28 Aralık 2014 Pazar

Hangi ekonomistimiz ne kadar umursanıyor?

Ahlaksız Teklif (Indecent Proposal) filmi 1993 yılında büyük bir sansasyon yaratmıştı. Demi Moore ve Robert Redford'un oynadığı film, eşiyle bir gece geçirmek için arkadaşına 1 milyon dolar teklif edilmesi hadisesi etrafında şekilleniyordu. Bu ahlaksız teklif tüm dünyada hararet yaratmıştı. Herkes birbirine bu soruyu soruyordu. Amerika'da yapılan bir sokak röportajında da aynı soru sokaktan geçen bir kadına sorulmuştu: "Siz olsanız 1 milyon dolar karşılığı Robert Redford'la bir gece geçirmeyi kabul eder miydiniz?" Kadın bir süre düşündükten sonra şöyle demişti: "Paraya bulmam için bana biraz süre verir misiniz?"

Bu tuhaf yanıtı veren kadın ne aptal ne de keskin bir mizah duygusuna sahipti. Verdiği yanıt bir gerçeği ortaya koyuyordu. Ünlüleri nasıl algıladığımız gerçeğini. Bugün sosyal medyanın en büyük entrikası şöhretlilerin izlenmesi yanılsamasıdır. Twitter ya da facebook'ta onları izleyerek onları daha yakından tanıdığımızı ve anladığımızı sanıyoruz. Fakat gerçeği maalesef gözden kaçırıyoruz. Ünlüler ve sosyal medyadaki izleyicileri arasındaki ilişki sadece tek geceliktir. Nasıl mı?

Geçtiğimiz hafta Dünya gazetesi, "Yatırımcı yönünü Twitter'da arıyor" başlıklı bir haber yayınladı. Haberde twitter'da izleyici sayısı 10 binin üzerinde olan 13 kişinin adı verilerek yatırımcıların piyasalarda yön bulmak için artık twitter'ı kullandığı yazılıyordu. Büyük çoğunluğu ekranın şöhretli yüzleriydi. Ekonomistlerin düşüncelerine değer verilmesi ekonomi hayatı için önemli bir gelişmeydi. O nedenle bu önemli gelişmenin hangi seviyelerde olduğunu öğrenmek için bir araştırma yapalım dedik. Acaba gerçekten bu kişilerin düşüncelerine önem veriliyor muydu?

Dünya gazetesinde adı verilen 13 yazardan en bilinen 10'unun tweetlerini inceledik. İlk gözümüze çarpan derviş sözlerinden youtube görüntülerine, maç yorumlarından müzik videolarına kadar popüler olmak için her şeyi yaptıklarıydı. Ama ilgilendiğimiz bu değildi. Ekonomi ile ilgili paylaşımları acaba ne ölçüde etkileşim almıştı onu merak ediyorduk. Beğenilen bir ekonomik paylaşımın retweet edilerek kendi izleyicilerinizle paylaşılması gerekirdi. Ne de olsa burası sosyal medyaydı ve sosyal medyanın amacı buydu. İşte bu düşünceyle, ekomistlerimizin ekonomi hakkındaki görüş, değerlendirme ve yazılarını içeren tweetlerine baktık. Her ekonomistin 100 adet paylaşımını inceleyerek bu paylaşımların ne kadar retweet aldığına baktık. Retweet eylemi, ne "altına imzamı atarım" ne de "bak böyle diyor" olarak anlamlandırılabilir; belki olsa olsa futboldaki "gelişine vurmak" gibi bir anlamı olabilir ama twitter'da izlediğiniz kişinin paylaşımlarına önem vermenizin tek göstergesi sadece retweet etmektir.

Ekonomistlerimizin düşüncelerinin izleyicileri tarafından ne ölçüde retweetlendiğini görmek istiyorsanız işte yanıtı:


Rakamların kısaca üzerinden geçmek gerekirse; 86.800 kişi tarafından takip edilen Mahfi Eğilmez'in ekonomik konulardaki paylaşımlarını her onbin kişiden sadece 5'i retweetliyor. 36.400 takipçisi olan Yaşar Erdinç'in ekonomik görüşlerini ise her onbin kişilik izleyicisinden sadece 3'ü retweetliyor. Takipçi sayısında 3.sırada olan Figen Özavcı'nın görüşleri ise yüzbinde 8 gibi bir retweet oranına sahip; bu kadar takipçisi olmadığına göre her onbin kişiden biri bile retweetlemiyor diyebiliriz.

Çıkan bu çarpık sonuçlara pasif izleyicinin alışkanlığı, popüler kültür anlayışı, sosyal medya konforizmi, tanınma mekanizması ya da "takılıyoruz işte" gibi birçok açıklama getirilebilir elbette. Ama gerçek ortadadır: İnsanlar ekonomistlerin düşüncelerine önem verdikleri için onları takip etmiyorlar. Muhtemelen sadece popülerlik etkisi denen olgu nedeniyle takip ediyorlar. Ekonominin gidişatı üzerine ne düşündükleri kimsenin umurunda değil. Sonuçlar bunu fazlasıyla gösteriyor. Ekonomik görüşlerine önem vermedikleri kişileri bu kadar çok insanın takip etmesi insanı hayrete düşürüyor. İzleyicilerin takibe başladıkları gece aşırı sarhoş olduklarını düşünmeden edemiyoruz.

Ekonomistlerin takipçi sayılarına bakarak abartmaya gerek yok. Ekonomistlerin sosyal medyadaki izlenme başarısı tek gecelik ilişki gibi duruyor. Baştaki ahlaksız teklif hikayemizi yeniden hatırlayarak son noktayı koyalım. Sokaktaki kadın parayı bulmak için süre istemişti. Şimdi aynı soruyu biraz çarpıtarak şöhretli ekonomisti izleyen Twitter'daki takipçisine soralım: "Yaşar Erdinç'in teknik analiz yorumlarından 1 milyon dolar kazanacağınızı bilseniz onu izler misiniz?" Yanıt muhtemelen şöyle olacaktır: "Ne kadar izlemem gerekiyor?"

