30 Nisan 2012 Pazartesi

Suzuki metodu ve rating

Piyasalar bugün İspanyol bankalarının rating indirimiyle yeniden sallandı. 11 İspanyol bankası Standart&Poor’s’un değerlemesinden iyi not alamadı. Bankaların finansal durumlarının sağlıklı görünmemesi yakın zamanda yeni indirimlerin geleceğini söylüyor. Finansal kriz dönemlerinde rating şirketlerine duyulan güven oldukça sarsılmıştı. Şu an herkes bu güvenin tekrar oluşup oluşmadığını merak ediyor. Yani puanı düşürülen İspanyol bankalarının gerçekten kötü durumda olduğuna inanmalı mıyız?

Ortaçağ Avrupa’sında kuyumcular altının sahte olup olmadığını altın parçasını parmaklarının arasında gezdirerek anlarlardı. Finansal krize neden olan ve rating şirketlerinin 3A rating verdiği menkul kıymetlere krizin hemen ardından dokunulduğunda ise gerçekten varolmadıkları anlaşılmıştı. Bu durum kendilerinden kuyumculuk hüneri beklenen rating şirketlerine güveni derinden sarsmıştı. Şimdilerde ise bu güven tekrar tesis edilmeye çalışılıyor. Rating şirketleri ekonomik sistem için neyi ifade ediyor ve gerçekten onlara ihtiyacımız var mı?

Japon müzik eğitimcisi Shin’ichi Suzuki 20.yüzyılın ortalarında yaptığı çalışmalarda küçük çocukların keman çalarken zorlandıklarını fark etmişti. Çocuklar ellerini kemanın neresine koyacaklarını bilemiyorlardı ve bu da ortaya çıkan tonun düzgün olmaması sonucunu yaratıyordu. Bu eksikliği gözlemleyen Suzuki kemanın sapına renkli plastik şeritler yerleştirmişti. Böylece problem giderilmişti. Çocukların artık nota bilmelerine bile gerek yoktu. Ellerini renkli şeritlerin üzerine yerleştirerek çalarken mükemmel bir ton yaratabiliyorlardı. Üstelik bu mükemmelliği nasıl yarattıklarını bile düşünmüyorlardı.

Oldukça basit olan bu yöntemle birkaç ders sonra tüm çocuk şarkılarını en güzel şekilde çalmak mümkündür. Çocukların zihinleri ne yapması gerektiğini bilmese de elleri bilmektedir. Bu başarı en yalın tabiriyle mekanik bir başarıdır. Fakat bu başarı o kadar da güvenilebilecek bir başarı değildir. Şeritler çıkarıldığında çocuk gerçek dünya ile karşı karşıya kalır. Az önce çaldığı şarkı bu değilmiş gibi berbat bir tonlama ile şarkıyı bitirir. Bu sonuç çocuk için büyük bir kabustur.

Suzuki metodu, müzikten hiç anlamayan bir çocuğun kabusunu onu kısa sürede bir virtüöze çevirerek rüyaya, renkli şeritlerin çıkarılması ile de rüyadan tekrar kabusa dönüştürür. Suzuki metodunun bu inanılmaz dönüşümsel başarısını rating sistemi de finansal sistem içinde yaratmıştır.

John Moody 20.yüzyılın başlarında gazetecilik yaparken, gelişen ekonominin karmaşıklığını açıklayan ve yorumlayan yazılarıyla yatırımcıların dikkatini çekmişti. Çok geçmeden de kaybetmeyi sevmeyen yatırımcıları korumak üzere analitik becerilerini sergilediği Moody’s adlı şirketi kurmuştu. Moody’s kurulan ilk rating şirketi değildi. Henry Varnum Poor, Standart&Poors adlı şirketi ile 1860 yılından beri bu işi yapıyordu ve piyasanın önemli bölümüne de hakimdi. Fakat John Moody yaptığı zekice bir buluşla bir anda kendini diğer şirketlerden ayırmayı başarmıştı.

John Moody, geliştirdiği bir model vasıtasıyla, kredi değerliliğini A’dan D’ye uzanan bir harf sistematiği ile ifade etmeye başlar. Bu kolay anlaşılır puanlama sistemi kısa sürede yatırımcıların tercihi haline gelir. Çünkü kredi değerliliğinin ardındaki karmaşık finansal matematik tüm dünyanın anlayabileceği şekilde alfabe düzeyine indirgenmişti. Moody’s şirketlerin çıkardığı tahvilleri derecelendirerek ratingleri yatırımcılara satmaya başladığında, kimse arka plandaki hesaplamaları öğrenmek istememişti. Herkes bu sistemi çok sevmiş ve oldukça güvenilir bulmuştu. Zaman içinde olumlu rating verilen tahvilleri ihraç eden şirketlerin batması sisteme güveni biraz zedelese de sektörün hızlı evrimleşmesi, güvenin tekrar canlanmasına neden olmuştu. 21.yüzyılın başına kadar rating şirketlerinin yaşadığı binlerce fiyasko onların şöhretinin artmasına mani olamadı.

John Moody’nin yarattığı rating sistemi bugün yatırımcıların kendilerini virtüöz sanmalarına neden olacak bir etki yaratmıştır. Bu sistem tıpkı renkli şeritlerle keman çalmak kadar yatırım kararlarını kolaylaştırmaktadır. İnsanlar şirketlerin gerçekten nasıl olduğu hakkında fikir sahibi olmasalar da John Moody’nin yarattığı harflerin ne anlama geldiğini bilmektedirler. Bu da onları yatırımlarında bir virtüöz yapmaktadır. Rating sisteminin güvenilirliği sarsılsa da, onsuz bir finans dünyasının şeritleri çıkarılmış kemandan farklı olmayacağı açıktır ve bu da artık yatırımcıların iyi bildiği bir olgudur.

29 Nisan 2012 Pazar

Büyük felaketler büyük başarıların sonucudur

Hayatın birçok anında büyük felaketler büyük başarıların bir sonucu olarak yaşanır. Fakat bu olgu genellikle başarının ortaya çıktığı anda pek fark edilmez. 2007 finansal krizinde de gördüğümüz bu olgu geç hayıflanmaların pek işe yaramadığının da göstergesidir.

ABD, Kanada ve İngiltere 1939 yılında Manhattan Projesi adlı bir araştırma ve geliştirme programına başlar. Amaç nükleer enerjiyi araştırmaktır. Projenin bilimsel başkanlığını teorik fizikçi Robert Oppenheimer getirilmişti. Oppenheimer, ekipte yer alan bilim adamlarına göre nispeten genç yaşta olmasına rağmen bu büyük bilim adamlarını yönetebilecek bir beyne ve idari beceriye sahipti. Çünkü ekip içindeki bilim adamları bu araştırmaların atom bombası ile sonuçlanabileceğinin farkındaydı ve bu sonuç birçoğu açısından kabul edilebilir değildi. Fakat Oppenheimer bu araştırmaların insanlığın geleceği için yapıldığını ustalıkla kabul ettirmişti.

Oppenheimer ve ekibinin 3 yıllık tutkulu çalışması 16 Temmuz 1945 tarihinde sonuçlanmıştır. Trinity adı verilen denemede dünyanın ilk nükleer bombası New Mexico eyaleti yakınlarında patlatılmıştır. Sonrasını zaten herkes biliyordur. Denemenin yapıldığı tarihten 20 gün sonra, 6 Ağustos 1945 tarihinde ilk atom bombası Hiroşima’ya atılmıştır.

2007 finansal krizini yaratan enstrümanların başında mortgage bonoları geliyordu. Mortgage bonoları birkaç finansal mühendis tarafından keşfe¬dilmişti. 1989 yılında yayınlanan Michael Lewis imzalı Liar’s Po¬ker adlı kitapta, mortgage bonolarının yaşam sırları ayrıntılarıyla anlatılmıştı. Finansal kuruluşlar kredilerin geri ödeme riskini bu bonolarla yatırımcılara yükleyerek sihirli bir risk ilişkisizliği yarattıklarını düşünüyorlardı. Bu algılama subprime endüstrisini bir anda şaha kaldırmıştı. Fakat 2007 yılından sonra finansal kuruluşlardan mortgage alan müşteriler ile kreditörler arasında bir “risk ilişkisinin olmadığı” düşüncesinin büyük bir yanılgı olduğu fark edilmeye başlandı. Piyasanın tüm aktörleri ile aynı anda çökmesine neden olabilecek bu sistematik risk başta düşünülmemişti.

Atom bombasını yapmış olmak Oppenheimer ve ekibinde büyük bir suçluluk duygusu yaratmıştı. Oppenheimer, kaleme aldığı günlüğünde “Ben artık ölüm oldum” diye hayıflanmıştı. Fakat bu geç gelen bir itiraftı; tıpkı 2007 finansal krizinde Ranieri’ninki gibi.

Liar’s Poker adlı kitapta hikayesini öğrendiğimiz ve mortgage finans sisteminin babası (godfather) olarak kabul edilen Salomon Brothers adlı eski bir yatırım bankasının Başkan Yardımcısı Lewis Ranieri, yıllar sonra verdiği bir demeçte, mortgage bonoları ile ilgili olarak, “Tarihin en büyük iskambilden kalesini keşfettiğimiz hiç ak¬lımıza gelmezdi” demişti. Oysa Ranieri 2004 yılında BusinessWeek tarafından son 75 yılın en büyük inovatörlerinden biri olarak gös¬terilmişti.

Mahallenizin en iyi telefon üreticisinin sonu!

5 Ekim 2011 tarihinde kaybettiğimiz Apple’ın kurucusu Steve Jobs ardında dünyanın en pahalı şirketini bıraktı. Acaba Apple bu başarıyı daha ne kadar sürdürebilecek?

Steve Jobs’un vizyonel yenilikçi yaklaşımları bilgisayar dünyasında çığır açmıştı. Başarısının arkasındaki temel etkenin, ürünlerinin imalinde gerekli tüm yazılım ve donanımı kendi bünyesinde imal edebilmesinde saklı olduğu söylenir. Bu sayede tüm kurumsal mimariyi elinde tutabilen Steve Jobs dünyanın en değerli şirketini yaratabilmiştir. Şu sözü bu durumu oldukça iyi özetlemektedir: “Bir sorun olduğunda her şey kontrolüm altında oluyor; çünkü o konuda kime fırça çekebileceğimi biliyorum.” Steve Jobs’un kişisel dehası şirketin her alanında hakimdi. Peki bu durum ölümcül bir paradoks yaratacak mı?

Uygarlık tarihinin en benzersiz kemanını yapan Antonio Stradivari 17.yüzyılın başında keman üretmeye başlamıştı. Tıpkı Apple gibi o da bir keman için gerekli olan tüm parçaları kendi atölyesinde üretiyordu. Tüm çalışanlar bu atölyede uyuyor ve günün her saati çalışılıyordu. Kemanların üretimindeki tüm ayrıntılarla Antonio ilgileniyor ve yarattığı biçimsel kuralları her aşamada yakından takip ediyordu. Kuralları sürekli bir değişim içinde olduğundan çalışanlar ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışılıyorlar ama bazen yine de Antonio’nun eleştirilerine maruz kalabiliyorlardı. Antonio’nun kuralları mükemmeli arayan kuralsızlığından geliyordu. Tıpkı Steve Jobs’un “Ben bu ürünü böyle çıkarırsam, kullanmam!” deyişindeki mükemmelliği arama düşüncesi aslında 17.yüzyılda Antonio’nun yarattığı bir düşünce tarzıydı.

Antonio’yu bu düşünceye yönlendiren dönemin arz ve talep koşulları arasında sürekli büyüyen dengesizlikti. Tıpkı Apple’ın içinde olduğu 2000’li yıllardaki rekabet yoğun piyasa gibi, birçok firma ve yenilikçi ürün piyasaya çıkmaktaydı. Keman üretimi iyice artmış ama talep aynı düzeyde artmamaktaydı. Antonio’nun çözmesi gereken sorun buydu ve bu nedenle piyasanın beklentisinin ne olabileceğini düşünerek daima kendisi için en iyiyi yaratma azmindeydi. Bu da ona emsalsiz Stradivarius kemanlarını yaratma imkanı vermişti.

Antonio’nun, Steve Jobs tarafından da sonrada kullanılan bir diğer özelliği ise müşteri kitlesine yaklaşımıydı. Apple, ürünlerinin fiyatlarını düşük tutmaya çalışarak herkesin kullanmasına olanak sağlayacak stratejilere odaklıydı. Tıpkı Steve Jobs gibi Antonio’nun müşterileri de, diğer üreticilerin hedef aldığı gibi zengin aileler değil, yaşadığı Cremona kasabasının mütevazi çalgıcılarıydı. Antonio’nun tüm çabası bu sıradan müzik topluluğuna artan rekabet koşullarında keman satabilmekti. Tüm azmini ve dehasını sadece bunu başarabilmek için adamıştı.

Antonio öldüğünde işin başına çocukları geçmişti. Fakat Antonio’nun başarısı maalesef çocuklarına geçmemişti. Stradivarius kemanlarının üretimi azalan talep nedeniyle birkaç yıl içinde yok olup gitmişti.

Bugün dünyada 700 adet olduğu tahmin edilen Stradivarius kemanlarının emsalsizliği nereden gelmektedir? Yapılan araştırmalar, kemanların üretiminde kullanılan malzemenin bazı farklılıklar içerdiğini ortaya koysalar da bu farklılığın ne olduğu konusunda somut bir kanıt ileri sürebilmiş değillerdir. Fakat profesyonel bir müzisyen bu farkı anında ayırt edebilmektedir. İşte Stradivarius’un başarısı burada saklıdır. Tıpkı Steve Jobs’un “Ben bu ürünü böyle çıkarırsam, kullanmam” sözündeki başarıyı arama arzusu gibi.

Peki, Antonio’nun başarısını oğullarının sürdürememesinin sebebi neydi? Bu aslında basitçe tek bir şeye karşılık geliyordu. Antonio’nun bugün bile bilimsel olarak tespit edilemeyen gizemi de aynı sonuca ulaşmaktadır. Antonio, çocuklarına nasıl keman yapılacağını öğretse de kendi dehasını aktaramamıştı. Bu Steve Jobs için de geçerliydi. Steve Jobs, nasıl iyi bir bilgisayar ve telefon yapılacağını öğretse de nasıl dahi olunacağını öğretmemişti. İşte ölümcül paradoks da burada saklıdır. Steve Jobs’un yarattığı Apple’ın sonunun birkaç yıl içinde Stradivarius kemanlarının sonu gibi olmayacağını kim garanti edebilir?

18.yüzyılda, Antonio Stradivari’nin atölyesinin bulunduğu Cremona kasabasında dünyanın en ünlü keman yapımcılarının atölyeleri bulunurdu. Bu atölyelerin ürettiği kemanlar o kadar ünlüydü ki, atölyelerin ve bu sokağın ünü tüm dünyaya yayılmıştı. Cremona’daki atölyelerin kapısında “İtalya’nın en iyi keman üreticisi”, “Avrupa’nın en iyi keman üreticisi” veya “Dünyanın en iyi keman üreticisi” gibi yazılar yer alırdı. Antonio’nun atölyesinin kapısında ise “Bu mahallenin en iyi keman üreticisi” yazarmış…

Antonio’nun beyni de tıpkı Steve Jobs’unki gibi sadece kendisinin görebileceği ayrıntılarla doluydu. Onun ortaya koyduğu standardın çocukları tarafından tekrar yaratılması mümkün değildi. Şu an mahallenizin en iyi telefonunu yapan Steve Jobs için de maalesef aynı şey geçerli. Doğanın kanunlarının Apple için nasıl işleyeceğini ise önümüzdeki yıllarda hep beraber göreceğiz.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Finansal kriz neden bitmiyor?

