30 Aralık 2013 Pazartesi

Canım ya.

Kişisel gelişimin sahte büyüsünün etkileyemediği kişi kalmamıştır herhalde. Üstelik bunun için de pek yorulmaz. Basit bir teknik kullanır. Birkaç popüler kişisel gelişim kitabının reklam sunumlarından aldığımız şu satırlar bunu açıklıkla ortaya koyuyor:

"Çaresizlik öğrenilmiştir.Başarılı olmak da öğrenilebilir.Sende sandığından fazlası var!" (Her şey seninle başlar/M.Sekman)

"36 saat içinde kitabınızı iki kere okudum. Okurken sürekli gözlerim doluyordu." (Şu hortumlu dünyada fil yalnız bir hayvandır/A.Ş.İzgören)

"Önce kendi kanatlarına güven!" (Limit Sizsiniz/M.Sekman)

"Kendime yeni bir ben lazım dersen, iyi bir kitap çok şeyi değiştirebilir!" (Ya bir yol bul ya bir yol aç ya yoldan çekil/M.Sekman)


Kişisel gelişim kitaplarının başarısının arkasındaki basit tekniği rasgele seçtiğimiz bu dört örnekten fark etmişsinizdir sanırız. Şarkı sözlerimiz kadar zorlama bu ifadelerin ortak bir noktası var. Dördü de açıkça sizin yetersiz olduğunuzu söylüyor. Bununla da kalmıyor ve tüm suçun size ait olduğunu ima ediyor. Başarısız, özgüvensiz ve hatta eksantrik biri olduğunuzu düşünüyor ve eğer kitabın dediklerini yaparsanız istediğiniz şey olabileceğinizi vurguluyor.

Kişisel gelişim yazarları, yaşadığımız endüstriyel toplumun hayatımızda hiçbir soruna yol açmadığını düşünemeyecek kadar aptal insanlar değillerdir elbette. Ama bu noktaya asla değinmezler. İşsizlik, geçim sıkıntısı, aşırı çalışma ve işyerindeki kişilik yitimi gibi derin tahlil gerektiren konulardan kaçarak kendimize daha fazla saygı duymamız gerektiği gibi sahte bir modele saplanırlar. Yaşadığımız hayatın ekonomik imkansızlıklarını, mesleksel çöküntülerini ve psikolojik tahammülsüzlüğünü görmezden gelirler. Özsaygımızı arttırdıysak artık istediğimiz şey olabiliriz. Kişisel gelişim yazarı kılığındaki popüler hikaye anlatıcılarına itibarlı bir terapist gibi inanabiliriz artık. O kitabı okuyunca artık bir süper yıldıza dönüşmemiz an meselesidir. Kişisel gelişim kitapları milyonlar satarken bir süper yıldıza milyonda bir rastlama olasılığımız nedense kimsede bir kızgınlık yaratmaz. Bu işte bir tuhaflık olduğu düşüncesini doğurmaz.

Kişisel gelişim yazarları kutsal kitapların bile sorgulandığı bir dünyada yazdıklarının sorgusuz sualsiz kabul edilmesini beklerler. Çoğu kendini inançlı ya da en azından new age sempatizanı olarak tanıtsa da aslında hepsi popüler kültürün zavallı misyonerleridir. Yazdıkları ile bizleri özgüven, kendimizi yeniden keşfetme ve varlıklı bir birey olma ideallerine inandırmaya çalışırlar. Artık yük bizim sırtımızdadır. Bizim sorunlarımız, bizim kişiliğimiz, bizim ihtiyaçlarımız. Bir film yıldızı olmak istedin de olamadın mı; cevap hazırdır: "Ama güzelim, yeterince çalışmadın demek ki!" Patrondan zam istedin ve o da seni kovdu mu. Cevap yine hazırdır: "Kendine duyduğun saygı az, diğerleri senin auranın sınırlarını hissedebiliyorlar, imajını yenilemelisin!"

Aldığınız ücretle açlık sınırında yaşarken patronunuzdan zam istemenize emin olun bu yan çizen, kaypak ve sünepe yanıtı verir kişisel gelişim kitapları. Bu tür gerçekçi sorulara yanıtta vurguyu sana, senin arzularına, ihtiyaçlarına, özverilerine ve çok çalışma isteğine kaydırır. Yani ne kadar çok çalıştığını görmezden gelerek çok çalışırsan gelirinin artacağını söyler. Seni, hayatına yön veren tüm bu köleleştirici sistemi sorgulamaktan vazgeçirir. Yanlışları ve engelleri içselleştirerek hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarla dolu bir hayatı kabul etmeye şartlandırır. Çünkü kişisel gelişim gurusuna inanmışız bir kere; öyleyse yanlışın asıl kaynağı kendimiziz. Yoksa Amazon'a "personal development" (kişisel gelişim) yazdığımızda, çıkan 114.000 kitap nasıl yazılırdı, öyle değil mi?

Kısaca özetlemek gerekirse kişisel gelişim kitaplarına göre modern zamanların verdiği huzursuzluğun tek çözümü kişiliğimizi psikolojik olarak tatmin etmektir. Gözleri kırpıştırıp kafayı hafif yana eğip dudaktaki kesik sırıtışla söylenen şu acımtırak sevgi cümlesiyle yanıtımızı verelim öyleyse: Canım ya.

29 Aralık 2013 Pazar

Nasıldım? Muhteşemdin S..!

Tarihi dizi ve filmlere olan ilgi her geçen gün artıyor. Özellikle heybetli narsizmi ve görkemli fantastik mantığıyla saltanat paranoyasını izleyenlerin zihninde yeniden canlandıran Muhteşem Süleyman gibi diziler büyük bir popülerlik yakalamış durumda. Popüler kültür eleştirmenlerine sahip olmadığımız için neler olup bittiğini yorumlamakta zaman zaman güçlük çekiyoruz. Tıpkı Country müzik dinleyen Amerikalıların kendilerini her zamankinden fazla kovboy hissetmeleri gibi bizde de bu yapımları izleyenler kendilerini her zamankinden daha çok "padişah" gibi görmeye başlıyor. Peki ama bir türlü elde edemediğimiz eski zamanların yaşam biçimlerine duyduğumuz bu özlem nereden kaynaklanıyor? Kendimizi bir zamanlar neysek, o olduğumuza inandırma çabaları nasıl oluyor da toplum içinde bu kadar yaygın bir popülerlik kazanabiliyor?

Hayatımızdaki bu gözü dönmüşlüğe varan romantizm aslında bir yanılsama. Çağımızda artık ne insan doğası ne de özgürce katılınan sosyal gruplar kişiyi tatmin edebiliyor. Sosyal psikolojinin Avrupa'daki en zirve ismi Serge Moscovici'ye göre tatminsiz ve özlem çeken kişilerin bir topluma uyumu şimdinin perspektifinden ziyade, geçmiş olayların hatıraları tarafından şekilleniyor. Daha basit söylersek yaşadığı topluma tam olarak uyum sağlamayan birinin "bir gün doğduğum köye geri döneceğim" demesinden başka bir şey değildir.

Geçmişe duyulan özlem, özellikle cemaat, kabile veya sınıf gibi kısıtlayıcı toplumsal hiyerarşilerin senkronizasyonunda yaşayan bireylerde görülen eski zamanlara dönmenin sessiz bir arzusu sorunudur. Kişiler daha üst bir ahlak, etik ve yaşam düzenine dönecekleri yanılsamasına kapılırlar. Dizilerle somutlaştırılan bu hava sözümona rüya gibi yaşanmış olan bir döneme tuhaf bir özlem duygusu yaratır. Tıpkı Hollywood'un dürüstlük ve kahramanlık kavrayışını "Rambo"da somutlaştırması gibi.

Bu tür yapımlara özlem duyan, çoğu "hafif gelenekçi" (buradaki hafif vurgusu sigaralardaki "light" retoriği ile aynıdır) olan bu kişilerin, otokratik bir toplumu aydınlanma tarihi boyunca neden reddettiğimizden haberleri bile yoktur. Belki de bu onların doğaları gereğidir. Bugün, kimliksiz ve tutarsız güç gösterileri ile toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına çıkmak için geçmiş yılların basitliğinden yardım bekliyorlar. Orada bulmayı umdukları anlamlı bir şeyler ile geçmişi geri kazanarak küreselleşmeye meydan okuyacaklarını sanıyorlar. Patalojik bir yanılsama; hepsi o.

Hızla değişen dünyada bir yer edinemeyen şaşkın hafif gelenekçiler geçmişin seraplarına özlem duyuyorlar. Geçmişin grup kodlarına ve prensiplerine inanmaya başlayarak ideal hiyerarşiye ulaştıklarını sanıyorlar. Böylece yeni kurallara talip oluyorlar. Bu kabullenme bir süre sonra hafif gelenekçileri özgür iradelerini kaybetme riski ile başbaşa bırakıyor.

Arabaların arka camlarındaki tarihi sembollere kadar uzanan bu geçmişe özlem ritüeli aslında toplum içinde fark edilme ihtiyacından başka bir şey değildir. Hafif gelenekçiler genellikle toplumu potansiyel tüketici olarak kavrarlar. Bu geniş toplulukta kendilerini öne çıkarmaları elbette ki zor olacaktır. O nedenle geçmişe özlem aracılığıyla daha küçük ve açıkça tanımlanmış başka bir gruba katılırlar. Bunun sonucunda da tanınma şanslarının daha yüksek olacağını sanırlar. Daha kısa açıklamak gerekirse hafif gelenekçilerin toplum içinde dikkat çekme yolu birbirleriyle tamamen aynı olmaktan başka bir şey değildir. Bu da popüler piyasa kültürünün başka bir boyutudur aslında.

Popüler televizyon yapımlarından, geçerli bir tarih bilgisi olmayan hafif gelenekçinin payına düşen aslında tek bir şey vardır. Heybetli narsizm ve fantastik mantığın ulaştığı son zirve olan yatak odasındaki performansın emsalsiz maçoluğu: "Nasıldım?" "Muhteşemdin S..!"

26 Aralık 2013 Perşembe

Üniversitede kızlar teklif ediyormuş:)

Bankalar verdikleri kredi kartları ile daha hayatlarına başlamadan kredi ratinglerini bozdukları, yapmacık konuşma tarzına sahip olduğu düşünülen, davranışlarında dertsiz bir manasızlık var gibi görülen, cebindeki parayı bugün nereye harcayacak diye hayıflanılan ya da bunlardan hiçbir şey olmaz diye düşünülen üniversite öğrencilerine mutlaka bir yerlerde rastlamışsınızdır. Sosyal medyadaki cesur ve kışkırtıcı sözlerini beğenmeyen de çoktur. Sürekli aile parası yedikleri için ekonomi hakkında da pek bir şey bilmezler ne de olsa. Eğer ekonomiyi takip etmek istiyorsak onca şöhretli ekonomist dururken kimse üniversitelileri takip etmez. Kahramanlarımız hep ünlü birileridir mutlaka. Acaba şu üniversiteli ne diyor diye izleyen ya da anlamaya çalışan bir kişi çıkmaz. Ben onları dinlerim diyenler de emin olun kendi hayran kitlesinin azalmaması için onlara mecburiyetten katlanırlar; hepsi o. Yoksa kendisine twitter'da ödevleriyle ilgili akıl soran öğrencilere yol gösterecek bir vizyon vermek dururken, "Ödev konularına yardımcı olmuyorum. Aksi takdirde herkes ödevini bana yaptırmaya kalkıyor." şeklinde zevzekçe cevaplar veren şöhretli ekonomistlerimiz olmazdı. Neyse konumuz bu değil. Ne dersiniz, sizce üniversitelilerin ne dediğine pek kulak asmamalı mıyız? Okullarında öğrendikleri ve gerçek hayatla ilgisinin pek olmadığını düşündüğümüz karmaşık formüllerle dolu bilgileri ile ekonomi hakkında yaptıkları yorumlar bir işe yaramaz mı?

Bugün sosyal medyada bir bilgiyle karşılaştım. Eren K. adındaki üniversite öğrencisi, merkez bankası başkanı bu yıl sonunda dolar kuru 1,92 olur dediğinde inanmamış ve oturmuş düşünmeye başlamış. Okulda öğrendiği bilgileri ve okuduğu haberleri değerlendirerek, tabi yüksek sezgi yeteneğini de ekleyerek dolar kurunun 2,13 olacağını söylemiş. Bunu da sosyal medyadan duyurmuş. Bugün ortaya çıkan tablo ise tamamen onu teyit ediyor. Eren, şöhretli ekonomistlerin aptal görünmemek için yorum yapmaktan özenle kaçındıkları bir alanda herkesin hayranlık duyması gereken bir iş başarmış. Peki ama bu işten ne kazancı olacak dersiniz? Elbette ki hiçbir şey; kazananlar yine öğrencilere yol göstermemek için her türlü kurnazlığı deneyen şöhret düşkünü kişiler olacaktır. Neden mi?

Bir zamanlar dünya ekonomisinin göz bebeği olan Enron battığında basın Sherron Watkins adında sahte bir kahraman yaratmıştı. Söylenen oydu ki şirketin üst düzey yöneticilerinden S.Watkins, mali tablolardaki muhasebe hilelerini yönetime önceden iletmişti. İyi de bir kaç iç yazışma ile yapılan uyarılar sonucunda hiçbir şey çıkmadıysa bu kişinin abartılıp ünlü yapılmasını gerektirir mi? Milyarlarca dolar zarar eden sıradan insanların acılarını hafifletir mi? Elbette etmez. S.Watkins'in yapması gereken kamu otoritelerini de haberdar etmek ve basına olay patladıktan sonra değil, patlamadan önce açıklama yapmaktı. Ama o her şey olup bittikten, insanlar mal varlıklarını kaybettikten sonra basına açıklama yaparak bu işten çıkar elde etmeye çalışan bir fırsatçıydı. Fakat yine de Enron'un batacağını daha önceden herkese duyuran birileri vardı.

