstererek büyük paralar kazanmıştı. Cipsleri uzun süre bozulmayacak şekilde ambalajlayarak cipsin bugüne uzanan görüntüsünü yaratmıştı. Bugün birçok keyif ve sıkıntı anımızda çok şey borçlu olduğumuz Scudder’i de maalesef birkaç yıl sonra herkes hatırdan silmişti.

Cipsin keşfedildiği tarihten 150 yıl sonra canımız her cips çektiğinde hatırladığımız tek kişi 1932 yılında kapı kapı dolaşarak gıda satan 24 yaşındaki Herman Lay’den başkası değildir. Peki ama cipsin yaratıcılarını hatırlamazken bu basit satıcıyı neden hatırlıyoruz dersiniz?

Herman Lay evinde ürettiği cipsleri satılması için dükkanlara veriyordu. Fakat ardından son derece irrasyonel bir şey yapıyordu. Dükkanlarda bekleyerek cipsleri yiyenleri izliyordu. Sonra da onlara cipsleri nasıl bulduğunu soruyordu. Müşterilerin verdikleri cevapları dinliyor ve ürününü beklentilere göre yeniden düzenliyordu. Herman Lay, bir gün yine cips yiyen müşterileri izlerken çok tuhaf bir şey fark etti: Müşteriler cipsi yerken cipsin çıkardığı çıtırtıya kulak vermekte ve bu sesin verdiği hazdan mutlu olmaktaydılar. İşte o an Herman Lay ne yapması gerektiğini anlamıştı. Aslında tüm sihir çıtırtıdaydı. 3 büyük kaşifin göremedikleri şey buydu. O gün dünyanın en büyük cips markalarından biri olan Lay’s dünyaya merhaba demişti.

Bugün Yunanistan’ı, İspanya’yı ya da Portekiz’i suçlayanlar tıpkı George Crum, William Tappendon ve Laura Scudder’in yaptıkları hatayı yapmışlardı. Bu ülkeler sınırsız borç yaratırken, Avrupa Birliği’nin tepesindeki Almanya ve Avrupa Merkez Bankası, herkesin afiyetle yediği bu paraların nasıl yendiğine hiç bakmamıştı. Eğer Herman Lay gibi biri çıkıp büyük bir bolluk içinde krediyle elde edilen bu paraları yiyen ulusları izleyebilseydi, her ısırıkta küçük bir çıtırtı duyabilecekti. Çünkü her ısırık borca atılan bir adımdı. Sonrasında da bu kadar çok çıtırtı aynı anda olursa büyük bir çatırdamaya dönüşebileceğini kestirebilirdi. Çünkü bu kadar kredinin bir gün ödenmesi gerekecekti. Ve belki de bu gidişin çok tehlikeli olduğunu o zamandan anlayabilir ve dur diyebilirdi. İşte, o gün yenilen kredilerin ödeme günü sonunda gelmişti.

O nedenle bugün Avrupa Birliğini temsil eden Almanya ya da Avrupa Merkez Bankasının bu ülkeleri suçlaması hiç adilane değil. Çünkü eğer başarılı olmak istiyorsan Herman Lay gibi herkesin neyi nasıl yediğine bakmak zorundasın.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Bozulmayan aşıyı ne zaman buluruz?

ABD’nin işsizlik oranının Eylül ayında %8,1’den %7,8’e düşmesi rakamlarla oynandığı yönündeki şüpheleri arttırmış görünüyor. İstatistiğin ne kadar büyülü bir dünyası olduğunu bilenler gerçekten rakamlarla oynanmış mı diye genelde pek merak etmezler. Çünkü onlar rakamlarla her zaman oynanabileceğini bilirler. Peki ya diğerleri?.. İstatistik ve ekonomiden hiç anlamayanlar işsizlik oranlarının gerçekten düştüğünü nasıl anlayacaklar öyleyse?

Fed’in son beş yıldır tüm politikaları işsizliği arttırmak üzerine. Piyasalar iyi olduğu sürece insanların da işlerine devam edeceği rasyonel bir gerçek. O nedenle piyasalara ne kadar çok para enjekte edilirse piyasalar o kadar rahat olacak, milli gelir harcamaların etkisiyle artacak ve işsizlik oranları da ticaretin artması dolayısıyla bir miktar düşecek. Bu rasyonel zincirleme reaksiyon aslında büyük bir yanılsama içeriyor. Çünkü bu yaklaşım işsizlik problemini uzun vadede çözemez. Neden mi?

2000’li yılların ortalarına kadar ilaç firmalarının araştırma giderlerinin önemli bir kısmını aşıların sıcak ortamlarda bozulmaması için yapılan harcamalar oluşturuyordu. Dünyada 1,5 milyar insan soğutucu bir cihaza sahip değildi ve bu aynı zamanda onların aşıya da erişemedikleri anlamına geliyordu. Fakat ilaç şirketleri ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, aşıların yüksek sıcaklıklarda bozulmadan kalabilmesini sağlayacak bileşimleri yaratamamışlardı.

Adam Grosser bir mühendisti ve aşılardan da hiç anlamıyordu. Fakat onun zaten aşıyla hiçbir işi yoktu. Probleme baktığında gördüğü şey insanların buzdolabı alamayacak kadar yoksul olduğu ve alsalar bile elektriklerinin olmadığıydı. Stanford üniversitesinde bir grup arkadaşıyla birlikte yaptıkları cihaz belki de uygarlık tarihini değiştirecek türdendi. Yarattıkları şey küçük bir termosa benziyordu ve görüntü itibarıyla önemli bir şeymiş gibi durmuyordu. Fakat cihaz tam bir mühendislik harikasıydı. Yanan bir ateşin üzerinde bir saatte şarj oluyor ve sonra bulunduğu yeri bir mini buzdolabına çeviriyordu. Grosser ve arkadaşları elle taşınan bir soğutucu yapmışlardı ve elektriğe ihtiyacı yoktu. Üstelik fiyatı da sadece 25 dolar civarlarındaydı.

Adam Grosser sadece probleme farklı bir açıdan bakabilmişti. Fakat bu açı, şu anda dünya ülkelerinin işsizlik oranlarını düşürmek için baktıkları açı değildi maalesef. Neden mi?

Hollanda’da 1959 yılında doğal gaz bulunması ile ülke yavaş yavaş zengin bir hale bürünmeye başlar. 1974 petrol kriziyle bu zenginlik tavana vurur. Milli gelir artar ve işsizlik düşmeye başlar. Ülke doğal gaz gelirlerinin büyük kısmını halkının refahı için kullanmaktan geri kalmaz. Hasta olup çalışamayan işçiler ömürlerinin sonuna kadar maaşlarını almaya devam ederler. Diğer yandan firmalar işçi çıkarmak istediklerinde devletin başka bir koruması devreye girer ve işçiler özürlü raporu alıp maaşlarını devletten çalışmadan almaya devam ederler. Bu süreçte hastaneler sağlıklı insanlara ömür boyu iş göremez ve özürlü raporu vermekten fazla mesai yapar duruma gelirler. Bunun sonucunda ortaya çıkan trajikomik tablo ise toplam iş gücünün %25’inin hasta ya da özürlü olduğudur. Fakat işsizlik rakamları oldukça düşüktü. Kimse ülkede ekonomik bir sorun olduğunu düşünmüyordu. Milli gelir artıyor ve herkes çalışıyor görünüyordu. Literatüre Hollanda hastalığı olarak geçen bu durumun fark edilmesi oldukça geç olmuştu. Artan milli gelir ülkede tarım ve üretim sektörlerinin durma noktasına geldiğini maalesef saklamıştı. Doğal gaz gelirleri üretim ve istihdamı bitirmişti.

İşte bugün ABD ve diğer birçok ülkenin içinde bulunduğu duruma bakıldığında, son beş yıl içinde merkez bankalarının piyasalara yaptığı müdahaleler, milli gelirin birçok ülkede artmasına neden olmuştur. Piyasaların yükselen yapısı ticaret sektörlerinin genişlemesine, satışların artmasına ve ekonominin büyümesine destek vermiştir. Hollanda’da doğal gazın yarattığı refahı bugün küresel ekonomide büyük merkez bankalarının piyasalara sürdükleri karşılıksız paralar yaratmaktadır. İşsizlik sigortaları, part time çalışanlar ve internet üzerinden elde ettikleri gelirlerle hayatlarını kazananların sayısının artması ile de işsizlik oranları düşüyor görünmektedir. Oysa biraz dikkatli bakıldığında bu gelişmiş ülkelerde tarım ve sanayinin durduğu açık şekilde ortadadır.

İşsizlik problemi merkez bankalarının piyasalara enjekte ettikleri para ile ticaret piyasalarının canlı tutulması sonucu çözülemez. Tarım ve üretim sanayi gibi, kişilerin ikamet ettikleri yerde çalışmalarını ve gelir elde etmelerini sağlayacak tedbirlerle çözülebilir. Üstelik bunları geliştirmenin maliyeti de piyasaları kurtarmak için akıtılan trilyonlarca dolardan daha azdır. Bu yapılamadığı sürece bir soğutucu yapmak yerine bozulmayan aşı bulmak için para harcamaya devam ederiz.

9 Ekim 2012 Salı

Finans ve hata eş anlamlı sözcükler mi?