Henry Ford, 20.yüzyıl başlarında vasıfsız işçileri bir üretim bandı üzerinde çalıştırarak seri üretimin ilk temellerini attı. Fordizm denilen bu model bugün üretimden gıdaya, sağlıktan finansal hizmetlere birçok sektörde hala kullanılmaktadır. Model basitçe şöyle işler. Bir bant üzerinde yürüyen makine sırayla işçilerin önünden geçer ve her işçi sıra kendine gelince elindeki parçayı bu makinaya monte eder. Bu süreçte her işçi sadece elindeki parçayı doğru şekilde monte etmekten sorumludur. Çünkü herkesin tanımlanmış işi yapması verimliliğin bir gereği olarak düşünülmüştür.

Modelin üretim sektöründe başarılı olması kısa sürede diğer sektörlerin de dikkatini çekmiştir. 2000’li yılların başında büyük bir çıkmazın içine giren İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri (National Health Service) çözümü Fordizm’de bulmuştu. Doktor ve hemşirelerin baktıkları hastalar için ayırdıkları zamanın kontrol altında tutulması sektörün verimliliğinin kilit noktası olarak görüldü. Artık İngiliz doktorlar ve hemşireler hastalarla ilgilenmek yerine hastanın kusurlu veya sorunlu organı ile ilgilenmeye başladılar. Doktorlar hastayı bir bütün olarak ve her şeyin başında bir insan olarak değil; kırık bir kol, kanserli bir karaciğer, mikroplu bir boğaz olarak görüyorlardı. Yoğun işbölümü kişiye değil parçalara odaklanmayı öneriyordu. Tıpkı Ford’un bant işçileri gibi doktorlar da hastanın sadece paylarına düşen kısımlarını onarmaya başladılar. İnsandan anlayan doktor değil, belli bir parçadan anlayan doktor modeli giderek hakimiyetini güçlendirmişti.

Uzmanlaşma giderek artsa da odaklanma insandan aynı hızla parçalara doğru kaymaktadır. Bir doktorun değeri bir karaciğeri ne kadar kısa sürede muayene ettiği ve bunu günde kaç adet yaptığı ile ölçülmeye başlıyordu. Fakat burada bir sorun vardı. Bir organı tedavi etmeye odaklanma başka bir organ üstündeki hastalığı görmezden gelmeyi getiriyordu. Peki bu durum nasıl yorumlanmalıydı?

Ulusal Sağlık Hizmetlerinin kullandığı model; ki bugün tüm dünyada kullanılmaktadır, basit bir iş yapma şekline dayanıyordu: Oto sanayi sitesi!

Diyelim ki arabanızın karbüratöründe bir sorun var. Oto Sanayide küçük bir dükkana gidersiniz. Usta arabanızı inceledikten sonra karbüratördeki sorunu tespit eder ve gerekli müdahaleyi yapar. Artık aracınızdaki karbüratör sorunu bitmiştir. Peki bu yeterli midir? Acaba aracınız karbüratörünün düzelmesi başka bir soruna neden olmuş olabilir mi?

Karbüratör tamirinde uzmanlaşmış usta arabanın geneli hakkında belli bir malumata sahip olsa da gerçekleştirdiği müdahalenin arabanın genelinde yaratabileceği negatif etkileşimleri düşünemeyecektir. İşte bu oto sanayi sitesi modeli Ulusal Sağlık Hizmetlerinin de modelidir. Fakat bundan daha öteye finansal sistemin çalışma modelidir.

Finansal sistem tıpkı bir insan vücudunu organların oluşturması gibi birçok yapı taşından oluşur. Bankalar, fonlar, borsalar, rating şirketleri, denetim şirketleri ve daha birçok element. Tüm bunların etkileşimi ile finansal piyasaların denge halinde işleyişi meydana gelir. Peki ya finansal sistem hastalanırsa? İşte bu durumda doktorlar devreye girerler. Hükümetler, merkez bankaları, düzenleyici kuruluşlar, kanunlar ve daha birçok doktor. Hasta neresinde bir rahatsızlık görüyorsa o hastalığın uzmanı olan doktora sevk edilir. O doktor da gerekli tedaviyi yapar ve hasta iyileşerek yoluna devam eder.

Bu durumu 2007 finansal krizinde ortaya çıkan sorunları düşünerek yeniden kurgulayalım. Finansal krizin ilk günlerinde suçlunun birkaç kendini bilmez banka olduğu düşünüldü. Bu konuyla ilgilenen doktor düzenleyici kuruluşlardı. Hemen hasta muayene edildi ve semptom konuldu. Yatırım bankalarında sorun vardı ve hemen değişmeleri gerekiyordu. Vakit kaybetmeden tüm yatırım bankaları bir anda ticari bankaya döndürüldü. Hastanın tedavi olduğu düşünüldü. Fakat bu kez de menkul kıymetlerde sorun belirdi. Uzman doktoru hükümetlerdi. Bankaların ellerindeki menkul kıymetler hükümetler tarafından satın alınarak hasta organın düzeltilmesi yoluna gidildi. Hasta düzeldi derken bu kez sorun ödenmeyen krediler nedeniyle müşterilerde bulundu. Uzman doktoru yasa koyuculardı ve alelacele çıkarılan kanunlarla gerekli kredi yapılandırmaları sağlandı. Tamam, şimdi oldu derken bu kez likidite yokluğu ortaya çıktı. Para finansal sistemin kanıydı ve kansız bir finansal sistem düşünülemezdi. Uzman doktoru merkez bankalarıydı. Hemen piyasaya gerekli likidite sürüldü ve canlılık sağlandı. Fakat hasta yine düzelmedi. Sorun bu kez ülkelerin borçlanma seviyelerindeki yükseklikte belirdi. Uzman doktoru IMF, AB ve ECB idi. Hemen müdahale edildi ve gereken tedbirler alındı.

Şu an hastanın düzeldiği tahmin ediliyor. Ama birçok kişi yakında yeni bir hastalığın ortaya çıkacağını biliyor. Peki ama bu neden kaynaklanıyor? Yani insanlar finansal sistemin henüz iyileşmediğini nerden biliyorlar? Hata nerede saklı?

Sorunun yanıtı Fordizmin tarihi kalıntısı olan oto sanayi sistemi çalışma modelinde saklı. Tüm finansal sistem oto sanayi sistemi gibi çalışıyor ve bozulan parça onarılırken hasta bir bütün olarak düşünülüp değerlendirilmiyor. Tıpkı sağlık sistemlerinde olduğu gibi… Bu durum aslında hatanın nerede olduğunu da açıkça gösteriyor: Hastanın bir bütün olarak değerlendirilmemesi; ya da en genel anlamıyla eşgüdüm eksikliği.

24 Nisan 2012 Salı

Faturayı neden her zaman sıradan insan öder?

Finansal krizin dümen suyunda ilerleyen Avrupa Birliği krizin sorumlusunu bir türlü bulamıyor. Daha doğrusu bulmak istemiyor. Birlik liderleri şu an suçlunun ülkelerin sosyal politikaları olduğunda kararlı. Sıradan vatandaşların aldığı ücretler, sağlık yardımları, emekli maaşları ve her türlü sosyal haklar esas suçlu olarak görülüyor. Kurumsal hırs ve saldırganlığın yarattığı fonksiyonel çöküş görmezden geliniyor. Büyük finansal kuruluşların kardan başka hiçbir şeye odaklanmayarak yarattıkları küresel krizin faturası onlara değil de bir kere daha sıradan insanlara çıkarılmaya çalışılıyor. Ücretler düşürülecek, sosyal haklar azaltılacak, gelirler daralacak ve daha birçok olumsuzluk…

Burada en önemli soru, krizi yaratan ve 2007 yılından bu yana her sıkıştıklarında merkez bankaları tarafından paraya boğulan büyük finansal şirketlerin bu bedeli ödemeye neden istekli olmadıklarıdır. Ya da kendilerine bu bedelin neden ödetilmek istenmediğidir. Bunu anlamak için binyıllar öncesine gidelim ve Antik Çağın pek bilinmeyen bir hikayesini yeniden hatırlayalım..

Yunan kralı Lykurgas ülkedeki zenginliğin bir kısım soylunun elinde olmasından rahatsızlık duymakta ve bu düzeni değiştirmenin yollarını aramaktadır. Halkının daha fazla nasıl mutlu olacağını düşünerek üç önemli icraatını ardı ardına ortaya koyar.

Öncelikle zenginler ile yoksullar arasındaki mal mülk eşitsizliğini gidermek için düğmeye basar. Bütün topraklar birkaç zenginin elindedir ve topraksız bir çok insan vardır. Herkesin varlık bakımından eşit olması bu dengesizliği bitirebilirdi. Bu nedenle Lykurgas bütün toprakları yaklaşık 70.000 eşit parçaya bölerek tüm halka dağıtır. Böylece herkes payına düşen toprakla geçimini sağlayacak besinleri yetiştirebilecek ve daha fazlasına ihtiyacı olmayacaktır. Bu durum zenginlerin hiç hoşuna gitmemişti.

Lykurgas ikinci olarak taşınır malları bölmeye girişir. Fakat kimse elindekini vermeye yanaşmaz. Lykurgas bu sorunu çözmek için farklı bir yola başvurur. Altın ve gümüş parayı kaldırarak demir parayı tedavüle çıkarır. Zenginler önce demir parayı kullanmaya başlasalar da bir ekmek almak için bir araba demir para gerektiği için paranın kullanımı kısa sürede ortadan kalkar. Artık kimse bu saklanmaz ve değeri olmaz maden için haksızlık etmeyecek, rüşvet almayacak, kar hırsıyla birbirine saldırmayacaktır.

Bununla birlikte Lykurgas sanat üretimini de durdurur. Çünkü bu tür ürünleri satın alabilecek para olmayınca pahalı sanat ürünleri de kendiliğinden ortadan kalkmıştı. Artık şehre yönlendirici söz ustaları, şarlatan kahinler, muhabbet tellalları ya da mücevher ustaları gelmemeye başlamıştı. Ne de olsa şehirde para yoktu ve bu insanlar paranın olmadığı bir yere gelmezlerdi. Böylelikle zenginler evlerini süslü eşyalarla dolduramayacaklardı. Artık herkes eşit sayılırdı. Zenginler bu durumdan oldukça şikayetçi olsalar da yine de seslerini çıkarmamışlardı. Çünkü ellerindeki paraları onların diğerlerinden farklı olarak bolluk içinde yaşamasına hala imkan tanıyordu.

Lykurgas üçüncü ve son olarak zenginlerin bu bolluğunu da ülkeden söküp atmak ister. Artık ülkede hiç kimse ayrı yemek yiyemeyecektir. Evinde kendine gösterişli bir sofra kuramayacaktır. Kurulacak ortak sofralarda herkes beraber yiyecektir. Evde gizlice yiyip ortak yemeklere tok gelmek de yasaklanmıştır. Böylece şehirde herkes ortak bir kaptan yemeye başlamış ve zenginliğin eşit bölüşümü Lykurgas’a göre tamamlanmıştır.

Lykurgas tam hayaline ulaştığını düşünürken yaptığı son düzenleme bir anda zenginleri ayaklandırır. Zenginler, zenginliklerini kullanamamaya başladıklarında bıçak kemiğe dayanmıştır. Ayaklanma kısa sürede alevlenir ve Lykurgas’a taşlarla saldırılarak hükümdarlığına son verilir.

Sanıyoruz dünyayı yöneten liderlerin finansal krizin faturasını neden sıradan vatandaşlara kestiğini anlatabilmişizdir. Çünkü bu faturayı zenginlerin ödemesini isteyenlerin sonu Lykurgas’tan farklı olmayacaktır; bunu da dünyayı yönetenler gayet iyi bilmektedirler.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Apple'ın Sonu!

Tarihi MÖ 5000 yıllarına kadar uzanan bowling oyunu, toplumsal hayatı şekil veren de bir oyun olmuştur. MS 3. ve 4. yüzyıllarda bu oyunda başarılı olanlar kilise tarafından “günahlarından arınmış” olarak kabul edilirdi. Genellikle 10 lobutun (pin) atılan bir bowling topu ile devrilmesini amaçlayan oyunda sıra öteki atışa geldiğinde otomatik lobut yerleştirme makinası lobutları yerleştirerek oyunun sürmesini sağlar. Fakat ne ilginçtir ki tarihin bu en eski oyunlarından birinde lobutlar 1930’lu yılların sonuna kadar insanlar tarafından yerleştirilirdi. Arkada duran toplayıcılar yeni oyun başlamadan önce yıkılan lobutları yerlerine koyarlardı.

Gottfried Schmidt, bowling oynamayı çok seven bir mühendistir. Tıpkı 90’ların sonunda evinin garajında yazılım üzerine çalışan bilgisayar mühendisleri gibi o da küçük atölyesinde makinalar üzerine çalışmaktadır. Schmidt, bowling oynamayı çok sevmesine rağmen yıkılan lobutları toplayacak kişiyi her zaman bulamamaktan yakınır. Bunun sonucunda da çoğu zaman yıktığı lobutları kendisi yerleştirir. Kafasında her zaman şu düşünce vardır: Bir makine yıkılan lobutları tıpkı insan gibi toplayıp yerleştirebilir mi? İşte bu düşünceyle işe koyulur ve çok geçmeden de ilk otomatik lobut toplama makinasını icat eder.

Schmidt patentini aldığı bu ürünü kısa sürede piyasaya sürer. AMF adlı şirket ile kurduğu ortaklık sonucu tüm dünyaya bowling makinası ihraç etmeye başlar. Çünkü bowling salonları lobut toplayıcı insanlara bağımlı olmaktan sıkılmıştır. Toplayıcıların çoğu zaman tartışmalara neden olan yerleştirmeleri oyunun popülaritesini oldukça azaltmıştır. İşte bowling makinası tam da böyle bir atmosferde piyasaya çıkar.

Makinalar 1950’lerin başında kullanılmaya başlanır. Toplayıcı kişilerden çok daha hızlı ve kusursuzdurlar. Oyun daha zevkli bir hale dönüşürken bowling salonları da gösterişli alanlara dönüşmektedir. O yıllarda ABD’de yapılan istatistiklerde 10 milyondan fazla insan haftada en az bir kere bowlinge gitmeye başlamıştır.

Bowlinge ilgi sadece sosyal değil, ekonomiktir de aynı zamanda. Makinayı üreten AMF hisselerinin fiyatı kısa sürede iki katına çıkmıştır. AMF ile birlikte piyasaya yeni üreticiler, yardımcı malzeme tedarikçileri ve hammadde tedarikçileri girmeye başlamıştır. Tüm dünyanın ve Wall Street’in gözü bu şirketlerdedir. 1960’larda sadece ABD’de 12.000’den fazla salon kurulmuştur.

Fakat 1963’e gelindiğinde AMF’nin hisseleri düşmeye başlar. Artan bowling salonları üretimi arttırsa da belli bir noktadan sonra salonların artış hızı yavaşlamıştır. Artık fazla salon açılmamaktadır. Bu da yeni makinalara talebi azaltmıştır. Üstelik piyasaya yeni giren makine üreticileri de etkili olmaya başlamıştır. Bunların sonucunda AMF’nin hisseleri 20 yıl kadar son derece düşük rakamlarda işlem görür. Ta ki 1969’ta Harley-Davidson motorlarını satın alana kadar. AMF 1981 yılına kadar Harley-Davidson ile gelir. Daha sonra Harley-Davidson’u da satar ve 1985 yılında başka bir şirket tarafından satın alınarak yok oldu.

Andrew Hurley’in "Diners, Bowling Alleys and Trailer Parks: Chasing the American Dream in Postwar Consumer Culture” adlı kitabında anlatılan bu hikaye, klasik bir teknoloji şirketinin doğal yaşam çevrimini de sunmaktadır aynı zamanda. Birçok şirket bu süreçleri yaşayarak yok olup gitmişlerdir. Apple’ın bu hikayenin dışında olduğunu düşünüp gülümseyecekler mutlaka olacaktır. Henüz oluşumunun ilk yıllarını yaşayan Apple’ın bundan 20 sene sonra nerede olacağını kestirmek herkes açısından oldukça güç olsa da diğer teknoloji şirketlerinin yaşadığı süreci tekrar etmemesi çok düşük bir ihtimal. Ama yine de öyle olmayacağını düşünenler varsa Romalı şair Horatius’un ikibin yıl önce söylediği bir sözü Apple için uyarlayarak yeniden söyleyelim:

“Ne gülüyorsun! Adı değiştirirsen, anlatılan Apple’ın hikayesidir!”