Enron’un iflasından iki yıl önce, Cornell Üniversitesinde okuyan 6 öğrenci dönem ödevlerini yapmak için bir araya gelirler. Hocalarının derslerde kendilerine öğrettiği Beneish modeli, Lev and Thiagarajan indicators, Edwards-Bell-Ohlsen analizi gibi karmaşık teknikleri kullanarak Enron'un mali tablolarını incelerler. Hocalarının kendilerine öğrettiği karmaşık modelleri birer birer uygularlar ve sonunda raporlarını oluştururlar. Hocaları Charles Lee bu kalınca raporun ilk sayfasını açınca gördüğü şey karşısında şok olur. Çünkü raporun ilk sayfasında büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Şirket iflasa gidiyor, satın!”

Charles Lee, analizde kullanılan modellere son derece güveniyordu ama çıkan sonuç güvenilir gelmemişti ona. Hatta gülünç gelmişti. Tüm profesyoneller "alın" tavsiyesi verirken satın demek anlamlı bir karar olamazdı. Kaldı ki bu kadar tecrübeli insanın göremediği bir şeyi birkaç öğrencinin görebilmesi de komikti. Öğrencilerin bir yerlerde büyük hatalar yaptıklarını düşündü ve hepsine düşük not verdi.

Oysa çok geçmeden gerçek ortaya çıkmıştı. Üniversitelilerin öngörüleri doğru çıkmıştı. Fakat bu işten para kazanan kişi ise maalesef çıkarcı Sherron Watkins'ti. Hayatın bu acı kuralı bugün de değişmiş değildir. Merkez Bankası Başkanı büyük bir öngörü hatası yaparken umursamaz, düzensiz, yapmacık ve işe yaramaz üniversiteli doğruyu görebilmiştir. Fakat bu işten kazançlı çıkacak olan o üniversite öğrencisi olmayacaktır elbette. Hata yapanlar kendilerini kahraman gösterecek bir sosyal mühendislik mutlaka gerçekleştireceklerdir.

Yaptığın tahminler doğru çıkmıyor diye birden canın üniversiteye mi gitmek istedi tahminci abim. Bence hiç durma, en iyisini yaparsın. Haa, unutmadan, sana son olarak güzel de bir haberim var: Üniversitede kızlar teklif ediyormuş:)

25 Aralık 2013 Çarşamba

Hemen Popstar ol da sana hayran olalım!

Üniversitelerin azlığı, eğitimin yetersizliği, eğitim önündeki ekonomik engeller gibi birçok sebep sıralasak da gençlerin asıl hedeflerinin belli bir disiplin altında yetişerek meslek edinmek olmadığını eminiz birçokları fark etmiştir. Gençlerin büyük kısmının pop star olmak için yarışmadan yarışmaya koştuğu garip bir ülkede yaşıyoruz. "O Ses Türkiye" gibi adına ülke adını ekleyerek çarpık bir millileştirme propagandası yapan yarışmalar bile edindik.

Artık hepimiz ekran başında şarkıcı avındayız. Sekreter kızımız titrek sesiyle mırıldanıyor, dövmeli badanacı gür sesiyle haykırıyor, piercingli emlak komisyoncusu cırtlak sesiyle serenada çıkmış... Salonda izleyen kalabalık ve ekran başındakiler endişeli bir heyecan içinde. Acaba jüri de kendileri gibi karar verecek mi?.. Gençler birbirlerinin aynısı olan şarkılarını, birbirlerine benzeyen sıradan sesleriyle okuyarak ne kadar özel bir pop star olduklarına bizleri inandırmaya çalışıyorlar. Kendileri bu safsataya öyle bir inanmış ki, pop starlığın mihrabına yükselecekleri anı sabırsızlıkla bekliyorlar.

Mikrofon uzatıldığında hep aynı sözler: "Çocukluğumdan beri hayalim!.. En büyük idealim!.. Hayatımın anlamı!.. Kendime güveniyorum, başaracağım!.." Herkes hayalinde hep şarkı söylemek olduğunu söylüyor. Fakat popüler kültür tarafından kandırıldıklarının farkında değiller. Çünkü şurada bir tuhaflık olduğunu sezemiyorlar: "Hepimizin hayali aynı ve hepimiz hayalini aynı şekilde gerçekleştirmek istiyor." Sizce de tuhaf değil mi? İnsan doğası denilebilir ama doğallık bu kadar kopya edilebilir bir şey midir? Rastlantı olduğu düşünülebilir; rastlantısallık belli ölçüde olasılık içermez mi? Bu nasıl bir olasılık; arada bir de yazı gelmesi gerekmez mi; neden hep tura geliyor? Neredeyse gençliğin çoğu pop star olma hayalinde. Hayır, ne doğa ne de rastlantısallık; sadece trilyon dolarlık popüler kültür endüstrisi.

Her türlü engeli aşarak popüler bir insana dönüşme düşüncesi herkese inandırılıyor. Kişilerin kendi sınırlarını nasıl aşabilecekleri ile ilgili olarak bu tür programlar da bir rehber görevi görüyor. Popüler kültür satıcıları diyebileceğimiz bu tür programları organize edenler, tüm eforlarını izleyicilerin, sahnedeki karakter, söylediği şarkı, iniş çıkışlarla dolu hikayesi ve yüzeysel mesajlarıyla bağlantı kurması üzerine dayandırıyorlar. Bu tamamen ekonomik bir yaklaşım. Çünkü izleyici bu bağlantıyı ne kadar çok kurarsa o kadar çok sms gönderir. Zaten tüm amaç budur.

Bu tür programları izleyenler, pop star adaylarının sekreter, boyacı, boşanmış kadın, ailesinden kopmuş kız, kılıbık bir koca olduğunu öğrenirler. Böylece sıradan hayatlar abartılmış heyecan ve hayallerle çekici hale dönüştürülür. Verilen mesaj hep aynıdır: Kalbinin sesini dinle! Hepsi bu kadar. Tüm bir gençlik bu tatlı sözle kandırılır. Zaten pop star adaylarına biraz dikkatlice baktığınızda şunu fark edersiniz. Eğitim ya da ekonomik sistemin çarpıklıklarına meydan okuma gücü, enerjisi, bilgisi ve eleştirel bakış açısı olmayan; asi olma ihtimali zayıf olup pısırık bir uyumluluk yeteneği olan; sadece günü kurtarmaya yetecek kadar kahramanlık taşıyan ve gösteriş için öne çıkardıkları bedenlerine rağmen pek zeki olmayan tiplerdirler. Hatta sizden daha kötü bir ses tonu ve müzik yeteneğine sahip olmalarına rağmen aptalca bir hayale tutunmuş kişilerdir. Hayatlarını anlatmaya başladıklarında ise tüm bu uyduruk hatıraları nereden bulduklarını merak edersiniz.

Pop star yarışmaları sekreterler, boyacılar, yöneticiler, köylüler, pazarlamacılar ve garsonlar gibi farklı mesleklerdeki başarısız kişilerin semt pazarı haline dönüşmüş yerlerdir. Üzücü olansa insanların bu tür başarısız karakterlerle vakit geçirmeye ne kadar meraklı olduğudur. Gerçekten yazık. Aptallığın sınırsız olması başka türlü açıklanamaz herhalde. Kanadalı şarkıcı Avril Lavigne, 16 yaşında ünlü olup okulu bıraktığında, okul müdürünün basına yaptığı açıklama zaten aptallığın sınırsızlığını fazlasıyla göstermişti: "Başarısından dolayı çok heyecanlandım, müthiş hayalleri olan öğrenciler için mükemmel bir örnek."

Ülkemiz artık pop star olmayı dilenen, hevesleyen ya da takıntısıyla yaşayan gençlerle dolu. Bir Avril Lavigne olup genç yaşta okulu bırakmayı kim istemez, öyle değil mi? Hadi canım öyleyse, hemen popstar ol da sana hayran olalım!

23 Aralık 2013 Pazartesi

Ekonomi kanalları Elvis dolu!

Ekonomi kanallarımızdaki genç uzmanları mutlaka izliyorsunuzdur. Çalıştıkları şirketlerindeki yoğun tempolarının yanında bir de bizlere yardımcı olmak için televizyonlara çıkıp piyasaları anlatıyorlar. Pahalı kıyafetleri, güzel gülümsemeleri, güçlü mizah anlayışları ve yukarıdan bakan mütavazilikleri ile hayatımızı giren uzmanlar; sahi kim bunlar?

Finans sektörü içinde olmayanlar, "uzman" ünvanının işi iyi bilmekten geldiğini düşünebilirler. Ama bu hatalıdır. Finans sektörü işe yeni başlamış üniversite okumuş çaylağa uzman der. Sektör şunun farkındadır; para vermiyorsan, ünvan ver; ki parlak gençler başka şirketlere kaçmasın. İşte uzman hikayesi buradan başlar. Peki bu televizyon merakı nereden geliyor?

Kitle iletişiminin yarattığı popüler olma hayali bunda en önemli etken. Herkes kendisini bir çeşit şöhretin beklediğini düşünüyor. Sıradan olmalarına, şöhret olmak için özel bir yeteneğe sahip olmamalarına rağmen ünlü olacakları fikrinin normalliğini benimsiyorlar. Her gün gittikçe artan sayıda finans uzmanı ünlü olma hayali kurarken, bunu yerleşik pratikleri taklit ederek yapıyor olmaları gülünçtür. Genellikle sansasyonel çıkarımlar ve gelecek öngörüleri ya da masanın karşı tarafında oturanı bilgiyle döverek gerçekleştirmeye çalışıyorlar. İşte herkesin yaptığı bu. Birbirinin benzeri yorumlar, değerlendirmeler ve davranışlar. Tıpkı dünyadaki binlerce Elvis taklitçisi gibi.

Uzmanlar, çalıştıkları şirketlerin kendi enerjilerinin gerisinde kaldığını düşünüyorlar. Ya da yeteneklerini bu bürokratik yapıda gösteremeyeceğine inanıyor. O nedenle televizyonlara çıkıyor, tweet atıyor, sosyal medyada parlaklığını ortaya koyuyor. Tuhaf olan ise her uzmanın aynı pratik yolu deniyor olması. Elvis taklitçileri gibiler; şirketlerinin, bireyselliklerini besleyemediklerini düşünüyorlar. Televizyona çıktıklarında tıpkı bir Elvis taklitçisi gibi iyi, yardımsever ve ilham verici bir kimliğe büründüklerini düşünüyorlar. Belki Elvis gibi kostüm ve makyaj değiştirmiyorlar ama aynı tarz vurgulama, ifade, davranış ve çıkarım şeklini uyguluyorlar. Ekonomiyi anlamak isteyen sıradan insanlar için hiçbiri birbirinden farklı bir özelliğe sahipmiş gibi görünmüyor; zaten insanlar da onları sadece gülümseme şekillerinden ayırt edebiliyor; yoksa yorumlarından değil.

Uzman, tıpkı Elvis kostümü giyen kişi gibi televizyon yorumcusu kimliğini giydiğinde o kimliği seven insanlarla ilişki kuracağını düşünüyor. Böylece kendi özgünlüğünün dışa yansıyan görünümünü yakalamaya çalışıyor. Kendi bireyselliğini açığa çıkarma ihtiyacı arttıkça da bir şirket çalışanı olmanın yeterli olmadığını düşünmeye başlıyor. Olduğundan daha fazlası olmak için tüm eforunu sarfediyor. Biz zamanlar küçük ofisindeki birkaç kişi tarafından beğenilmek için çabalarken şimdi tüm bir halk tarafından beğenilmek için mücadele veriyor.

Bugün artık belli bir gösteri sunarak ilgi toplama düşüncesi sanatçılardan finans uzmanlarına geçmiş durumda. Finans uzmanları adeta bir "mit" olmak için tüm eforlarını ortaya döküyor. Neredeyse hepsi kendisine yüksek bir kimlik yaratma tasasında. Piercingli, mini etekli, uzun saçlı ya da dövmeli uzman, bir zamanların memur, şef, işçi gibi ünvanlarını ya yok sayıyor ya da alay ediyor. Çünkü eski moda işleri sevmiyor; bızdık bir pop yıldızı gibi davranmayı istiyor.

Neredeyse tüm finans alemi, saplantılarını gizleyerek ve birbirini taklit ederek ünlü olma derdinde. Yüksek eğitimlerini yüksek gökdelenlerde çalışarak devam ettiren uzmanların yorumlarındaki yüksekten bakışın sebebini de anlamışsınızdır herhalde. Ne kadar da harika değil mi; ekonomi kanalları Elvis dolu!

22 Aralık 2013 Pazar

Hiç kimseyi kendine inandırmak zorunda değilsin!

"Marka Konferansı bu yıl da büyüleyici geçti" şeklindeki haberleri okumuşsunuzdur herhalde. Gidenler ayrıntılara hakimdir mutlaka. Gidemeyenler basın bültenlerinden konu hakkında bilgi sahibi olmak istediklerinde verilmek istenenin ne olduğu konusunda biraz endişeye kapılabilirler. Müzisyenler, reklamcılar, sanatçılar ve televizyoncular gibi şöhretli kişilerin, söylediklerine kendilerinin bile inanır gibi gözükmediği sözlerini okuyorsunuz bültenlerde. Bununla birlikte büyük şirketlerin bir kısım yöneticilerinin çocuksu yaklaşımlarla başarılı olduklarına bizi ikna etmeye çalışırken, milyar dolarlık sermayelerini göz ardı etmemize neden olan hipnotik yaklaşımlarını da görüyoruz. Anladığımız kadarıyla hepimize bireysel ya da kurumsal olarak "kendiniz olun" mesajı verilerek marka düşüncesi yerleştirilmek isteniyor. Peki ama nasıl marka olacağız?

Bu konferanstaki konukların kışkırtıcı bir mütevazilikle anlattıkları hikayeler ne kadar gerçek olursa olsun kabul edilmiş davranış biçimlerine ya da akımlara karşı çıkan bir yaklaşım göremezsiniz. Genel yaklaşım aynıdır. Kendin ol, özünü anlamada derinleş; sonunda bir yenilik temsilcisi olacaksın. Dünyanın sizin belirlediğiniz şekilde yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. Dünyanın bunu fark etmesi için de istediklerinizi yapmanız gerekiyor. Bunları yapmayı başarırsanız dünya sizi izlemeye başlayacak demektir.