26 Aralık 2014 Cuma

2014 yılının en iyi 7 (amatör) analisti!

2000’li yılların başında dünyanın en gözde şirketi hiç şüphesiz Enron’du. En sıradan insandan ABD Başkanına kadar herkes bu dahi şirketin ölümsüz olduğuna inanıyordu. Üst üste 6 yıl boyunca Amerika’nın en yenilikçi şirketi seçilmişti. Hatta Fortune dergisi, şirketin iflas ettiği 2001 yılı Aralık ayından birkaç hafta önce Enron’u dünyanın en yenilikçi şirketi seçmişti. Şirket iflas ettiği gün bile hiç kimse buna inanmamıştı. Yatırımcılardan politikacılara, analistlerden habercilere kadar herkes haberin gerçek olmadığını düşünmüştü. Ama haber doğruydu. Bu dev şirket tıpkı Titanic gibi çok kısa bir sürede batmıştı. Ne tecrübeli bir analist, ne tecrübeli bir ekonomist, ne kurt bir yatırımcı ne de eli uzun bir politikacı bu çöküşü öngörememişti. Ama ne de olsa hayat sadece tecrübe demek değildi.

Enron’un iflasından iki yıl önce, 1998 yılı sonbaharı. Yatırımcıların satın almak için Enron hissesi bulmakta zorluk çektiği günler. Şirketin en parlak dönemi. Cornell Üniversitesinde okuyan 6 öğrenci, okulda öğrendikleri formülleri kullanarak Enron'un mali verilerini analiz etmeye karar verirler. 50 farklı finansal rasyoyu ve istatistiksel modeli kullanarak şirketi inceler ve sonunda bir rapor oluşturup hocalarına iletirler. Hocaları Charles Lee bu kalınca raporun ilk sayfasını açınca gördüğü şey karşısında şok olur. Çünkü raporun ilk sayfasında büyük harflerle şöyle yazmaktadır: “Şirket iflasa gidiyor, SAT!”

Charles Lee, analizde kullanılan modellere son derece güveniyordu ama çıkan sonuç güvenilir gelmemişti ona. Hatta gülünç gelmişti. Öğrencilerin bir yerlerde hata yaptıklarını düşündü. Tüm profesyoneller AL tavsiyesi verirken SAT demek rasyonel bir karar olamazdı. Kaldı ki bu kadar tecrübeli insanın öngöremediği bir şeyi birkaç öğrencinin öngörebilmesi komikti. Fakat öğrenciler hata yapmamıştı. Tam iki yıl sonra, o raporda yazan sebeplerden dolayı Enron batmıştı.

Finansal konularda tahmin yapmak giderek popülaritesini arttıran bir alan. En kıdemli ekonomistinden en amatör yatırımcısına kadar herkes öngörü yaparak sosyal medyadan duyuruyor. Doların ne olacağı, altının ne yöne gideceği ya da petrolün ne kadar düşeceği üzerine her gün onlarca tahmin okuyoruz. Fakat bu öngörü bolluğu içinde hangilerinin ne ölçüde başarılı olduğunu çoğu zaman fark edemiyoruz.

Birçok şirket çalışanı kurumsal kimliklerini arkalarına alarak sosyal medyadan öngörülerini paylaşıyorlar. Popüler oldukları için takipçileri yüksek. Tahminleri hatalı çıksa da pek önemsenilmiyor. Fakat bizim asıl merak ettiğimiz kurumsal bir kimliğe sahip olmadan tahmin yapanlar. Yani amatör analistler. Kendi bilgi, beceri ve öngörü yeteneğini kullanarak öngörülerini bizimle paylaşan kişiler. Şöhretli finansçılar dururken bu amatör analistleri kim dikkate alır? Şöhretli finansçının öngöremediğini bu "çapulcular" mı öngörecek? Sürekli atıp tutan bu ehliyetsizleri kim dinler?

İşte bu soruların yanıtını almak için sosyal medya üzerinden öngörülerini paylaşan 100'e yakın amatör analisti ve öngörülerini inceledik. Bunlar içinde en başarılı tahminlerde bulunanları belirledik. Tahmin zamanı, piyasanın o anki görüntüsü, öngörüde kararlılık ve öngörüye dayanak neden gibi değerlendirme kriterleri ekseninde en başarılı 7 analisti seçtik. İşte 2014 yılının en başarılı 7 amatör (kurumsal kimlik taşımama anlamında) analisti ve tahminleri:

(Twitter isimleri ve herhangi bir öncelik kriteri olmadan sıralıyoruz.)

1- Mustafa Kamar (@KamarStyle)

Borsanın 60.000 seviyelerinde olduğu günlerde bugünkü seviyelerini tahmin etti. Garanti Bankası hisse senetlerinin 5,96 TL olduğu dönemde bugünkü fiyat seviyeleri olan 9,50'leri tahmin ederek 2014 yılının en önemli hisse tahminlerinden birini gerçekleştirdi. Kıdemli ekonomistlerin "top atışlarıyla alın borazanlarla satın" kabilinden ucuz lafları yerine son derece isabetli tahminlerle izleyicilerine yol gösterdi.

2- Sametc (@samet_c)

Petrol fiyatlarının bugünkü öngörülemeyen düşüşünü büyük bir ustalıkla bir yıl önceden öngördü. Genel görüşün petol fiyatlarının yükseleceği yönünde olduğu o dönemlerde başarılı bir karşıt düşünce yatırımcısı olduğunu gösterdi.