16.yüzyıl ortalarında Muhteşem Süleyman’ın ülkesinden Hollanda’ya küçük ve kokusuz bir çiçeğin tohumları gönderilmeye başlanır. Bu çok özel çiçek kısa sürede lüks bir eşya ve statü göstergesi haline dönüşerek toplumun üst tabakalarında çok popüler olur. Lale soğanı fiyatları aniden aşırı derecede yükselir. Zenginliğin en büyük göstergesi sayılan laleler için büyük paralar ödenmeye başlanır. Yükselen lale fiyatlarının uzun dönemde sürdürülebilir olmayacağı gerçeği tarihin ilk büyük balonunun oluşmasına neden olur. Küçük ve kokusuz lalelere sahip olarak zengin olunduğunu düşünme yanılsaması, lale balonunun patlaması ile birlikte toplumun üst sınıflarında büyük bir çöküş yaratır.

Lale balonundaki zenginlik yanılsamasına kapılmayıp; ‘sahip olduklarının kendisi için yeterli olduğunu düşünenlerin gerçek zenginler olduğu’ gibi sanatsal tasvirler finans için bazen doğru yaklaşımlar olabilirler. Nasıl mı?..

Yatırım hesabınızda bulunan hisse senetlerinin değerinin 2 milyondan 1 milyona düştüğünü düşünün. Arkadaşınızın hesabındakilerinin değeri ise on binden yirmi bine çıksın. Arkadaşınızdan hala daha zengin olmanıza karşın arkadaşınız sizden daha mutludur. Bu matematiksel olarak irrasyonel görünse de herkes tarafından kabul edilen bir durumdur.

2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından geliştirilen Beklenti Kuramı (Prospect Theory) zenginliğin verdiği mutluluğun, zenginliğin düzeyinden değil, zenginliğin artışından geldiğini söyler. Yani zenginliğin artması mutluluk, azalması acı getirir. Fakat gerçek olansa buradaki ilişkinin izafi olduğudur. Arkadaşınızın kendini sizden daha mutlu hissetmesi zenginliğine bir kuruş bile eklemeyecektir ve hala size göre çok fakirdir.

Akışkanlar mekaniğinin yaratıcısı Daniel Bernoulli, para ve değer hissi üzerine ilk ilişkiyi geliştiren kişiydi. Söylediği hemen hemen şöyleydi. 1 liralık bir varlık artışının, serveti 10 lira olan kişi için yarattığı fayda ne ise; 2 liralık varlık artışının da serveti 20 lira olan biri için yarattığı fayda aynıdır. Bu yaklaşım son derece mantıklıdır. Çünkü servette %10’luk bir artış herkeste aynı psikolojik tepkiyi yaratır.

Klasik iktisat teorisi insanların karar alma süreçleriyle ilgili şu temel varsayımı savunur: Gelecek fayda, oluşacak maliyeti karşılayacak mı? Tüm yatırım kararları genellikle bu varsayım ekseninde şekillenir. Peki, gerçekten öyle midir? Beklenen fayda gerçekleşecek maliyetten büyükse her zaman yatırım kararı verir miyiz?

Bernoulli, bu soruların yanıtını St.Petersburg paradoksu adı verilen bir paradoksla açıklamaya çalışır. Paradoks şöyledir: Bir yazı tura oyunu oynanacak ve oyun, paranın ilk yazı gelişinde sona erecektir. Yazı ilk atışta gelirse oyuncu 2 lira kazanacak ve oyun bitecektir. İlk atışta tura gelir ikinci atışta yazı gelirse; oyuncu 4 lira kazanacak ve oyun sona erecektir. İlk iki atışta tura gelir üçüncü atışta yazı gelirse; oyuncu 8 lira alacak ve oyun sona erecektir. Yazı gelmediği sürece oyun devam edecek ve getiri her seferde iki katına çıkacaktır. Böyle bir oyuna katılım ücreti olarak ne kadar ödersiniz?

İşte paradoks bu soruda saklıdır. Çünkü beklenen değer denilen ve finansal kararlarımızın temel matematiksel dayanağını oluşturan kuram çok büyük miktarlarda giriş ücreti verilebileceğini ortaya koymaktadır. Şöyle ki; ilk oyunda 2 lira kazanma olasılığı ½ olması nedeniyle beklenen değer 1 (2x1/2), ikinci oyunda 4 lira kazanma olasılığı ¼ olduğu için beklenen değer 1 (4x1/4) ve üçüncü oyunda 8 lira kazanma olasılığı 1/8 olduğu için beklenen değer yine 1 olacaktır. Görüldüğü gibi beklenen değer her oyunda 1’dir ve bunun sonucunda toplam beklenen değerin sonsuza kadar gideceği açıktır. Beklenen değerin son derece yüksek olduğu böyle bir oyunda insanların çok büyük miktarda giriş ücreti yatırmaları beklenirken neden böyle olmaz?

Demek ki beklenen değer denilen, durumların olasılıksal toplamlarından meydana gelen matematiksel değer rasyonel karar verme süreçlerimizin temel dayanağı olamayabilmektedir. Bu noktada risk alma veya riski yorumlamadaki hassasiyetimizin devreye girdiği sanılmaktadır. St.Petersburg paradoksunu açıklayan en önemli çalışmalardan biri sayılan Kahneman ve Trevsky’nin Asya Hastalığı Problemi (asian disease problem), yanıtı karar verme şeklimiz ekseninde çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır. Asya hastalığı problemini yeniden uyarlayarak açıklamaya çalışalım: Tek doktoru olduğunuz kasabaya yeni bir salgın hastalığın yaklaştığını haber alıyorsunuz. Uzmanlar hastalığın kasabanızda 600 kişiyi öldürmesinin beklendiğini söylüyorlar. Sizden de salgınla mücadele etmek için önerilen iki programdan birini seçmenizi istiyorlar. Birinci programı seçerseniz 200 kişi kesin olarak hayatta kalacak. İkinci programı seçerseniz 1/3 ihtimalle herkes kurtulacak. Başka bir ifadeyle 2/3 ihtimalle kimse hayatta kalmayacak.

Soruyu beklenen değer bakış açısıyla yanıt arandığında her iki durumda da 200 kişinin kurtulacağı görünmektedir. Fakat deneye katılan doktorların %72’si birinci programı seçmiştir. Riskten kaçınmanın doğal bir sonucu olan bu yanıt St.Petersburg paradoksuna da yanıt olsa da deney burada bitirilmemiştir. Riski nasıl algıladığımızın yanıtını arayan deney, senaryosu biraz değiştirilerek başka bir grup doktor üzerinde yeniden yapılmıştır. Doktorlara, yukarıda sorulan sorudaki “hayatta kalmak” sözcüğü “ölüm” sözcüğü ile “kurtulanların sayısı” ifadesi de “ölenlerin sayısı” ifadesi ile değiştirilerek yeniden sorulmuştur: Birinci programı seçerseniz 400 kişi ölecektir. İkinci programı seçerseniz 1/3 ihtimalle kimse ölmeyecek, 2/3 ihtimalle herkes ölecektir.

Dikkatli bakıldığında her iki sorudaki birinci ve ikinci programların birbirinin aynısı olduğu görülebilir. Fakat doktorların verdiği yanıt oldukça şaşırtıcıdır. Bu kez doktorların %78’i ikinci programı seçmiştir. Görüldüğü gibi seçeneklerin sunuluş şekli, manipülasyon veya analiz yeteneği gibi bir dizi etken, risk algılamalarımızı ve dolayısıyla karar verme mekanizmalarımızı etkilemektedir. St.Petersburg paradoksundaki oyuna yüksek bir giriş ücreti ödemememizin altındaki neden de işte bu algılamalarımızdır.

Risk, çok değil bundan 20 yıl öncesine kadar sanayi toplumunda üretim ve varlığın yarattığı bir kavramdı. Bugün ise finansal toplum önce risk yaratmakta ve sadece bu riski başarılı yönetenlere varlık yaratmaktadır. İnsanların birçoğu riski sevmez gibi görünse de risk almayı eğlenceli bir oyun olarak görür. Risk, finansal sistem içinde istatistiksel ve matematiksel bir değer olarak hesaplanmakla birlikte aslında kişilerin olayları yorumlamadaki olumsuz bakış açılarının sübjektif derecesidir. Bu nedenle farklı kişiler tarafından farklı olarak algılanması normaldir. Diyelim ki bir oyunda katılımcılara hiçbir şey yapmadan 10 lirayı mı yoksa %50 ile şans ile 20 lirayı mı almak istersiniz diye sorulsa, riski sevenler ikinci öneriyi tercih edeceklerdir. Aslında istatistikte beklenen değer denilen, tarafsız ve son derece bilgili bir gözlemcinin dünyanın binbir türlü halini hesaplarmışçasına yaptığı değerlendirmede her iki durum da 10 liralık bir değere karşılık gelmektedir. Fakat riski seven %50 olasılığa kayıtsız kalarak 20 lirayı daha değerli görecektir.