Çağımız şirketlerinin belki de tek temel stratejisi, tinerci gençten göbeğini kaşıyan emekliye kadar herkese hitap etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. O nedenledir ki bir akaryakıt şirketi "bizi biz yapan şey temiz tuvaletlerimizdir" demektedir. Sizden beklenen ise hayata, mutluluğa ve özgürlüğe dair rotanızı belirlemeniz değil, bunu görünüşte yapıyor olduğunuzdur. Yani bir markayı bilerek ve isteyerek tükettiğinizi çevrenize abartılı cümlelerle anlatmak. İşte hepsi bu!

Bugün tüm dünya gençliği kendilerini bir şöhretin beklediği üzerine yüzeysel fantezilere sahip. Her gün sayıları giderek artan insan yığınları marka olup fark edilmek telaşında. Çünkü önlerine sürülen yol haritası başarının bir marka olmaktan geçtiğini söylüyor. Tesadüfen televizyon programcısı olan şöhretler bile sıradanlığın aşırı örnekleri olmalarına rağmen maksimum tepkiyi almak ve ekranlarda etkili görünmek için nasıl sürekli ince ayar yaptıklarını anlatıyorlar. Ve hep aynı mesajı veriyorlar: "Kaybedenler kalabalıklarla olmaktan hoşnut olanlar; kazanalar ise kalabalıklar arasında kendini yeniden yaratanlardır." Ne dersiniz; sizce de öyle mi?

John, 1967 yılının Eylül ayında o gün, oldukça keyifsiz şekilde evinde oturmaktaydı. En yakın arkadaşı Eric emekli olmuştu çünkü. Eric, tam 25 yıl boyunca John'la birlikte rıhtımlarda hamallık yapmış ve 65 yaşına geldiği için şirket tarafından emekli edilmişti. John, Eric'in hayatının tek amacının dok işçiliği olduğunu düşünüyordu. Çünkü Eric hiç okula gitmemişti ve hamallık yaparken gerçekten çok mutluydu. Emekli olduğu gün bile akşama kadar yük taşımıştı Eric. Acaba emeklilikten sonra ne yapacaktı?

John bu garip düşünceler içinde televizyonu kurcalarken CBS kanalına gözü takıldı. Gördüğü sima ona yabancı gelmemişti. John yerinden doğruldu ve ekrana dikkatlice baktı. Gözlerine inanamamıştı. Ekrandaki kişi Eric'ti. Eric, rıhtımdan ayrılmanın kendisini nasıl üzdüğünü anlatıyordu ve rıhtım işçilerinden başka dostu olmadığını söylüyordu. Fakat program sunucusu kendisine bir kahraman gibi davranıyordu. Peki ama kimdi bu Eric?

Tüm hayatını hamallıkla geçiren ve hayatı boyunca doğru düzgün okula gitmemiş olan Eric, "Kesin İnançlılar" ve "Aklın Muhteris Çağı" gibi başyapıtların yazarı, uygarlık tarihinin en önemli filozoflarından, görüşleri bugün Sosyoloji ve Psikolojinin en saygıdeğer düşünceleri arasında yer alan bu kişi Eric Hoffer'den başkası değildi. Bir hamalken yazdığı kitaplar tüm dünyada milyonlarca satarken ve bilim çevrelerinin en önem verdiği eserler arasında yer alırken o sadece yük taşımayı tercih etmişti.

Marka konferansındaki katılımcıların büyük bir bölümünü aynı şeyi söylüyor aslında. Çevrenizdeki insanları, uzaktaki insanları ve şirketleri kendinize inandırırsanız bir marka olursunuz. Oysa Eric Hoffer nasıl dünyanın en etkili filozoflarından biri olduğu sorusuna o gün CBS kanalında şu yanıtı vermişti: "Hiç kimseyi kendime inandırmak zorunda olmadığım için!"

17 Aralık 2013 Salı

Yarın hava güzel olacak; bak yıldızlar gözüküyor!

"Dünya ticaretinde durağanlık, depresyon gibi etkilerle karşılaşabiliriz. Tarımda ve finansal hayatta sorunlar oluşabilir. Kuraklık dünyayı zorlayabilir. Para temsilcisi Venüs’ün Neptün’den alacağı kare açıyla, sosyal hayatta skandallar, ayrılıklar, boşanmalar, ahlaksızlıklar, finansal kandırmacalar söz konusu olabilir."

Bu yorum bir ekonomiste ait değil; hatta bir teknik analistten bile gelmiyor. Bu yorumun sahibi finansal astrolog Hande Kazanova. Ekonominin gidişatını veriler, endeksler ve göstergelere bakarak değil de yıldızlara bakarak özetlemiş. Birçok kişinin bu tür yorumlara inandığına eminiz. Hatta ekonomistlerin karmaşık yorumlarından yorulanların da bu tür temayüllü laflara daha fazla kulak kabarttığı ortada. Teknik analizcilerin tarihi verilere bakarak yaptıkları gelecek analizlerine olan inancımız bile henüz tam değilken bu finansal astroloji de nerden çıktı?

Bilimin, kişilerin önceden belirlenemeyecek yaratıcı faaliyetlerinden çok giderek bulmaca çözme anlamına kavuşması bu tür akımların popülerliğindeki en önemli destekleyici gibi görünmektedir. Artık tüm bilimler daha iyi bilgi üretmek gibi bir saçmalığın peşinden gidiyorlar. Mesela tıp bilimi "daha iyi sağlık" üretmek gibi hayali bir saplantının peşinden giderken ekonomi de daha kesin gelecek tahmini yaratmak için tuhaf saplantılar ediniyor. Bilim, bilim olma özelliğini kaybederken daha iyi bilgi üretme merkezi haline geliyor. Bu ekonomi için de maalesef böyle. Ekonomi bilimi ekonomiye hizmet etmek yerine teknik analiz, gösterge yorumlama ve en sonunda finansal astroloji gibi araçlarla geleceği daha doğru tahmin etme amacına hizmet etmeye başladı. Artık yatırımcılar kendileri için daha doğru bilimsel bilgi yerine geleceği daha iyi tahmin eden araçlara bağımlı durumdalar. Bunun sonucunda da "karar alma" artık bir ticari meta haline dönüşmüştür. Ekonomi biliminin ilerlemesi beklenirken adeta mitolojik bir tarih yazılmaya çalışıldığını görüyoruz.

Ekonomik geleceği sunan bilgilere duyulan güven bir süre sonra kendi kendini gerçekleştiren kehanete döner. İnsanlar artık ekonomi bilimine ve en sonunda da kendi yargılarına güvenmeyi bırakarak, gerçekten bilip bilmediklerinin kendilerine söylenmesini isterler. Ekonomi kahinlerine olan güven önce kendi adlarına karar verme yeteneklerini engeller, sonra da kendi başlarına karar verebileceklerine olan inançlarını felce uğratır.

İnsanların kendi adlarına karar vermede giderek daha aciz bir hale gelmesi beklentilerini de değiştirir. Kıt kaynaklar için çekişmeyi bırakıp finansal kahinlerin bol keseden vaatleri için rekabet etmeye başlarlar. Kendi sınırları ekseninde, kendi haklarına ilişkin kararlar almayı öğrenememiş kişiler sonunda piyasaların içinde piyona dönerler. Bilgi tüketicisine dönen yatırımcı kendisine verilenle yetinecektir artık.

Gelelim finansal astrolojiye. Defalarca söyledik ama bir daha söyleyelim. Ne güneş sistemi, ne yıldızlar, ne de dünya hiçbir bilgiye sahip değildir. Nasılsa öyledirler. Tüm akıllı filozof ve bilim insanlarının yüzyıllardır söylediği şey budur. Onlara ilişkin bilgiler, kişilerin dünyayla olan etkileşimi aracılığıyla yaratılır. Bilginin yıldızlar ve gezegenler üzerinde depolanmasından söz etmek, semantik (anlambilim) uyanıklıkla masum insanların tuzağa düşürülmeye çalışılması anlamına gelir. Bilgi sağlama araçlarını bilginin kendisiyle karıştırmak, kavrayış sorunumuzun ne kadar tehlikeli bir noktaya geldiğinin açık göstergesidir.

20.yüzyılın en etkili filozoflarından H.Bergson'un şu sözü finansal astrologların ya da daha geniş anlamıyla söylersek finansal kahinlerin ve onlara güvenenleriin nasıl bir hata içinde olduklarını fazlasıyla anlatıyor: "Bir inancın gücü, dağları yerinden oynatmasından değil, yerinden oynatılacak dağları görmemesinden anlaşılır." Tıpkı H.Kazanova'nın asgari ücretin düşüklüğü, fakirlikten canlarına kıyanlar, gelir adaletsizliği ve işsizlik gibi yöneticiler tarafından yaratılan temel sorunları görmezden gelerek para temsilcisi Venüs’ün Neptün’den alacağı kare açıyla finansal kandırmacalar olacağından bahsetmesi gibi. Yazık.

Kendi kendilerini kandırmakta güçlük çekmeyen kişilerin başkaları tarafından da kolayca kandırılabileceği asla unutulmamalıdır. Yıldızlar konusuna gelince; yıldızların size verebileceği tek bir bilgi vardır; bazen o da tutmasa da: "Yarın hava güzel olacak; bak yıldızlar gözüküyor!"

16 Aralık 2013 Pazartesi

Yatırım, ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

Ekonomi haberciliğimizin yetersizliği üzerine bir süredir yazdığımız yazılar, farklı çevrelerde, eleştirel bakış açısının üzerindeki ölü toprağının kalkmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Bugün sosyal medyada dolaşan bir paylaşım şöyle diyordu: "Borsaların gelişimini o ülkedeki insanlar belirler. Sütlaç tarifi anlatan borsacıyı 20bine yakın kişi takip ediyorsa fazla söze gerek yok..." Atıfta bulunulan konu hakkında bilgi sahibi olmasak da medyatik bir analistin yemek programına katılmasının eleştirildiği sonucunu çıkarıyoruz. Konuyu toplumumuza özgü bir taraftarlık ihtiyacı içinde değerlendirirsek bu düşünceye katılır ya da katılmayız. Ama biraz düşündüğümüzde karşımıza çok çetrefilli bir konunun çıktığını görürüz: Uzmana duyulan güven!

Sosyal medyanın sunduğu soyut birliktelik koşullarındaki toplumsal bağlantıların yarattığı güven duygusu, insanlarda giderek gelişen bir inanç sistemi yaratır. Aslında yabancı olan bir uzmana karşı göreceli ve geçici olan bu güven ilişkisinin taraflar açısından irdelenmesi gerekiyor. Öncelikle hayatını finans ile kazanan bir analistin yemek programına katıldığında ne düşündüğünü sosyolojik olarak açıklamaya çalışalım. Kanımızca buradaki temel olgu, 20.yüzyılın ABD'deki en etkileyici sosyoloğu E.Goffman'ın deyimiyle uygar ilgisizliktir. Tıpkı birbirini tanımayan iki kişinin şehirde yürürken birbirlerine yaklaşıp geçip gitmeleri gibi. Birbirlerinin yanından geçen bu iki insanın sergiledikleri ilgisizlik, kayıtsızlık değildir. Kibar yabancılaşma olarak adlandırılabilecek bir davranıştır. Bu iki kişi birbirlerinin yanından geçerken karşılıklı olarak ışıkları söndürürler. Bu davranış düşmanca değildir. Yemek programına katılan analist açısından değerlendirdiğimizde ise kendini yeni bir yabancı olarak bize tanıtma derdinde olmaktır. Kendisine karşı kibar bir yabancılaşma ile yeni bir güven bekler.

Sorun, sokaktaki insan için uzmana duyulan güvenin haklı mı haksız mı olduğu değildir. Sorun, uzman bilginin yarattığı risk ve faydanın sürekli bir kendini yaratma içinde olmasıdır. Yüzyıllar önce insanlar rahiplerin ya da büyücülerin kararlarını göz ardı edebilirlerdi ama bugün uzmanın bilgisi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Tıpkı sallanan bir uçakta, uçak personelinin soğukkanlı ve kayıtsızca gülümseyen yüzünü aramamız gibi. O an uçaklarla ilgili tüm istatistikler unutulmuştur artık. İşte ekonomi analistine duyulan güvende de bu hayati kırılma vardır. Yani sokaktaki insanın kolayca ulaşma imkanı olmadığını düşündüğü ekonomi yorumları nedeniyle, ekonomi yorumcularını daima ekonomi programında görmek ister. Böylece kedisine duyduğu güvenin gerçek bir güven olduğuna inanarak rahatlar. Sütlaç tarifi açısından değerlendirdiğimizde ise sokaktaki insanın ekonomiye ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir analistin yemek programına katılımı. Çünkü ekonomiye yakın birisi için analistin evlilik programına bile katılması bir güven sorunu oluşturmaz.

Aslında sütlaç tarifi yapan analistten sokaktaki insanın asıl talebi şudur: "Bize sütlaç yerine bu yorumları nasıl yaptığını anlat?" İşte uzmanın asıl rahatsızlığı buradadır. Çünkü analistler uyumlu olduklarını düşündükleri zihinsel yoğunlaşmaları ile yarattıkları yorumların yanlış bilgiler içerebileceğinin farkındadırlar. Çünkü herkesin bilebileceği gibi hiçbir bilgi o denli keskin; hiçbir çıkarım içine şans öğesi girmeden doğru çıkacak kadar kapsamlı değildir. Daha açık söylersek, eğer hastalar hastane odalarında ve ameliyatlarda yapılan hatalarla ilgili tam bilgi sahibi olsalardı; büyük olasılıkla birçoğu doktorlara güven duymazdı.