3- Cemil Kaan (@CemilKaanA)

Dolar/TL kuru 2,22 seviyelerindeyken ve markalı analistler tarafından düşeceği öngörülürken yükseleceğini söyleyen çok az analistten biriydi. Şöhretli analistler yanılırken o haklı çıkmıştı. Kur yükselmiş ve 2,40'lar seviyesine gelmişti.

4- Eren Kuru (@HedgeFor Money)

2013 yılının en isabetli tahmini de bu amatör analistten gelmişti. Merkez Bankası Başkanı 2013 yılı kur tahminini 1,91 olarak yaparken o 2,13 demişti ve o kazanmıştı. 2014 yılı sonu için kur tahminini de aylar öncesinden yapmıştı. Piyasanın ağır ekonomistleri 2,25'ler seviyesini belirtirken o 2,40'ları hedef göstermişti. Öngörüsü gerçekleştiğinde şaşırmayan çok az analistten biri oydu.

5- Guray Nur (@xcfg)

Piyasaların oldukça sakin bir seyir izlediği Eylül ayında dolar ve euronun yükseleceğini söyleyen çok az analistten biriydi. Ne dolar ne de euronun TL karşısındaki değeri o günkü seviyelerin hiç altına düşmedi.

6- PAŞA (@__PASA__)

Borsa, Ekim ayında son altı aylık seviyelerinin en düşüğündeyken endeksin yükseleceğini tahmin eden onun gibi birçok analist vardı. Fakat ondan sonra endeksin her düşüşünde bu öngörüsünü değiştirenler giderek artmaya başladı. Endeks düşecek diyenler çoğalırken o öngörüsünü hiç değiştirmedi. Endeks 73.000 seviyelerindeyken yaptığı öngörüyü koruyarak derin Rusya krizi içinde yatırımcılara doğru yolu gösterebilen çok az analistten biri oldu. Profesyonel analistler ise bu dönemlerde ne kadar korkak olduklarını bir kere daha gösteriyorlardı: "Ne olacağını kimse bilmiyor!"

7- Çakma Kahin (@erdemyagan)

2014'ün başlarında, uzun bir süre, Türkiye ve Rusya'nın pozitif yönde diğer ülkelerden ayrışacağı birçok ekonomistin tahminiydi. O ise yaşanan finansal kriz sonrasında oluşan küresel ekonomik yapıda en kırılgan iki ülkenin Türkiye ve Rusya olduğunu söylemişti. Gelinen nokta onun ne kadar doğru söylediğini ortaya çıkarmıştı. Bu, ekonomi kitaplarına girebilecek kadar başarılı bir öngörüydü ama maalesef kimsenin umurunda olmadı. Ama bu öngörüyü yapan medyatik bir analist olsaydı herhalde çoktan "kahin" ilan edilip tapınılmaya başlanmıştı.

Enron'un çökeceğini öngören üniversiteli çocuklara o gün kimse inanmamıştı. Ama bugün de çok farklı değil. Enformasyon çağlayanları altında boğulan eleştiri yeteneğini kaybetmiş insanlar için neyin doğru neyin yanlış olduğu kolayca bilinemeyeceğinden, karşılaştıkları bilgiye gerçek değerini vermeleri de mümkün değildir. Sosyal medyadaki amatör analistlerin de başına gelen budur. Yazdıkları anlaşılmaya çalışılmadığı gibi doğruları söylediklerinde de durmuş saatin iki kere doğruyu göstermesi misali hafife alınırlar. Bu gerçeği değiştirmek maalesef pek mümkün gözükmüyor.

Bu analistlerin ne kadar isabetli yorumlar yaptığını görmek istiyorsanız sosyal medyadaki paylaşımlarına bakmanızda fayda var. Büyülenmiş gözlerle ünlü finansçıları izlemekten vazgeçip bilgiye gerçek değerini vermeye kafa yorarsak, finansal kararlarımızın daha başarılı olmaması için hiçbir neden bulunmuyor. Eski bir Fransız atasözünün dediği gibi: Alıcılar arasında, satıcılar arasında olduğundan daha fazla budala bulunur.

18 Aralık 2014 Perşembe

Buyur Performansını Değerlendir!

Performansa dayalı kariyer imkanı sunan şirketlerde çalışanların değerlendirilme zamanı yaklaştı. Kariyerine yeni başlamış birçok kişi heyecanla bu görüşmeleri bekliyorlar. Eskiler zaten bilincinde. Başarılılar ödüllendirilirken başarısızlar kimbilir ne tür yaptırımlarla karşı karşıya kalacaklar.

Hemen her şirket çalışanlarını değerlendirmek için çeşitli yöntemler bulmuşlar. Son model tekniklerle hazırlanan ve hedef denilen bu ölçüm sistemleri ilk bakışta oldukça rasyonelmiş gibi görünüyor. Mantıkları son derece basit. Bir şirket yaşamak için ürün satmak zorundaysa, en çok ürün satan o şirkete en büyük katkıyı verendir ve mükafatlandırılması gereken kişi odur. Oldukça akla yatkın bir yaklaşım. Zaten tersini savunabilmek mümkün değil. Peki ya gerçekten öyle mi, performans değerlendirme sistemleri en akla yatkın modelleri mi içeriyor?

Bu sorunun yanıtını bulmak için kendinizi değerlendirilen değil de değerlendiren yerine koyun ve birazdan karşınıza gelecek kişileri değerlendirin. Sizce bu kişiler performans değerlendirmenizden nasıl sonuçlar alırlardı?