Beklenen değer (expected value) kavramı ile ifade edilen olgu, matematiksel bir sonuç doğuran hayatın tüm bilinmezlikleri üzerine oynanan ve daima bir hata içeren oyunun aortudur. Herhangi bir oyuna girerken kişi o oyunun beklenen değerine bakar. Zihin bazen bir aritmetik, bazen içgüdüsel bir yanıtla beklenen değeri hesaplar ve eğer beklenen değer pozitifse oyuna girer. Diyelim ki 1 lira vererek katıldığınız bir yazı tura oyununda kazanmanız durumunda size 2 lira ödenecekse, risk alma sınırınız hesaba katılmadığı sürece bu oyuna girersiniz. Çünkü beklenen değer 1’dir ve bu da en azından oyunun maliyetine eşittir.

Beklenen değer, olasılık denilen ve 17.yüzyılda Fransız bilim adamı Pascal tarafından keşfedilen matematize edilmiş bir teoriye dayanır. İhtimal denilen geleceğin matematiksel hali, ilk insanın yaratılışından beri var olan bir olgu olmasına rağmen; geleceğin kader olmaktan çıkarılarak matematiksel şekline bürünmesi 17.yüzyılda gerçekleşmiştir. Chevalier de Mere adlı bir Fransız kumarbaz, dört atışta en az bir kez 6 gelmesi üze¬rine tasarlanmış bir zar oyunu müptelasıdır. Ama bir gün oyunun kuralını biraz değiştirirse daha fazla zengin olacağını farkeder. Düşündüğü oyun, 24 atışta bir kez düşeş (6-6) gelmesidir. Ama bu oyunu oynamaya başladıktan sonra daha fazla kaybettiğini görür. Bunun nedenini öğrenmek için büyük matematikçi Pascal’a başvurur. O ana kadar hiç kimse şans oyunlarının bilimle bir ilgisi olduğunu düşünmemiştir. Pascal konuyu araştırdığında şu gerçeği fark eder. Kumarbazın yeni oyundaki kazanma ihtimali matematiksel olarak eskisine göre daha düşüktür. Pascal’ın bu hesaplamayı yaparken kullandığı teori oldukça basitti: Gelecekteki bir kazancın şu anki değeri yani kişiye oyun oynanmadan önce ifade ettiği değer, onu elde etme şansının ta kendisidir. Başka bir deyişle olasılık ya da en modern haliyle söylersek beklenti.

İnsanların, beklenti teorisine karşı riski değerlendirdiklerinde risksizliği seçmeleri son derece doğal karşılanmalıdır. Diyelim ki %90 olasılıkla 10 lira ve %10 olasılıkla 20 lira kazanma şansı veren bir oyuna girmek yerine size 10 lira verilse ne yaparsınız? Burada çoğu insan 10 lirayı alıp oyuna katılmamayı tercih eder ama beklenen değer matematiği tam tersini söyler. Çünkü oyunun beklenen değeri 11 liradır (%90x10+%10x20) ve oyuna katılmak daha rasyonel bir karardır.

Kısacası işin içinde finans varsa hata da var demektir.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Ekmek almaya kim gidecek öyleyse?

Finansal piyasalar çoğu zaman etkin bir işleyiş mekanizmasına sahiptir ve hayata oldukça başarılı şekilde yön verirler. Fakat bazen de oldukça anlaşılmaz olabilirler. Piyasaların en anlaşılmaz özelliklerinden biri belli bir miktar kar uğruna çok büyük zararlar yaratabilmesidir. Yaratılan zararın çok küçük bir kısmı sadece kazanca dönüştürülür. Geri kalan büyük kısmı ise arkada büyük bir enkaz bırakır.

Diyelim ki zora giren bir şirket gördünüz. Fazla düşünmenize gerek yoktur. Açığa satış işlemi yaparsınız ve daha sonra hisseleri daha düşük fiyattan geri alarak önemli bir kazanç elde edersiniz. Ya da Lehman Brothers gibi bir şirket yakalayacak kadar şanslıysanız, daha büyük bir servet yaratabilirsiniz.

Diyelim ki bu sene havalar kötü ve buğday üretimi azaldı. Hedge fonlar gibi fazla düşünmenize gerek yoktur. Alabileceğiniz kadar buğday kontratı satın alırsınız ve buğday fiyatları yükseldiğinde de satarsınız. Epeyce büyük bir kar yaratmış olursunuz. Fakat hiçbir yatırımcı şu soruyu sorma cesaretini kendine göstermez: Bu karı elde etmek için ne kadar zarar yarattım? Ne dersiniz, yukarıdaki işlemler ile elde edilen gelirler sizce piyasalarda ne kadar bir zarar yaratmıştır?

Doğanın eşitlik kanununun burada da işleyeceğini düşünmek büyük iyimserlik olacaktır. Yani kazanç ve zarar birbirine eşit değildir. Peki öyleyse yanıtı nasıl bulacağız?

Amerikalı ekonomist Jeremy Rifkin Entropi adlı kitabında İngilizlerin kahvaltılık kızartma ekmeklerinin yaratılış hikayesini anlatır. Hikaye kısaca şöyledir: Buğday büyük kamyonlarla tarladan alınarak büyük fırınlara götürülür. Fırında arıtma ve beyazlatma işlemi yapılır. Beyazlayan un asıl besin değerini yitireceğinden niasin, tiyamin gibi kimyasal tatlandırıcılar eklenir. Daha sonra ekmeklerin bayatlamadan uzun süre dayanabilmesi için kalsiyum propinat gibi birçok kimyasal daha eklenir. Daha sonra ekmek pişirilir ve raf üzerinde göze çarpması için çeşitli renklerdeki kutulara konur. Kutu ve ekmekler petrokimyasallardan yapılan torbalara yerleştirilir. Ardından farklı bir kimyasalla yapılan plastik bir bağ ile bağlanır. Satılacakları bakkala götürülmek üzere kamyonlara yüklenir. Bu arada siz de sabah kalkarak arabanızla bakkala gider ve kahvaltı için onlardan birini satın alırsınız ve afiyetle yersiniz.

Midenizde biten bu süreç sonunda kazanacağınız sadece 130 kaloridir. Oysa o ekmeğin size ulaştırılması için milyonlarca kalori harcanmıştır ve üstelik bu tek kayıp değildir. Kimyasallarla dolu bu ekmeği yediğiniz için bir de sağlığınızı kaybedebilirsiniz.

İşte finansal piyasaların girişte bahsettiğimiz işlemleri ile yaratılan süreç de tam anlamıyla böyledir. Evet, Lehman Brothers hisselerini açığa satanlar belki milyonlarca dolar kazandılar. Fakat işsiz kalan on binlerce çalışan ve ardından tüm dünyaya yayılarak milyarları sefalete sürükleyen krizin yarattığı maliyet trilyonlarca dolardı. Kısaca trilyonlarca dolar sadece birkaç milyon dolar kazanmak için yok edilmişti.

Gıda kontratları üzerine 2006 yılında oynanan oyunda fonların kazancı milyonlarca dolardı. Oysa yaratılan zarar 200 milyondan fazla insanın açlığa mahkum edilmesiydi.

Gıda sisteminde kullanılan enerjinin sadece %10’undan biraz fazlası gerçekten gıdanın geliştirilmesine gider. Geri kalan ise boşa… Bu, finansal piyasaların hırs ile yaptığı yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız bazı işlemlerinde de böyledir. Elde edilen kazanç yaratılan zararın çok küçük bir kısmıdır. Ama bu gerçeği maalesef yatırımcılar görmezden gelirler.

Eğer dünya denen bu küçük evde hep beraber yaşıyor ve de ekonomik sağlığımızı kaybetmek istemiyorsak, şu soruya bir an evvel cevap bulmak zorundayız: “Ekmek almaya kim gitsin?”

7 Ekim 2012 Pazar

Sinemadan anlayan var mı?

IMF’nin 2012 ve 2013 yılları için büyüme beklentileri geçenlerde basına sızdı. IMF, beklentileri aşağı çekmeye hazırlanıyor. Yani global ekonomi küçülmeye devam ediyor.2007’den bu yana finansal krizden bir türlü kurtulamadık. Ne yapılması gerektiğini söyleyebilecek iktisatçılara maalesef sahip değiliz. Acaba neden bulmakta çok başarılı olan iktisatçılar, çözüm bulmakta neden o kadar başarılı değiller?

Küresel finansal kriz bir kaza ya da doğal afet olmadığına göre iktisatçılar bir şeyi görmezden geliyorlar; peki ama neyi?

Ekonomi para, para da ekonomi demektir. Bu tanımı bugün kabul etmeyecek çok az insan vardır. Ekonomi paranın icadı ile başlamasa da zaman içinde paranın bilimi haline dönmüştür. En azından sıradan insanlar için ekonomi paradan başka bir şey değildir. Az önce paranın ekonomi ve ekonominin de para olduğunu kabul etmeyecek çok az insan olduğunu söylemiştik, kimdir onlar dersiniz?

Ekonomi ve finans dünyasından uzak olanlara tuhaf gelebilir ama maalesef gerçektir. Neoklasik teori denilen modern serbest piyasa teorisine göre, ya da daha açık söylersek bugünkü ekonomik sistemin savunucusu ekonomistlere göre, para ekonomi demek değildir. O nedenle de tüm ekonomik modellerin dışında bırakılmıştır. Şaşırtıcı gelebilir ama bu böyledir. Para ve kredi ekonomiye yön veren tüm modellerin dışında tutulmaktadır. Birçokları, öyleyse finansal krizin nedeni anlaşılmıştır diyecektir; paranın ekonomi olduğunu bilmeyenler neyi biliyor olabilirler ki?..