Kısaca özetlersek sorun sütlaç tarifi meselesi değildir. Sorun bilgisizliğin her zaman biraz kuşku ve birazcık da tedbir için zemin hazırlamasıdır. Sokaktaki insanın bilgisizliği analisti günde yirmidört saat analiz yapmaya yönlendirir gibidir. Bunu göremediğinde ise sahip olduğu bilgisizlik onu kuşku ve tedbir güdüleriyle güvensizliğe iter. Bu nokta, sütlaç tarifi meselesinde olduğu gibi gerginlik zemininin oluştuğu noktadır. Bu nokta üç farklı davranış şekline sebebiyet verir. Ya sorunu kendisi çözer; ya kötümserliğe sokar; ya da sistemle olan tüm ilişkilerin koparılması sonucunu yaratır. Mesela bir tarihte olumsuz bir hisse senedi tecrübesi yaşayan biri bu üç tepkiden birini verecektir: Ya finansal okuryazarlığını arttıracak, ya hisse senetlerine karşı daima bir olumsuzlama içinde olacak, ya da hisse senetleri ile tüm ilgisini kesecektir.

Finansal okuryazarlığın arttırılması gerekirken ülkemizde genel tepki nedense hep sistemle tüm bağları kopartmak ya da kötümserlik olmuştur. Bu tepki şekli maalesef yıllardır değişmemiştir; sütlaç meselesi ile de hala devam ettiği görülmektedir. O nedenledir ki, finansal okuryazarlığın önündeki en büyük engel "Yıllar önce hisse senedi aldım; çok zarar ettim; bir daha asla!" şeklindeki düşünce olduğu da asla unutulmamalıdır.

Kısaca özetlersek, diğer hiçbir şeye benzemeksizin, yatırım ne uzmana ne de tanrıya bırakılmayacak bir iştir!

15 Aralık 2013 Pazar

Hadi canım, öyleyse yeniden fokuslanalım!

Ekonomi haberciliğimize olan eleştirel sesler giderek yükseliyor. Temel soru işaretleri, bu habercilik anlayışının sıradan insan için son derece kafa karıştırıcı olması, yorumcuların gizli gündemlerinin olup olmadığı ve uzmanların yeterliliği. Fakat asıl önemli sorun, dil.

Kullanılan dildeki üslubun sokaktaki insan için fazla yabancı sözcük içeren soyut ve üstten bakan bir dil olması artık kimseyi rahatsız etmiyor. Çünkü herkes bu dile alıştı. "Fiyatlardaki toparlanma", "Hisse senetlerindeki düzeltme" ya da "risklerin fiyatlanması" ifadeleri kimseye yabancı gelmiyor. Toparlanma, düzeltme ve fiyatlama gibi kavramlar artık finansın vis viva'sı( Latince yaşam enerjisi). Peki ama bu tuhaf dil de neyin nesi? Nerden çıktı durup dururken?

Endüstrileşme, birçok alanda olduğu gibi finans dilini de yozlaştırmış ve felç etmiş durumda. Genel anlamda dil, algılama ve güdüleme yaratan bir araçtır. Fakat finansın dili de zaman içinde endüstrileşerek metalaşmaya doğru kaymıştır. Buradaki temel dönüşüm işlevlerin fiilden isme doğru yer değiştirmesidir. Yani toparlanmak, düzeltmek ya da fiyatlamak gibi insanların düş gücünü de zenginleştiren fiiller toparlanma, düzeltme ve fiyatlama gibi isimlere dönüştürülmüştür. Artık konuşulan bol isimli bir ekonomi dilidir. Peki bu dil ne anlama geliyor?

Mesela büyük bir şirket çalışanının "işim var" demesini ele alalım. İşi olduğunu söylese de aslında burada vurgulanan iş ile aradaki mülkiyet ilişkisidir. Oysa bir çiftçi "işim var" demez; sadece iş yaptığını, çalıştığını söyler. Tıpkı şu İspanyol atasözünde anlatılmak istendiği gibi: "Van a trabajar, pero non tienen trabajo." Yani çalışırlar ama işleri yoktur. İşte finans dilindeki bu isimlendirme de bir faaliyetten çok bir malı belirtmektedir artık. Yani toparlanma, düzeltme ve fiyatlama yapılmaz; toparlanma, düzeltme ve fiyatlamaya sahip olunur.

"Hisse senetlerindeki düzeltme" gibi iyelik cümleleri artık bir ilişki değil, bir ayrıcalık anlamına gelir. Fiilden isime doğru yapılan bu değişiklik, sıradan insan üzerinde, başkaları tarafından yapılan şeylerin artık kendisinin olduğu algısı yaratır. Tıpkı doktordan elde edilen bilgiyle "sağlığım" denmesi gibi finans uzmanından alınan bilgi sonucunda da "param" denir. Bundan sonra yüklemler mal cinsinden, istekler ise kıt bir kaynak için girişilen rekabet cinsinden belirtilmeye başlanır. "Hisse senedi almak istiyorum" cümlesi "alım yapmak istiyorum"a döner. Özne ilk cümlede eylemi yapan kişi konumundayken ikinci cümlede yatırımcı kişiliğine bürünmüştür. Böylece malı tüketen bir tüketicidir artık. İşte kilit dönüşüm buradadır. Eğer bugün finansal sistem bir casino'ya dönüştüyse, pay almak için girişilen bu rekabetin sonunda nasıl bir kumar yarattığını söylemeye fazla lüzum yoktur herhalde. Çünkü insanlar birer isim olarak algıladıkları şeyler hakkında artık kumar oynamaya başlamışlar demektir.

"Fiyatlardaki toparlanma", "Hisse senetlerindeki düzeltme" ya da "risklerin fiyatlanması". Eminiz birçok kişi neden bahsettiğimizi tam olarak ve kesinlikle anlamıştır. Bu algılama şeklini değiştirmek artık pek kolay değil. Hele bunları büyük bir inançla söyleyenler bir de iyi eğitim almış parlak kişilerse...

Belki bize bir şey söylemek düşmez. Ama hayatı boyunca okula gitmemiş dünyanın en büyük düşünürlerinden Eric Hoffer'in başyapıtı "Kesin İnançlılar"da söylediği şu söz belki bir yanıt olabilir: "İnsanlar sadece anlamadıkları şeylerden kesinlikle emin olurlar!"

Hadi canım, öyleyse yeniden fokuslanalım!

9 Aralık 2013 Pazartesi

Mugabe'ye dönüşmeden Mandela olmayı düşleyen üniversiteli!

Üniversite öğrencilerinin büyük bir kısmı finans sektörüne bir yerlerinden girme telaşında. Uzaktan parlak görünen, paraların havada uçuştuğu, herkesin ortalamanın üstünde giyindiği ve mütevazi bir küstahlıkla insanları küçük gören bu yapının bir parçası olabilmeyi hayal ediyor. Üniversitelilerin sorusu hep aynı: Bir finans kuruluşunda nasıl iş buluruz? Sahi, nasıl bulurlar?

Elbetteki bazılarının şansı daha yüksek: İş görüşmelerinde sürekli gülümsemeye çalışanların, güzel görünmek için dişlerini beyazlatanların ya da ingilizce öğrenenlerin. Yükselmek içinse şirket içindeki sahte aile ruhunu geliştirmek için gece kulüplerine gidenlerin, daha hızlı merdiven tırmanmak adına şirketin parlak simalarından biriyle evlenenlerin ya da yine yükselmek adına boşananların, çatışmaları yönetmek için liderlik, performansı arttırmak için kişisel gelişim seminerlerine katılanların. Şüphesiz bunların şansı çok yüksek. Peki ama şirketlerin kapısında kuyrukta telaşla bekleyen biriyseniz yapmanız gereken nedir?

İşte burada sonuç tamamen size bağlı. Zaten az olan işlerden birini kapmak istiyorsanız önce piercing'inizi çıkarmanız, berbere gidip uzun saçlarınızı ve sakallarınızı kesmeniz ve kendinize yükselmeye aç, heyecanlı bir acemi çaylak süsü vermeniz gerekir. Yani kısaca kendinizi olduğunuzdan çok farklı göstermeniz gerekiyor. Böylece kendinizi iş verilebilir biri olarak göstermiş olursunuz ve hayallerini kurduğunuz projelerin arasına gömülürsünüz. Alacağınız vasat ama asgari ücretlilerle karşılaştırıldığında yüksek ücretin karşılığı sizi siz yapan şeylerden uzaklaşmanızdır. Artık gönüllü olarak bir çalışma aracına dönüştüğünüz için sizden kendinizi satmanız yani haksız da olsa rekabet ederek öne geçmeniz beklenir. Çünkü aldığınız görece yüksek ücret yaptığınız işe değil gülümsemeniz, kendinizi ifade ediş şekliniz ve şirketin kurallarına uymanıza verilmektedir. Kendi kendinizi ne kadar iyi sömürürseniz o kadar başarılısınızdır artık.

Eğer bir şirkette yüksek ücretli bir iş arıyorsanız yapmanız gereken şey belli: Kendinizden hızla uzaklaşmak! Bu son derece kışkırtıcı fikrin ne kadar doğru olduğunu araştırmak istiyorsanız bir profesyonele başvurabilirsiniz. Ya da eski bir raporda yazan Fransızların saatlik üretimde Avrupa'nın en verimli insanları olduğu yıl aynı zamanda anksiyite ve anti-depresan haplarının da dünya şampiyonu olduğu açıklamasına. Sizce arada bir ilişki olamaz mı?

Yıllar geçtikçe edindiğiniz sayısız bilgi sizi bir sonuca varmaktan özellikle kaçınan uzmanlık terimleriyle konuşan bir finans yöneticisine çevirdiği zaman belki kendi kendinizden uzaklaşmanın ne demek olduğunu anlarsınız. Finans dünyası içinde olmayı mahalledeki çöpleri toplamaktan daha üstün gördüğünüz sürece bu kendinden uzaklaşma fenomenini şirketler daha çok talep edeceklerdir, emin olun. Ve sizlerin birçoğu duvarda M.L.King'in "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’ın beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup 'Burada işini çok iyi yapan bir çöpçü yaşıyormuş' desin" sözünü okuyup etkilendiğinizde, bir outlet mağazasında gizlice alışveriş yaptığınızı bile farketmeyeceksiniz.

Edindiğiniz rasyonel bakış açısı, elinizdeki son ankete göre nutuk atan bir pazarlamacı haline getirecek sizi. Bir kişisel gelişim uzmanının, kendinizi geliştirmek için "Ben=Ben" formülünü saatlerdir size anlattığını fark edemeyeceksiniz. Kendi peşinizden koşup durmanız için tasarlanan kişisel gelişime Fizik bilimi gibi inanacaksınız. Bir sınavda başarılı olamadığı için hayatları mahvolan son derece akıllı ve bilgili insanların yakınmaları size gülünç ve haksız gelecek.

Şirketin hayati meseleleri için önemli toplantılara katılacaksınız. Emin olun, herkesin rol yaptığını anlayacaksınız rahatlıkla ama masanın üzerinde ceset varmış gibi soğuk bir duygusuzlukla masadakilere gülümseyeceksiniz. Basamakları hızlıca çıkmak için dizlerinizin üzerine çöküp yalvardığınız halde böbürlenmekten de geri kalmayacaksınız.

Bu karamsar tabloyu felaket gibi görüyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçek felaket nedir biliyor musunuz; bu kendinden uzaklaşma eğer sizi kaygılandırıyor ama tesir etmiyorsa, ki öyle olduğunu bugün finans sektöründe çalışan kişilere bakınca kolayca anlarsınız; işte gerçek felaket budur. Kaygılanıyoruz ama tesir etmiyor!

Yine biliyoruz ki üniversiteden yeni mezun her genç bu karmaşık dünyada Mugabe'ye dönüşmeden Mandela olmayı düşler. Fakat çoğu sonunda kendisini her hafta The Economist beklerken bulur!

8 Aralık 2013 Pazar

Üzülmeyin şekerim, mühim olan işlem hacmi!

Finansal okuryazarlığı geliştirme yönlü çabaların önündeki en büyük engel hiç şüphesiz yaygın medya aracılığıyla sunulan ekonomi haberciliği. Haberlerin sunuluşu, yorumların yön göstericiliği ve analizlerin uzman dilinde her zaman büyük bir belirsizlik var. Tüm bu kavram ve çıkarım bilgeliğinin sıradan insanın ne işine yarayacağı pek anlaşılamıyor. Hatta insanlarda büyük bir kafa karışıklığı ve gelecek belirsizliği yarattığı bile söylenebilir. Peki ama sunulan bilgi neye hizmet ediyor?

Sıradan yatırımcının ilk amacı ekonomi yorumcularından elde edeceği bilgi ile finansal kararlarına yaratıcılık katmaktır. Ama ekonomi yorumcuları tarafından imal edilen bu bilgi o kadar baskın bir niteliktedir ki sıradan yatırımcı önemsizleştirilerek konunun dışına itilir. Adeta yorumcu sıradan yatırımcıyı kast sisteminin en alt basamağına itiverir. Kullanılan dildeki yapay uzmanlık, tıpkı zenginlerin, sofra adaplarının fakirlere anlatılarak öğretilemeyeceğine inanmaları gibi bir algılama içerir. Yani ekonomi yorumlarının da bir sofra görgüsü ve adaba uygunluğunun olacağına inanırlar. Oysa sıradan yatırımcının, zaten açlık sınırının altındaki geliriyle hayatta kalabilmek gibi bir imkansızı başarmış olduğu dikkate alınmaz. Ekonomi yorumcularının hayatta kalmayı başaramayacakları bir gelirle sıradan yatırımcı denilen insanların onurlarıyla yaşadıkları umursanmaz. Oysa eğer bir yorumcunun sıradan yatırımcıdan farklı olarak bildiği bir şey varsa bunun paylaşması gerekmez mi?