Değerlendirme 1: Başarılı Yönetici

Genç yaşta dünyada ilk kez atom çekirdeğini parçalayarak ortaya enerji çıkarma görevi bana verildi. İyi bir fizikçi olmamama rağmen kısa bir sürede kalabalık bir bilim insanları grubunu yöneterek hedefe ulaştırdım. Verilen görevi yerine getirerek dünya tarihini değiştirecek bir başarıya imza attım. Birçok bilim insanına göre 20.yüzyılın en önemli buluşunu yapan kişiyim.

Dünyanın kaderini değiştiren bu büyük bilim adamını kim düşük performansa sahip diye niteleyebilir? İnsanın deli olması gerekir.

Bu bilim insanı kim mi? Bu büyük bilim insanı atom bombasını bulan ekibi yöneten Oppenheimer'dan başkası değildir. Atom bombasını bulduktan sadece 20 gün sonra Japonya'da büyük bir soykırıma imza atarak insanlık tarihinin en kara sayfalarından birini yaratan başarıya imza atmıştır.

Değerlendirme 2: Büyük Yaratıcı

Müzik otoritelerine göre uygarlık tarihinin en değerli kemanını yapan kişiyim. Kimse başarımın sırrını çözemedi. Bu başarıya gece gündüz çalışarak ve tüm ayrıntılarla bizzat ilgilenerek ulaştım. Bizim sokak keman yapımıyla ün salmıştır. Dükkanların camlarında, "Dünyanın en iyi keman üreticisi, Avrupa'nın en iyi keman üretici, İtalya'nın en iyi keman üreticisi" gibi sözler görürsünüz. Bunların hepsi doğrudur. Benim dükkanımda ise sadece "Bu sokağın en iyi keman üreticisi" yazar. Bilmem anlatabildim mi?

Bu kadar zeki, çalışkan ve ironik bir keman üreticisi sizin şirkette olsa yetersiz performansı var diyebilir misiniz? Mümkün değil.

Gerçekten de uygarlık tarihinin en iyi kemanını yapan kişi Antonio Stradivaryus'tu. Bugüne kadar yapılan hiçbir deney formülünü ortaya çıkaramadı. Öldükten sonra işler iki oğluna kaldı. Antonio, know-how'ının tamamını kafasında taşıdığı için çocukları kısa sürede şirketi batırdılar. Nasıl yapacaklarını bilmediklerinden yaptıkları kemanları kimse almadı. Kişiye bağlı bir başarı bir şirketi ne kadar başarılı kılarsa Stradivaryus'u da o kadar başarılı kılmıştı.

Değerlendirme 3: İleri Vizyonel

Dünyanın en inovatif şirketini yarattım. Sokaktaki insandan ABD Başkanına kadar herkes şirketimin ölümsüz olduğunu düşünüyor. Kainatın en büyük şirketi diyenler bile var. Dünyanın tüm enerji işini neredeyse tek başıma idare ediyorum. Muhasebe dehası olduğum söyleniyor. Milyonlarca kişi şirketimin hisse senetlerini aldı. Şirketin gelecekte de yükselen bir yıldız olacağına kimsenin şüphesi yok.

Böyle bir şirket yöneticisinın performansı bile tartışılmaz, değil mi?

Enron, gerçekten de dünyanın en başarılı şirketiydi. Bu şirketi yöneten kişi Kennett Lay'di. Enron, en inovatif şirket ödülünü aldıktan sadece birkaç ay sonra battığında kimse inanamamıştı. Ardında parasını kaybetmiş milyonlarca insan ve tarihin en büyük şirket enkazını bırakmıştı. Lay'in muhasebe hilelerinin üstüne muhasebe hilesi hala yapılabilmiş değildir.

Değerlendirme 4: Çalışkan ve Hırslı

Çalıştığım ofisin en düşük ünvandaki personeli olmama rağmen üstlerimin dikkatini çekmeyi başardım. Trade işlemlerindeki başarım çok büyük. Bankama büyük paralar kazandırdım. Herkes bana çok güveniyor. O kadar çok çalışıyorum ki, yaptığım trade işlemlerinin operasyonunu da ben yapıyorum. Gece gündüz çalışmak ve şirketime para kazandırmaktan son derece mutluyum.

Tam da finans şirketlerinin aradığı bir memur tipi. Çalışkan, hırslı, sonuç odaklı, sempatik, uyumlu vesaire. Verilecek en yüksek performans notunu fazlasıyla hak ediyor.

Jerome Kerviel, Fransa'nın en eski ve büyük bankası Societe Generale'ı iflasın eşiğine getiren işlemi yaptığında ortam tam da anlattığı gibiydi. Dahi çocuk bankanın piyasa değerinin iki katını tek bir trade işlemine bağlamıştı. Amirleri, ona duydukları güven nedeniyle işlemlerini kontrol bile etmemişti. O da onların yerine operasyon servisinde her türlü sahte imzayı atmıştı. Bankanın zararı 5 milyar euroydu. Bu dahi çocuk tarihin en büyük zararını çalışkanlığı ve hırsıyla yaratmıştı.

Değerlendirme 5: Büyük Organizatör

Benden 6 milyon kişiyi belirlenen yere nakletmem ve uygun şekilde yerleştirmem istendi. Organizasyon başarım sayesinde kimsenin burnu bile kanamadan bu önemli görevi belirlenen sürede yerine getirdim. Ülkenin en büyük yöneticisinin bile takdirini kazandım.

Ne kadar harika değil mi? 10 üzerinden 10.

6 milyon Yahudinin ölümünden sorumlu bu Nazi Bakanı Adolf Eichmann'dı. Tarih, onu ve organizasyonel sapıklığını hiçbir zaman unutmayacak.