20 Nisan 2012 Cuma

Bir finansal balonu sen de yaratabilirsin!

Dünya finansal balonlardan bir türlü kurtulamıyor. Gayrimenkul, hisse senetleri, altın, tahviller ve daha birçokları. Nasıl ortaya çıktıkları çoğu zaman gözlenemez ve ölçülemez olsa da insan eliyle yaratıldıkları yadsınamaz bir gerçektir.

Varlıkların fiyatlarındaki sürdürülemez artış finansal balon olarak ifade edilmektedir. “Finansal Krizin Gerçek Hikayesi” adlı yazımızda finansal balonların nasıl oluştuğunu kendi doğaları itibarıyla anlatmıştık. Şimdi ise finansal balonların insan eliyle nasıl yaratıldıklarını göstermeye çalışalım.

Yapılan bir deneyde, deneye katılanlardan bir şirketin hisselerini alıp satmaları istenir. Deney belirli sayıda devrede gerçekleştirilecek olup her devrenin sonunda temettü dağıtılır. Deney beş dakikadan onbeş devre sürecektir. Deneye başlarken herkese iki adet hisse senedi ve istediklerinde hisse satın almak için biraz para verilir. Her devrenin sonunda oyunculara dağıtılacak temettü tutarı ise 24 sent olarak belirlenmiştir. Örneğin birinci devre bittiğinde 1 adet hisseniz varsa 24 sent temettü alıyorsunuz. Tüm deney düşünüldüğünde 15 devre sonunda eğer her devrede elinizde 1 adet senet varsa toplamda 3,60 dolar (0,24x15) kazanmış oluyorsunuz. Bu bilgiden şu sonuç çıkarılabilir. Bir hissenin alınıp satılabileceği en yüksek fiyat 3,60 olmalıdır.

Bu hesaplamayı yapan oyuncular hemen oyunun başında hisse senedi fiyatını 3,50 seviyesine çıkarırlar. Bu makul gibi gözükse de fiyatın oyun sonuna kadar aynı düzeyde kalması şaşırtıcı bir durumdur. İrrasyonellik bu durumu anlatmak için yetersiz bir ifade olarak gözükmektedir. Hisse fiyatının 1 dolara düştüğü oyun sonunda bile insanlar hala 3,5 dolardan hisse senedi almaya devam etmektedirler. Peki ama neden? Oyuna katılanlar oyunun ikinci devresinden sonra 3,5 dolara alınan hisse senetleri karşılığı alınacak temettünün maliyeti karşılamayacağını iyi biliyordu. Öyleyse neden bu alışverişe giriyorlardı?

Deneye katılanlara bu sorulular sorulduğunda şu yanıtı verirler: “Fiyatın yüksek olduğunu ve maliyeti karşılamadığının farkındaydım. Ama herkesin bu fiyatlardan alması beni de etkiledi. 3,5 dolardan alıp birkaç dönem temettüsünü aldıktan sonra bir enayiye satarım diye düşündüm.”

Oysa oyuna katılanlar gerekli bilgiye başta sahiptiler. Bir hisseye en fazla ne kadar vermeleri gerektiğini deney boyunca hesaplayıp maliyetlerini belirleyebiliyorlardı. Hisselere fazla para ödemeleri gerekmiyordu ama ödemişlerdi. Oyunun son devresinde bile hisse senetlerine 3,5 dolar verebilmişlerdi. Buradan çıkan sonuç şuydu. Oyuncular bu yüksek fiyatlardan hisse senedi alırken bile daha yüksek bir fiyattan satabilecekleri bir enayinin oyundu olduğunu düşünüyorlardı.

Oyuncular gerekli bilginin olduğu ideal şartlarda bile balon oluşturabilmişlerdi. Bunu yapmaya onları sevkeden ise yüksek fiyatlardan bile satacakları bir enayinin oyun içinde bulunduğuna olan inançlarıydı. İşte gerçek hayatta bir finansal balonu oluşturmak bu kadar kolaydır. Bunu siz bile yapabilirsiniz. İhtiyacınız olan tek şey ise bu deneyde ifade edildiği şekliyle bir “enayi” bulmak olacaktır.

19 Nisan 2012 Perşembe

Geleceğin şirketini belki sen de kurabilirsin!

İlk şirketin tarihi yüzyıllar öncesine uzansa da şirketlerin yapılaşması pek fazla değişmemiştir. Belirli bir amaca ulaşmak için bir araya gelen insan topluluğunun finansal haline yıllardır kısaca şirket denmeye devam etmektedir. Peki şirketlerin bu yapısı ne kadar daha devam edecek? Finansal piyasalar yüksek hızla hareket ederken şirketler gelecekte nasıl olacak?

Şirketlerde yapıyı belirleyen en önemli özellik üretilen mal veya hizmetlerin ne tür bir network içinde meydana getirildiğidir. Örneğin Ford ürettiği arabaların tüm ham ve yarı mamullerini yıllarca kendisi üretmekte ısrar etti. Öte yandan Nike ise hiçbir fabrika kurmazken tüm ürünlerini dünyanın her tarafına dağılmış değişik firmalara yaptırmaktadır. Zara adlı İspanyol markası ise daha farklı bir modelle geleceğin şirketini yaratır gibidir.

Zara, klasik bir tekstil firmasının yaptığı işlerin neredeyse tamamını terse çevirerek büyük bir başarı yakalamıştır. Klasik tekstil firmaları üretimlerini kendi firmalarında yaptırmayı kalite sayarken, Zara, kaliteyi birçok küçük üretici firmada yaptırmada yakalamıştır. Bir tekstil firması birkaç model üzerinden binlerce elbise dikerken Zara binlerce model üzerinden birkaç elbise dikmiştir. Tekstil firmaları bayilerine mevsimsel olarak sevkiyat yaparken Zara haftada birkaç kez değişik ürünlerini sevk edebilmektedir. Zara, klasik şirket anlayışını tepetaklak ederek geleceğin modelini yaratır gibidir. Bir yıl içinde onbin yeni dizayn üretip sevkedilmek diğer tekstil firmaları için imkansız bir hayal gibidir. Peki Zara’nın bu modeli ile geleceğin şirketi arasındaki ilişki nerede saklıdır?

Diyelim ki “Godfather (Baba)” adlı filmi yapma görevi size verildi. Fakat sektör hakkında hiç bilginiz bulunmuyor; bildiğiniz tek şey bu tür işlerin bir şirket anlayışı ile çözülebileceği. Öyleyse yeteri kadar çalışana ihtiyacınız olacak. İlk yapılması gereken bir İnsan Kaynakları bölümü kurmak. Bölüm kurulur kurulmaz hemen bu filmi çekmek için gerekli elemanları aramaya başlar. Fakat bir taraftan da şöyle düşünürsünüz: “Film çekmek iyi bir iş. Öyleyse bundan sonra da film çekebiliriz.”

Bu düşünceyle önce bir yönetmen bulunur. Francis Ford Coppola işe alınır. Coppola daha önce hep tek bir film için anlaşma yapmış olup uzun vadeli bir iş kontratı imzalamamıştır. O nedenle normal ücretinin en az on katı para ister. Firma gelecek yatırımlarını düşünerek kabul eder. Sonra bir senarist gereklidir. Mario Puzo ile anlaşılır. O da ömür boyu tek bir şirket için çalışacağından her zamanki ücretinin birkaç mislini ister. Film için en önemli şey oyuncudur. Onlarca oyuncuya ihtiyaç vardır. Marlon Brando, Al Pacino, James Caan gibi oyuncularla bir film için istedikleri ücretin onlarca katına anlaşma imzalanır. Film için gerekli diğer çalışanlarla da aynı tür kontratlar yapılır. Artık her şey hazırdır. Bu esnada yanınıza bu konularda tecrübeli biri gelir ve sizi şöyle der: “Bu film 6 milyon dolara çekilebilirdi ama siz yüz milyonlarca dolar harcadınız.”

Muhtemelen bunu söyleyene şöyle diyeceksiniz: “Bir şirket ancak başlangıçta yatırım yapılarak kurulabilir. Bundan sonra artık sürekli film çekerek para kazanıp yatırım tutarını geri kazanacağız.”

Artık filme başlayabilirsiniz. İşinde uzman bir kadro, harika bir senaryo, çarpıcı bir müzik ve sürükleyici bir konu. Sonuç mükemmeldir. Film bütün dünyada çok beğenilmiştir. İnsanlar devamını beklemektedirler.

Fazla beklemeden Baba-II’yi çekmenin akıllıca bir fikir olduğunu düşünürsünüz. Çünkü şirketiniz artık seri üretime başlamıştır. Yine entrika, ticaret, mafya, Vatikan ve daha birçok çarpıcı olay. İkinci film de inanılmaz tutmuştur. İnsanlar yenisini istemektedirler.

Şirket artık iş modelini oturtmuştur. Herkes görevini bilmekte ve işini başarıyla yapmaktadır. Baba-III’ün çekilmesi de fazla uzun sürmez. Film tüm dünyada gösterime girer. Herkes başarıdan emindir ve kimse beklenilmeyene beklememektedir. Fakat beklenilmeyen gerçekleşir ve film hiç başarılı olmaz. Kimse artık bu sıradan filmi ve devamını merak etmemektedir.

Şirket büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Artık yapabileceği hiçbir şey yoktur. Çok geçmeden de çöker.

Bir filmin bu şekilde çekilmediğini herkes bilir. Ama klasik şirket anlayışı filmlerin böyle çekilmesi gerektiğini söyler. Zara’nın başarısı da burada saklıdır. Zara, yukarıda anlatılan klasik şirket modelini uygulamamış; bunun yerine tıpkı bir film çeker gibi özel davranmıştır. Her film için ayrı bir yönetmen, senarist, oyuncu kadrosu ve ekip oluşturmuştur.

Geleceğin şirket modelinin bugün bir film çekmek için yapılan organizasyon gibi olacağı Zara’nın modelinden anlaşılmaktadır. Geleceğin şirketini belki sen de kurabilirsin.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Columbia faciasından alınmayan ders!

IMF, Avrupa bankalarının 4 trilyon dolar varlık satması gerektiğini söylüyor. Bu neresinden bakılırsa bakılsın son derece büyük bir rakam. Satılacak aktiflerin ne olduğunu merak ediyorsanız hemen söyleyelim. 2000’li yılların başında başlayan ucuz ve kolay para politikaları bankaları büyük bir cazibe balonunun içine sokmuştu. Bankalar büyük bir hızla evden otomobile, şirketlerden yatırımlara kadar olabilecek her alanda krediler vermişlerdi. Kredi vermek bankaların görevi ve asli işiydi ne de olsa. Bir gün bu kredilerin bankaların batışına sebep olacağını kimse o anda düşünmemişti. İşte bu krediler ve onlar üzerine inşa edilen menkul kıymetler bugün satılması istenilen krediler.

Bu kredilerin hepsi elbette ki sıkıntıda değil. Ama bir kere güven sarsılınca kolay kazanılmıyor. Güveni sarsan şey ise subprime denilen dünya kredi hacminin %1’den bile daha azını oluşturan eşikaltı kredilerdi. Başlangıçta kimse bu kredilerin bu denli büyük bir krize neden olabileceğini düşünmemişti. Çünkü toplam krediler içinde payları düşüktü. Üstelik sigortalama vazifesi gören menkul kıymetleştirme de oldukça başarılı işliyordu. Peki nasıl oldu da bu krediler küresel bir kriz yarattılar?

Uzaya çıkan ilk uzay mekiği Columbia’nın düşmesine sebep olan neden, küresel finansal kriz için de aynen geçerliydi. Columbia 1 Şubat 2003’te 28.seferinden dönerken, inişe birkaç dakika kala havada infilak etmişti. Mekiğin fırlatıldığı 16 Ocak 2003 tarihinde gerçekleşen bir olay aslında bazılarının kafasına kabus senaryoları yerleştirmişti ama böyle bir sonu yine de kimse beklemiyordu. Fırlatılmasından kısa bir süre sonra mekikten kopan küçük bir köpük parçası mekiğin sol kanadına çarpmıştı. Bu çarpışın önemli olmayacağı ve gövdede herhangi bir delik oluşturmayacağı düşünülmüştü. Çünkü kopan köpük parçası sadece 440 gram ağırlığındaydı. Fakat küçük bir ayrıntı hesaba katılmamıştı. Mekiğin hızı.

Columbia’dan kopan bu ufak köpük parçası saatte 20.000 km. hızla giden bir mekikten kopmuştu ve hızın bu küçük kütle üzerinde yarattığı şiddet gövdede küçük de olsa bir delik açmıştı. Atmosferden çıkışta sorun yaratmayan bu küçük delik dönüş yolunda atmosfere girerken aşırı ısınmaya dayanamamıştı. Küçük bir deliğin böyle bir çöküş yaratacağını kimse düşünemezdi.

İşte finansal krize sebep olan subprime krediler de böyle küçük bir delikti kredilerin toplam büyüklüğü içinde. Bu nedenle de başlangıçta bu kadar önemsenmemişti. Ama kredilerin yüksek hızlı büyümesi bu küçük parçanın da hızını arttırmış ve çatlağı derinleştirmişti. Bu yüksek kredi hızı, sonunda küresel ekonomiyi tıpkı Columbia gibi patlatmıştı.

16 Nisan 2012 Pazartesi

En hızlı ulaşım trafiğin en yoğun saatinde mümkündür

Yazının başlığının paradoksal olduğunu düşünenler olabilir. Fakat az sonra anlaşılacağı gibi başlık hiçbir paradoks içermiyor. Bir yere en hızlı sürede ulaşmak isteyen araçlar bunu ancak trafiğin en yoğun olduğu saatte başarabilirler. Nasıl mı?

İnsanoğlunun karşılaştığı tüm sorunlara finansal çözümler bulmayı başaran ekonomi bilimi acaba trafik sorununu da çözebilir mi?

Trafik dünyanın tüm metropollerinde önemli bir sorun. Geliştirilen yöntemlerin hiçbirinin trafik sorununu çözemediği ortada. Peki trafik sorunu ekonomi bilimi tarafından çözülemez mi?

1996 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Kanadalı ekonomist William Vickrey’in “tıkanıklık fiyatlandırması” (congestion pricing) adlı çalışması soruna ekonomik bir bakış gösteren dünyadaki ilk örnektir. Vickrey, araştırmalarında yolları da diğer ekonomik mallar gibi kısıtlı bir kaynak olarak değerlendirmiş ve esnek bir fiyatlandırma modeli önermişti. Ona göre yollar ücretlendirilmeliydi. Ancak bu sayede insanlar yolların kendileri için gerçekteki değerinin ne olduğuna karar verebilirlerdi. Bu kararı vermeleri onlardan bazılarını toplu taşımayı kullanmaya, bazılarını kullanım ücretinin düşük olduğu farklı saatlerde yola çıkmaya ve bazılarını yollara hiç çıkmamaya yönlendirebilirdi.

Yolların trafik sıkışıklığının yoğun olduğu sabah ve akşam saatlerinde pahalı olması güzel bir fikirdi. Bu teknik zaten hayatın birçok alanında kullanılıyordu. Barlar hafta içi, içki fiyatlarının düşük olduğu Happy Hours’lar düzenliyorlar ya da uçak firmaları erken rezarvasyonlarda düşük ücret, geç rezarvasyonlarda yüksek ücret alarak dengeyi sağlıyorlardı. Tıkanıklık fiyatlandırması doğru bir teknik gibi görünse de kesin bir çözüm olmadığı açıktır. Çünkü fiyatlandırma yapılsa da, arabaların trafiğe çıkıp çıkmayacağı konusunda nihai karar araç sahiplerine bırakılmaktadır. Bundan sonra ortak aklın sorunu çözeceğine inanmaktan başka seçeneğimiz kalmayacaktır. Peki ortak akıl sorunu çözebilir mi?