Finansal piyasalar sinema dünyası ile birçok ortak yöne sahiptir. Çoğu zaman herkesin seyirci olduğu bir dünyadır piyasalar. Çok az yatırımcının yer aldığı bir film sürekli gösterilir. Dünyanın %99’undan fazlası ise zaman zaman oyuna katılsa da seyirci olmaktan öteye gidemez. Acaba sinema dünyasının nasıl işlediğini anlasak, finansal piyasaları anlama eğilimimizi güçlendirebilir miyiz?

Sinema tarihinin birçok otoriteye göre en önemli filmi 1942 yılında yapılan Casablanca adlı filmdir. Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın oynadığı film 2002 yılında ABD Film Enstitüsü tarafından tüm zamanların en iyi aşk filmi olarak seçilmiştir. Her sahnesi izleyicilerin kolay kolay unutamayacakları çarpıcı diyaloglarla dolu olan filmin sinema endüstrisine daima ilham verdiği otoritelerin ortak kabulüdür. Uzmanları öyle diyorsa sektörün de ona göre hareket etmesi doğal karşılanmalıdır.

Hayatını, popüler sanatlarda zirveye çıkmış kişilerin ne kadar bilgisiz olduğunu dünyaya göstermeye adayan, aynı zamanda TelevisionWeek adlı derginin de editörü olan Chuck Ross (daha önce başka deneylerini de anlatmıştık) bir deney yapmaya karar verir. Casablanca filminin senaryosunu oturup yeniden yazar. Sadece iki baş karakterin isimlerini değiştirir (Rick ve Ilsa’yı Sam ve Dooley yapar) ve senaryonun adını filmdeki ünlü şarkılardan biri olan “Everybody Comes to Rick’s” (Herkes Rick’in yerine gelir) olarak düzeltir. Yazar olarak da uydurma bir isim yazarak ABD’nin en büyük 217 sinema ajansına gönderir.

Gelin şimdi hep beraber dünya sinemasına yön veren ajansların senaryoya ne cevap verdiklerine bakalım: Birçok ajans senaryoyu farklı nedenlerle okumadan iade eder. 38 ajans senaryoyu berbat bularak reddeder. 3’ü filmi hemen çekmek için Chuck Ross’u arar. 1’i romana çevrilirse daha başarılı olabileceğini söyler. 33 ajans eski bir filme benziyor olabileceğini söyler. Bunlardan 8’i Casablanca’ya çok benzediğini belirtir. Bu 217 ajans içinden ise sadece biri eserin Casablanca olduğunu söyler. Sanıyoruz bu deney ile ünlü yazar William Goldman’ın senaristler için söylediği “Hiç kimse hiçbir şey bilmiyor” sözü birazcık anlamını bulacaktır.

Sinema ajansları, kendi varlığını bugünlere taşıyan en önemli filmlerden birini tanımıyor olması gibi neo-klasik iktisatçılar da ekonomi ile aş anlama gelen parayı ekonomik modelleri içine koymayarak onu hala tanıyamamış oldukları izlenimi vermektedirler. Para ve kredi neo-klasik iktisat modelleri içinde kendine yer bulamamaktadır. İktisatçılar parayı, piyasalarda yapılan alışverişi barter ya da takas olarak değerlendirdikleri için tarafsız bir aracı olarak kabul etmektedirler. Öte yandan kredileri de ekonomik performans üzerinde önemli etki yaratabilecek bir güçte görmemektedirler. Kısaca birinin borcu birinin varlığıdır şeklinde değerlendirerek, satın alma gücünün krediler tarafından etkilenmeyeceğini belirtmişlerdir. Peki, sizce bu doğru olabilir mi?

Aslında tipik bir takas ekonomisinde bu kabullenme %100 doğrudur. Yani bankalar sadece müşterilerinden topladıkları mevduatı kredi olarak verseler neo-klasik iktisatçıların söylemi doğru olacaktır. Fakat bugünkü finansal sistem, zincir içindeki kredi yaratmaya yetkili kuruluşların farklı yöntemlerle de para yaratabileceğini göstermektedir. Gölge bankacılık sistemi içindeki mekanizmalarla nasıl para yaratılabileceği artık herkesin bildiği bir gerçektir. Ya da daha açık bir örnekle söylersek Fed ve ECB gibi merkez bankalarının bastıkları ve piyasaya sürdükleri paranın karşılığı bulunmamaktadır. Öyleyse neo-klasik iktisadi görüşün piyasa realitesini yansıttığını söylemek pek mümkün olmayacaktır.

Finansal krizi yaratan konut kredilerinin satın alma gücünü nasıl arttırdığı ortadadır. Paranın ya da kredinin hala tarafsız bir aracı olduğunu söylemek ekonomi açısından pek mümkün değildir. Paranın ve kredinin ekonomistler tarafından modellerin dışında bırakılması olgusu, küresel krizin neden oluştuğunu ve neden içinden bir türlü çıkamadığımızı sanıyoruz tüm açıklığıyla anlatmaktadır.

Sinema sektörü sinemadan ne kadar anlıyorsa neo-iktisatçılar da ekonomiden o kadar anlamaktadırlar. Peki öyleyse sinemadan anlayan var mı?

6 Ekim 2012 Cumartesi

"Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayen!"

6 Mayıs 2010 tarihinde New York Borsasında tarihin en büyük finansal şoklarından biri yaşanır. Procter&Gamble şirketinin hisse senetlerinin birkaç saniye içinde 62 dolardan 39 dolara gerilemesi ile ateşlenen kıvılcım bir anda büyük bir yangına dönüşür. Satışlar Dow Jones endeksinde kısa bir süre içinde 1.000 puanlık düşüşe neden olur. ABD borsalarında başlayan çöküş kısa sürede İngiltere’ye sıçrar. İngiltere borsası birkaç dakika içinde %9’luk bir düşüş yaşar. Satış dalgası oradan diğer borsalara ve para birimlerine geçer. Korku ve panik tüm piyasalara büyük bir hızla yayılır. Tüm dünya liderleri işlerini bırakarak piyasaları yakından izlemeye başlarlar.

Piyasalarda birkaç dakika içinde 1 trilyon doları silen kriz, Yunanistan’ın borçlarını ödeyemeyeceği ve ortaya çıkacak sorunun diğer Avrupa Birliği ülkelerine sıçrayacağı, oradan da İngiltere’ye geçeceği şeklinde senaryolandırılır ilk anda. Fakat Yunanistan’da kötü bir durumun olmadığı birkaç dakika içinde anlaşılır. Tüm dünya birbirine bakakalmıştır. Ortada böyle bir çöküşe neden olabilecek bir problem gözükmemektedir. Peki, piyasalarda bu şok neden ve nasıl oluşmuştur?

Çöküşün nedeni ertesi gün ortaya çıkar. Borsaya Procter&Gamble hisse senetleri için satış emri girişi yapan bir görevli, satılacak hisse senedi sayısını belirtirken, önündeki klavyede milyonun M’si (Million) yerine yanlışlıkla milyarın B’sini (Billion) basmıştır. Bu tutardaki bir satış emri, piyasa tarafından olağandışı büyüklükte sayılarak küçük bir hata olarak değil, büyük bir küresel çöküş işareti olarak algılanmıştır.

Yapılan basit ve sanal bir hatanın bilgi ve internet ağları üzerinden kısa sürede tüm dünyada nasıl bir gerçek çöküş yaşattığını herkes açıkça görmüş oluyordu. Gerçi borsalar kayıplarını 20 dakika içinde geri almışlardı ama tahribatın büyüklüğü önemli bir etki yaratmıştı.

Hatayı gerçekleştiren görevlinin ‘keşke bu hatayı yapmasaydım’ şeklindeki serzenişi tüm finansal sistemin zaman zaman gizli, zaman zaman açıkça dile getirdiği bir aforizması gibidir. Aslında herkes hayatının bir yerinde bir hata yaptığını kabul eder. Bu finansal sistem oyuncuları için de böyledir. En sıradan yatırımcıdan en profesyoneline kadar herkes hata yaptığını bilir ve aynısını bir daha yapmaması gerektiği yönünde kendi kendine telkinde bulunur. Hatanın nerede, neden ve nasıl yapıldığı birçokları için belirsiz olsa da hata yapılmış gibi düşünülür ve davranılır. Fakat bu hatanın piyasalar üzerinde ne tür bir etkisinin olacağı önemsenmez. Sistem hatayı bir şekilde tolore eder diye düşünülür. İşte, finansal sistemin en büyük yanılsaması buradadır: “İnsanoğlu hata yapar. Finansal sistem içinde yapılan hatalar ise finansal dengeyi meydana getirir. Yani fiyatları.”