Şüphesiz bilginin, üyelerinin çoğu arasında büyük ölçüde eşit paylaşıldığı kabileler çok gerilerde kaldı. Belki onlara ilkel dememizin en büyük sebebi de bu bilgi paylaşımındaki eşitliktir. Bugünkü yüksek uygarlık seviyemizde artık daha fazla kişi daha fazla şey biliyor ama bu bilginin nasıl uygulanacağı ve diğerlerinin faydasına nasıl sunulacağı pek bilinmiyor. Ekonomi haberciliğimize baktığımızda ise şunu görüyoruz. Sıradan yatırımcının bilmesi gerekenden daha fazlası, bilgili olduğunu sanan biri tarafından tasarlanarak kayıtsız bir zorlamayla sıradan yatırımcıya sunuluyor. Dayatmayla sıradan yatırımcının anlayacağı ve yatırım kararlarını oluşturabileceği düşünülür. Ne kadar da harika değil mi?

Aslında sıradan yatırımcılar bu tür programları izleyerek yüzlerce endeks, veri ve göstergeyi öğrenirler. Uganda'da faiz oranlarının düşürüldüğünü, Fed'in edebiyattan tam not alan parasal politikalarını ya da Çin'in dış ticaret dengesini. Fakat burada önemli bir sorun var. Sıradan yatırımcının bu kavrayışı son derece yüzeyseldir. Tıpkı cep telefonunun nasıl kullanıldığını bilip işleyişi hakkında hiçbir şey bilmemek gibi. Sıradan yatırımcı ekonomi yorumcusunun ticari mal gibi paketlediği bilgiye uyum göstermeye çalışır. Bu durum sıradan yatırımcıyı alacağı yatırım kararları karşısında gittikçe daha güvensiz bir hale getirir. Sıradan yatırımcının öğrenme dengesi altüst olmuştur artık. Bundan sonra edineceği bilgi, kendi yaptıklarından da çok az şey öğrenmesi sonucunu getirecektir. İşte bu nokta maalesef finansal okuryazarlığın durduğu noktadır.

Söylediklerimizi basitçe özetleyerek son noktayı koyalım. Eğer bu ekonomi yorumcuları bir doğum uzmanı olsalardı, kendilerine, "tüm denemelerimize rağmen çocuğumuz olmuyor" şikayetiyle gelen bir aileye muhtemelen şu yanıtı vereceklerdir: "Üzülmeyin şekerim, mühim olan işlem hacmi!"

3 Aralık 2013 Salı

Anormal bir duruma verilen anormal tepki normaldir?

Ekonominin dinamikleri, piyasa göstergeleri ve günlük gelişmeleri yorumlayamayanlar başta olmak üzere öngörülerini teyit yanılsaması gereği belli bir uzmana dayandırmak isteyenler ve finansal okuryazarlığı yetersiz olanlar için medyatik ekonomistleri takip etmek zaruri bir ihtiyaçtır. Bu anlamda son zamanların şüphesiz en medyatik ekonomistleri tüm kehanet enerjisini Nobele adamış Roubini ve bu zevki yeni tatmış Shiller'dir diyebiliriz. Artık hangi gazeteyi, dergiyi ya da internet sitesini açsak bu iki ekonomisti görüyoruz. Peki bu ekonomistlerin yorumlarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu sorunun yanıtını bulmak için çok derin bir araştırma yapmayacağız. Sadece bugünkü yorumlarına göz atacağız. Roubini aynen şöyle söylüyor: "Türkiye'nin başlıca büyük şehirlerinde gayrimenkul balonunun oluşumunu gözlemlemek mümkün. Bu piyasalarda, konut fiyatlarının hızlı artışı, bunun gelir düzeyleri ile oranlandığındaki yükselişi dikkat çekiyor." Shiller'in yorumu ise şöyle: "Ben şu anda bir alarm olduğunu ifade etmiyorum. Fakat bir çok ülkenin borsası rekor yüksek seviyeleri test etti ve bazı konut piyasalarında fiyatlarda keskin çıkışlar meydana geldi."

Her iki yorumu birlikte düşündüğümüzde son derece sığ, basit bir neden sonuç ilişkisine dayanan, zorlama bir keskin çıkarım sunan ve söylenilenden çok söyleyenin kişiliği üzerinden anlam çıkarılabilecek yorumlar oldukları rahatça söylenebilir. Roubini'nin Türkiye üzerine çıkarımı ise tamamen uydurma. Çünkü büyük şehirlerde konut balonu olduğunu gösteren hiçbir sağlıklı rakama sahip değiliz. İşçi ve memur maaşları dışında gelir düzeylerinin ne olduğu konusunda da bir veri yok. Yani tamamen dedikodular ve yetersiz rakamlar üzerinden yapılmış bir kehanet. Shiller'inki ise son derece yüzeysel. Eğer Amerika'da finans dersi ilkokullarda okutuluyorsa çocuklar bile bu yorumu yapabilir. Peki ama bu ekonomistler bu basit yorumları yaparken nasıl oluyor da şöhretli olabiliyorlar? Bu ekonomistler gerçekten zeki kişiler mi?

Psikoloji bilimi varlığını güçlendirmeye başladığı 1900'lerin başından bu yana şüphesiz en güçlü saldırısını yazar Ken Kesey'in "One Flew Over the Cuckoo's Nest" romanının baş kahramanı Randle McMurphy'den almıştır. Randle'ın anti-psikiyatri hareketi karşıtı hikayesi bugün birçok kişinin zihnine kazınmıştır ama yine de kısaca özetleyelim. Son derece zeki biri olan Randle deli numarası yaparak uzun süre kalması gerektiği hapishaneden kurtulur ve bir akıl hastanesine yerleştirilir. Randle şimdi daha rahattır. Hapishaneden kurtulduysa, bir tımarhaneden kurtulması da pek vakit almayacaktır. Planını uygulamaya koyar ama koğuş arkadaşları gözüne takılır. Her biri derin bir psikolojik probleme sahiptir ve psikologlar bu insanları iyileştirememektedir. Randle buradan kaçmadan önce son bir iyilik yapmak ister ve arkadaşlarına yardım eder. Kendi geliştirdiği tekniklerle arkadaşlarının psikolojik problemlerine çözüm bulur. Randle'ın zekası gerçekten büyüleyicidir. Fakat Randle'ın çözemediği bir problem içten içe kendisini kemirmektedir. Hastanedeki otoriter hemşire Ratched'tir bu. Her ikisi arasında baştan beri amansız bir çatışma vardır ve bir yerden sonra bu çatışma Randle için dayanılmaz hale gelir. Akılcı örgütlenme akılcı olmayan bir sonuca doğru hızla gitmektedir. Çılgın ve acımasız bir sistem içinde kapana kısılmış gibidir zeki Randle. Sonuç ise son derece anormaldir. Ya da başka bir şekilde söylersek anormal bir duruma tepki olarak verilen anormal bir yanıt olduğu için normaldir. Hapishaneden deli taklidi ile kaçmayı başaran zeki Randle bir akıl hastanesinde sonunda gerçekten delirmiştir.

Sinema tarihinin en başarılı karşı kahramanı olarak bilinen Randle tiplemesiyle oskar ödülü alan Jack Nicholson'un oynadığı Ken Kesey'in romanından uyarlama filmin adı herkesin tahmin edebileceği gibi Guguk Kuşu'ydu. Guguk Kuşu bugün hala piyasa toplumunun yanılsamalarını en çarpıcı şekilde ortaya koyan eser olarak gözükmektedir.

Ne Roubini ne de Shiller bu yorumları yapabilecek kadar sığ insanlar değildir. Fakat piyasaların örgütlü yapısı ve birçok değişkene bağlı sistemli işleyişi karşısında basit çıkarımlar ile öngörüler yapmak ellerinden gelenin en iyisidir. Piyasalar bu ekonomistleri adeta bir Popstar'a çevirdiklerinden özdenetimleri giderek erimektedir. Tıpkı Randle gibi zekice hamleler ile geldikleri noktadan, sıradan insanların daima gelecekte ne olacak sorularına yanıt vermekten tutarsız bir astroloğa dönüşmüşlerdir. Toplumun kendilerinden beklediği artık anlık kararlarına dayanak olmalarıdır. O nedenle bu insanlar bir zamanların krizi ve konut balonunun patlayacağını öngören dahi ekonomistleri değillerdir. Artık toplumun asılsız isteklerine yanıt verebilmek için damgalanmış karşıt kahramanlardır. Randle gibi delirmemişlerdir belki ama ekonomiden biraz anlayan sağduyulu insanlar için yapılan bu yorumlar güçlü bir patolojik işaret taşımaktadır.

Şimdi sonuç üzerine düşünebiliriz. Ne dersiniz, sizce bunlar anormal midir; yoksa anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki olduğu için normal mi?

27 Kasım 2013 Çarşamba

Sizin işinizi en iyi patron bilir!

Şirket içi eğitim sektörü her gün biraz daha büyüyor. Şirketler çalışanlarını eğitmek için giderek daha fazla para harcıyor. Çünkü çalışanlara öğretilen bilginin geçerlilik süresi oldukça kısa. Kısa sürede demode oluyor, etkisini yitiriyor ya da daha gelişmiş bir versiyonu piyasaya sürülüyor. Bilgi adeta bir cep telefonu gibi sürekli daha gelişmiş bir modelini geliştiriyor. Üstelik şirket içi eğitimlerde sunulan kişisel gelişimden satış tekniklerine kadar birçok bilginin iş hayatı dışında bir kullanım alanı da bulunmuyor. Fakat bu bilgi o kadar iyi bir fabrikasyonla dizayn ediliyor ki hatalı, eksik ya da tutarsız olduğunu söyleyebilmek gerçekten çok zor. İspat yükümlülüğü daima karşı tarafa bırakılıyor. Öyleyse gelin şimdi şirket içi eğitimlerde sunulan bilginin bu gizli doğasını çözümleyelim. Bu bilgiler çalışanlara neden öğretiliyor dersiniz?

Bilgiyi bazen bir bileşim, bazen bir sentez, bazen de bir gerilim olarak kullanan şirket içi eğitim kültürü daima değişen bu moda bilgiyi üstün bir konuma getirmiştir. Bunun dışındaki her türlü bilgiye aşağı bir bilgi gözüyle bile bakılmaz; bilgi olmadığı düşünülür. Hurafe, inanç ya da önyargı sınıfına sokulur. Diyelim ki öğretilen, bir müşteriye "siz" diye hitap etmeniz gerekliliğidir. Karşılığında "buna her zaman gerek yok; başka hitap şekilleri de var" dediğinizde size aptalmışsınız gibi bakılır.

Bilginin antikçağdan beri gelen "açıkseçiklik" nosyonu tahrip edilerek yerine karmaşık prosedürler getirilmiştir. İki kişi arasındaki iletişimin doğal çıktısı olan içtenlik bile kavga anında zoraki gülümsemeye döndürülmüştür. Yani bilgi beden, ruh ve kişiye bağlı halinden arındırılarak tamamen şirket amaçlarına yönelik hale getirilmiştir. Böylece evrensel olduğunu ileri sürer ve araçsal bir nitelik kazanır. İyi, güzel ve içten gibi kavramlarla ilişkisini ortadan kaldırarak kolayca hesaplama ve maksimumlaştırma gibi şirket gelirinin arttırılmasına yönelik iki hedefe yönelir.

Daima uygulamanın içine yerleştirilmesini ister. Mesela verilen birkaç saatlik satış eğitimi sonrası herkesin bir beyin cerrahı gibi ameliyat yapmasını bekler. Danışmanı iyi dinler ve mükemmel bir kavrayış gösterirseniz bilginin bedenin içine yerleşeceği sanılır. Yerleştiremeyenlerin tembel muhalifler olduğu düşünülür. Birkaç saatte beyin cerrahı yetiştirme fikrinin ne kadar gülünç olduğu görmezden gelinir. Bunun bu kadar kısa sürede nasıl olacağını sorduğunuzda alacağınız yanıt istemenizin yeterli olacağıdır.

Bilgi tamamen bireyseldir. Usta ile çırak, öğretmen ile öğrenci, anne ile çocuk gibi hiyerarşik bir şekilde iletilmez. Eğitmeni dinler ve mükemmel şekilde kavrarsanız hayata geçirmek için başkaca birine ihtiyaç duymazsınız. Böylece kişiyi herhangi bir otorite önünde eğilmeden bilgi sahibi yaptığını söyler.

Bu tür bilgi şirket sahipleri tarafından fonlanan bir özelliğe sahiptir. İşyeri ve çalışanlar bu bilgi vasıtasıyla sürekli bir denetim altında tutularak sadece patronun otoritesi güçlendirilmekle kalmaz, işçilerin direnme becerileri de sınırlanır. Bu yaklaşım işyeri bilimini yaratan F.Taylor'un "sizin işinizi en iyi patron bilir" şeklindeki düşüncesinden başka bir şey değildir.

Bu tür bilginin başarı yaratma kapasitesi sınırlıdır. "Uyguladım, çok başarılı oldum" diyen bir kaç çalışanın sınırlı artçı eylemlerinden başka bir başarı yoktur ortada. O nedenle de bilgi sürekli yenilenme ihtiyacı hisseder. Satış eylemi yüzyıllardır aynı formunu korurken satış eğitimlerinin neredeyse her hafta değişik bir yaklaşımla sunuluyor olması başka nasıl izah edilebilir ki?

Artık bilgi güçlülerin, tepedekilerin ve patronların bilgisidir ve çalışanların bu bilgi dışında sahip oldukları tüm bilgiler değersizdir. Yükselme, statü ve terfi gibi hedefler de bu bilgiye sahip olanlara dağıtıldığı için çalışanların bu bilgiyi kabul etmekten başka seçenekleri yoktur. Ama unutulmamalıdır ki bu bilgiyi benimsemeye iten gönüllü girişimciliğimiz değil geleceğe yönelik içinde bulunduğumuz belirsizliktir. Aslında bu noktada yanıtlanması gereken tek soru var: Neden bu tür geçici bilgiler zihnimizde kolayca kabul görür?

Bu sorunun yanıtını ayrıntılı verecek değiliz. Merak edenler İngiliz nörolog Oliver Sacks'ın "Karısını şapka sanan adam" kitabını okuyabilirler. Ama kısaca yanıtlamak gerekirse bu durum bir sağ yarımküre sendromudur ve kişilerin bu anomaliyi farketmesi kolay değildir. Kısaca nörolojik işlev yetersizliği...