Dünyadaki örneklerine bakıldığında tıkanıklık fiyatlandırmasının yollarda %20 düzeylerinde bir rahatlamaya neden olduğu görülmektedir. Fakat bu rakam birçok metropol için yeterli değildir. Öyleyse ne yapılması gerekiyor? Fiyatları biraz daha mı arttırmalıyız?

Fiyatları orta sınıfın karşılamakta zorluk çekeceği tutarların üzerine çekersek trafiğe sadece bu bedeli ödeyebilecek varlıklılar çıkacaktır. Geri kalanlar ise çıkamayacaktır. Bu yaklaşım, soruna belli ölçüde çözüm sağlasa da, yolların sadece parayla, zamanı satın alanlar tarafından kullanılacağı sorununu doğuracaktır. Oysa yollar herkes içindir. Öte yandan yolların boş olması, aşırı dolu olmasından ekonomik olarak daha iyi bir çözüm değildir. Çünkü trafik sıkışıklığı aynı zamanda ekonomik dinamizmin de bir göstergesidir. Öyleyse yolları boşaltmak da gerçek çözüm değildir.

Fiyatlandırmanın trafik sorununa kesin çözüm sağlaması şu an için ütopik bir kavram gibi durmaktadır. Öyleyse çözümü başka bir yerde arayalım. Trafik sıkışıklığının ortalama bir yolda (köpru, kavşak, geçiş vs. hariç) neden kaynaklandığını öğrenebilirsek belki sorunun kaynağına iner ve insan doğası içinde bir çözüm geliştirebiliriz.

Trafik sıkışıklığı, birçok bilim adamın da ortaya koyduğu gibi, tıpkı bir kum saatini tıkayan küçük bir taş parçası gibi yavaş giden arabaların neden olduğu bir sorundur. Yavaş giden arabalarla yapılan yol deneylerinde, hızlı araçların yaptığı şerit değişikliklerinin yolda tıkanmaya sebep olduğu anlaşılmıştır. Darboğazlar, hareket halindeki trafiği yavaşlatmaktadırlar. Peki bu nasıl çözülebilir?

Alman fizikçi Dirk Helbing’in “uyumlu akış” (coherent flow) adını verdiği tanımlama bu soruna en optimum çözümü veriyor gibi görünmektedir. Bir bütün halinde aynı hızla giden arabalar, dilediklerinden daha yavaş gitseler de bir bütün olarak mümkün olan en kısa sürede ulaşmış olurlar. Diyelim ki araçların hepsi 50 km. hız ile gidiyor. Araçların bazıları 100 km. hız ile gitselerdi daha hızlı gideceklerini düşünseler de toplu olarak en kısa sürede ulaşmış olacaklardır. Yani belli bir noktadan belli bir anda geçen araba adedi araçların hepsi aynı hızla hareket ettiklerinde en yüksek seviyeye çıkar. Arabaların hızı bu sayıyı etkilemez.

İşte Helbing’in bu çözümü, yani belli bir anda yolun belli bir noktasından geçen araba sayısının en üst seviyede olmasının tek şartı, yolun boş değil tamamen dolu olmasından geçmektedir. Yollar ağzına kadar arabayla dolu olmadığı ve araçlar aynı hızla hareket etmediği sürece belli bir varış yerine daha az sayıda araç gidecektir; yollar boş olsa bile.

Trafik probleminin bir ortak davranış problemi olduğu unutulmamalıdır.

Vergi vermeyi neden sevmeyiz?

Google’a “Vergi vermeyi neden sevmeyiz” diye yazar ve aratırsanız Google size konuyla ilişkili hiçbir şey getiremeyecektir. Olmayan bir şeyi aradığınızda da Google’ın cevap vermediği olmuştur mutlaka. Acaba aradığımız şey çok mu saçma?

Elbette ki bu düşüncenin doğru olmadığını ve herkesin vergi vermeyi sevdiğini düşünebilirsiniz. Google’ın bir şey bulamamasının nedenini buna bağlayabilirsiniz. Fakat bu da birçoklarına -kendinden bildiği kadarıyla- gülünç gelecektir. Çünkü insanların vergi vermeyi çoğu zaman sevmemesi artık bir fenomen haline gelmiştir. Dünyadaki tüm vergi politikaları vergi vermeyi sevdirtmek üzerine kurulu olsa da neden vergi vermeyi sevmediğimiz pek düşünülen bir konu değildir. Öyleyse gelin neden vergi vermeyi sevmediğimizin şifrelerini çözmeye çalışalım. İnsan doğasındaki yerini anlamayı deneyelim.

En kültürlüsünden en kültürsüzüne kadar vergi ödemekten birçok kişinin kaçınmak istediği sürekli tescillenen bir gerçektir. Vatandaşların toplanan vergilerden gelecek yatırımlara (sağlık, eğitim, güvenlik vs.) son derece ihtiyacı olduğu herkes tarafından bilindiği halde insanlar neden vergi vermeyi sevmezler?

Öncelikle biraz istatistikten ve biraz da şans oyunlarından anlayanlar şu gerçeği bilirler. Dünyanın hemen her ülkesinde vergi görevlilerinin inceledikleri beyanname sayısı %1’in altındadır. %1’in altındaki kazanma şansı, çoğu şans oyununda kaybetme ile eş anlamlı sayılır. Çünkü %1 çok düşük bir orandır. Bu nedenle bu istatistiksel gerçekleri yorumlayanlar kendilerini haklı çıkaracak bir rasyonel sebep bulmuş olduklarını düşünürler ve vergi vermek istemezler. Kültür seviyesinin yüksek olduğu ülkelerde vergi verme oranı yüksek görünse de gönüllülük çoğu zaman rafa kalkmış bir duygu olarak varlığını sürdürür.

İnsanlar, eğer geri kalanların da vergisini düzenli ödediğini düşünürse ve ödemeyenlerin yakalanıp cezalandırılacağına inanırsa vergi ödemeye daha istekli olurlar. Bu insan doğasının bilinen bir kanununa karşılık gelir aslında: Herkes doğru davranışı gerçekleştirmek ister; ama kimse enayi yerine konmak istemez.

Bu gerçeği ekonomist E.Fehr ve S.Gachter’in yaptıkları bir deney ile daha iyi kavrayabiliriz. Dört kişiden oluşan bir grubun üyelerine ayrı ayrı 20 jeton verilir. Tıpkı bir iskambil oyunu gibi 4 el sürecek bir oyun oynayacaklardır. Her turda her oyuncu sırasıyla bir jetonunu ortaya koyacak veya pas geçerek koymayacaktır. Eğer 1 jetonunu ortaya koyarsa kendisine 0,4 jeton geri iade edilecektir. Bununla birlikte bu hareketinden dolayı diğer üç kişiye de 0,4 jeton verilecektir. Yani yaptığı bu erdemli davranış ile 0,6 jetonunu kaybetmiş olacak fakat diğer üç kişi toplamda 1,2 jeton kazanmış olacaktır. Bu durum dört kişi açısından değerlendirildiğinde 1 jeton ile 1,6 jeton kazanılmış anlamına gelecektir ki bu son derece rasyonel bir sonuçtur. Oyunun senaryosu görüldüğü gibi son derece basittir. Hiç kimse jetonunu ortaya atmazsa 4 oyun sonunda herkes cebinde 20 jetonla oyunu bitirmiş olacaktır. Eğer herkes tüm jetonları sırasıyla ortaya atarsa herkes 32 jetonla ayrılmış olacaktır. Yani her biri 12 jeton kazanmış olacaktır. Fakat bu en kazançlı sonuç değildir. Eğer kişi kendi jetonlarını ortaya koymaz ve elinde tutarsa o zaman kazancı 44 de olabilmektedir.

Bu senaryo ile yapılan deneyler hep aynı sonucu vermiştir. Başlangıçta tüm oyuncular jetonlarını ortaya koymuşlardır. Fakat ilerleyen turlarda bazıları uyanıklık yapıp jetonlarını ortaya koymamaya başladığında diğer oyuncular da bu davranışı sergilemeye başlamışlardır. Sonuçta oyuncuların %80’i kendi jetonunu ortaya koymazken diğerlerinin ortaya koydukları ile jeton sayısını arttırmaya çalışmışlardır.

Bu deney vergi sistemindeki ekonomik işleyişi ve sosyal psikolojiyi oldukça güzel tasvir etmektedir. Aslında herkesin elindeki jetonu yere atması toplamda en yüksek jeton sayısı olan 128 sayısına ulaşılması anlamına gelecektir. Yani herkesin vergi verdiği bir ortamda devletin vereceği hizmetler de o kadar fazla olacaktır. Fakat insanlar ilk başlarda kendi jetonlarını topluluk için feda ederken diğerlerinin feda etmediğini gördüklerinde ve kendi jetonunu atmayanlara herhangi bir cezanın verilmediğini fark ettiklerinde kendileri de bu bencil davranışa ayak uydurma yolunu seçmişlerdir.

Deneyin sonuçlarına geldiğimizde ise Fehr ve Gachter oyuna katılanların 3 farklı davranış sergilediklerini tespit etmiştir. Katılımcıların %25’i bencildir ve asla kendi jetonlarını feda etmek istememişlerdir. Bu grup gerçek hayatta vergi ödemekten kaçınanları temsil etmektedir. Bundan daha düşük bir orandaki katılımcı ise oyunun başından sonuna kadar kendi jetonlarını düzenli şekilde ortaya sürmüştür. Bu grup vergilerini sürekli düzenli ödeyen vatandaşları göstermektedir. Geriye kalan en büyük grup ise şartlı işbirliği yapanlardır. İlk başta jetonlarını ortaya sürmekten çekinmezler. Ama sonra diğerlerinin bunu yapmadığını gördüklerinde jetonlarını ortaya sürme ihtimalleri düşer. Bu grubun hayattaki karşılığı ise sanırız birçok kişinin düşünce şeklini desteklemektedir. Diğerleri vermiyorsa ben neden vereyim!

İşte vergi vermeyi birçok insan bu nedenle sevmez.

15 Nisan 2012 Pazar

Ültimatom Oyunu

Finansal kuruluşları yöneten üst yöneticilerin aldıkları primlerin büyüklüğü birçok kesim tarafından tartışılan bir konudur. Ne kadar prim ödenmesi gerektiği şu ana kadar net bir şekilde ortaya konabilmiş değil. Bu tür ödemelerin büyüklüğünün ne olması gerektiği ortaya koyulamazken insanlar neden ödenen paraların büyük olduğu konusunda hemfikirdirler?

İnsan davranışlarının, şirketlerin üst düzey yöneticilerine ödenen yüksek primlere olan tepkisel doğasının nereden kaynaklandığına geçmeden önce bu tartışmaların ilk kez filizlendiği 2003 yılına gidelim. New York Borsasının (NYSE) mimarı Richard Grasso’nun hikayesine.

11 Eylül saldırıları sonrası borsayı işleme açma başarısıyla tanınan Richard Grasso, 36 yıl NYSE’ye hizmet etmiş ve emeklilik günlerini beklemekteydi. New York Borsasını dünyanın en büyük borsası haline getiren Grasso, kendi kendini düzenleyen bir organizasyon yapısı oluşturarak çarpıcı bir başarı modeli ortaya koymuştu. Kar amacı olmayan bir kuruluşu kar eder hale getirmişti ve artık gönül rahatlığıyla emekli olabilirdi. Fakat o ana kadar göz ardı edilen bir ayrıntı bir anda her şeyi altüst etmişti. Şirketin Grasso’ya ödeyeceği emekli ikramiyesi yaklaşık 140 milyon dolardı. Bu rakamı duyan kamuoyunun öfkesi yatıştırılamaz noktaya gelmişti. Tepkiler çığ gibi büyümüştü. Grasso daha fazla dayanamayarak istifasını vermek zorunda kalmıştı.

İnsanlar neden tepki göstermişlerdi? Parayı ödeyecek olan bir şirketti ve halkın parasını da ödemiyordu. Grasso’ya daha az ödenmesi aradaki farkın halkın cebine gireceği anlamı da taşımıyordu. Peki öyleyse halk neden galeyana gelmişti?

Bunun yanıtı ültimatom oyunu olarak da bilinen bir sosyal psikoloji deneyinde saklıdır. Deney oldukça basittir. Deneye katılan iki kişiden birine bir miktar para verilir. Parayı alan, deneye katılan diğer kişiye paranın belli bir kısmını vermeyi teklif eder. Eğer ikinci kişi yapılan teklifi kabul ederse parayı teklif edilen şekilde paylaşırlar. Eğer teklifi kabul etmezse her ikisi de hiçbir şey alamaz.

Basit bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki A’ya 100 dolar verilsin. A’da B’ye 30 dolarını vermeyi teklif etsin. Bu durumda A 70 dolar, B 30 dolar alacaktır. B’nin yapması gereken teklifi kabul ya da ret etmektir. Kabul ederse 30 dolar alacak, ret ederse her ikisi de hiçbir şey alamayacaklardır. Siz olsaydınız böyle bir durumda ne karar verirdiniz?

Bu soruda iki karar verilmek zorunda. Öncelikle A ne kadar teklif edeceğine karar vermeli. B ise kabul edip etmeyeceğine. Dünya üzerinde birçok ülkede yapılan araştırmalarda A’nın 30-50 dolar arasında teklif ettiği görülmüştür. Bu birinci karar. İkinci karar ise B’nin kabul edip etmeyeceği. Yine yapılan araştırmalarda hemen hemen tüm katılanlar 20 doların altındaki teklifi ret etmişlerdir. Bu sonuç ilk planda mantıklı gibi görünse de büyük bir yanılsama içermektedir. Çünkü bu oyunda oyuncular aslında kendileri için maddi bakımdan en iyi olanı seçmemektedirler. Nasıl mı?

Diyelim ki A’nın teklifi sıfır dolar. Yani paranın tamamını kendisi almak istiyor. B’nin vereceği en rasyonel karar kabul etmek olmalıdır. Çünkü zaten B’nin herhangi bir pazarlık şansı bulunmuyor. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde 20 doların altındaki tekliflerin kabul edilmemesi oldukça büyük bir irrasyonellik içermektedir. Peki deneye katılanlar o anda ne düşünmektedirler?

Öncelikle düşündükleri şey şudur. İdeal bir dünyada herkes hakkı olan parayı almalıdır. Bu nedenle bölüşümün eşit olması idealdir. Ama B’nin pazarlık şansı yoktur. Tıpkı Grasso’ya tepki gösteren kamuoyu gibi. Bu durumda da başarı ile ödül arasında makul bir ilişkinin varlığı aranır. Grasso gittikten sonra borsanın batacak hali bulunmuyorsa bu tutar fazladır.

Halkın Grasso’ya ödenecek tutara itirazının arkasındaki düşünce budur. Fakat insan ruhunun derinliklerinde bu düşünceyi tetikleyen daha etkili başka bir düşünce daha vardır. O da şudur. Kendiniz maddi bir yarar sağlamasanız da kötü bir davranışı cezalandırmak istersiniz. İşte burada cezalandırılan Grasso’ya ödenen tutarın yüksekliğidir.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Sinemalar kötü filmlerin bilet fiyatını neden düşürmez?

Ekonomiden anlayan ya da anlamayan herkesin kafasına takılan bir sorudur: “Neden sinema salonlarında berbat bir film ile kaliteli bir filme aynı bedeli öderiz?.. Arz talep yasası neden burada işlemez?..”