Değerlendirme 6: Geleceği Gören

Yarattığım para mekanizması sayesinde dünyayı refaha ve paraya kavuşturdum. Afrika'dan yeni gelmiş göçmenin bile para ve ev sahibi olmasını sağladım. Faizleri öyle bir düşürdüm ki, alınan kredilerin faizi hiç sorun olmuyor artık. Herkes çok mutlu. Başta Amerika'lılar olmak üzere tüm dünyanın beni hiçbir zaman unutmayacağına eminim.

Böyle bir Robin Hood'a bu çağda herkesin ihtiyacı var. Gerçekten başarılı bir performans.

Emekli olduktan birkaç ay sonra dünya tarihinin en büyük finansal krizini yaratan kişi olarak Fed Başkanı Alan Greenspan gösterilmişti. Yarattığı kolay ve ucuz para politikaları sayesinde ödeme gücü olmayanların aldığı krediler ile Subprime Krizi denilen ve ne zaman biteceği hala anlaşılamayan kaos yaratılmıştı. Dünya bu "Maestro"yu gerçekten de hiç unutmayacak.

Tüm bu hikayeler bize tek bir şey anlatır. Performans değerlendirme sistemlerinin tam olarak neyi ölçtüğü belli değildir. Hiçbir efor harcamadan tamamen tesadüflerle olsa bile belirlenen hedeflere ulaştıysanız sizden daha başarılısı yoktur. Başarınızın yıllar sonra yaratacağı maliyetin ne olacağı düşünülmeden tüm mükafatlar size verilir. Anlattığımız 6 farklı hikayeden çıkan sonuç tamamen budur.

Bugün artık iş hayatında sevgi, saygı ve kalıcı başarının yerini karlılığa dönüşen bir pragmatizm almıştır. Başarı tamamen tesadüflere bağlı hale gelmiştir. O nedenle mevcut performans değerlendirme kriterleri içerikten yoksun, tutarsız ve geçicidir. Büyük başarıların ardından başarısızlığı tadan her şirket geçmiş şanlı günlerinin özeleştirisini yaptığında bu gerçeği er geç anlayacaktır.

16 Aralık 2014 Salı

ÇARŞI umurumda değil, size bir şey olmasın!

ÇARŞI, yoğun ekonomik gündem içinde kendine yer bulmakta zorluk çekti. Oysa bugün gündemin en önemli konusu olmalıydı. Çarşı yalnız mıdır değil midir sorusu dolaylı da olsa birçokları tarafından soruldu. Tepki verenler sessiz kalanları eleştirdi. Onlara göre Çarşı, dayatılanı insan onuruna uygun olmadığı için kabul etmemiş, asil bir karşı duruş sergilemişti. Sessizlerden yine ses çıkmamıştı. Derin sessizlik sürmüştü... İşte bu noktada şu sorunun yanıtlanması gerekmez mi; Çarşı'yı destekleyenlerin ne düşündüğü belli, peki öyleyse sessiz kalanlar ne düşünüyorlar?

Aslında ne kadar basit bir soru, değil mi: Sessiz kalanlar ne düşünüyor? Birçok yanıt verilebilir elbette, fakat hiçbiri doğru olmayacaktır. Çünkü bu soru, insanlık tarihinin yanıtlanması en zor sorusu olarak zihinleri meşgul etmeye hala devam etmektedir. Nasıl mı?

Nazilerin Yahudi soykırımının en önemli mimarı Adolf Eichmann 1960 yılında yakalanarak İsrail'de hakim karşısına çıkarılır. Tarihin en büyük utançlarından birinin tüm sebepleri ortaya çıkacaktır artık. Mahkeme reisi Moshe Landau, soykırımın en önemli tanığına tüm soruları ardı ardına sorar: "Bu nasıl oldu?, Neden oldu?, Neden Yahudiler?, Diğer devletlerin rolü neydi?, Yahudi liderler Nazilerle işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı?" gibi birçok soru. Eichmann, tüm sorulara en ince ayrıntısına kadar yanıt vermişti. Dürüstlüğünden kimsenin şüphe etmediği mahkeme reisi Landau söylenen her şeyi dikkatle dinlemiş, tüm belgeleri incelemiş ve gerekli tüm araştırmayı yapmıştı. Landau, mahkeme sonunda yüzyılın en büyük soykırımıyla ilgili tüm yanıtları dünyanın dikkatine en açık şekilde sunmuş ve sonucunda gereken kararı da en adilane şekilde vermişti. Dünya, soykırımla ilgili her şeyi bir daha merak etmeyecek şekilde öğrenmişti. Fakat tek bir soru yanıtsız kalmıştı.

Mahkeme reisi Landau, bir keresinde, tanık sandalyelerinde oturan Yahudilere döner ve insanlık tarihine geçecek şu sözleri söyler: "Nazilerin belirledikleri zamanda belirledikleri yerde oldunuz, infaz yerlerine kendi ayaklarınızla gittiniz, kendi mezarlarınızı kazdınız, soyundunuz ve giysilerinizi muntazam biçimde yığdınız, kurşuna dizilmek üzere yan yana durdunuz... Siz oradayken tam on beş bin kişiydiniz, başınızda sadece birkaç yüz subay vardı. Kendinize söyleneni harfiyen yerine getirip tıpış tıpış ölüme gittiniz. Sizi ölüme sürükleyen bu itaatkar uysallık... Neden karşı çıkmadınız?"

"Neden karşı çıkmadınız?"

Bu soruya ne o gün yanıt verilebildi, ne de bugün. Muhtemelen gelecekte de verilemeyecek. Fakat bundan daha önemlisi bu soruyu kendine sordurtmamaktır. Çünkü bu sorunun sorulduğu an, insan onurunun bittiği andır.

Çarşı, sadece bu soruyu bir gün kendine sordurtmamak için gerekeni yapmış; itaatkar uysallık göstermemiştir.