Eğer şirket içi bir eğitime katılır ve size öğretilen bilgilerden bu sebeplerle tiksinti duyarsanız şunu bilmeniz belki biraz acınızı hafifletebilir: Sizin işinizi en iyi patron bilir!

25 Kasım 2013 Pazartesi

Ne olur bu yazıyı 1 milyon kişi okumasın!

Okumadığı söylenen halkımıza bir milyon başarı kitabı satabilmek zor iş olsa gerek. M.Sekman'ın "Her şey seninle başlar" adlı kitabı bir milyon kişi tarafından okunduğu söyleniyor. Kitabın okunmadığı bir ülkede bu rakam oldukça yüksek. Kitabı herkesin okuduğunu varsayarak içinde ne yazdığını geçiyoruz. Kitabın diskografi'sine göz attığımızda kitabın bir seviye sorunu olduğu kolayca anlaşılıyor. "Psikolojik Red Bull Kitabı" ve "Kişisel performansa dayalı işlerle uğraşanların şarj kitabı" gibi cinsel gücü arttırıcı tablet reklamını çağrıştıran klişeler karşınıza çıkıyor. Karaman ilinde öğrencilere dağıtılan kitabın üniversite sınavında başarı oranını arttırdığı üzerine hiç de bilimsel olmayan bir ampirizm ile kitaba sahte bilimsellik yükleniyor. Aslında bunların hepsi bir kişisel gelişim kitabından beklenen şeyler. Fakat burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konu, güven. Yani hem bu kitapları yazanlar hem de okuyanlar kitaplardaki hikayelere nasıl güvenebiliyorlar ve bu hikayeler üzerine yapılan çıkarımların geçerli bir model olabileceğini nasıl düşünebiliyorlar?

Kişisel gelişim pazarının avuç ovuşturtan hacmi batı rasyonalitesinin hegemonyasını diğer düşünme biçimlerini marjinalleştirecek bir burnu büyüklüğe sokmuştur. Yani öfke, zevk, acı ve bu kitapta anılan başarı disipline edici eylemin bir alanı haline getirilirler. Böylece disipline edici eylem sağduyuya dayanan anlayışlar üzerine kurulu stratejiler biçimine çevrilir. Bunu yaparken sektörün amacı ekonomik ve siyasi adaletsizliğin insanlar tarafından fark edilmesine mani olmaktır. Disipline edici eylem, ki bu kitapta başarılı olmak şeklinde ele alınmıştır, farklı insan gruplarının odağına sokularak insanlarda, eğer eylem disipline edilirse ekonomik ve siyasi adaletsizliğin ortadan kalkacağı sanrısı yaratılır. Bir diğer görmezden gelinen bilimsel gerçek ise öfke, zevk ve acı gibi kavramların aklın işleyişinden tamamen ayrı olmasalar da akıl tarafından kolayca disipline edilemeyecekleridir. Fakat bu da es geçilir.

Kitabın arka kapağındaki "Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır" önerisini ele alalım. Son derece masumane ve ilham verici; ama gerçekte ne anlatıyor dersiniz? Yeni bir hayat ne demek? Kimin için, hangi koşullarda, ne zaman ve neye veya kime karşı daha iyi bir hayattan söz ediyoruz. Ya yeni bir akıl ne demek oluyor? Biz de şu anda eski akıl varsa bir neredeyiz? Eğer beğenilmeyen akıl bizdeyse yine de onu yenilemeli miyiz? Bu sahte akıl bizde yer ettiyse yeni bir akla bu tür kitaplardaki hikaye retoriği ile erişebilir miyiz?

Tüm bu sorular, kişisel gelişim sektörüne duyulan güvenin sınırlı ve taraflı doğasını bilmeden yanıtlanamaz. Bunu öğrenmek için de kişilerin öncelikle kendini haklı görme huzurundan vazgeçmesi gerekir. Tüm kişisel gelişim gurularının her şeyin başının mükemmel kavrayış olduğunu gizli gizli vurgulayan tutumlarında eksik olan bir şey vardır: Mükemmel kavrayış hayatı yaşamaktan çok kolaydır!

Fakat akıl üzerine ne söylersek söyleyelim aklın gücü çoğu zaman insanların inanmak istediği şeyler karşısında çaresiz kalır. Hikayelerin uç uca eklenmesiyle elde edilen kolaj benzeri olumsallıklar, kişilerin özgüllüklerinin göz ardı edilerek herkesin tek tipmiş gibi düşünülmesi, tüm kozların olumsallığa oynanması aklın yerinden oynatılması sonucunu doğurur. Evrensel hakikatleri oluşturan büyük anlatı ve hikayeler kullanıldığında karışık çakışma alanlarının iyi tanımlanması gerekir. Bunun için de kişilerin psikoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi alanlarda bilimsel eğitim almaları beklenir. Fakat kişisel gelişim gurularında görüdüğümüz hep bunun tersidir. Bazen bir asker, bazen bir hukukçu çıkar karşımıza. Yıllar önce bu mesleklerden ayrılanlar şirketlerde ya personel şefi ya da depo amiri olurlardı. Şimdilerde ise kişisel gelişim gurusu oluyorlar.

M.Sekman'ın başarı dediği ama tanımını pek iyi yapmadığı; açıklamalardan paraya ve mutluluğa tahvil edilebilen kazanımlar olduğu anlaşılan konudaki sözlerine baktığımızda ilginç bir açıklamasını görüyoruz. Kendisine son derece açık bir soru soruluyor: "Bazı insanlar başarıyı düşünmeden başarılı olmuşlar (Livaneli, Tolstoy, Dostoyevski). Ne düşünüyorsunuz?"

M.Sekman bunun mümkün olamayacağını söylüyor ve ekliyor. "Bu insanlara basit bir soru sorarak çok şeyi anlamak mümkündür. Issız bir adada tek başınıza yaşasaydınız, yine de bunları yapar mıydınız?"

Dikkat edilirse konu hemen imkansız bir zemine çekilerek sulandırılmış ve doyurucu bir yanıttan kaçınılmış. Öyleyse bu güzel soruya yazarın veremediği yanıtı biz verelim. Uygarlık tarihinin en büyük psikologlarından Viktor Frankl Auschwitz toplama kampında geçirdiği üç yılda annesini, babasını, kardeşini ve eşini gözlerinin önünde yitirmişti. Viktor o anda ıssız bir ada ne kelime, dipsiz bir kuyudaydı adeta. O acı yıllarında gördüklerini anlatan fazla uzun olmayan bir kitap yazmıştı. Kitabı okuduğunda o kadar berbat bulmuştu ki isimsiz yayınlanmasına karar vermişti. Kitabın başında şöyle diyordu Viktor: "Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Başarı, büyük bir davaya kişisel adanışın amaçlanmayan bir yan etkisinden başka bir şey değildir."

Eğer bugün bir kişisel gelişim kitabı okunacaksa dünyanın en etkili 10 kitabından biri olarak kabul edilen ve Viktor Frankl'ın ıssız adadan daha beter bir yerde yazdığı "İnsanın Anlam Arayışı" kitabı yetip de artacaktır.

Basit bir çıkarımla son noktayı koyalım. Eğer bir kişisel gelişim kitabı bu ülkede bir milyon kişi tarafından okunuyorsa artık geriye istenebilecek tek bir şey kalmıştır: Ne olur bu yazıyı 1 milyon kişi okumasın!"

24 Kasım 2013 Pazar

200 günlük ortalama ile bu boru patlamaz!

Ekonomi basınının gelişmesiyle birlikte piyasa uzmanlarının da sayısı artıyor. Artık hangi ekonomi kanalını açsak, piyasalarla ilgili hangi internet sitesini tıklasak karşımıza bir uzman çıkıyor. Birçoğu şirket çalışanı; kendi ifadeleriyle söylersek piyasa profesyoneli. Yani insanlara bir taraftan şunu alın, bunu satın derlerken; bir taraftan da kendi şirketleri için alım satım işlemleri yapıyorlar. Piyasa dinamikleri açısından son derece tehlikeli bir durum. Dünyada da belli ölçülerde ses çıkarılmadığı için piyasa profesyonellerinin televizyon ve gazetelerin kadrolu yorumcusu olmasına karışılmıyor. Peki ama bu profesyoneller gerçekten yetenekli insanlar mı? Söylediklerine ne kadar güvenebiliriz?

Öncelikle profesyonellik kavramına açıklık getirelim. 20.yüzyılın fenomenlerinden olan profesyonelleşme basitçe şu anlama geliyor: Bir iş için kapıda bekleyen 100 kişi varsa, bu kişilerden neden farklı olduğunuzu göstermeniz gerekir. İşte kendinizi bu tanımlama şeklinize profesyonellik deniyor.

Bizim piyasa profesyonellerimizin özgeçmişlerine baktığımızda profesyonellikleri belli akademik dereceleri elde etmek için ortaya koydukları bilimsel tezlerle sınırlı. Bu tezleri okuduğunuz zaman hiçbir şey anlamazsınız. Karmaşık matematik ile sağlanan denklemsel çözümlemeler ve bunlar üzerine yapılan buram buram abartılı bilimcilik kokan çıkarımlar. Yazdıklarını herkesin anlamasını bekliyorlar belki ama ne kastetmiş olduklarına dair muğlak bir sezgiden başka bir şey varsayamıyorsunuz. Kullanılan karmaşık sözcük dağarcığının ekonomi bilimi açısından hiçbir şey ifade etmediği açıktır. Ayrıca abartılı matematik için filozof Barbara Ehrenreich'in yorumu düşündürücüdür: "Bu karmaşık matematik, profesyonel yönetici sınıfın üyelerinin çocukları kadar kapsamlı bir hazırlıktan geçmemiş daha az varlıklı kesimleri dışarıda tutmak için bir engel olarak kullanılır." Eğer gerçek buysa durum daha da vahim... Özetle, tüm bu karmaşık tezlerle geri kalan 99 kişiye eleyen kişilere piyasa profesyoneli diyoruz.

İş, profesyonellerin akademik düzeydeki parlaklıklarını piyasaya aktarmaya geldiğinde büyük bir akıl sıçraması karşımıza çıkar. O karmaşık teorileri ortaya koyan dahi(!) gitmiş, yerine basit bir hikaye üzerine finansal astroloji ekleyen uzman gelmiştir. Mesela bugün okuduğumuz şu yorumda olduğu gibi: "Demokrasinin standartları yükseltilmeli. Bist teknik olarak dikkat edilmesi gereken 200 günlük hareketli ortalama 77,700 ve 75,500, bu destekler kırılmamalı. Kırıldığı anda kısa vadeli yükselen trend bozulur." 13-15 yaş grubundaki çocukların münazara sınıflarında yapabilecekleri bir çıkarım ve üzerine teknik analiz, yani bilimsel falcılık.

Tüm piyasa yorumcuları aynı formülü kullanır: Basit bir politik yorum ve üzerine ayrıntılı teknik analiz. Bu davranış şekli, belirli bir bilginin tekelleştirilmesi ve bilginin sıradan insanın erişemeyeceği gizemli bir hale getirilmesidir. Astroloji ve matematiğin bilişiminin ne işe yarayacağı konusunda birbirine bakan sıradan insana da "bu çıkarım nasıl yanlış olabilir; baksana ne kadar teknik ve anlaşılmaz" açıklaması yapılır gibidir.

Bir ekonomi ya da piyasa yorumcusunun sıradan insanın ne olur biteceğini anlayabilmesi için yorum yapması gerekmez mi? Burnu büyüklükle sunulan bu teknik jargona gerek var mı?

Aslında ekonomi bilimi oldukça basit bir işleyişe sahiptir. Mutfağınızda bir su sızıntısı varsa gelen tesisatçıdan aklını ve mesleki bilgisini kullanarak sızıntının kaynağını bulmasını beklersiniz. Bunun dışında herhangi bir öneriyi asla kabul etmezsiniz. Eğer bizim ekonomi yorumcularımızı patlayan bir boruyu tamir etmek için eve çağırıyorsanız şu yanıta hazır olmalısınız: "200 günlük su hareketlerinizin ortalamasına bakıldığında, biraz dikkat ederseniz bu boru patlamayabilir..."

İroni, karamizah ya da ne derseniz işte o. Fakat bir şey çok önemli. Sıradan insana karmaşık gelen bu ifadeler sanki herkesin anlaması gerekiyormuş gibi yayılmaya başladığında aklın terk edilmesi başlıyor demektir. Sıradan insanları, yalnızca yorumcuların bakış açılarına teslim etmek ve bekledikleri doğruyu verememek daha büyük bir maliyet olarak karşımıza çıkacaktır. O andan sonra sıradan yatırımcının yapacağı tek bir şey vardır artık: Daha güzel gülümseyene güvenmek!

Güzel gülümseyen birini bulamıyorsanız o zaman da şu yorumu hatırlayın: "200 günlük ortalama ile bu boru patlamaz!"

21 Kasım 2013 Perşembe

Şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım!

Bugün artık bir iş edinebilmek için birçok sınava girmeniz gerekiyor. O işte usta olmanız, üniversite bitirmeniz ya da babanızın nüfuzlu bir olması yeterli görülmüyor. Mutlaka o işin gerektirdiği sınavı başarmak lazım. Böyle olunca da gençlerin hayatı sınav haline geliyor. Maalesef gençlerin tüm hayatları artık sınavlara bağlı. Nedense bu durumu herkes içine sindirmiş gözüküyor. Sınavlarda adil olunduğu sürece sorun yok gibi. Peki ama gerçekten öyle mi? Sınavlar hayatın gerçeği mi olmalı?

Sınavlara yönelik entellektüel öğrenme tarzı birçok bilginin edinilmesini sağlar. Fakat sınavlara yönelik çalışan kişiler üzerinde yapılan araştırmalarda entellektüelliğin ilk şartı olan soru sorabilme yeteneğinin olmadığı görülüyor. Yani sınavlara yönelik çalışma tarzı benimseyenler o konu hakkında soru sorabilme yeteneksizliği içindeler. Sınavlarda sorulan tüm soruları bilseler de düşünme yeteneğinin temel taşı olan soru sorabilmeyi maalesef becerememektedirler. Bunun sebebini anlamak zor değil. Sınava yönelik çalışmalarda kişiler yanıt üzerinden soruyu çıkarsamaya çalışırlar. Yani herhangi bir yanıt olmadan soru sorma yeteneği kaybolur.