Eğer iki rakamı birbirine ekler ve yanlış bir sonuca ulaşırsanız bu bir hatadır. Fakat eğer bu hata, doğru olduğu kabul edilen bir düşünceden kaynaklanıyorsa bu bir yanılsamadır. Yanılsamalar çoğu zaman aşağıdaki hikayede olduğu gibi karar verenler ve herkes için oldukça kabul edilebilirdir: Bir adam bir barda içerken bardan sürüklenerek çıkan bir sarhoş görür. Bardan çıkan sarhoş birden sanki araba kullanıyormuş gibi hareketler yapmaya, motorun ve kornanın sesini taklit etmeye başlar. Adam şaşırır ve barmene sorar: "Neden bu zavallı adama ne yaptığını söylemiyorsunuz?" Barmen şöyle der: "Ne zaman fazla kaçırsa hep böyle yapar, şimdi bütün gece bunu yapacak, şehirde dolanıp duracak; büyük bir araba kullandığını düşünüyor." Adam hayretle sorar: "Fakat neden ona bunu açıklamıyorsunuz?" Barmen yanıtlar: "Neden açıklayalım ki? Arabayı yıkatmak için her hafta bana on dolar veriyor."

Bu hikayede olduğu gibi hatalar ve yanılsamalar herkes açısından oldukça kabul edilebilirdir. Sistem içindeki her oyuncunun hata yapabileceği kabullenmesi ise finansal dengenin oluşmasının temel prensibidir. Çünkü piyasalar, liderler veya komutanlar tarafından değil, kişilerin serbest iradeleriyle dengelenir. Serbest irade ise ekonomik kararlarda hata ve doğruların sentezlenmiş halidir. Evrensel bir tarihsel olgu ile ifade edersek, Çin ve Hindistan’a varacağını düşünen Christopher Columbus’un Amerika’ya ulaşmasıdır. Finansal kararlarda hatanın payı Columbus’un planlarındaki gibi yüksek bir oranda olup tıpkı Amerika’nın keşfi gibi sistem içinde yeni dengeler yaratır.

Birçok doğru ve hatalı kararın aynı anda piyasalarda vücut bulması sonrasında piyasa dengesi nasıl oluşur? Bu çözümlenmesi zor durumu eski bir anekdotla açıklamaya çalışalım. Davranışçı finansın öncülerinden Hersh Shefrin tarafından yazılan Beyond Greed and Fear adlı kitapta, Financial Times gazetesinin 1997 yılında düzenlediği bir yarışmadan bahsedilir. Ekonomist Richard Thaler tarafından hazır¬lanan yarışmanın galibine küçük de bir hediye verilecektir. Yarışma şöyledir: Okuyuculardan 0 ile 100 arasında bir sayı seçmeleri istenir. Seçilen sayıların ortalamasının 2/3’üne en yakın olan sayıyı tahmin eden yarışmayı kazanacaktır. Gazete soruyu biraz daha açıklamak için bir örnek verir: Örneğin yarışmaya 5 kişinin katıldığını ve seçi¬len sayıların 10, 20, 30, 40 ve 50 olduğunu varsayalım. Bu durumda ortalama 30 olacak ve 30’un 2/3’ü 20 olduğundan, 20 sayısını seçen kazanacaktır.

Oyundaki en önemli nokta, eğer kazanmak istiyorsanız, diğer oyuncuların nasıl düşündüğünü bilmeniz gerektiği hususudur. Eğer herkesin 20’yi seçeceğini düşünüyorsanız kazanmak için 20’nin 2/3’ü olan 14’ü seçmeniz gerekiyor. Peki ya herkes sizin gibi düşünür ve 14’ü seçerse? Bu durumda kazanmanız için 10’u seçmeniz gerekecektir. Bu şekilde düşünmeye devam ettiğiniz sürece sonunda kazanmanız için 1’i seçmeniz gerektiği düşüncesine ulaşırsınız. Fakat böyle bir yarışmada herkesin 1’i seçmeyeceği açıktır. Öyleyse nasıl düşünülmeli?

Financial Times’ın açıkladığına göre kazanan rakam 13’tür. Nasıl olmuştur da 13 kazanmıştır?

Eğer kazanan rakam 1 olsaydı hiç kimse hata yapmamış olacak¬tı. Dolayısıyla da herkes kazanacaktı. 13 kazandığına göre birçok insan hata yapmış ve bu hatalar sonrasında yeni bir denge oluşmuş demektir. Finansal piyasalar da tıpkı bu yarışmadaki gibi bir mantıkla çalışır ve doğruyu bulmak adına verilen kararlar sonrasında ortaya çıkan hatalarla finansal denge meydana gelir.

Amerikalı sosyolog Charles Perrow, ‘normal kaza’ adını verdiği teorisinde karmaşık sistemlerin işleyişini açıklar. Karmaşık bir sistem içinde, bir veya birden çok hatanın beklenmeyen etkileşiminin normal bir kaza sayılacağını söyler. Bu tür kazaları olduktan sonra görmek çok kolaydır ama öngörmek oldukça zordur. Olasılıksal bir şansızlık veya fonksiyonel bir yetersizlik sonucu değil, hataların olağandışı etkileşimleri sonucu gerçekleşirler. Tıpkı finansal sistemde olduğu gibi. Son derece karmaşık bir yapıya sahip finansal sistem içinde yapılan bir veya birkaç hata bir anda sistemin geri kalanıyla etkileşerek ortaya normal bir kaza çıkarır. Tıpkı Procter&Gamble örneğinde olduğu gibi. Finansal sistemin karmaşık yapısı içindeki hatalı kararların sistemin diğer parçalarını etkilemesi, sistemin kendi iç dengesini oluşturması anlamına gelir. Yani hataların sistemin tamamıyla etkileşimi finansal dengenin oluşmasının göstergesidir.

Finansal kararlarında hata yapmadığını veya yapmayacağını ya da böyle bir hatayı kendisinin yapmayacağını düşünen pek olmayacaktır ama yine de Romalı şair Horatius’un ikibin yıl önce söylediği şu sözü hatırlamakta her zaman fayda var: “Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur!” Ne gülüyorsun? Adı değiştirirsen, anlatılan senin hikayendir!

5 Ekim 2012 Cuma

Uygarlık tarihini 600.000 yıl geriye götüren adam!

Her yıl bu zamanlar finansal piyasalarda eski bir mevsimsel oyun sahne alır. Emtiaların fiyatları türev piyasalarda yükselmeye başlar. Gıda, enerji ve diğer birçok emtiada artan fiyatlar beraberinde yüksek oynaklık ve hacim getirir. Bu tam da piyasaların istediği şeydir aslında. Son dönemlerde buğday, soya ve doğal gaz fiyatlarındaki aşırı artışı buna örnek gösterebiliriz. Fiyatlardaki aşırı artışın nedeni olarak daima aynı gerekçeler gösterilir. Olumsuz hava koşulları ve azalan üretim!.. Peki, gerçekten öyle mi?

Öncelikle her iki nedenin de klasik iktisat öğretisi açısından mantıklı olduğunu söylemek hatalı bir yaklaşım olmayacaktır. Şüphesiz ki olumsuz hava koşulları üretimin düşmesine neden olacaktır. Doğal olarak stoklar azalacak ve fiyatlar artacaktır. Her şeyin rasyonel olduğu dünyada klasik arz talep dengesi de başarıyla çalışmış olacaktır. Ama siz hala piyasaların rasyonel işlediğine inanıyor musunuz?

İnsanlık tarihinin en eski eserlerini ortaya çıkaran Japon arkeolog Shinichi Fujimura’ya tüm dünya minnettardı. O Japonya’nın gerçek kahramanlarından ve gurur abidelerinden biriydi. Lise mezunu olmasına ve arkeoloji konusunda yüksek eğitim almamasına rağmen, arkeolojiye düşkünlüğü onu 1980’lerin başından itibaren dünyanın en saygın arkeologlarından biri yapmıştı.

Japon tarihi yaklaşık 14.000 yıl gerilere gitmekteydi. Ama Fujimura’nın 1981 yılında bulduğu taş kutu bu tarihi tam 40.000 yıl geriye götürmüştü. Japonlar bunu büyük bir coşkuyla ve onurla karşılamışlardı. Fujimura, hiç kimsenin desteği olmadan büyük bir keşif yapmıştı. Eğitim eksikliği üniversitelerin ona destek vermemesi sonucunu yaratmıştı. Ama o büyük bir azimle Japon tarihini değiştirmişti. Artık kitapçılar bir reyonlarını komple Japon tarihine ayırmaya başlamışlardı. Fujimura, arkeolojiyi bir anda Japonya’da en popüler konusu yapmıştı. Sıradan bir insanın bu başarısı şüphesiz her türlü takdiri hak ediyordu.

2000 yılı Ekim ayında yapılan bir kazıda Fujimura ilk insanlara ait sanat eserlerine ulaştı. Bu taş parçaları en az 600.000 yaşındaydı. Japon tarihi 600.000 yıl geriye gitmişti. Bu muazzam bir şeydi. Aradan geçen 20 yıl içinde Fujimura yaptığı kazılarla Japon tarihini 600.000 yıl geriye götürmüştü. Fakat ne acıdır ki tüm bu kazıları tek başına yapmış, üniversitelerin desteğini almamıştır. Fujimura, bu keşifle dünyanın en eski insan yapımı eserlerine de ulaşarak arkeolojinin en önemli kişisi olmuştu. Tüm dünya bu amatör arkeoloğa derin bir saygı duyuyordu.