Sabit fiyat, klasik ekonomin açıklamadığı bir husustur. Çünkü arz talep teorisi şöyle işler. Eğer şampiyonluğa oynayan bir takım ile vasat bir takımın maç biletlerini aynı fiyattan satarsanız, muhtemelen vasat takımın maç biletleri elinizde kalacaktır. Peki öyleyse sinema biletleri neden aynı fiyattan satılır?

Bu sorunun yanıtı 50’li yıllara kadar gider. O tarihlerde Hollywood tarafından üretilen filmler kategorilere ayrılıp sinema salonlarına öyle gönderiliyordu. Ünlü oyuncuların oynadığı filmler A sınıfı, düşük bütçeli filmler B sınıfı, görüntü kalitesi B’nin altında olanlar C sınıfı ve hepsinden kalitesiz olan Z sınıfı filmler. O tarihlerde sinemalarda gösterilen filmlerin ücreti filmin sınıfına göre farklılaşırdı. En pahalı filmler A sınıfı filmlerdi. Diğerleri de kalitelerine göre daha düşük bilet fiyatlarına sahiptiler. Fakat bugün B sınıfı film yok. Stüdyoların çektikleri tüm filmler A sınıfı olarak kabul ediliyor ve aynı fiyattan sinemalarda fiyatlanıyor. Peki ama bu durumun değişmesi gerekmiyor mu?

Sinema salonları kazançlarının önemli kısmını bayilik anlaşmalarından kazanırlar. Bu nedenle sinemalar için öncelikli hedef daha fazla sayıda izleyici çekmektir. İyi bir film için bilet fiyatını yükseltme fırsatı, filmin kapalı gişe oynama fırsatına tercih edilmeyeceğinden bu tür filmlerde fiyat artışına gidilmez.

Öte yandan sinema salonları, kötü filmlerin bilet fiyatlarının düşürülmesinin izleyici sayısını arttırmayacağını düşünürler. Fakat bunun doğru bir düşünce olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü sinemalarda iyi iş yapmayan filmlerin DVD satışlarının daha sonra yüksek olduğu rakamlardan anlaşılmaktadır.

Sinema salonlarının bilet fiyatlarını, kötü filmleri için düşürmemesindeki bir diğer endişesi ise düşen fiyatların izleyicilerde karışık duygulara sebep olacağı yanılsamasıdır. İnsanların bilet fiyatı düşük bir film için “kötü bir film” etiketi yapıştırıp o filmi seyretmeyecekleri düşünülür. Ayrıca filmi üreten şirket, filmini B sınıfı olarak tanımlamazken sinemanın bilet fiyatını düşürmesi çıkar çatışmalarına da sebep olabilecektir.

İşte tüm bu sebepler filmlerin bilet fiyatlarının sabit olması sonucunu doğurur. Sanıyoruz bu anlaşılması ve yorumlanması güç fenomen, ekonominin irrasyonel beklentilerini karşılamaması nedeniyle yakın zamanda değişmek zorunda kalacaktır.

Fiyatları borsalar değil siz belirliyorsunuz!

Klasik iktisat bir malın fiyatının arz ve talep tarafından belirlendiğini söyler. bir mala talep ne kadar yüksekse fiyat da o kadar yükselir der. Mekanizmayı ayarlayanın da “gizli el” olduğunu söyleyerek bilimsel iktisada metafizik bir destek verilir. Satın alma kararlarımızın temel dayanağı olan fiyatlar gerçekten arz ve talebin kesiştiği bir denge noktası mıdır?

Finansal analistler hisse senetlerinin geçmiş verilerini inceleyerek alım ve satım kararları verirler. 5 lira ya da 15 lira değil de ne den 10 lira ideal bir satış ya da alış fiyatıdır? Acaba burada bir yanılsama olabilir mi?

Bu soruların yanıtını birazdan öğreneceksiniz. Ama önce 1958 yılına gidelim. ABD’li ekonomist Thomas Schelling’in yaptığı ve 2005 yılında kendisine Nobel Ekonomi Ödülü getiren deneyine bir göz atalım. Schelling, deneye katılan öğrencilerine önce şu soruyu sorar:

“New York’ta bir arkadaşınızla buluşacaksınız ama nerede buluşacağınızı bilmiyorsunuz. Arkadaşınızla randevu saatinden önce görüşme imkanınız da bulunmuyor. Buluşmak için nereye giderdiniz?”

New York gibi büyük bir şehirde buluşulabilecek bir çok yer olmasına rağmen deneye katılanların büyük çoğunluğu aynı cevabı vermişlerdir: “Grand Central tren garındaki Enformasyon Bürosu.”

Bu çarpıcı yanıtın üzerine Schelling öğrencilere bir soru daha sorar: “Peki, tren garına kaçta gidersiniz?”

Gelen yanıt daha da şaşırtıcıdır. Deneye katılanların tamamı, “Tam öğlen vakti” yanıtını vermişlerdir.

Deneyden çıkan sonuç herhangi iki kişinin bir şehirde öğlen vakti buluşmalarının son derece olası olduğudur. Schelling’e göre çoğu zaman insanların beklentilerinin birbirlerine yaklaştığı odak noktaları vardır. İnsanlar kendi yararlarına olacak sonuçlara herhangi bir yönlendirme olmadan da ulaşabilirler. Çünkü başkasının da aynı şeyi yapmaya çalıştığını biliyorsak biz de aynı şeyi yapmak isteriz.

Schelling noktaları (Schelling points) denilen bu olgu fiyatların nasıl oluştuğunu en az gizli el kadar açıklamaktadır. Bir hisse senedinin teknik analiz ile bulunan en iyi alım fiyatını insanların birçoğu dikkate almayabileceklerdir. Çünkü bir malı, daha yüksek veya daha düşük bir fiyattan satın almaya çalışmanın diğer insanların da amacı olduğunu bilmemiz düşündüğümüz fiyattan alım kararı vermemizi sağlar. Örneğin uzun süredir almak istediğimiz bir elektronik cihazı alma aşamasındayız. O an için o cihazın önerilen fiyatı bizim için birinci derecede önemli olmayacaktır. Alma isteği bizi daha yüksek veya daha düşük bir fiyattan almaya yönlendirebilecektir. İşte bu arz talebin değil Schelling noktasının sonucudur. Çünkü o anda o cihazı almak isteyen bir çok kişinin o cihazı bizim gibi daha yüksek veya daha düşük bir fiyattan alacağını biliyor olacağız. Bu da bizi aynı düşünceyi uygulamaya almaya yönlendirecektir.

13 Nisan 2012 Cuma

Linux ve piyasaların ortak aklı

Bilgisayarlarımızda kullanılan işletim sistemlerinin tüm dünyada %90’a yakını Microsoft’un Windows’una ait. Windows’un bu alandaki etkinliğini kırmak çok zor. Çünkü Microsoft’un başında dünyanın en zengin adamı ve şirketin baş yazılım mimarı Bill Gates bulunuyor. Peki, Windows’un tahtı sarsılmaz mı?

Bu soruya şu an için cevap vermek oldukça güç olsa da Windows’un en önemli tehdidinin Linux olması muhtemel gibi gözüküyor. Linux, nasıl oluyor da pazarın tamamına hakim windows’a kafa tutabiliyor?

Bu sorunun cevabı ortak aklın gücünde saklı. 1991 yılında Finlandiyalı bir öğrenci ve aynı zamanda hacker(şifre kırıcı) olan Linus Torwalds, Unix işletim sisteminin bir türü olan bir yazılım yaratır. Yazılıma Linux adını verir. Daha sonra yazdığı kaynak kodları bir epostaya koyarak tüm arkadaşlarına dağıtır.

Açık kod denilen yazılımlar herkes tarafından geliştirilebilip dağıtılabilecek yazılımlardır. Ücretsiz olarak herkesin kullanabileceği ve aynı zamanda windows’un yaptığı her şeyi yapabilecek özelliktedirler.

Torwalds yazdığı epostaya kısaca şöyle bir not da ekler: “Hatalı veya geliştirilmesi gereken yerleri lütfen bana bildirin.” Bu mesaj insanları etkiler. Yazılımı indiren ilk on kişiden beşi hataları düzelterek ve yeni özellikler ekleyerek geri bildirimde bulunur. Zaman içinde geri bildirimlerin sayısı yüzbinleri bulur. Giderek daha güvenilir ve başarılı bir yazılım haline dönüşmeye başlayan Linux bir anda windows’un gelecekteki tek rakibi olarak anılmaya başlar. Linux’a bu meydan okumayı veren sihir nerede saklıdır?

Bu sihir ortak akıldır.

Windows, üzerinde sadece Microsoft mühendislerinin çalıştığı bir yazılımdır. Bundan öteye windows’un Bill Gates gibi bir sahibi vardır. Oysa Linux’un bir sahibi bile yoktur. Çünkü Linux piyasalar gibi işleyen bir yapıya sahiptir. Linux’ta bir sorun oluştuğunda ortak akıl harekete geçiyor ve birileri çıkıp bu eksikliği gideriyordu. Bu çoğu zaman oldukça kısa sürede gerçekleşiyordu. Hata oluşur oluşmaz düzeltiliyordu. Oysa benzer hatalar windows’ta oluştuğunda Microsoft çalışanları amirlerinden talimat bekliyor oluyorlardı. Herkes sorumluluğu ölçüsünde hatayı düzeltmeye çalışıyordu. Fakat Linux’ta sorumluluk denilen bir şey yoktu. Dileyen kendini Linux’un sahibi ilan edip hatayı giderebilir, dileyen herhangi bir sorumluluk duymazdı. Microsoft çalışanları problemi çözmek için sonuna kadar uğraşmak zorundaydılar. Çünkü aldıkları talimat genelde bu yönde oluyordu. Halbuki Linux’ta herkes gelişigüzel çalışıyor ve sıkılıp bunaldığı yerde bırakıyordu. Herkes hatayı dilediği gibi çözebiliyordu. Windows için böyle bir şey yoktu. Hatalar belirli bir sistematik dahilinde çözülüyordu. Hatta bundan daha önemlisi, Linux, hataları düzeltti diye hiç kimseye para ödemiyordu. Microsoft ise bunu yapmazsa bir saniye bile dayanamazdı.

İşte tüm bu zıtlıklar arasında bugün ortaya çıkan bir gerçek var. Profesyonel kullanıcılar Linux’un Windows gibi sorun çıkaran bir program olmadığını ısrarla söylüyorlar ve gelecekte windows’un yerini alacağına büyük bir inanç duyuyorlar.

Linux’un gelecekte windows’un yerini alıp alamayacağını göreceğiz. Ama bir gerçeği gözden kaçırmamalıyız. Finansal piyasaların çalışma mekanizması da her zaman Linux’a benzer. Ortak akıl tüm sisteme tuhaf şekilde yön verir. Bir patron, organizasyon şeması, yöneticiler, emirler ve maaşlar olmamasına rağmen finansal sistem tüm yaralarını kısa bir sürede sararak yoluna devam eder. İşte bu tamamen ortak aklın başarısıdır.

Spread betting şirketleri nasıl çalışır?

Spread-betting denilen finansal bahis siteleri casino’ya döndürülen finansal piyasalarda riski seven fırsatçılardan emeklilere kadar birçok insanı cezbetmeye devam ediyor. Fakat yaşanan kriz, finansal piyasaların arka mahallelerindeki bu tip yerleri de maalesef etkiliyor. En son haber İngiltere’den geldi. Londra borsasında da işlem gören finansal bahis sitesi WorldSpreads Group geçen ay iflas etti. Olan yine sıradan yatırımcıya oldu. Firmanın 15.000 müşterisi tüm yatırımlarını kaybettiler. Peki ama neden?

Vergi kanunları açısından kişinin birinci mesleği olmadığı sürece bu tip bahisleri oynamak tıpkı kumar gibi birçok ülkede vergilendirmeye dahil olmuyor. Bu da insanları kışkırtıyor.

Öte yandan WorldSpreads borsada işlem görebilecek kadar kurumsal bir şirket olarak tanıtıldı insanlara. Bu da yatırımcı güveni arttırdı. Bu tip oyunları oynayarak zengin olmayı umanlar bu tür şirketlerin nasıl çalıştığını bilmezler. Zaten eğer bilselerdi bu tür oyunları oynamaya pek yanaşmazlardı. Öyleyse bu şirketlerin gelirlerini nasıl kazandıklarını yakından görelim.

En yaygın şekliyle bir futbol maçı üzerine spread betting yapan şirketi anlamaya çalışalım. Klasik bir üretim ya da hizmet işletmesi karını maliyetin üzerine eklediği bir pay (spread) ile sağlar. Yani 10 liraya üretildiği bilinen bir kalemin üzerine 2 lira eklenip satılırsa 2 lira kar elde edilir. Spread betting şirketlerinde ise durum biraz farklıdır. Spread betting oynatıcılarının işi bahse konu işlemin ne yöne hareket edeceğini bulmak değildir. Bu işi oyunculara bırakırlar. Onların işi, bu bahse katılacak olanların bahsin her iki yönüne eşit para yatırılmasını sağlamaktır. Bu noktaya tekrar geleceğiz. Ama önce spread betting’in ne olduğunu basitçe anlatmaya çalışalım.

Spread betting’in en yaygın uygulamaları spor ve türev kontratlarda görülür. Bir futbol maçı üzerinden anlatmaya çalışalım. Öncelikle bahis şirketi bir alış noktası ve bir de satış noktası belirler. Örneğin A ve B takımları arasında oynanacak maçta toplam gol sayısı için belirlediği satış noktası 3,75, alış noktası 4,00 olsun. Oyuna katılan iki kişi olduğunu varsayalım. Her ikisi de 100 lira yatırmış olsun. Bunlardan biri maçta 4,00’den daha fazla gol atılacağını düşündüğü için alış noktasına, diğeri ise 3,75’ten az gol atılacağını düşündüğü için satış noktasına oynasınlar. Maçın sonunda 5 gol atıldığını düşünelim. Bu durumda alış noktasına (4,00) oynayan kazanmıştır. Kazandığı tutar (5-4,00)x100=100 liradır. Satış noktasına oynayan ise kaybetmiştir. Onun kaybettiği tutar kazananın kazancı olmuştur. Şirketin karı ise alış ve satış arasındaki fark olan 0,25 (4,00-3,75) liradır.

İşte bu basit hesaplaşma spread betting şirketlerinin know-how’ını oluşturur. Şirketin matematiğe ve istatistiğe hakim yöneticileri bahsin her iki yönüne de eşit para yatırılması için yöntemler geliştirirler. Bunun için değişik teknikler kullanırlar. Bahis açılış ve kapanışlarında bahisleri düşük ya da yüksek tutarak bu dengeyi sağlamaya çalışırlar.

WorldSpreads’in yapamadığı şey buydu. Oynattığı finansal betting işlemlerinde, piyasaların belli yönlerdeki trendlerini kıramayıp bahislerin tek yönlü girişlerle kapanması ve sonucunda da daima oynayanların kazanması şirketi iflasa götürmüştü.

WorldSpreads’in temel hatası ise matematiksel yöntemlerle bu tip ayarlamaların her zaman yapılabileceğine olan aşırı güveniydi. Fakat en ileri teknikler bile bazen bahsin her iki tarafına eşit para girişinde başarılı olamayabilir. Toplumun duygularının yönü her zaman matematikle manipüle edilemeyebilir. Tıpkı WorldSpreads’te olduğu gibi. 1970’lerin dünyadaki en ünlü müşterek bahis uzmanı Bob Martin’in şu sözü daima hatırlanmalıdır: “Tahtaya bir sayı yazılınca, o artık halkın malıdır.”

12 Nisan 2012 Perşembe

Bir grup zeki insanın başarısızlığı

Belli bir amaç için bir araya gelmiş ve o amaca ulaşabileceğine büyük bir tutkuyla inanan bir grup insandan daha tehlike bir şey yoktur. Bu tür bir düşünce tarzının finansal sistemi bu noktaya getiren düşünce tarzı olduğunu söylemek sanırız abartılı bir değerlendirme olmayacaktır.