Tüm sınavlar genellikle kısıtlı süreler içinde yanıtların verilmesini ister. Böylece kişinin gerekli entellektüel süreçleri geçirmeden ani bir tepkisel mekanizma ile yanıtları bulması gerekir. Yani bu kısa süre düşünme değil tepki zamanıdır. O nedenle de sınavları en doğru düşünenler değil, en çabuk doğru tepkiyi verenler kazanır. Doğal olarak işleri de onlar kapar. Sınavlarda bilme kavramının tek açıklaması doğru şıkkı görmektir. Çözümleyici düşünceden eser yoktur. Çözümleyici düşünenler maalesef soruları yetiştiremeyerek en düşük puanı alıp utanç yaşayanlardır.

Sınavlardaki başarısızlık kişilere ve çevresindekilere acı verse de bu huzur dolu bir acıdır. Çünkü sınava katılan kişiyi izleyen seyirciler (ailesi, arkadaşları vs.) için sınav bir toplumsal ayin hatta bir kurban etme törenidir. Kişinın sınavdaki başarısızlığı tanrılara kurban vermek gibi bir algılama yaratır. Başarısızlığın bu kadar huzur verdiği başka bir yer yoktur herhalde.

Sınavlar iş hayatında yükselmenin en seçkin biçimi olarak kabul edilir. Sınavlar ne kadar saçma, gereksiz ve ilkel olsa da sınavlardan geçmek bir prejtij öğesidir. Yarışma kültürüyle bu kadar bütünleşmiş bir toplumun televizyon programları içinde en çok yarışmalara ilgi göstermesi de nedensiz değildir. Sınavı geçenler sadece sınavı yapanların değil toplumun da onayını almış gibidirler. Neredeyse tüm toplum sınavlarla örgütlenen sosyolojik ve bürokratik bir model yaratmıştır.

Bu toplumsal mutabakatın gençleri bir kazan-kaybet oyununa sevkettiği maalesef görmezden gelinir. Kişisel kaderi ekonomik yönden güvence altına alacak olan şey sınavdır artık. Ya kazanacak ya da kaybedecektir. Bugün sınavlarda başarılı olamadı diye milyonlarca akıllı, çalışkan ve başarılı gencin işsiz kalması başka nasıl açıklanabilir ki? Törenselleşmiş rekabet şekline döndürülen sınavların toplumsal sistemi ne kadar hızla arkaik bir yapıya döndürdüğünü lütfen gözden kaçırmayın. Toplumsal ilerlemeyi bir soruya verilen yanıta indirgemeyin. Teknik bir kültüre erişmek için kültürlü bir kültürden vazgeçmeyin.

En basit şekliyle söylersek, eğer bilgiyi, sorulan bir sorunun yanıtına döndürürseniz bulaşık makinesi ile eşdeğer bir hale getirirsiniz. Ne zaman çalıştırırsanız o zaman çalışır. Ertesi gün sınava girecek öğrenciler gibi beraberinde esnek bir hayat planlaması da sağlayarak: "Şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım!"

20 Kasım 2013 Çarşamba

Kendine iyi bak!

Bugün yine eminiz birçok kişi yaptığı işin kuralları gereği müşterilerine ve iş arkadaşlarına istemeye istemeye gülümsemek zorunda kalmıştır. Çünkü artık tüm şirketler çalışanlarından güleryüzlü olmalarını bekliyor. İkinci bir seçeneğe sahip değiliz. Zaten mutluluğun ve başarının sembollerinden biri de güleryüz değil mi? Berbat hissetsek de yapay bir güleryüz kurallara uymanın en önemli şartı. "Gülümseyin!" İşe yeni başlayanların amirlerinden çok sık duydukları bu sözün sevimli görüntüsünün altında sizce korkunç bir emir yok mu? Peki ama şirketlerin bu aşırı gülümseme takıntısı ne anlama geliyor? Gerçekten de gülümsemek tek seçenek mi?

Gülümseme aslında o ana kadar varolmayan bir iletişimin sembolünden başka bir şey değil. Hiç tanımadığınız bir müşteriyi görür görmez gülümsemeye başlamak zorunlu bir tören adeta. Gülümseme saplantısı, insanların günlük yaşamda birbirlerine ne kadar az güvendiklerinin basit bir temsili aslında. Bu basit oyun ve takip eden diyalog zorlaması artık gerçek içtenliğin kaybolup gittiğini ve yerini "gülümseyin" hayaletine bıraktığı anlamına gelmiyor mu? Ne kadar acı değil mi; otantikliğin yerini "gülümseyin" hayaletinin alması.

İş hayatının gülümseyin hayaleti şirketler tarafından oldukça iyi kurgulanmıştır. Gerçek içtenlik çöpe atılırken olmak ile görünmek arasındaki ikiyüzlülük kabul edilir olmuştur. Ahlaki açıdan bu ikiyüzlülüğün sorgulanması yapılmaz. Her şey oldukça normal ve kabul edilebilirdir. Gülümseme tıpkı satılan bir ürün gibidir ve asıl satılacak üründen önce satılması gereken odur. Şirketler eğer gülümseme hayaleti satılamazsa asıl ürünün de satılamayacağı saplantısına sahiptir ve ne olursa olsun önce gülümsemenin satılmasında diretirler.

İnsanları bir arada tutan iletişimin en temel özellikleri olan kendiliğindenlik, karşılıklılık ve içtenlik gülümseyin hayaleti ile yok edilmiştir. Müşteri temsilcisi, sekreter, hasta bakıcı, gazetenin arka sayfasındaki bikinili kız ve daha sayılamayacak kadar çok meslek temsilcisinin ilk görevi şirketlerinin emrettiği gülümseme ile iş ilişkisini yumuşatmak ve istenilen hedefe yöneltmek olmuştur. Yakın, içten ve samimi iletişim tarzının taklit edilmesi şirketlerin en önemli beklentisidir. Böylece ev kadınına ev kadınının, işçiye işçinin, doktora ise doktorun diliyle seslenilmiş olduğu varsayılır. İçtenliğin olmadığı yerde içtenlik üretilerek, satılacak ürünün zorlanmadan satılacağı düşünülür.

Şirketler, gülümseyin hayaletinin çalışanlar tarafından gerçekmiş gibi algılanmasını sağlamak için işe alım, ücret ve terfide en üstte tutarlar. Bu göz boyayıcı sahte içtenliği sağlayanlar diğerlerine göre üstündür. Onlar iyi empatici, iyi satışçı, iyi mülakatçı ve hatta iyi psikolog ve sosyologlardır. Ne kadar da harika değil mi; kişisel iletişimdeki sahteliğin nesnel hakikatler ve bilimsel gerçeklerle bir tutulması?

Şirketlerin görmek ve anlamak istemedikleri şey gülümseyin hayaletinin uzaklık, şeffaflık eksikliği, iletişimsizlik ve acımasızlık ürettiğidir. Işıl ışıl parıldayan gülümseyin hayaleti, bir ilişkinin doğası olan kendi kendine ortaya çıkma özelliği taşımadığından çelişkili bir durum yaratır. Özünde kurumsal ve ekonomik bir üretim olduğu için kişiler arasındaki iletişimde gerçeğin ortaya çıkmasına daima engeldir. O nedenledir ki "en güvendiğim müşterilerden biriydi; bunu nasıl yapar" yakınması şirket çalışanlarının ağızlarından eksik olmaz.

Çalışanlar gülümseyin hayaleti ile adeta bir "içtenlik memuru" olmuşlardır. Takındıkları güleryüz ile işlerini bitirdikten sonra kendilerini rahatlatmak için başvurdukları alay ve kara mizah dürüstlüğün daha ilk elden yıkıldığının en açık göstergesidir. Çünkü bildikleri ve inandıkları şey bu güleryüzün sahte olduğudur. Bir parodi oynadıklarını düşünürler ve sistem kendilerini ödüllendirdiği sürece bu parodiye devam etmekte isteklidirler. İşte en tehlikeli çelişki de buradadır. Bu yırtıcı ikiyüzlülük gizli bir sınıf mücadelesi ortaya çıkarır. Şirket çalışanları müşterilerinden farklı bir sınıfın temsilcileri olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu ekonomik değil, daha çok kültürel bir sınıftır. Fakat ne yazıktır ki burada hem çalışan hem de müşteri kaybeden taraftadır; kazanan daima kasadır ya da buradaki anlamıyla şirket.

Gülümseyin hayaleti her yerde karşılaşılan bir olgu haline geldiği için bugün artık herkesin katıldığı bir oyun olarak görülmektedir. Çünkü ilişkinin temelinde hizmet etme amacı yattığı için bugün herkes birbirinden hizmet almak ve vermek zorundadır. Yani daha basit söylersek hepimiz hizmetçiyiz. O nedenle de gülümseyin hayaleti bize son derece gerçek gelir. Müşteri temsilcisinin sert, zoraki ve sürekli güleryüzü sıkıcı ve karikatür gibi algılansa da kimseyi rahatsız etmez.

Sistemin belki de tek tutarlı tarafı tüm tarafların yani hem çalışan, hem müşteri ve hem de şirketin bir şeyi çok iyi bilmeleridir: Çalışanların para aldıkları için gülümsedikleri! Yani tüm bu parodinin doğalmışçasına sürdürülmesinin tek nedeni ücrettir.

Duygudan ve gerçeklikten arındırılmış bu iletişim sistemi için bundan sonra artık daha fazla ne söylenebilir ki... Belki de tek bir şey. Böyle bir iletişimin sonunda tarafların birbirlerine söylediği o ne anlama geldiği bilinmeyen renksiz ve duygusuz söz: Kendine iyi bak!

19 Kasım 2013 Salı

En iyi getiri için daima kadın bedenine yatırım yapın!

Dünyanın en büyük pazarı ne hisse senetleri, ne altın, ne de tahvil üzerine kuruludur. İşlem hacmi açısından bakıldığında, rakamlar çok sağlıklı olmamakla birlikte en büyük pazarın kadına kadınlık satmak için yaratılan güzellik pazarı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Trilyonlarca dolar kadınlar tarafından her yıl güzellik ürünlerine, spor salonlarına, cilt bakımına ve makyaja harcanıyor. Neredeyse tüm reklam sektörü bütün ürünleri kadın bedeni üzerinden pazarlamaya çalışıyor. Sağlık, gençlik, estetik, zerafet gibi saplantılara kapılan milyarlarca kadın sektörün elinde oyuncak olmuş durumda. Zamanın ruhu, kadın bedenini bir yatırım aracına çevirmiş görünüyor. Peki ama gerçek ne öyleyse?

Güzellik sektörü kadın bedenini tıpkı ruh gibi sürekli bir gelişime itiyor. Kadınlar ne yana dönerlerse dönsünler, bedenlerini daha çok mükemmelleştirmelerini söyleyen sürekli bir propagandaya maruz kalıyorlar. Artık kadın, bedeninden ibaret bir ticari metaya dönüştürülmüş durumda. Kadın bedeni ekonomik bir ürün olarak görülüyor ve kadına, en büyük sermayesinin bedeni olduğu inandırılıyor. Böylece pazar hiç müşteri sıkıntısı çekmiyor. Yeni bir cilt bakımı ürünü, estetik operasyon ya da spor aracı kolayca satılabiliyor. Amerikalı siyahi kadınların saçlarını sert tutmak için bir yılda yarım trilyon dolar harcaması başka nasıl açıklanabilir ki?

Güzellik sektörü diğer tüm sektörlerden farklı olarak işini şansa bırakmayacak bir tarzda hareket ediyor. Mesela selülit sorununa yönelik birşeyler mi satmak istiyor. Tıpkı kutsal dinler gibi hareket ederek, kadınları bedensel ibadetlerini yapmadıkları sürece, pazarlanan ürünü almamak günahını işlediklerinde, cezalandırılacaklarını söylüyor. Çekilecek acıların tek suçlusunun da yine kendileri olduğuna inandırıyor. Kullanılan bu retorik o kadar etkili ki kadınların bilinç altına işlemesi uzun sürmüyor. Cezalandıranın tanrı değil kendi bedenleri olacağı düşünülüyor. O andan sonra kadının tek düşündüğü şey selülit cezasına çarptırılmamak oluyor ve paralar havada uçuşmaya başlıyor.

Uygun bir eş bulmanın tek yolunun iyi beden olduğu sektör tarafından ustaca sunuluyor. Bedenlerine sektörün istediği şekilde bakmayanların ideal bir eş bulamayacağı tehdidi yapılıyor. Bu kapalı terörizm kadını narsistik bir ruh haline sokuyor. Kadın sektörün güçlü yönlendirmeleri ile adeta yeni ele geçirdiği sömürge toprakları ehlileştirme mücadelesine girişiyor. Fakat girişilen tüm çabalar ekonomik olmaktan öteye gitmiyor ve bedeni asla başta düşünülen düzeye getirmiyor. Beden artık dinsel görüşteki gibi "et" ya da sanayi mantığındaki gibi "emek" olmaktan çıkmış adeta bir ekonomik meta haline gelmiştir.

Kadın artık günlük hayat içinde ilişkide olduğu mesai arkadaşlarını, sokakta karşılaştığı insanları, sohbet ettiği dostlarını ve hatta aile üyelerini bile bedenini yargılayan kişiler olarak görmeye başlıyor. Toplumsal başarının tümüyle başkalarının kendisini nasıl gördüğünde saklı olduğunu düşünüyor. Güzellik ürünlerinden estetik operasyonlara uzanan harcamalar zinciri asla tatminle sonuçlanmayan güçlü bir tüketim arzusu yaratıp duruyor. Böylece kadınlar kendilerini makyajsızken çıplak, kötü giyindiklerinde güçsüz hissediyorlar. Her gün değişen güzellik ürünlerinin peşinden koşmadan mutlu olamayan bir kadın protatipi yaratılıyor. Hayatın anlamı mutlu olmaksa eğer para, zaman ve enerji harcamaya değmez mi?