Fakat bu büyük keşiften sadece birkaç hafta sonra Mainichi Shimbun gazetesi Fujimura’nın olduğu üç resim yayınlar. Resimlerde Fujimura toprağa bir şeyler gömmektedir. Habere göre Fujimura’nın 20 yıl boyunca bulduğu tarihi eserler, kendi gömdüğü taklit eserlerdir. Tüm dünya şok olmuştur.

Fujimura her şeyi kabul eder. 20 yıl boyunca bulduğu ve uygarlık tarihini 600.000 yıl geriye götüren yaklaşık 60 eseri kendi elleriyle gömdüğünü söyler. Bu durum Fujimura’nın tüm kazılarını neden yalnız yaptığını da fazlasıyla açıklamaktadır. Fakat bundan daha düşündürücü olan hiçbir gerçek arkeoloğun bu eserlerin sahte olduğunun farkına varamamasıdır.

İşte Fujimura’nın bu acayip senaryosu her yıl bu aylar türev piyasalarda da oynanır. Kötü hava koşulları sonucu üretimin azaldığı söylenir ve fiyat artışlarına mantıklı bir zemin yaratılır. Oysa bu hiç gerçekçi değildir. Gerçek olan tek şey türev piyasaların casino’ya döndürüldüğü ve ekonomiyi düzenleyen politiklerin oynanan oyunu anlayamıyor olmalarıdır.

2006 yılı başında dünya gıda fiyatları artmaya başlar. Bir yıl içinde buğday fiyatları %80, mısır fiyatları %90 ve pirinç fiyatları %320 artar. 30’dan fazla ülkede sosyal ayaklanmalar olur. 200 milyondan fazla insan açlığa mahkum edilir. Bazı ekonomistler suçu Çin ve Hindistan’ın büyüyen orta sınıfına atarlar. Bazıları biofuel üretimindeki büyümeye. Bazıları ise daralan arza. Fakat Dünya Tahıl Konseyi 2008 yılında üretimin kriz döneminde azalmayıp arttığını açıklar. Bu açıklama bir anda kafaları karıştırır ve suçlunun kim olduğuna dair herkes birbirine bakmaya başlar. Garip ve gizemli fiyat hareketlerinin sebebi 2010 yılına kadar tam olarak öğrenilemez. 2010 yılında ortaya çıkan gerçek ise büyük hedge fonların, insanların ekmeğini oyun çipi haline getirmiş olduğudur.

2006 yılında yaşanan gıda krizinden bugün kimsenin ders almadığı ortadadır. Son günlerde açıklanan veriler ne tahıl, ne soya fasulyesi, ne de doğal gazda üretimin azaldığıdır. Tam tersi üretim tarihi seviyelerinde yüksektir. Fakat bu stoklara sahip olanlar, nihai kullanıcının yani sıradan vatandaşın daha yüksek bedel ödemesi için stoklarını saklamaktadırlar. Bu Fujimura’nın yaptığından farklı bir şey değildir. Stoğun azaldığı yalanını yayarak piyasalarda vurgun yapmaya hazır kısa ve uzun pozisyoncuları birbirleriyle savaşa sokmaktır. Bu savaş sonunda fiyatların artması ile ellerindeki stoğu çıkararak, yüksek bir getiri elde edeceklerdir. Tam da Fujimura’nın yaptığı… Sonucunda olan yine sıradan insana olacak ve hayati gereksinimlerine çok daha yüksek bir bedel ödeyecektir. Düzenleyici kuruluşlar ise her zamanki gibi bunun rasyonel olduğunu düşünerek seyirci kalacaklardır.

Tıpkı Fujimura’nın insanlık tarihini 600.000 yıl geriye götürmesi gibi bu tip finansal hareketler de piyasaları geri götürmektedir. Ama ne olursa olsun kazanan yine Fujimura’lar olacaktır.

4 Ekim 2012 Perşembe

Buridan'ın eşeği ekonomist oldu!

Avrupa Bankacılık Otoritesi İspanya’nın dört büyük bankasının stres testini geçtiğini bildirdi… IMF başkanı İspanya’ya yardıma hazır olduklarını bildirdi… İspanya’da faizler düşüyor…

Bu haberler bugün gazetelerin ekonomi sayfalarındaydı. İlk bakışta birbiriyle çelişen haberler oldukları dikkat çekiyor. Bu mümkün olabilir. Fakat bundan daha önemlisi yatırımcılar bu bilgi sağanağı altında kararlarını nasıl veriyorlar? İspanya ekonomisinin genel görünümü ile ilgili hem olumlu, hem de olumsuz birçok haberi internet sitelerinde aynı anda yan yana görmek mümkünken, ne yönde yatırım yapacağımıza nasıl karar vereceğiz? Veya belki hepsinden önemlisi bir ekonomi aynı anda hem iyi hem de kötü nasıl olabilir?

Bunlar gibi daha birçok soru yaratılabilir. Ama sonuçta konunun gelip dayanacağı yer mevcut bilgiyi değerlendirerek nasıl karar verdiğimizdir. Aslında karar verme sistemimiz genel olarak tarihsel bir evrim yaşamış görüntüsü vermiyor. Bilgi çağının sunduğu bilgi bolluğu, klasik ekonominin başrol oyuncusu rasyonel insandan beklendiği şekilde değerlendirmeye tabi tutulmuyor. Öyleyse hatayı kimde aramalıyız?

İnternetin yaygınlaşmaya başladığı 1994 yılında finans siteleri yatırımcılara bugünkü gibi bol bilgi sunuyordu. O günlerde bir haber tüm dünyanın ilgisini çekmiş ve yatırım kararlarını etkilemişti. Associated Press’in yayınladığı habere göre Microsoft Katolik Kilisesini satın almıştı. Şirketin satın alma kararında, din piyasasının gelecek beş, on yılda güçlü bir büyüme göstereceği beklentisi etkili olmuştu. Bu birleşme ile din daha kolay bir hale gelerek daha geniş çevreler için daha eğlenceli bir yapıya bürünecekti.

Bu haberin ardından Microsoft’un hisseleri bir anda yükselmeye başlamıştı. Herkes bu haberin doğru olduğunu düşünmüş ve şirketin hisselerine hücum etmişti. Tarihe ilk internet hilesi olarak geçen bu olay, karar verirken daha detaylı bir sorgulama yapmanın ne kadar önemli olduğunu da vurguluyordu. Fakat gelinen nokta itibarıyla kararlarımızı uzun sorgulamalarımız sonucu vermediğimiz gün gibi açıktır.

Aslında sorun bizi hatalı kararlar vermeye sevk eden hatalı bilgiler değildir. Sorun daima kendimizizdir. Mesela bilimsel olarak hiçbir geçerliliği olmayan astrolojiye inanmaya devam ederiz. Oysa yapılan bir araştırmada ABD’nin en tanınmış 30 astroloğuna, bir kişinin doğum tarihi ve biri doğru, üç kişilik profili verilmiştir. Sonra da doğum tarihi ile uygun profili astroloji biliminize göre bulun denmiştir. Sonuç tam bir fiyaskodur. Bir teki bile doğru yanıtı verememiştir.

Fakat böyle bir bilgiyi okumak yine de insanların astrolojiye olan inancını değiştirmeyecektir. Çünkü sorun tamamen biziz. Peki, neden karar verme sistemimiz ortaçağdan bu yana pek değişiklik göstermemiş gibi duruyor sizce?

Bu soruya yanıt vermek oldukça zor. Ama 14.yüzyılın önemli Fransız düşünürlerinden Jean Buridan’ın, Buridan’ın eşeği adlı paradoksu ile yanıt vermeyi deneyebiliriz. Eşit derecede aç ve susuz olan bir eşek ayrı yerlerde duran su ve samana eşit mesafede uzaklıkta olsun. Sizce hangisine yönelecektir?

Paradoksun kabul ettiğine göre eşeğin rasyonel bir karar vermesi için yeterli bilgi mevcut değildir. Öyleyse eşek ölecektir…

Böyle bir durumda olan eşeğin ölmesi pratikte pek mümkün görünmemektedir. Öyleyse vereceği karar her durumda irrasyonel olacaktır. İşte bu da çağımızın karar verme şekli anlamına gelmektedir.

Yazının başındaki haberler İspanya ekonomisinin yarı iyi yarı kötü olduğunu, iyi olduğu için bankaların stressiz, kötü olduğu için de IMF’nin yardıma hazır olduğunu söylüyordu. Şimdi düşünelim; eğer bu argümanlar Buridan’ın eşeğine verilseydi, sizce ne karar verirdi?

3 Ekim 2012 Çarşamba

Dünyayı kurtaran memur!

Finansal sistem içinde kullanılan paranın küresel sistemin sahip olduğu gerçek paradan kat kat fazla olduğunu bilmeyen yoktur. Birçoklarına göre görünmeyen ya da sahte olarak nitelendirilen bu para sürekli bir hareket halindedir. Finansal piyasalar çoğu zaman tıpkı pop müzik piyasası gibi hareket eder. Üzerinde bir resim ve içinde birkaç şarkı ile satılan bir CD, pop starları kısa sürede dünyanın en zenginlerinden yapar. Bu nedenle pop müzik piyasasının ruhu ile finansal piyasaların ruhunun çok da farklı olmadığını söylemek yerinde olacaktır.