Homojen bir yapıya sahip olmayan grupların daha başarılı olacağı bugün inanılan bir yaklaşım olmasa da doğruluk payı yüksek bir çıkarımdır. İyi bir takım herkesin iyi olduğu bir takım değil, herkesin farklı olduğu bir takımdır.

Yapılan bir deneyde denekler iki gruba ayrılır. Birinci grupta sadece zeki denekler vardır. Diğer grupta ise zeki deneklerle birlikte o kadar zeki olmayan denekler yer alır. Gruplardan kendilerine verilen problemleri çözmeleri istenir. Sadece zekilerden oluşan grup karma gruba göre her defasında daha kötü bir performans sergiler. Bu beklenmeyen sonuç çeşitliliğin önemini ortaya koymaktadır. Zekilerden oluşan grup soruna farklı bakış açıları getirmekte diğer gruba göre daha başarısız olmuştur. Çünkü zeki kişiler yetenekleri açısından birbirine benzerler.

ABD’nin 1961’deki başarısız Domuzlar Körfezi çıkarmasının arkasında da aynı olgu vardır. Kennedy yönetimi harekatı planlayanların başarıya olan inançları doğrultusunda hareket etmişti. Harekatı planlayanlar 1200 kişiyle Küba’nın alınabileceğine emindiler. Bu konuda karamsar olan diğer devlet kurumlarının görüşleri ise dikkate alınmamıştı. Sonuç ağır olmuştu. Castro’ya olan halk desteği, Küba ordusunun gücü ve adanın büyüklüğü gibi başlangıçta göz ardı edilen son derece basit olgular hüsranın nedeni olmuşlardı. Ama en önemlisi homojen bir grubun vardığı kararın ne kadar hatalı olduğuydu.

HBOS neden çöktü?

İngiltere’nin en büyük mortgage bankası HBOS’u 2009 yılında çöküşe götüren sebep de aynıydı. 2002-2005 yılları arasında HBOS’un risk yönetiminden sorumlu Paul Moore, bankanın faaliyetlerinin riskli olduğunu ve geleceğini tehdit ettiğini fark eder. Banka yönetiminin maliyeti ne olursa olsun büyüme isteğinin, agresif satış politikaları ile birleşmesinin bankayı uçuruma sürüklediği, tüm risk yönetim ekibi tarafından sezilmekteydi. Paul Moore, politikalardaki bu ölümcül yanlışlığın, şirketin sağlığı üzerinde ciddi riskler yara¬tacağını yönetim kuruluna bildirir. Sürdürülebilir olmayan kredi balonu üzerine kumar oynamanın intihar olduğunu ayrıntılarıyla anlatır. Aldığı cevap şaşırtıcıdır. CEO Sir James Crosby tarafından görevine son verilir ve yerine bankacılık ve risk yönetiminde tec¬rübesi olmayan başka bir yönetici atanır. HBOS yönetimi başarılı olacaklarına son derece emin oldukları için bu tür bir muhalif sese kulak vermezler. Bu hata şirketin başka bir şirket tarafından satın alınması ile karşılığını bulmuş olur.

Finansal piyasalarda başarılı olmanın en önemli kurallarından biri çok sesliliğin sağlanmasıdır. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir ortamda yapılan tüm değerlendirmeler insanların zihinlerini açmak yerine daha çok kapayacaktır.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Cazibe Kanunu

Dünyanın en zengin 100 insanından biri olmak istiyorsanız ihtiyacınız olan yaratıcı bir ürün değil, basit bir modeldir. Basit bir model ise herkesten daha basit düşünerek oluşturulabilir. Fakat ne tuhaftır ki çoğu zaman insanlardan daha karmaşık düşünmek mümkünken daha basit düşünmek mümkün değildir. Çünkü basit düşünmek oldukça zordur.

Finansal piyasalardaki oyuncular çoğu zaman tüm karmaşadan haberi olan ve bu karmaşayı yorumlama becerisine sahip olduklarını düşündükleri uzmanların peşine takılmayı kazanmanın altın bir kuralı olarak düşünürler. Ne kadar zeki olursa olsun herhangi bir uzmanın finansal piyasaların karmaşıklığını çözümleyebilecek bir yeteneğe sahip olduğunu düşünmek hatadır. Peki öyleyse yapılması gereken nedir?

Finansal piyasalar daima diğerlerinin ne düşündüğünü düşünebilen insanların başarılı olduklarına inanır. Ama bu fikrin doğru olduğunu söylemek her zaman mümkün değildir. Herkes en karmaşığı düşünürken en basiti düşünen doğru yanıtı bulmuş olabilir. Çünkü doğanın bütün kanunları basitlik üzerine kuruludur.

İnterneti kullanan herkes Google arama motorunun, birkaç basit sözcüğü yazarak istediğiniz sayfaya sizi ne kadar kısa bir süre içinde ulaştırdığını fark etmiştir. Peki, Google bunu nasıl başarmaktadır? Sizin ne aradığınızı nasıl bilebilmektedir?

Bu sırrın, şirket tarafından resmi olarak açıklanmasa da Pagerank adı verilen bir algoritma olduğu düşünülmektedir. Google’ın sahibi ve dünyanın en zengin 100 kişisinden biri olan Larry Page 1998 yılında Stanford Üniversitesinde yüksek lisans öğrencisidir. O sıralar arama motoru piyasası Yahoo’nun elindedir. Yahoo’nun sendelemesi durumunda AltaVista ya da Lycos’un yerine geçeceği düşünülmektedir. Google adlı bir arama motoru ise henüz mevcut değildir. Larry Page 1998 yılında yaptığı bir çalışmayı anlatan bir makale yazar. Makalede internet sitelerinin nasıl değerlenebileceği üzerine düşünceleri yer almaktadır. Page kısaca şöyle demektedir: “ Bir internet sitesi kendisine diğer internet sitelerinden verilen bağlantılar kadar değerlidir.”

Larry Page’i bu düşünceye yönlendiren eski bir düşüncedir aslında. “Para parayı çeker” evrensel mitinin formülü olan Cazibe Kanunu (Law of attraction).

Cazibe kanunu herkesin iyi bildiği bir düşünce şeklidir. Olumlu duygular olumlu duyguları, olumsuz duygular olumsuz duyguları tetikler. Eğer açtığınız bir zarftan para çıkmasını isterseniz; zarfı açtığınızda çıkan şey paraysa bunu daha önceden düşündüğünüz için paranın çıktığına inanırsınız. Bu yaygın bir düşünce şekli olduğu için zamanla toplumsal yaşayışa şekil veren bir hal almıştır. İşte Larry Page’in kullandığı algoritmanın temeli de budur.

Page, yazdığı makalede, bir siteye diğer sitelerden ne kadar çok bağlantı verilirse sitenin değerinin o kadar yüksek olacağını söyler ve tüm sitelere bu şekilde bir puan verir. Aynı zamanda bağlantıyı veren sitenin pagerank’i ne kadar yüksekse bağlantı verilen sitenin pagerank’i de o kadar yüksek olacaktır. Pagerank denilen 0-10 arasındaki bu puan sistematiğine göre en çok bağlantı alan sitenin puanı en yüksektir. Ve siz arama motoruna herhangi bir sözcük yazdığınızda Google size pagerank’ı en yüksek siteden en düşük siteye doğru sıralama yapacaktır. Çoğu zaman herkesin aradığı şey sizin de aradığınız şey olacağı için aradığınıza hemen ulaşacaksınız.

Page’in düşüncesi daha da basitleştirilirse şuna karşılık gelmektedir. Hiçbir site kötü bir siteye bağlantı vermez. Eğer siteye link veriliyorsa site iyidir. Ya da doğadaki adıyla cazibe kanunu.

Daha karmaşık bir modele sahip olsa da Pagerank sisteminin basitçe bu şekilde çalıştığı tahmin edilmektedir. Pagerank’in ne olduğunu anlasak da Lary Page’in dünyanın nasıl en zenginlerinden biri olduğunu hala anlayabilmiş değiliz. İşte hikayenin en basit kısmı burası. Larry Page, yaptığı bu modeli daha iyi açıklayabilmek ve test etmek için Google adlı bir arama motoru oluşturduğunu söyler makalesinde. İşte bu Google o Google’dır.

10 Nisan 2012 Salı

Bayes Teoremi

USS Scorpion adlı nükleer denizaltı 5 Haziran 1968 tarihinde 99 mürettebatıyla esrarengiz şekilde ortadan kaybolur. Atlantik’te batan denizaltı ABD tarihinin 2 nükleer denizaltı kazasından biri olarak tarihe geçer. Batan denizaltı ile son yapılan bağlantının ardından ne kadar yol aldığı konusunda kimse bilgi sahibi değildir. En iyimser tahminler 20 mil genişliğinde bir alan içinde battığını söylüyordu, ama nerede?

Hikayeye tekrar döneceğiz. Şimdi kısa bir tarihi geri dönüş yapalım. 18.yüzyılda yaşamış İngiliz istatistikçi Bayes, hayatın ve matematiğin tuhaf bir ilişkisini keşfeder: “Bir şeyin ileride gerçekleşme ihtimali şu anda gerçekleşmeme ihtimali ile ilişkilidir.”

Bayes bu istatistiksel modele şöyle bir düşünceyle ulaşır. Diyelim ki bir zar atılıyor ve hayatında hiç zar görmemiş birine 6 gelme ihtimali nedir diye soruluyor. Adam muhtemelen ½ diyecektir. Bu yanıt istatistikten biraz anlayanlar için gülünç gelebilir. Çünkü zarın 6 gelme ihtimali 1/6’dır. Fakat bunu bilmeyen birisi ½ cevabını verecektir. Çünkü 6 ya gelir, ya gelmez.

Zarı attığımızı ve 1 geldiğini varsayalım ve sonra aynı adama yeniden soralım: “Zarın bir sonraki atışta 6 gelme olasılığı nedir?” Olasılığı geçmiş tecrübelerinden edindiği derslerle yorumlayan adam muhtemelen şöyle cevap verecektir: “Sıfır.” Neden diye sorduğumuzda da şöyle diyecektir: “Az önce de attık ama 6 gelmedi. Demek ki 6 gelmiyor.”

Zarı yeniden attığımızı ve bu kez 6 geldiğini varsayalım. Sonra da adama yeniden kaç geleceğini soralım. Adam muhtemelen yine ½ diyecektir. Çünkü geçmiş tecrübeleri ona zarın iki kez atıldığını ve bir kez 6 geldiğini göstermiştir. Demek ki her iki atışta bir kez altı geliyor.

İşte Bayes’in bugün kendi adıyla anılan teorisi hayatın bu boyutunu ifade eder. Yani bilinmezliğin geçmiş tecrübelerle yorumlanarak matematize edilmesi gerçeğini. Peki, hayatın bilinmezlikleri geçmiş tecrübeler ve varsayımlar doğrultusunda şekillenen matematikle keşfedilebilir mi?

Şimdi tekrar hikayemize geri dönelim. Kayıp denizaltı Scorpion’un yerine bulmak için bir grup bilim adamından oluşan bir ekip kurulur. Ekibin başında matematikçi John Craven adlı deniz subayı vardır. Craven öncelikle Scorpion’un başına neler gelmiş olabileceğine dair bir dizi senaryo üretir. Sonra ekibe bu senaryoların gerçekleşme olasılığını sorar. Ortaya bir de iddia koyar. En iyi tahmini yapana bir şişe Chivas Regal hediye edecektir. Bahisler kızışmıştır.

Craven, gruptan elde ettiği bilgileri bir araya getirerek Scorpion’un nasıl ortadan kaybolduğunun bileşik resmini çizer. Kullandığı yöntem 300 yıl önce keşfedilen Bayes teoremidir. Scorpion’un nerede olduğu konusunda ortaya çıkan sonuç ise kimsenin tahmin ettiği bir yer değildir.

Scorpion 5 ay sonra bulunduğunda Craven’ın söylediği yerin sadece 200 metre ötesindedir. Bu gerçekten dahiyane bir sonuçtur. Çünkü tahmin yapanların hiçbiri ne geminin son yerini, ne hızını, ne de hareket açısını biliyordu. Ama Bayes onlara gerçeği söylemişti.

Finansal sistemin geleceği de geçmişinin ortaya çıkardığı veya dışarıdan bir etki olmaksızın tahminlenebilen senaryoların ortak bileşkesidir. Tüm nedenlerin tek bir sonuca, tüm sonuçların tek bir nedene indirilebileceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Öngörülemezliğin Doğası-II

Bugünkü finansal sistemin mimarı sayılan ahlak felsefesi profesörü Adam Smith ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlak ile fark edilebileceğini 18.yüzyılın sonlarında söylemişti. Her bireyin kendi çıkarı peşinde koşarken farkında olmadan topluma katkı sağlamasına neden olan piyasa ilişkilerini “görünmez el” diye tanımlamıştı. Görünmez el 20.yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına kadar bir Rock yıldızı gibi esmişti.

1930’lara gelindiğinde kimsenin beklemediği bir şey oldu. Uygarlık tarihinin en büyük ekonomik krizi buhran ve bunalımı bir kara bulut gibi dünya ekonomisinin üzerine çöktürmüştü. Görünmez el ilk büyük sınavından maalesef başarıyla çıkamamıştı ve çökme noktasına gelmişti. Fakat bazen krizler kurtarıcılarını da beraber getirirler. John Maynard Keynes bir kurtarıcı gibi yetişmişti. Görünmez elin devlet müdahalesini gereksiz gören düşüncesine karşı çıkarak zaman zaman buna gerek olabileceğini belirtmiş ve herkesi rahatlatmıştı. Böylece piyasalar yeniden canlanmıştı.

Fakat Keynes sadece hükümetleri oyuna davet etmekle kalmamış, bugünkü finansal sistemin düşünce tarzını ortaya koyan yaklaşımı da belirlemişti. Keynes iyi bir borsacıydı ve piyasaların doğasını gözlemliyordu. Herkes günlerce şirketlerin bilançoları üzerine analizler yaparken, o gazeteleri okuyor ve toplumun psikolojisini yakalamaya çalışıyordu. Çünkü yatırım ona göre tam anlamıyla psikolojik bir şeydi. Toplumun psikolojisini en doğru şekilde yakalayan ise başarıyla ödüllendirilirdi. Finansal piyasaları şöyle açıklıyordu: “Güzellik yarışmasında kimin birinci olacağını bilmek istiyorsanız önemli olan sizin en güzel bulduğunuz değildir; yarışmanın birincisini bilebilmek için diğer jüri üyelerinin ne düşündüğünü bilmek daha önemlidir.” Siz zeki ve akıllı olsanız da jüridekiler sıradansa, sıradan insanların nasıl düşündüğünü anlamanız gerekeceğini vurguluyordu. Yani insanların 10 lira değer biçtiği bir şeye sizin 15 lira değer biçip ödemeniz hatanın daniskasıdır diyordu. Bu düşünce rasyonel insan denilen bir aktöre oldukça uyuyordu.

Sosyal ve ekonomik davranışın en eski ve klasik modeli sayılan rasyonel seçim teorisi (Rational Choise Theory) kişinin karar vermeden önce gerekli tüm bilgiyi topladığını varsaymıştı ki; zaman içinde bunun bir hata olduğu fark edildi. Rasyonel düşünen insanın yeni bir bilgiyle karşılaştığında değerlendirmesini revize etmesi gerekliydi. Fakat mevcut bilginin kendileri için yeterli olduğunu düşündükleri yerde bilgi toplamayı kesmekteydiler. 1978 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Herbert Simon, insanların kararlarında maksimum faydayı elde edebilmek için gerekli zihinsel kaynaklardan yoksun olduğunu söyler. Mükemmel kararlar vermek için yeterli değerlendirme gücüne sahip olmadığını belirtir. Hatıralar, tecrübeler ve muhakeme sanıldığı kadar güvenilir ve herkeste aynı sonucu veren formlarda değildir.