Sözü uzatmaya hiç gerek yok aslında. Çarşı yapması gerekeni yapmıştır. Sessiz kalanlara gelince... Çarşı umurumda değil, size bir şey olmasın!

8 Aralık 2014 Pazartesi

Zafer tesadüflere bağlıymış!

Yıl sonu geliyor. Finans sektörü çalışanları "performans" denilen köprüden geçip cennete ulaşmaya çalışacaklar; geçemeyenler işten atılıp cehennem azabını tadacaklar. Şirketlerin performans kriterleri öyle şeytani ki, derin ve karşı çıkılması zor insani arzularla yolları kesiştiği için kimse karşı duruş sergileyemiyor. Başarı, kalite, verimlilik gibi kavramlara kim hayır diyebilir ki?

Fakat bu kavramlar üzerinde biraz düşünüldüğünde garip bir durum dikkat çekiyor. Bu farklı terimler, anlamları çok açıkmış gibi sürekli kullanılıyor ve birbiriyle kesişen tanımlardan hareketle bol tekrarlı bir söylem oluşturuluyor. Her terim diğerlerini referans olarak tanımlıyor. Yani kalite performansla, performans kaliteyle açıklanıyor. Öyleyse şu soruya yanıt vermemiz gerekmez mi? Şirketlerin performansı ölçme dedikleri dünya tam olarak neye hizmet ediyor?

Bu sorunun yanıtını, iş hayatının temel kavramlarını yeniden tanımlayarak bulmaya çalışalım.

Mükemmelliyetçilik

Sıra dışı bir sonuç elde etme ve örgüt yönetme pratiği olarak tanımlanıyor. Yani şirketi bütün aktörleri ve fonksiyonlarıyla kusursuzluğa götürecek bir model. Ya da daha açık söylersek sıradışılık. İyi de, sıra dışı olma idealinin genele yayılması, kavramın kendisiyle çelişkili değil midir? Özellikle de kalıcı olması gereken bir istisnai pratikten söz ediyorsak. Herkes nasıl mükemmel olabilir? Mükemmelliyet paylaşılan bir şey olmadığına göre herkes nasıl mükemmel olabilir? Erişilmesi mümkün olmayan mitsel bir ideale doğru herkesi yarışa sürüklemekten başka bir şey değildir yapılan. İnsan hem mükemmel ve sıra dışı olup hem de bunu diğerleriyle paylaşamaz.

Başarı

Mükemmelliyet kavramının geçtiği her yere bu sözcüğü koyduğunuz zaman anlamın değişmediğini görürsünüz. Başarı iyi olmak ve işini iyi yapmak değil, maliyetleri %30 düşürüp gelirleri %150 arttırmaktır. Çıkış fikri, hep daha iyisi yapılabiliyorsa mevcut durum asla kabul edilemez mantığıdır. Fakat bu olgunun sonuçları hep göz ardı edilir. Bir kazanana karşı acaba kaç kaybeden vardır? Başarı arayışı sonu olmayan bir rekabete yöneltir. Başarı artık seçenek değil zorunluluktur. Aksi takdirde bu oyunda kendinize yer bulamazsınız.

Aidiyet

Başarı kavramının geçtiği her yere aidiyet kavramını koyduğunuzda da anlamın değişmediğini görürsünüz. Hiyerarşik düzen içinde herkesin bağlılığının teşvik edilmesini vurgular. İşi doğru olarak yapmanız artık yetmez; bir de kendinizi işe adamanız gerekir. Psişik bir seferberlik halidir bu. Hintli dervişin ezotorik bilgeliğine kendini kaptıran şehirli bunağın mürit olma şeklidir istenen. Angaje olmazsan başarısız sayılırsın.

Sürekli Gelişim

Geçmişi unut, şimdiyi değersizleştir, sadece geleceği yücelt. Sürekli gelişemezsen ölmüşsün demektir. Bu büyük yanılsama gerçekle yüzleşmeye izin vermez. Doğmak, büyümek, gelişmek, ilerlemek ve küçülmek dizgisi şirketleri yıkıma götüren şu yapıya dönüşür: Doğmak, büyümek, gelişmek, sürekli gelişmek, sürekli gelişmek, sürekli gelişmek... ve yok olmak. Gelişmenin gerileme olmadan sağlanamayacağı kavranamaz. Sürekli gelişme olursa zorluklar, problemler ve krizler yaşanılmaz ve en nihayetinde yok oluştan kaçınılabilir sanılır.

Kalite

Kusursuzluğu referans alan kalite kavramı herkesin işini kusursuzca yapacağı bir dünya tasarlar. Yani ilk günah henüz işlenmemiştir ve hiçbir zaman da işlenmeyecektir. Öyleyse cennettesinizdir... Hata, yanlış ve kusurlar insanlardan kazınmıştır. Çatışmanın olmadığı, herkesin hazzın doruklarında olduğu bir dünya. Bu hayale inanmak isteriz önceleri. Ama gerçeklik bir süre sonra doğruyu gösterir. Kusursuzluk yoktur, hata vardır ve arzular daima başkalarınınkiyle çatışma içindedir. O zaman şu sonuca rahatça ulaşırız. Kalite koşulları iyileştirmek için bir araç değil, karlılığı ve verimliliği arttırmak için bir baskı aracıdır.

Performans

Sonuçların ölçülmesi, ödül ve cezayı gerektirir. Asıl sorun performansı neyle ya da kimle karşılaştıracağımızdır. Temel yaklaşım, yapılmak zorunda olan bir işle ilgili önceden belirlenen kriterlere göre performansı ölçmektir. Herkes eskisinden daha iyi olmak ve diğerlerini geçmek zorundadır. Her zaman daha fazlası elde edilmelidir. Çalışmak işe gelip sözleşmede belirlenen işi yapmak değil, sadece performans göstermektir. Daha fazla, daha hızlı, daha etkin, daha somut...