Alman müzik yapımcısı Frank Farian’ın elinde yetenekli birkaç şarkıcı vardı ve bunların kısa zamanda ünlü olacaklarını düşünüyordu. Fakat yaptığı araştırmalar sonucu bu müzisyenlerin pazarlanabilir imajlarının düşük olduğunu fark etmişti. Bir gün karşısına Fab Morvan ve Robert Pilatus adlı iyi görünümlü iki erkek dansçı çıkar. Her ikisinin de müzikle hiçbir alakaları yoktur ama yapımcı Farian’ın aklına dahiyane bir fikir gelir. Fab ve Robert’in ilk albümleri birkaç ay içinde çıkar ve dünya müzik piyasalarını bir anda altüst eder. 50 milyona yakın albüm satışı ve kazandıkları Grammy ödülü sonrası herkes onların şarkılarına hayran olur.

Grubun ilk uluslar arası albümünün çıktığı 1989 yılından bir yıl sonra ABD’de Connecticut halkı büyük bir heyecanla grubun konserini beklemektedir. Stat tıklım tıklım doludur ve MTV kanalı konseri anbean kaydetmektedir. İşte en sonunda Amerika’yı sallayan Alman grup sahnededir: Milli Vanilli!

Grubun giriş şarkısı aynı zamanda en sevilen şarkılarından biri olan “Girl You Know It’s True” adlı şarkıdır. Fab şarkıya girer ama küçük bir hata yapar. Hata o kadar küçüktür ki o an kimse fark edemez. Fab, şarkının nakaratını söylerken “True” sözcüğünü sürekli unutur ve “Girl You Know It’s” der. Ertesi gün kayıtları inceleyenler Fab’ın takılmasını izlerken tuhaf bir gerçeği fark ederler: Fab ve Robert şarkıları söylememekte yani playback yapmaktadır.

Bu hata kısa zamanda pop müzik tarihinin en büyük skandallarından birine döner. Grup şarkıları kendilerinin söylemediğini itiraf ederler. Gerçek sesleri ile şarkı söylediklerinde ise herkes onlarla dalga geçer. Çünkü sesleri berbattır. Grup kısa sürede dağılır. Robert Pilatus intihar ettiğinde ise sadece 32 yaşındadır. Milli Vanilli pazarlamanın yarattığı en iyi sahte paketleme örneklerinden biri olarak hala hatırlanmaktadır. Fakat bu sektörün hiç de rahatsızlık duyduğu bir konu değildir. Çünkü pop müzik piyasası böyle bir yerdir ve başarı daima pazarlamadadır.

1990’larda başlayıp 2007 yılındaki krize kadar süren küresel refahın birçok sebebinden bahsedilir ve birçok kişinin bu dönemin mimarı olduğu söylenir. Fed Başkanı Greenspan, Goldman Sachs ve JP Morgan gibi büyük yatırım bankaları ya da Bill Gates, Steve Jobs gibi kişilerin 20 yıla yakın bir süre refah içinde yaşayan küresel ekonominin lokomotifleri olduğu söylenir. Bunların hepsi kabul edilebilir değerlendirmelerdir. Ama Amerika’nın en önemli entelektüellerinden sayılan yazar George F.Gilder’ın Telecosm adlı kitabında son 20 yılda yaşanan ekonomik refahın mimarı olarak Michael Milken gösterilir. Fakat kitabı okuyanların neredeyse tamamı için bu isim muammadır. Peki adı hiç duyulmamış biri nasıl olmuştur da dünya ekonomisine 20 yıl süren bir refah yaratmıştır? Kısaca kimdir bu Milken?

Michael Milken, ne bir hedge fon yöneticisi, ne politikacı, ne de bir iş adamıdır. Milken, Drexel Burnham Lambert adlı görece küçük bir yatırım bankasının trader’larından biridir. Yani daha açık bir ifadeyle bankanın basit bir memurudur. Peki bu memur nasıl olmuştur da küresel ekonomiye refah dolu yıllar yaşatmıştır?

Milken, bir taraftan şirketi için küçük alım satım işlemleri yaparken, bir taraftan da çalıştığı müşterilerinin ilkel duygularını izliyordu. Gördüğü şey şirket patronlarının büyüme hırsıydı. Fakat her şirketin doğal bir büyüme yakalamasının çok mümkün olmadığını düşünüyordu. Fakat eğer müşteriler bir şey istiyorsa bankacıların da bunu vermesi gerektiğini biliyordu. Öyleyse ne yapmalıydı?

Milken, kendi müşterileri kadar dışarıdaki yatırımcıların da büyümek istediklerinin farkındaydı. Herkes daha çok kazanmak istiyordu. İşte o anda Milken’ın aklında tıpkı Milli Vanilli’nin plakçısı Frank Farian’ınki gibi bir fikir uyanır. Müşterilerini arar ve onlara nasıl daha büyük olacaklarını anlatır. Bunun yolunun, rakip şirketleri satın almak olduğunu söyler. Müşterileri bu fikre sıcak bakarlar ama kendilerinde bir şirket satın alacak paranın olmadığını söylerler. Milken, tasa etmemelerini ve gerekeni kendisinin yapacağını söyler. Onlardan beklediği tek şeyin hangi şirketi satın almak istediklerini kendisine söylemeleridir.

Milken, gereken parayı şirketler adına yüksek faizli tahvil çıkararak sağlar. Bu küçük şirketler yüksek bir ratinge sahip olmadıkları için çıkardıkları tahviller yüksek faizle satılmak zorundadır. O da hırslı yatırımcıların tam istediği şeydir. Büyük bir şirketin tahvilinden %5 kazanmak yerine, küçük bir şirketin tahvilinden %10 kazanmak her zaman daha iyidir. İşte junk bond (çürük tahvil) denilen tahviller böyle doğar.

Milken yatırımcılardan topladığı para ile müşterilerinin istediği şirketi alır ve onlara verir. Müşterileri rüya gördüklerini düşünmektedirler ama bu rüyadan daha ötesidir. Milken, müşterileri gibi tahvil alan yatırımcıları da unutmaz. Satın alınan şirketin hisselerini de onlar adına rehin ederek onları hem faiz, hem temettü gelirine boğar. Yatırımcılar da rüya gördüklerini sanmaktadırlar ama bu onlar açısından da rüyadan daha öte bir şeydir. İşte Leveraged buyout (kaldıraçlı satın alma kredileri) denilen krediler de böyle doğmuştur.

Milken ve çalıştığı şirket bir anda müşteri akınına uğrar. Herkes bu karlı alışverişe katılmak istemektedir. Junk bond ve leveraged buyout pazarı o yıllardan bu yana ekonomiye yön veren en önemli pazarlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Milken’in yaptığı bu işlemler karşılığı bir yıl içinde aldığı primin uygarlık tarihinin en büyük primi olduğunu söylemek herhalde abartılı olmayacaktır. Milken bir yıl içinde 550 milyon dolar düzeylerinde yıllık prim almıştır. Fakat yarattığı bu sanal sistemin arkasındaki etik dışı ilişkileri nedeniyle de hapse atılmıştır.

İşte bugün bile şirketlerin sıkıştıkları anda borç para bulma enstrümanı olan junk bond’lar ve neredeyse dünyada yapılan tüm şirket satın alımlarının finansman modeli olan buyout krediler sanal denilen para sistemini böyle yaratmaktadırlar. Yüksek getirili ve teminatlı sistem ile de şirketler ve yatırımcılar en zor anlarda bile yollarına devam edebilmektedirler. Bugün bile bu çark kusursuz şekilde işlemektedir.

Milken, tıpkı Milli Vanilli gibi playback’ten okuyan bir star yaratmıştı. Hem yatırımcılar, hem de şirketleri satın alanlar varlık sahibi olduklarını düşünüyorlardı. Ama sahip oldukları sadece borçtu.

Yazar George F.Gilder haklıydı. Michael Milken dünyayı kurtaran memurdu!


2 Ekim 2012 Salı

Psikolojiden anlamayan var mı?

Piyasalar Fed’in parasal gevşeme ihtimali ile şahlanmıştı. Fakat ihtimal gerçeğe dönüşünce pek de beklenmeyen bir durumla karşılaşıldı. Bazı borsalar maalesef beklenen yükselişi gösteremedi. Fed’in bundan önceki parasal gevşemelerinde neredeyse tüm dünya piyasaları aynı anda yükselişe geçmiş ve bu yükseliş uzun bir süre devam etmişti. Oysa şu anda özellikle Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya piyasaları yani kısaca BRIC ülkelerinin görünümü pek iç açıcı değil. Bu durum birçokları için şaşırtıcı. Çünkü küresel ekonominin son beş yıldır lokomotifliğini yapan bu ülkelerdeki sıkıntı ABD ve Avrupa Birliğinin yaptığı çabaları da boşa çıkarabilir. Peki ama bu ayrışma nereden kaynaklanıyor? Neden bu kez BRIC ülkelerinin borsaları yükselmiyor?