Herbert Simon basit bir deney yapar. Önemli satranç maçlarının, oyunun bitmesine yakın olan dizilimlerini profesyonel satranç oyuncularına ve sıradan satranç oyuncularına birkaç saniyeliğine gösterir ve ardından satranç tahtasını hatırlayarak yeniden oluşturmalarını ister. Satranç oyuncuları tahtanın tamamını başarıyla yerleştirirken çaylaklar çok azını yerleştirirler. H.Simon, aynı deneyi bu kez rasgele yerleştirilmiş satranç taşlarıyla yapar. Bu kez şaşırtıcı şekilde profesyonellerle amatörlerin hatırlama seviyelerinin birbirlerine yaklaştığı görülür. Sonuç üzerinde, gruplar arasındaki düşünce şekli ve zihin yapısının farklılığı rol oynamıştır. İlk oyunda profesyoneller basit bir kodlama ile karar verirler: ‘At fili koruyor, vezir şahı tehdit ediyor…’ gibi tasvirlerle satranç tahtasının tamamını rahatça hatırlamışlardır. Fakat taşların rasgele yerleştirildiği ikinci oyunda bu ilişkiyi göremedikleri için hatırlama ve sonrasında karar verme oranları düşmüştür. Bu kısıtlamaları dikkate alan H.Simon, insanların rasyonel değil, sınırlı bir rasyonellikle karar verdiklerini ortaya koymuştur.

Sınırlı rasyonellikle karar veren insanın aslında bir insan olduğu, doğası gereği zayıflıklara sahip olduğu, rasyonelliğinden ve kendi yararına davranışlarından sapmalara neden olan hatalar yaptığı 2000’li yılların başında fark edildi. İnsanlar, çözümleyemeyecekleri karmaşık durumlarda içgüdüleri ve sezgileri ile karar veriyorlardı.

Duygular ve sezgilerin karar sistemimizdeki yeri herkesin iyi bildiği bir olgudur. Birçok kişinin güneşli havalarda kendini iyi hissetmesi bunun en güzel örneğidir. Hatta havayı görmeden güneşli olduğunu bilmenin verdiği mutluluk bile son derece yüksektir. Yapılan bir deney güzel havanın ekonomik kararlarımızı nasıl etkilediğini oldukça etkileyici şekilde ortaya koyar. Odalarında dışarıyı gören pencereleri bulunmayan bir otelde kalan misafirler, oda servisini çağırdıklarında, görevli dışarıdaki havayı da laf arasında söyler. Daha sonra bu oda görevlisinin aldığı bahşiş miktarları incelenir. Havanın yağmurlu olduğunu söylediği günlerde 10 dolar alırken, güneşli olduğunu söylediği günlerde 15 dolar almıştır. Görüldüğü gibi misafirler güneşli havalarda %50 daha fazla bahşiş vermektedir. Sadece güneşin bile bu ölçüde etkilediği karar sistemimizin, sayısız duygu, sezgi ve olay ile nasıl etkileneceğini bulmak hiç kimse için fazla zor olmasa gerek.

Kişiler mental yönden sağlıklı olmakla birlikte zihinleri ve aldıkları kararlar duygularının hakimiyeti altındadır. Yani her zaman mantıklı olmaya ve doğru kararlar vermeye çalışsalar da çoğu zaman bunu başaramazlar. 2000’li yıllardan sonra giderek daha çok dikkat çekmeye başlayan davranışçı finans (behavioral finance) işte bu rasyonel ve duygusal kararlar arasındaki dengenin ne olduğunu araştırmaya başlar.

Davranışçı finans

18. yüzyıl ortaları. Fransa ve İngiltere’nin dünya denizlerinde hakimiyeti ele geçirmek için verdikleri karşılıklı mücadelenin en gerilimli yılları. Bu kargaşanın ortasında, birkaç İngiliz spekülatörün aklına çok tuhaf bir fikir gelir. İngiliz kargo gemileri üzerine yazılan tüm sigorta poliçelerini satın almak!

Spekülatörler, insanların kargolarını farklı ülkelere taşıyan gemilerin olası hasarlarını tazminen, kargo göndericileri emrine düzenlenen poliçeleri sahiplerinden satın alırlar. Bu garip alışve¬rişin nedenini kimse anlayamaz. Spekülatörler bu poliçeleri ne yapacaklardı?

Spekülatörlerin, poliçeleri satın aldıktan sonra izledikleri yol şuydu: Fransa’daki partnerlerine bir mesaj göndererek, İngiliz kargo gemisinin izleyeceği rota ve tarihleri veriyorlardı. Bu haberi alan Fransız ortaklar bilgiyi gecikmeden Fransız donanmasına iletiyordu. İki ülkenin savaş halinde olması nedeniyle, bu istihba¬ratı alan Fransız donanması kargo gemisini batırıyordu. Geminin batmasıyla birlikte de İngiliz spekülatörler poliçelerin bedellerini sigorta şirketlerinden tahsil ediyorlardı. Yani çok düşük primler ödeyerek zengin oluyorlardı.

Finansal sistem içindeki düzeni ve dengeyi, 18.yüzyılda olduğu gibi bugün de büyük ölçüde hatalar oluşturmaktadır. Dünyanın en zengin ikinci kişisi yatırımcı Warren Buffet, yatırım yapmanın basit bir iş olduğunu ama kolay bir iş olmadığını söyler. Neden mi? Çünkü sosyal, içgüdüsel veya duygusal faktörler ekonomik sistem içinde yer alan alıcılar, satıcılar veya kreditörler gibi oyuncuların finansal kararlarını etkileyerek piyasa fiyatları üzerinde belirleyici olurlar. Sonsuz bilgi, sayısız öngörü, tahmin ve sınırsız heyecan insanların karar verme sistemlerini karmaşık bir hale getirir. Davranışçı finans, bu gerçekliği psikolojik ve sosyolojik faktörleri dikkate alarak açıklamaya çalışan bir ekonomi dalı olarak 80’li yıllardan sonra oldukça popüler bir hale gelmiştir.

İnsan, karmaşık düşünce sistemi içinde en iyi ve en kötü kararları verebilecek bir anlaşılmazlığa sahiptir. 2007 yılı başlarında, henüz global finansal kriz dünya gündeminde ilk sırada değil ve hisse senetleri tarihin en yüksek fiyat seviyelerinde seyrederken, yatırımcılar tarafından hala satın alınmaya devam ediliyordu. Krizle birlikte birkaç ay içinde tarihin en düşük seviyelerine düştüğünde ise kimse almak istememişti. Ev fiyatları kriz öncesinde zirvedeyken herkes ev almaya hücum ederken, krizle birlikte yarı yarıya düşen fiyatlarla kimse almayı düşünmemişti. Eğer mesele bir varlığı en düşük fiyattan satın almaksa, neden hisse senetleri ve evler en düşük fiyatlarında iken kimse alım yapmamıştır? Ve eğer mesele bir varlığı en yüksek fiyatından almamaksa, neden herkes kriz öncesi dönemde hisse senetleri ve evler en yüksek fiyatlarında iken hala almaya çalışıyordu?

Rasyonel düşünen bir insanın en temel kaygısı bir malı en düşük fiyattan almak olsa da irrasyonelliğin yarattığı panik ve kaçış, dünyanın hemen her yerinde aynıdır. Psikolojik ve sosyal etkiler insanın karar mekanizmasını etkileyerek, ekonomik modellerin temel varsayımı olan rasyonel düşünceyi bozar. Varlık fiyatlarının gerçek değerlerini yansıtmadığı, bir dizi duygusal faktörün etkileşimiyle değişiklik gösterdiği artık bilinmektedir. Piyasaları aşırı ısıtan ve soğutan davranışların yarattığı motivasyonun gücü yadsınamaz ağırlıktadır.

Davranışçı finansın, yerleşik ekonomik teorilerden farklı bir düşünce şekli vardır. Onların bilmediği bir şeyi bilir: İnsanlar satın alırken, mantıklı kararlar vermelerine neden olan sayıları ve gerçekleri değil, duygularını kullanırlar. Geleneksel ekonomi modelleri zenginliğin maksimizasyonunu sağlarken, davranışçı finans mutluluğa odaklanır. Bu nedenle tüm insanlar, en duygusuz olanlar bile, duygusal kararların yarattığı yanılsama ve hatalardan kaçamazlar.

Finansal kararlarımızı verirken düşünce sistemimiz, analitik ve sezgisel yollarla duygularımızı etkiler. Sezgilerimiz daima modelleri ve onların getirilerini inceler. Herhangi bir modeli uygun bulduğu anda mutluluk ya da hırs duygusunu açığa çıkarır. Fiyatların yükselmeye başladığı dönemlerde yaşanan budur. Hisse senetleri, bonolar ya da ev fiyatlarının daima artacağı düşünülür. Bu düşünce zihnen mantıklı bulunsa da uygarlık tarihi açısından doğru değildir. Fiyatlar bir gün yükselişini durdurur ve hatta yavaş yavaş düşmeye başlar. Sezgilerimiz bu kez korku tepkisini verir. Korku diğer tüm duygulardan güçlüdür. İnsanların dona kalması piyasadaki alıcı ve satıcı sayısını azaltarak fiyatların düşmeye başlamasına yol açar. Kriz boyunca hisse senedi fiyatlarının %50’den fazla düşmesinin ardındaki gerçek budur. Nedensiz mutluluk ve hırs nedensiz korku ve kaçışa dönüşür.

Dizginlenemez duyguların içinden rasyoneldışılığı veya hatayı temizlemek mümkün değildir. Bunu bilen profesyonel yatırımcılar sezgileri kontrol altında tutmaya çalışan teknikler geliştirirler. Tahripkar finansal sonuçlara götürecek kararlar vermemeye özen gösterirler. Yine de bu öz kontrol bir ekonomik balonun ne zaman patlayacağını, bir hisse senedinin fiyatının ne zaman düşeceğini ya da altının ne zaman yükseleceğini söyleyemez. Ama finansal kararlardaki rasyoneldışılığın içerdiği hataları çarpıcı şekilde açığa çıkarır.

Bilimin kararlardaki hata payını ortaya koyması bizim için ne ifade eder? Aslolan her insanın bunu yapabiliyor olmasıdır. Doğru kararlara oranla hatalı olanların payı nedir? Buna yanıt verebilmek oldukça güçtür. Çünkü insanlar hatalarını kavramakta son derece isteksiz davranırlar.

Diyelim ki biraz para kazanmak için bir hisse senedi aldınız. Düşündüğünüz gibi de oldu ve hisse senedinin fiyatı yükseldi. Biraz daha kazanır mıyım düşüncesiyle satmak için tereddüt etseniz de nihayetinde satış kararını vermekte zorlanmazsınız. Ya hisse senedinin değeri düşerse?.. Zararı kabullenmek o kadar kolay olmaz. Nasıl olsa yükselir diye hayal kurarız. Bekleriz. Sonunda ya belli bir zararı göze alarak satarız, ya da şirketin iflas ettiği güne kadar bekleriz.

Ekonomik kararların verilmesinde insanı yönlendiren olguların içerdiği hataları anlamak maddenin finans halini yorumlayabilmek demektir. Son derece karmaşık finansal sistemin bulmacalarını çözmek yerine içgüdüsel ve sezgisel kararlarla yatırım yapmanın içerdiği hata payını hesaplayabilmek finansal evreni de yorumlayabilmek anlamına gelecektir.

Piyasaların çalışma şekli ve yatırım kararlarının ardındaki dinamikleri çözümlemek, uzun yıllardır davranışçı finansın gündemini meşgul etmektedir. Modern finans ve kuramsal ekonominin ortaya koyduğu birçok rasyonel ve duygusuz modele rağmen, insanların verdiği kararların irrasyonel ve duygusal olduğu gerçeği gücünü korumaktadır. Piyango bilet alırken üstlenilen riskten sigorta poliçesi düzenlenirken kaçınılır. Oysa her ikisinde de aynı mantıkla benzer bir prim ödenmektedir. Basitçe kuramsal ekonomi ne yapmamız gerektiğini söylerken, davranışçı finans gerçekte nasıl yaptığımıza yanıt aramaktadır.

Davranışçı finans, kararların nasıl verildiğini ortaya koyarken iki hususu tanımlamaya çalışır. İlki duyguların kararları, kararların ise fiyat hareketlerini yarattığı varsayımı; ikincisi ise bu irrasyonelliğin köklerinin insanoğlunun doğasında saklı olduğu kabullenmesidir. Her iki konu da oldukça hassastır. Çünkü insanlar son derece mantıklı buldukları bu teorilerden nefret edebilme hakkını da zihinlerinde taşırlar. Davranışçı finans dışında hiçbir ekonomi veya bilim dalı, insanların verdikleri kararlardaki zaafiyet, hata ve yetersizlikleri yüzlerine vurmaz. Davranışçı finans bunu büyük bir açık sözlülükle yaparak insanların düşündükleri kadar rasyonel olmadıklarını sürekli onlara hatırlatır. Bu nedenledir ki her kesimden sempati toplayan bir alan olması beklenmez.

Oyun Teorisi

Piyasaların içindeki kaosun davranışçı finans tarafından çözülemeyen kısmını sır olarak bırakmak istemeyen oyun teorisyenleri konuya daha farklı bir açıdan yaklaştılar. Onlara göre davranışları ve kararları matematize edebilirdik.

1994 yılında Stanford Üniversitesinden Brian Arthur, bizi, ilkokul ikinci sınıfta karşılaştığımızda ancak lisedeki öğrencilerin çözebileceği bir soru diye düşüneceğimiz türden bir soruyla karşı karşıya bıraktı. Soru şöyleydi: Her cumartesi gecesi canlı müzik ve ucuz içkinin olduğu bir üniversite barı düşünün. Beklentileri yüksek düzeyde karşılaması nedeniyle öğrencilerin çoğu bu bara gitmek isteyecektir. Fakat bir sorun vardır. O da bu bar o kadar da büyük değildir. Eğer herkes giderse içerisi aşırı ısınacak ve insanlar rahatsız olacaklardır. Bu da onları kaçıracaktır. Böyle bir durumda bir öğrenci olsanız gidip gitmeme kararını nasıl verirdiniz?

Diğer insanların hangi kararı verdiğini bilememeniz sizi zorlayacaktır. Herkesin gidip gitmeme kararını aynı anda verdiğini varsayarsak doğru kararı nasıl bulacağız?

İşte geleneksel oyun teorisi, kararların yarattığı olasılıkları matematiksel olarak hesaplayarak stratejiler geliştirir. Şöyle varsayar: “Tüm öğrenciler yeterince düşünecek ve doğru kararı verecektir. Ama diğerlerinin de doğru kararı verdiklerini bilecektir. Böylece herkes birbirinin kararını düşünerek ona göre karar verecektir…” Bu varsayım bar problemini oldukça karmaşık hale döndürmeye yeter. Milyonlarca varsayım ve model yaratılabilir. Peki çözüm hangisi dendiğinde işin içinden çıkılamaz.

Oysa davranışçı finansın aynı probleme bakışı daha doğaldır. Der ki; eğer bir öğrenci geçen hafta barın kalabalık olduğunu biliyorsa, bu hafta daha az kalabalık olacağını düşünecektir. Çünkü geçen haftaki rezaleti yaşayanların bu hafta bara gitmeyeceğini düşünecektir. Ya da şöyle düşünecektir: iki haftadır kalabalık, demek ki bu hafta yine kalabalık olacak; en iyisi gitmemek…

Aslında buradaki barı, finansal piyasalara uyarlamak pekala mümkündür. Çünkü öyle ya da böyle bir karara varan öğrenciler her hafta bir dalgalanma yaratmaktadırlar. Fakat gerçek olan bir şey vardır. Problem her iki yöntemle de çözülememektedir.

Bar problemi neden çözülemez?

Peki, bar problemini neden çözemeyiz?