Bu kavramlar üzerinde biraz düşününce her şey kolaylıkla anlaşılabilir. Bu kavramlar ne yapılan işin kalitesine ve hazzına varmaya, ne yapılan iş üzerine anlam üretmeye ne de şirketin gerçekliğini anlamaya izin verir. Ortada sadece anlamsızlık vardır, her kavramın yerine bir diğerinin kolayca konulabildiği döngüsel bir sistem.

Çalışanlar, son yıllarda sorunun farkına varır gibiler: Bize "Kalite, müşteriye açık konuşmaktır" deniliyor; ama şikayetlerde yazılı talimatlara göre davranmamakla suçlanıyoruz. Bize, "Ekip olarak çalışın" deniliyor; ama performanslar kişisel olarak veriliyor. Bize, "Aidiyet" deniyor; ama daima rakamlara bakılıyor. Bize, "Performansa göre terfi" deniyor; ama terfiyi alan başkalarının aleyhine ön plana çıkmaya başaranlar oluyor. Bize, "Çözüm odaklı olun" deniyor; ama biraz düşünüp karar vermek için hiç zaman bırakılmıyor.

Bu koşullar altında ne oluyor biliyor musunuz? Çalışanlar psikolojik bir paradoksa yenik düşüyorlar. Eğer çalışan başarılı oluyor ve verilen mükafatı kabul ediyorsa bundan utanç duyuyor; çünkü bunu hak etmediğini düşünüyor. Öte yandan mükafatı reddederse kendini şirket karşısında zor bir duruma sokacağını biliyor. Daha açık söylersek, ödüllendirildiği için övünemez ve mükafatlar ona hiçbir tatmin duygusu yaşatmaz. Alaya vurmak verebileceği tek karşılıktır ve o da sistemle dalga geçer. Şurası çok açık ki, finansal sektördeki firma iflasları sonrası "Bu büyük ve karlı şirket neden battı?" sorusu sorulduğunda yanıtı bulmak kolaydır: "Zafer tesadüflere bağlıymış."

Kısacası çalışanlar ruhunu kaybettikçe şirketler ruh kazandıklarına daha çok inanmaya devam ediyorlar. Davranış ve arzulardaki tekbiçimlilik şirket ruhunun en üst seviyesi olarak görülüyor. Acı ama, olanların kabul edilmiş ya da talep edilmiş beyinsizleştirme olduğu gözden kaçırılıyor. Başarı sadece kollektif bir orgazm olarak yaşanmaya devam ediyor. Bağlarından koparılmış, başkalarına e-mail gibi bilişim protezleriyle bağlanmış, mantıklı olmaksızın akılcı, sonsuz ama çoğu işe yaramayan bilgi yığınına sahip bireylerin sayısı ise her gün artıyor.

Acı bir kehanetle son noktayı koyalım. Büyük başarıların ardından başarısızlığı tadan her şirket geçmiş şanlı günlerinin özeleştirisini yaptığında şunu fark edecektir: "Zafer tesadüflere bağlıymış."

7 Aralık 2014 Pazar

Okullarda Osmanlıca değil Ekşi Sözlük okutulsun!

Son günlerin popüler tartışma konusu Osmanlıca dersleri. Genç kuşaklar için atalarını tanıma, anlama ve yaşatma fırsatı olarak sunuluyor. Okullarda öğretilmesi gündemde. Gerekliliği konusunda hakim düşünce "bizi yansıtması". Halkımızın derin kültürünü, bilgeliğini ve tarihsel varlığını yansıttığı düşünülüyor. O nedenle de okullarda öğretilmesi gerekli görülüyor. En basitinden atalarımızın mezar taşını okuyabileceğiz. Öyleyse şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor: Bizi yansıtan her konu okullarda ders olarak okutulmalı mı?

Eğer öyleyse, okullarda ders olarak okutulması gereken ilk şey "Ekşi Sözlük". Çünkü hiçbir şey "bizi" bu kadar çok yansıtamaz. Bugünkü kültürümüz, bilgeliğimiz ve varlığımız tıpkı Ekşi Sözlük gibi. Bizi en iyi yansıtan şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız, işte size 10 maddede Ekşi Sözlük.
(Ekşi Sözlüğün Osmanlıca ile ilgili görüşlerini de madde sonlarında okuyabilirsiniz.)

1-Her konuda bilgi sahibidir. Astronomi, gen bilimi, nükleer fizik ya da yarı iletkenler gibi bilimsel gelişmişliğimiz içinde henüz yer edinememiş birçok konuda ayrıntılı fikirler bulabilirsiniz. Bu kadar fikri olan ülkede bu bilimlerin nasıl gelişmediğine hayret edersiniz. "Sanırsın Osmanlıca öğrenince GSMH 50 bin dolar olacak."

2-En karmaşık konularda bile düşüncelerini Richard Feynman bilgeliğinde anlatan isimsiz yazarlar bulabilirsiniz. Mesela "Tragos" adlı yazar atomu parçalamak isteyenlere yöntemi gösterir: "Bir parça gümüşü termal nötron kaynağına maruz bırakınca insanı tatmin edecek kadarı gerçekleşir." Emin olun, konunun en önemli kitaplarında bile yoktur bu açıklama. Yazarların isimlerinin belli olmaması onların olmadığı anlamına gelmez. İsimlerinin sahteliği ise tamamen serbest piyasanın ambalajlama mantığıdır. Uydurulmuş bir kimlikle yaratılan sahte duygular reklamcılığın vizyonu değil midir? "Osmanlıca nedir dersen, yabancı kelimeye Türkçe eylem iliştirmektir. Hani set ettim, check ettim dersin ya; hah işte, o plaza dilinin Osmanlı Sarayındaki halidir."