Bunu anlamak için ekonomiden çok iyi anlamaya ya da makro verileri derinlemesine analiz etmeye ihtiyaç bulunmuyor. Biraz psikoloji bilmek yeterli olabilir. Çünkü piyasaların artık rakamlar ve olaylardan daha çok psikolojik faktörlerle hareket ettikleri ortada. Bu argüman doğru olmasa parasal gevşeme ihtimali ile şahlanan borsalar, ihtimal gerçeğe döndüğünde de şahlanmaya devam ederdi. Ama öyle olmadı. Demek ki piyasaların ruhunu bir nebze olsun anlamak için bile psikoloji bilmek gerekiyor. Peki ne kadar psikoloji biliyoruz dersiniz?

D.K.Peters ve S.J.Ceci adlı iki psikolog sıradan insanların psikolojiden ne kadar anladığını hiç merak etmemişlerdi. Onların merak ettiği otoriter psikologlar acaba psikolojiden ne kadar anlıyordu. Bunu öğrenmek için 1982 yılında basit bir araştırma yapmaya karar verirler. Amerika’nın en saygın psikoloji dergilerinde önceki iki yıl içinde yayınlanan ve zaman içinde otoriteler tarafından en etkili araştırmalar olarak değerlendirilen 12 makaleyi alırlar. Makalelerin yazarları Harvard ve Princeton gibi itibarlı üniversitelerin tanınmış bilim adamlarıdır. Peters ve Ceci, bu makalelerin sadece yazar adlarını değiştirler ve önemsiz sahte isimler yazarlar. Sonra da bu 12 makaleyi 12 farklı dergiye, yayınlamaları maksadıyla gönderirler. Sonuçlar bir hayli şaşırtıcıdır.

Yayın kurullarındaki bilim adamları 12 makaleden sadece 3’ünün daha önce yayınlanan makaleler olduklarını fark etmişlerdir. 9 makalenin ise önceden yayınlandığı hususunda hiçbir psikoloğun bilgisi yoktur. Bu ya okumadıkları, ya da okuduklarını unuttukları anlamına gelebilir elbette. Ama bundan daha çarpıcı başka bir şey daha olmuştur. Bu dokuz makaleden sekizi reddedilmiştir. Makaleleri inceleyen 18 şöhretli psikologdan 16’sı, 9 editörden de sekizi makalelerin yayınlanmayacak kadar kötü olduklarını söylemişlerdir. Yayın kurulundaki usta psikologlar dallarının en önemli makaleleri sayılan makaleler için “istatistiksel yönü zayıf… kuramsal yapı iyi değil… çok belirsiz…” gibi ifadeler düşerek makaleleri iade etmişlerdir.

Döneminin en önemli psikologlarının bile psikolojiden ne kadar anladığı artık okuyucuların takdirinedir. Fakat gözden kaçırılmaması gereken şey, bugün artık finansal piyasalar da psikolojik etkenlerin yönlendirmesi ile hareket etmektedir. Tıpkı parasal gevşeme sonrası küresel ekonominin lokomotifi BRIC ülkelerinin durgunlaşması gibi. Peki bu ülkeler neden parasal gevşemeye sevinememişlerdir?

Aslında yatırımcılar detaylı analizlerin uzağında basit bir duygusal çıkarım yapmışlardır: “Tüm dünya ekonomileri durmuşken Brezilya, Rusya, Çin ya da Hindistan kimseye mal satamazlar. Kaçınılmaz olarak onlar da küçülecek.”

İşte bu da yatırımcıların bu parlak ülkelere olan yatırım kararlarını duygusal olarak durdurmalarına neden olmuştur. Bunu piyasa psikolojisinden anlayan herkes görmüştür mutlaka. Deneye katılan şöhretli psikologları saymazsak psikolojiden anlamayan var mı?

1 Ekim 2012 Pazartesi

Katili belki siz de görmediniz!

Krizin giderek derinleşmesiyle birlikte mağdurdan maktule dönen Avrupalılar şimdi de hükümetlerin kemer sıkma planları karşısında patlama noktasına gelmiş durumdalar. Büyüme kaygıları 2013 yılının ürkütücü bir yıl olacağını şimdiden söylüyor. Geçen hafta İspanya’daki kanlı protestolar, Yunanistan’da hayata durduran grevler, Portekiz’deki 500.000 kişinin katıldığı gösteriler, Fransa’daki eylemler ve sonunda Almanya’daki protestolar. İnsanlar bitmiş ve yıkılmış bir haldeler. Peki suçlu kim? Avrupa’lar neredeyse sokaklarda tek vücut olmuş katili arıyorlar. IMF diyenler, Dünya Bankası diyenler, Avrupa Merkez Bankası diyenler, politikacılar diyenler… Peki katil kim? Kimse katili görmedi mi?

Aslında tüm Avrupa’lılar katili görmüşlerdi. Hem de çok yakından…

Kitty Genovese ya da bilinen adıyla Kitty’nin hazin hikayesini duyanlar olmuştur. 1964 yılında bir gün, akşam iş çıkışı arabasını evinin yakınına park etmiş ve birkaç adım ötedeki evine doğru yürüyordu. Tam evinin olduğu apartmanın önüne geldiğinde arkasından yaklaşan bir kişinin bıçaklı saldırısı sonucu yere yığılır Kitty. Olanca gücüyle haykırır. Adam kaçmıştır. Kitty sürünerek evine doğru gitmeye çalışır. Fakat saldırgan geri dönüp Kitty’i yeniden bıçaklar. Kitty son kalan enerjisiyle yardım ister. Saldırgan yine kaçar. Kitty kanlar içinde yerde yatmakta ve yardım beklemektedir. İlk bıçak darbesini aldığı anın üzerinden yarım saat geçmiş ama yardım eli uzatan olmamıştır. Kitty tam kendinden geçmek üzereyken karanlıkta kendisine uzanan bir el olduğunu fark eder. Ne yazık ki bu el yardım eli değil, katilin elidir. Katil Kitty’i üçüncü kez bıçaklayarak öldürür. Tüm bu süre boyunca ne yardım eden çıkmış, ne cinayeti gören, nede polisi arayan olmuştur. Hikaye buraya kadar sıradan bir hikaye olarak gelebilir size. Ama Kitty’nin hikayesini sosyoloji tarihinin en önemli fenomenlerinden “Genovese sendromu” haline getiren farklı bir yanı vardır.

Olaydan iki hafta sonra bir gazete apartmanda oturanlarla yapılan röportajları yayınlar. Röportajı okuyanlar dehşet içinde kalırlar. Gazete, apartmanda yaşayan bazı kişilerin cinayeti gördüğünü söylemektedir. Bu polis ve savcıları harekete geçirir. Ulaşılan bilgiler kimsenin anlam veremeyeceği türdendir. Tam 38 kişi cinayeti baştan sona izlemiş ve bir kişi bile polisi aramamıştır. Peki neden aramadınız diye sorulduğunda ise neredeyse 38 kişi de aynı yanıtı vermiştir: Karışmak istemedim, zaten birileri çoktan aramıştır diye düşündüm…

Bilim adamları söylenenlere pek inanılır bulmamışlardı. Böyle bir şeyin olması psikolojik ve sosyolojik olarak pek rasyonel görünmüyordu. İşin içinde bir irrasyonellik vardı ama o neydi?.. 38 kişi neden böyle davranmıştı?

Bilim adamları hemen deneylere başladılar. Epilepsi hastası olduğunu söyleyen bir kişiyle deneye katılan üniversite öğrencileri bir odada sohbet etmektedir. Deneyin ortalarında epilepsi hastası olduğunu söyleyen işbirlikçi denek nöbet geçirir. Eğer ortamda yalnızca bir kişi varsa öğrencilerin %85’i deneycilere haber vermişlerdir. Eğer iki kişi varsa deneye katılanların %62’si haber vermiştir. Ve eğer 5 kişi varsa öğrencilerin sadece %32’si haber vermiştir.

Bilim adamları, sayı arttıkça insanların müdahale etmenin diğerlerinin sorumluluğu olduğunu düşünmeye başladıklarını fark ederler. İşte insanların irrasyonelliği buradadır. Çünkü herkes görse de nasıl olsa başkalarının yardım edeceğini düşünmektedir.

Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde bugün Avrupa’lı halkların içine düştüğü durum da bir Genovese sendromundan başka bir şey değildir. 2000’li yıllarda aşırı kredi ile yaşanan bolluk yıllarında bir gün ödeme vaktinin geleceğini herkes görmüştü. Politikacılar, şirketler ve hane halkı yaratılan zenginliğin bir borç balonu olduğunun farkındaydı. Bir gün bu balonun vahşi bir katile dönüşeceği de rahatça kestiriliyordu. Fakat ne politikacılar, ne şirketler, ne de vatandaşlar oralı olmamışlardı. Herkes “eğer bir suçlu varsa birileri mutlaka görmüştür ve polisi aramıştır” diye düşünmüştü.

Evet, 2007’ye kadar olan on yıllık refah döneminde herkes katili görmüştü. Ama polisi arayan kimse çıkmamıştı. Çünkü katil herkesin yakından tanıdığı biriydi. Politikacılar, şirketler ve vatandaşlar katili oldukça iyi tanıyorlardı: Vahşi bir hırsla rahatlık içinde yaşamayı arzulayan insani duygular!

İşte bugün Avrupa’lıların sokaklardaki protestolarda arayıp da bulamadıkları katil odur.