19.yüzyıl Alman filozoflarından Hegel’in efendi köle metaforu bu soruna biraz açıklık getirebilir. Şöyle ki; güçlerin denk olmadığı her ilişki sonunda bir “efendi-köle” ilişkisine dönüşür. Bu hale dönüşen bir ilişki de sadece köle değil efendi de tutsaktır. Her iki tarafın da varoluş nedeni aslında karşı tarafa bağlıdır. İşte finansal düşünce şeklinin açıklayamadığı şey burada saklıdır. Kölenin var olması efendiye, efendinin varolması köleye bağlıdır.

Bar problemine dönersek öğrencilerin hepsi bara gitme kararını verseler de vermeseler de köle-efendi düşüncesini aşmaları mümkün değildir. Felsefik değerlendirmeye fazla girmeden konuyu şöyle açıklayabiliriz. Öğrencilerin hepsi bara gitme kararı verdiklerinde başta efendi olacaklar ama gittiklerinde köleye dönüşmüş olduklarını anlayacaklardır. Bu tıpkı şuna benzer. Dünyanın en zengin adamının her gün erken saatte işine gidip akşama kadar çalışması orada çalışan bir hizmetliden farklı olmadığını gösterecektir. Fakat hizmetli kendisini patronunun yanında köle gibi görmektedir. Öyleyse ikisi arasındaki fark nerededir?

Finansal sistemin karmaşık yapısı içinde ise kimin köle kimin efendi olduğunu anlayamamak finansın en temel sorunu olarak şu an karşımıza çıkmaktadır. Salt bir kimlik sorununa indirilmemesi gereken bu matematiksel, sosyal, bilimsel ve felsefik sorunu nasıl çözebiliriz?

Finansal sistemin köle efendi ilişkisi

Finansal sistemin köle efendi ilişkisi üzerinde biraz daha duralım. Finansal sistemin yarattığı ilişkiler bütününün bir bilim olarak ele alınması zamanı gelmiştir. Bunun en temel nedeni finansal sistemin, yarattığı çıktıların hem üreticisi hem de tüketicisi durumunda olmasıdır. Ürettiği katma değerin hem yaratıcısı hem sahibi durumundadır. Meydana getirdiği hata, sorun ve krizlerin hem kaynağı hem de çözümüdür. Sadece kaybın değil kazancın bilançosuyla da yüzleşmesi gereklidir. Bu kendi geleceğinin sağlıklı olması için gereklidir. Milyonlarca küçük ve büyük piyasadan oluşan finansal sistemin gelişmesi bu eleştiriyi oluşturmasına bağlanabilir.

Finansal piyasalar giderek en sıradan insanlar için bile önemli bir gereklilik haline gelirken toplum içindeki anlaşılabilirliği giderek azalıyor. Bu işlevin tamamıyla kaybedilmesi büyük finansal krizlerin daha da derin hissedileceği ile aynı anlama gelmektedir. Bilimsel gelişmelerin daha karmaşıklaştırdığı finansal piyasalar toplumsal idraki sürekli azaltmaktadır. Finansal piyasaların algılanamaması bir süre süre sonra finansal piyasaları da etkiliyor, köle efendi paradoksu gibi içinden çıkılamaz bir hale büründürüyor.

Finansal piyasaları oluşturan bilginin yapısı sanal gerçeklere bağladır ve bu bağ giderek daha da sanallaşmaktadır. Doğanın kanunları veya sosyal ilkeleri görmek çok kolay değildir. Fiziksel para hacminin milyonlarca katı olan sanal para hacmi gibi tüm gerçekler izafi değerlerle ifade edilir hale gelmiştir. Bu sanallığın yaratacağı güvensizlik zaman zaman finansal sistemin içine yayılmakta ve toplumu etkilemektedir. Etkilenen toplum finansal piyasaları etkilemekte , aktör ve figüran birbirine karışmaktadır.

Finansal piyasalar en büyük gerçekliğini insanlar için tasarladığı hayallerle sunmaktadır. Ev sahibi olma, zengin olma, üst yönetici olma herkesi bu oyuna kışkırtmaktadır. Fakat yaratılan fırsatların insanları zengin mi yoksa yoksul mu yapacağı kısa aralıklarla yaşanan krizler, suiistimaller ve çöküşlerle belirsiz hale gelmektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz finansal piyasalar tamamen insanların yarattığı bir oluşumdur. İnsanlar tarafından yaratılan her şey pek tabi ki insanlar tarafından da değiştirilebilir. Piyasaların dinamizmi karşısında unutulmaması gereken şey prensiplerin hayata geçirilmesidir. Öngörülemeyen bir yapıya dönüşen finansal sistemin bilimsel bir tabana oturtulması büyük bir gereklilik gibi durmaktadır. Krizlerin kaçınılmazlığı bir kader olarak kabul edilmemeli. Yaratılan karmaşık bilgi uzmanlığının üreticisi hariç kimse tarafından anlaşılamaması sorunu mutlaka kontrol edilmeli. Aksi takdirde karmaşık türevlerin yarattığı tedirginlik asla önlenemez. Her sonucun ortaya çıkardığı durum bir sonraki sonuç için mutlaka incelenmeli, birbirini beslemeyen sonuçlara izin verilmemelidir.

Sistemin sigorta mekanizmaları yeniden dizayn edilmeli, risklerin ve fırsatların bilimsel geçerliliği hedef alınmalıdır. Gelişimin yönü öngörülebilir bir bilimselliğe taşınmalıdır.

Finansal piyasalar sadece insanları değil kendini de bilimselleştirmelidir. Varlığın kanıtlanma yolu hata ve krizlerden ders alma ile sağlanmalıdır. Bu tanımlama bölüşümü de içermeli ve hatayı sahibine teslim edebilmelidir. Krizler ve hatalar vahşi piyasaların soyutluğuna mal edilmemelidir.

Finansal piyasalar keşfedilmemiş kıta gibidir. Her keşif Colomb’un Hindistan ve Çin’i keşfetmeye çalışırken Amerika’yı keşfetmesi gibi bilimsel öngörüden yoksundur. Finansal piyasaların mükemmelliği teknik üstünlüklerinden değil hata ve krizlerden ders çıkarma üstünlükleriyle ortaya çıkmalıdır. Bu da finansal piyasaları ele alan bir bilim dalını gerekli kılmaktadır.

Finansal piyasaları inceleyen bir bilimin gerekliliği her zamankinden fazladır. Kriz dönemlerinde dahi finansal piyasaların nimetlerinden sadece çok az insan yararlanmaktadır. Bilimselleşen bir yapı bu nimetleri sıradan yatırımcılarla da paylaşmak anlamına gelecektir.

Finansal piyasalara çöküş dönemlerinde yöneltilen eleştirilerin birçoğu finansal sistem tarafından değerlendirilerek eksikliklerin giderilmesi sağlanmıyor. Bunda finansal piyasaları inceleyen bir bilim dalının olmaması önemli rol oynamaktadır. Oysa teknoloji yeni bir bilim dalı olmasına rağmen kendisine yöneltilen en küçük eleştiriyi bile büyük bir fırsata dönüştürerek kendini geliştirebiliyor.

Finansal piyasaların karmaşık yapısı kadar dilinin de anlaşılamaması geri besleme kanallarının oluşmamasında önemli bir paya sahiptir. Bu dili oluşturacak şey bilimin varlığıdır.

Finansal piyasaların bir bilim metodolojisiyle ele alınması bilimin kendi çözümlerini yaratması gerçekliğinden hareketle piyasaların yarattığı sorunların giderilmesi anlamına gelecektir. Böylece krizler sonrası kurtarıcı olarak merkez bankaları, hükümetler ya da kreditörler beklenmeyecektir.

19.yüzyıl Avrupa’sında da insanların kalp hastalıkları teşhis ve tedavi edilebiliyordu. Kalp damarlarını gösteren modern cihazlar ve EKG olmadan bu nasıl yapılıyordu derseniz; bu başarı iki şarta bağlıydı. Bir, tüm ölenlere otopsi yapılıyordu. İki, tüm otopsileri aynı kişi yapıyordu. Yani otopsiyi yapanın vaka tecrübesi arttıkça sorunların neler olduğu tespit ediliyor ve çözümler bulunabiliyordu. Bugün artık otopsileri yapanların görevini bilim devralmıştır.

Türlerin yok olmasına sebep olan şey başarısızlıkları değil tam tersine başarılı olmalarıdır. Çünkü başarısız olanlar değişerek daima hayata tutunabilmişlerdir. Finansal piyasaların kısa süreler içinde krizlerle tökezlenmesi uzun ömrünün bir göstergesidir. Fakat bu yalnızca bilimsel bir bakış açısıyla sağlanabilir.

Teorik finans

Keynes'in yarattığı ekonomi modeli de maalesef 2007 yılına kadar dayanabilmiştir. Yaşanan kriz yeni bir kurtarıcıyı gerekli kılmaktadır. Fakat artık insanlar kahraman beklememeleri gerektiğini bilmeleri gereken bir çağda yaşadıklarını anımsamalıdırlar. Artık tek kurtarıcı bilimdir. Matematiksel modellemeleri soyutlamalarla destekleyerek fiziğin geleceğini öngören Teorik Fizik finansal piyasaların ilham alabileceği bir bilim pekala olabilir. Oyun teorisinin matematiği ve sosyal psikolojinin soyut değerlendirmeleri teorik finansın alt yapısını oluşturabilirler. Böylece finansal piyasaların yarattığı köle efendi paradoksu yerini daha anlaşılır ve kabul edilebilir rollere bırakabilir.

Finansal piyasaların öngörülmezliğini araştıran bir bilim dalı oluşturulmadığı sürece finansal piyasaları anlamak dünyanın en şanssız ve aynı zamanda en şanslı adamı kabul edilen Frane Selak’ı anlamak gibidir.

Hırvat bir müzik öğretmeni olan Selak;
• 1962’de raydan çıkıp donmuş nehre uçan ve 17 kişinin öldüğü tren kazasından kırık bir kolla kurtulmayı başarmıştır.
• 1963’te havada kapısı açılan uçaktan düşen 20 kişiden biridir. Diğerleri ölürken ot yığınının üzerine düşen Selak kurtulmuştur.
• 1966’da bindiği otobüs nehre uçmuştur. 4 kişi ölmüş ama Selak kurtulmuştur.
• 1970’de otoyolda arabası alev almış; benzin deposunun patlamasından birkaç saniye önce kendini dışarı atabilmiştir.
• 1973’te arabasının sıcak motoruna akan benzinin tutuşması sonucu saçları tamamen yanmış ama kurtulmayı başarmıştır.
• 1995’te yolda yürürken otobüs çarpmış ama yaralı da olsa kurtulmuştur.
• 1996’da dar bir dağ yolunda giderken karşısına çıkan otobüsle çarpışmamak için direksiyonu kırmış ve uçurumdan aşağı uçmuştur. Araba 90 metre aşağı yuvarlanırken kendisi araçtan atlayarak bir dala tutunmuş ve kurtulmuştur.

Hikayenin nereye varacağını birçokları kestirmiştir. Frano Selak daha sonra lotodan 1 milyon dolar ikramiye kazanmıştır.

İşte bu hikayeyi çözümlemek ile şu an finansal piyasaları çözümlemek aynı şeydir. Finansal piyasaların geleceğini araştıran bir bilim dalı geliştirilmediği sürece bugün finansal sistem içindeki oyuncuların Frane Selak gibi anlaşılması zor bir kaderleri olacak ve herkes finansal piyasaları kendine göre yorumlamaya devam edecektir.

8 Nisan 2012 Pazar

Clawback nedir?

Güçle gelenin sorumluluk olması gerektiği gerçeği finansal sistem oyuncularının çoğu zaman unuttuğu bir altın kuraldır. Bunu en çok finansal kuruluşların üst düzey çalışanlarına verilen bonus denilen kişinin yarattığı kara endeksli ödemelerde görüyoruz. Alınan yüksek primlerin hak edilmediği sonradan anlaşılıyor. Lehman Brothers’ın iflasından sadece bir hafta sonra bankanın onbin kişilik personeline 2,5 milyar $ bonus dağıtıldığı bunun en çarpıcı örneğidir. Bir diğer çarpıcı örnek krizin ilk büyük kurbanı Bear Stearns’ün CEO’su Jimmy Cayne’dir. CNBC tarafından ABD tarihinin en kötü CEO’ların¬dan bir olarak gösterilen fakat aynı zamanda dünyanın en iyi briç oyuncularından olan Jimmy Cayne, şirkette kendisine bonus olarak verilen hisseleri 61 milyon $’a satarken, yatırımcıların hisselerinin, piyasa fiyatının %10’una satılmasına sebep olmuştur.

Yöneticilere ödenen bu paraların günlük sonuçlar karşılığında ödeniyor olmasının nasıl bir finansal krize yol açtığını kendileri de görünce bonus’ları kontrol altına almanın gerekli olduğu anlaşıldı. Claw back (geri alma) adı verilen sistemler hayata geçirilmeye başlandı. Clawback düzenlemeleri ile bir yöneticiye o dönemdeki başarısı karşılığı ödenecek primler 3 yıla kadar uzayan şartlı bir ödeme takvimine bağlanıyor. Eğer sözleşmelerle belirlenen bu dönemler sonunda çalışanın şirket adına yarattığı gelirler karşılığı oluşturduğu yükümlülükler şirket adına zarara yol açmadıysa hak ettiği primi alabiliyor. Çünkü çalışanlar o an fark edilmese de, şirketin risk ya da kontrol politikalarına aykırı davranarak kar yarattıkları artık bilinen bir olgu.

Daha önce konuyla ilgili olarak ülkemiz finans sektöründe yayınlanan bir makale bulunmaması nedeniyle basit bir örnekle konuya biraz daha açıklık getirmek konuya uzak olanlar açısından faydalı olacaktır. Diyelim ki bir çalışan 100 dolarlık kredi verdi ve bu başarılı çalışmaları sonrası sene sonunda 5 dolar prim almaya hak kazandı. Şirket bu 5 doları kendisine ödeyeceğini ama öncelikle bu 100 dolarlık kredinin sonuçlarını görmek istediğini söyler. Eğer verilen bu krediler gelecek 3 yıl içinde şirkete herhangi bir zarar açmazsa (yani batmazsa) 3 sene sonunda hak ettiği 5 dolar primi çalışana öder. Eğer kişinin faaliyetleri zarara dönüşürse bu prim kendisine ödenmez. Clawback mekanizması şirket ve çalışanlar arasında yapılan sözleşmelerle farklı koşullara bağlansa da temel işleyiş mantığı bu şekilde.

Uygulamanın ABD’de bu yıl içinde gelecek sermaye piyasası düzenlemeleri sonrasında tüm şirketlere yayılması bekleniyor. Bu tür sözleşmelerin piyasa üzerinde ne tür etkiler yaratacağı ise hala belirsizliğini koruyor. 2010 yılı içinde Morgon Stanley CEO’su James Gorman’ın ertelenen %25 primi şirket hisselerinin değerinin %50 oranında düşmesine neden olmuştu. Piyasalar böyle durumları saklanan bir olumsuz bilgi olarak değerlendirebiliyorlar.

Clawback mekanizmasının neler getireceğini ileride göreceğiz. Fakat şirketlerin bu tutumu Michael Faraday’ın bir anısını çağrıştırdı. 19.yüzyılın en büyük bilim adamlarından olan Faraday elektik motorunun mucidi olarak bilinir. Otodidakt (uzmanı olduğu konularda eğitim almamış) ilk ve tek fizikçi ve aynı zamanda kimyacı olan Faraday elektrik motorunu bulduğunda önce İngiltere kraliçesine sunar. Kraliçe motora boş gözlerle bakar ve “bu ne işe yarayacak?” diye sorar. Faraday önce ne diyeceğini bilemez ama sonra şu cevabı verir: “Belki bir süre sonra bunun sayesinde insanlardan vergi alabilirsiniz.”