3-Argo, bir can simidi gibi her zaman yardıma yetişir. Düşüncenin anlatılamadığı, heyecanın mantığın önüne geçtiği, eleştirinin en ağırının yapılması gerektiği durumlarda uygunsuz sözcükler hiçbir tasarrufa gitmeden kullanılır. Politika, spor ve hatta sanat dünyasının temel iletişim şekli haline gelen argo ve uygunsuz sözcüklerin sadece tahsilsiz erkekler arasında söylendiği günler çok gerilerde kaldı. Küfürün olmadığı her ortam bu toplumu yansıtmıyor demektir. "Osmanlıca ha; her kuşu sevdik de bir leylek kaldı." (-sevdik sözcüğü orijinal metinde argo haliyle yazılmıştır)

4-Bilgiyi, kaynağındaki ham haliyle değil, sokaktaki vatandaş için işleyerek verir. İlkokulda cümle içinde kullanılan yeni sözcüğün basitliği vardır. Kullanıcı dostudur. Standart olmayan bir ifade tarzı vardır. Baudrillard'ın iletişim sarhoşluğu dediği ruh halidir bu; hakikat sadece bir simülasyondur. Farklı fikirlere açık olanları fikir emperyalistlerine dönüştürerek dünyanın fikirsel efendileri haline getirir. Bu tam da kahvehane köşelerinde yapılandır; memleketi kurtarıp Fenerbahçe'yi şampiyon yapmak. "Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret artıyor; şirketler harıl harıl Osmanlıca bilen eleman arıyor; Ottomanish çağın dili."

5-Hakikatin ne olduğuyla pek ilgilenmez, onu zamana göre yeniden düzenler. Amerika'yı müslümanlar keşfetmiştir misali her konu ana göre yeniden şekillendirilir. Ayın yüzeyini inceleyen astronotun vekilidir sanki anlatan. Fakat sonuçta yaratılan malzeme toplumun alt sınıflarının beğeni ve kültürüne hitap eden tarzdadır. Bilgi kullanılıp atılan bir tüketim malı haline dönüşmüştür. D.Hebdige'nin dediği gibi; kısa vadeli, düşük kiralı ve nikelajlı bir ütopya. "Dedelerin mezar taşı Osmanlıca yazıldıysa liseliler 80-90 yaşında olmalı."

6-Kendinden önce ne yazıldığını genellikle bakılmaz. Okuma ve anlama gerektiren bu aktivite zaten halkımızın genel karakteristiğine de aykırıdır. Çoğu zaman aynı şeyler art arda defalarca yazılır. Zaten bu iletişim şeklimizin de en önemli özelliğidir. Karşı tarafı dinlemek ve anlamak tercih ettiğimiz bir şey değildir. "Tek mesele buysa, rahmetlinin mezar taşını değiştirmek daha ucuza gelmez mi?"

7-Gerekli gereksiz her konu üzerine fikir bildirilir. Kültürel bir kibirlilik en önemsiz konuları bile gündeme çıkarır. Ama aynı zamanda bir filtre işlevi görür. Olayların rahatsız edici ve tanıklık etmeye zorlandığımız hissini veren yanlarını filtreden geçirip ortadan kaldırmamıza hizmet eder. Unutmak toplumsal düşünce şeklimiz değil midir zaten; işte yapılan bunun kontrollü şeklidir. "Okuyabildiğini okumayan halka okuyamadığını okutmak marsa gitmek kadar değerlidir; istikbal mezar taşlarındadır."

8-Özet, giriş ya da sonuç gibi gereksiz şeylerle uğraşmaz; direk konunun özünü verir. Sistematik bilgi eksikliği yüksek olduğu için düşünceler arasındaki sınırlar ekvator çizgisinden daha gerçek değildir. Bize satılmaya çalışılan şey piyasanın son model idealizasyonundan başka bir şey değildir. Yani gerçeklikle alakası olmayan yeni bir gerçeklik. Richard Hoggart'ın dediği gibi; içi boş bir parlaklık, pırıltılı bir barbarlık ve sonuçta ruhsal çöküntü. "Dedeleri 1923'ten sonra ölenlerin mezartaşları okunabilir bir dille yazıldıysa dersten muaf olacaklardır."

9-Yazılanlar ne kadar farklı düşünceler içerse de ortak bir özellik sergiler: Aslında herkes izleyicidir. Piyasa ekonomisi içinde idealistik bir aşırı basitleştirmedir yapılan. Kapitalizmin herkesi çağdaş kabilecilik gerçeklerini özlemeye nasıl yönlendirdiğinin temsilidir. Daima bir sahil kasabası hayali ile tüm haksızlıklara tepki vermeden ömrünü geçirmek değil midir zaten çoğu zaman halkımızın tutumu? "Seçim zamanı kendi geleceğini iki paket makarnaya satanların dedesinin mezar taşıyla ilgileneceğini sanmam ama sen öğret yine de."

10-Diğer düşünceleri dışlamadan kendi düşüncesini oluşturamama ve diğer düşünceleri aşağılamadan yeni bir düşünceyi ortaya koymadaki beceriksizlik çoğu zaman genel bir ilkedir. Çünkü taraf ya da bertaraf olma kaygısı kanımıza işlemiştir. Bir fikir başka bir fikre karşı olduğu için doğrudur gibi aptalca bir savunma şekli zaten tüm hayatımızı kaplamıyor mu? "Her yer AVM; mezarı bulduk da okuması kaldı."

Osmanlıca ne kadar bize ait bilemiyorum ama Ekşi Sözlük tam bize göre. Bazıları şaka olarak algılayacak ama okullarda Osmanlıca değil Ekşi Sözlük okutulsun!