Araştırmalar oldukça düşündürücü. Her on kadından dokuzu kendisinde bir şeyi değiştirmek istiyor. Genç kızların %97'si fiziksel görünüşlerini değiştirirlerse mutlu olacaklarını söylüyor. Kadınların %94'ü ise daha zayıf olduklarında kendilerini daha iyi hissedeceklerini ifade ediyor. Bu düşündürücü rakamları tespit eden ise Dove Araştırma Merkezi. Yani sektör, bilimi de kendisine hizmetkar eylemiş.

Ülkemizde de maalesef durum pek farklı değil. Mankenlerimiz Ebru Şallı ve Tülin Şahin'in güzellik üzerine yazdıkları kitaplar inanılmaz satış rakamlarına ulaşırken, hayatlarını cinsel istismar, ayrımcılık ve güzellik söylemi altında ezilen kadınları araştırmaya ve onlara doğruları göstermeyi amaçlayan bilim insanları Yasemin İnceoğlu ve Altan Kar'ın "Kadın ve Bedeni" adlı kitabı sadece birkaç tane satılabiliyor. Ne kadar üzücü, değil mi?..

Bu noktadan sonra denilebilecek tek bir şey var herhalde: En iyi getiri için daima kadın bedenine yatırım yapın!

18 Kasım 2013 Pazartesi

Yaşadığınız hayatta size fayda sağlamayacak tek şey hayat sigortasıdır!

Mesleki bilgi piyasa toplumunun en hayati elementlerinden biri. Şirketler bitmek tükenmek bilmez bir hızla çalışanlarını eğitiyorlar. En güncel bilgiler, en geniş özgeçmişli eğitmenler tarafından, oyunlardan çizgi filmlere uzanan en çocukca yöntemlerle şirket çalışanlarının kafalarına kazınmaya çalışılıyor. Böylece şirketlerin her gün değişen dünyada rakipleriyle daha sıkı rekabet içinde kalarak karlarına kar ekleyeceği düşünülüyor. Şirket çalışanları en güncel eğitimi aldıklarını düşünürken şirketlerin yetenek yöneticileri en gelişmiş tekniklerle çalışanları eğittiklerini sanıyorlar. Şirket içi eğitim sektörünün 200 milyar dolarlık cirosu olduğu tahmin ediliyor ve pazarın her yıl yüksek bir hızda büyüdüğü öngörülüyor. Peki ama gerçekte ne yapılıyor? Şirket içi eğitim denen fonksiyon gerçekte neye hizmet ediyor?

Yetenek yöneticileri mesleki bireysel gelişimi en önemli fonksiyon olarak görüyorlar. Rekabetin dışında kalmamak, uzaklaştırılmamak, yarışma dışı bırakılmamak için çalışanların mesleki bilgisini piyasanın gerektirdiği kullanılabilir seviyelerde tutması gerekiyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Her çalışanın rekabet dışında kalmamak için satış tekniklerinden iletişim becerilerine kadar gerekli bilgiyi almak istemesi oldukça normal. Fakat bu mantıklı kabullenme içinde gözden kaçan çok önemli bir şey var.

Şirket içi eğitimlerin en temel felsefe hatası moda gibi kurgulanmalarında yatıyor. Moda, herkesin her şeyden haberdar olmasını, en son arabaları, telefonları, elbiseleri herkesin aydan aya, günden güne takip etmesini ister. Ve bunun sürekli bir ilerlemenin parçası olduğunu düşünür. İşte şirket içi eğitimler de eğitimi moda gibi günceli takip etme üzerine kurulu bir norma oturtur. Her yeni bilginin ilerleme olduğu hatasına kapılınır. Tıpkı moda gibi bilginin keyfi, hareketli, döngüsel ve kişinin gerçek değerlerine hiçbir şey katmayan gelir geçerliğine fazla güvenilir. Bunun kişilere hiçbir şey katmayacağı açıktır. Böyle olunca da şirket içi eğitimler moda ile aynı sonuca ulaşırlar. Modanın baskın karakterinde olduğu gibi sunulan eğitimin baskın karakteri de çalışanı ya başarıya ya da dışlanmaya sürükler.

Bilginin şirket içi eğitimlerdeki bilimsellik görüntüsü tıpkı moda da olduğu gibi hızlandırılmış, zorunlu kılınmış ve değişen koşullara keyfi bir uyarlama içerir. Bilgi neredeyse her farklı çalışan düzeyine indirgenir. İnteraktif oyunlar, çizgi anlatımlar, yarışmalar ile hukuktan finansa nüansların önemli olduğu tüm konular aşırı bir basitleştirmeye tabi tutulur. Bunun nasıl bir mantıklı bilimsel birikimin ürünü olduğu gerçekten tartışmalıdır. Daha açık söylersek bu bilgilerin bilimsellikle hiç alakası yoktur; olsa olsa kısa süreli birer tüketim nesneleridir.

Bilginin moda gibi güncellik ilkesiyle yönetilmesi eğitimin kültürel ve yapısal özelliklerinin yok edilmesi anlamına gelir. Bilgi de moda gibi sürekli olarak değişim zorunluluğuna tabi tutulur. Bugün şirketlerin verdiği eğitimler incelendiğinde aynı eğitimin birkaç aylık bir sürede birkaç kez değiştiği rahatça görülebilir. Bu çalışana sunulan bilginin ne kadar hızlı farklılaştığını göstermektedir. Bu kadar çok yenilenme bilginin bir özelliği değildir. Bilgi şirketler için ambiyans değeri olan bir nesneye dönüşmektedir. Bilim, teknik, nitelik, ustalık gibi değerler şirketlerin kariyer, yükselme ve statü gibi vaatleri karşısında eriyerek "profil" denilen bir kavrama indirgenmiştir. Yani kişinin bilim ve teknik bilgisi, iş yapmak için gerekli nitelikleri ve ustalığı genel geçer bilginin altında ezilerek her biri ayrı ayrı bir değer olması gereken çalışanlar genel bir karşılık olan "profil" olarak genellenmişlerdir.

Bugün artık iş hayatında olan hiç kimse maalesef bundan kaçamaz. Sürekli işin içinde olmak için olan bitenden her zaman haberdar olmak, her ay, her yıl mesleki donanımı güncellemek ve bunu çoğu zaman zorlayıcı baskılar altında yapmak iş hayatının artık normal bir özelliğidir. İş hayatı bilgiyi kalıcı olmak için üretmez; bilakis kalıcı olmasın diye üretir. Tıpkı bir ormanı yok edip birkaç ağaç ve çevre düzenlemesiyle yeşil alan veya doğal park yaptık denmesi gibi.

Kısaca söylemek gerekirse şirketlerin yetenek yönetimi fonksiyonları eğitimin anlamsal içeriğini boşaltarak biçimsel bir hale getirmişlerdir. Ya da da basit söylersek hayat sigortasının hayatla ilişkisi neyse şirket içi eğitimin de eğitimle ilişkisi odur. İkisi de yaşadığınız hayatta size hiç yarar sağlamaz.

14 Kasım 2013 Perşembe

En çok alınıp satılan şey kişiliktir!

Sosyal medyanın nasıl kullanılması gerektiği üzerine elbette ki bir düzenleme bulunmuyor. O nedenle herkesin dilediği şekilde davranması mümkün. Fakat biraz dikkatli bakıldığında en çok işlenen konu kişisel gelişim. Paylaşım işlem hacminin önemli kısmı kişiliğimizi bir yönde değiştirmemiz gerektiğini öğütleyen sözlerden oluşuyor. Fazla düşünmediğiniz sürece arkadaşlarınızın sizi erdemlere kavuşturacak bedava gurular olduğuna sevinebilirsiniz. Peki gerçekten öyle mi?

Bugün sosyal medyada iletilen sözlerden birkaçı şöyle: "Kendi hayatınızdan başkasını yaşamayın" (S.Chandler). "Sürekli alarmda olmanız gerektiğini söyleyen iç sesinize kulak vermeyin" (D.Chopra). "Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir" (D.Cüceloğlu). Şimdi bu sözleri okuyunca ne düşünmeliyiz? İyilik dolu arkadaşımıza kişiliğimizi yüceltme fırsatı verdiği için minnettar mı olmalıyız? Kişiliğimizi değiştirme fırsatı bulduğumuz için meditasyona ve derin düşünceye mi yönelmeliyiz? Ya da kendimiz olmak için daha fazla çaba mı harcamalıyız? Ne dersiniz?

Kişinin kişiliğini bulmuş olması büyük bir başarıdır elbette fakat sırf bu sözleri sizinle paylaştı diye arkadaşınızın kişiliğini bulmuş ve bunu ifade etmekten çekinmemiş bir olduğunu düşünmezsiniz herhalde. Kişiliğini Chopra'nın öğütlediği gibi sürekli alarm veren iç sesine karşı çıkmakla bulduğu saçmalığına da inanmazsınız. Peki öyleyse ne?

Aslında tüm bu sözler kişiyi biri "A", diğeri "A olmayan" olarak ikiye ayırır. Böylece kişisel gelişim sektörüne her yıl milyarlarca dolar kazandıran yarı akıllı ve yarı aptallar, zihinlerinde birbirlerinden farklı iki kişilik tipi yaratırlar. Aslında yaptıkları şeyin kendilerini meta haline getirmek olduğunu fark etmezler. Eğer kişiliklerini, bu ne anlatmak istediği belirsiz sözde belirtildiği şekilde değiştirirlerse, mesela "iphone" cihazı gibi gördükleri kendilerinin, 3S yerine 4S modeline geçtiklerini düşünürler. Böylece insanlar kişisel gelişim sektörünün cangılında kaybolur. Yukarıdaki sözlerde belirtildiği gibi doğallıklarını ortaya çıkaracak davranışı, kulak verecekleri doğru iç seslerini ve kendi yüreklerine bakma cesaretlerini arar dururlar.

Kişisel gelişimi öğütleyen sözler aslında zihnin tüm çelişkilerini içerirler. Kullanılan sözcük ve kavramların ümitsiz akrobasisi insanları ordan oraya savurur. Burada kişisel gelişim sektörünün yanıtlanması gereken ama sürekli yanıtlamaktan kaçtığı basit bir soru vardır: "Eğer birisi isek, diğer kişiliğimizi bulabilir miyiz?" Ne dersiniz, bulabilir miyiz?

Eğer kişisel gelişim sektörünün beğenmediği bu kişilik bizdeyse biz neredeyiz? Eğer kişisel gelişim sektörünün beğenmediği bu kişilik bizsek yine de değişmeli miyiz? Kişisel gelişimin beğenmediği bu sahte kişilik benim yerimi almışsa kendimiz olma başarısına bu sahte retorikle ulaşabilir miyiz? Chandler'in dediği kendi hayatımızdan başkasını yaşamak da ne demek oluyor? Ve eğer biz kendimizsek nasıl olacak da her zaman olduğumuzdan daha fazla kendimiz olacağız? Hadi olduk diyelim; o zaman dün tamamiyle kendimiz değil miydik?

Kişisel gelişim tüm bu soruları cevaplamadan basit bir metalaştırma modeli kullanır. Tıpkı bir işletmenin bilançosunda yer alan bir varlığı belirli dönemlerde yeniden değerlemeye tabi tutması gibi kişiliği değerlemeye tabi tutar ve kişilik üzerine bir katma değer ekler. Başka bir deyişle kendinizi kendinizle toplayıp çarpabileceğiniz bir şekle sokar. Artık kendinizi kendinize eklenmiş bir değerin içinde bulursunuz. İşte bu mantıksızlık bugün kişisel gelişim sektörünün aortunu oluşturuyor.

Kişi olarak kendi kendinizi kişiselleştirme sürekli kendi üzerine katlanan bir durum yaratır. Sözlerin ortaya koyduğu retoriği tam olarak açıklamak imkansızdır. Fakat tüm açıklamalar sonunda aynı noktaya ulaşır: Kişisel gelişimin anlattığı tek şey kişinin olmadığı ve kişiselleşecek olan da bu olmayan kişidir.

Amerikalı sosyolog David Riesman'ın şu sözü her şeyi açıklıyor aslında: "Günümüzde en çok alınıp satılan şey ne makineler ne evler ne de eserlerdir; en çok alınıp satılan şey kişiliktir."

12 Kasım 2013 Salı

Ne dersiniz; Playboy'mu, Paleontoloji mi?

Son dönemlerin önemli konusu tasarruf. Tasarruf açığı olarak tanımlanan makro verilerdeki bazı yetersizliklerin bireylerin çabaları ile kapatılması isteniyor. Eğer herkes tasarruf yaparsa sorun giderilecek gibi duruyor. Tasarrufun masum erdemsel boyutu da dikkate alındığında insanların tasarruf yapmaması için bir neden yok.

Tüm tasarruf kampanyaları genellikle "neden tasarruf yapmalıyız" sorusuna farklı yanıtlar bularak insanları etkilemek üzerine kuruludur. Zengin olmak, rahat yaşamak ya da hayalleri gerçekleştirmek gibi birçok sebep sayılabilir neden tasarruf yapmalıyız sorusuna cevaben. Buradan tasarrufa kutsal bir anlam bile yükleyebiliriz. Zamanın ruhunu da dikkate aldığımızda artık tasarruf yapmak bir zorunluluk, bir hayatta kalma aracı olarak bile sayılabilir. Eğer başlamadıysak hemen şu anda başlayabiliriz. Ama başlamadan önce cevabı açık olan bu soruyu bir kez daha soralım: Neden tasarruf yaparız?

Aslında sorunun yanıtı ekonomi biliminin temel problemi olan "insanın sonsuz isteklerinin kıt kaynaklarla nasıl karşılanacağı" paradoksunda saklıdır. Peki ama bu paradoksun birkaç yüzyıllık tarihi soruya cevap vermeye yeter mi? Tabi ki yetmez.

Bu ekonomik teorinin ortaya konmasından yıllar sonra Avustralya ve Amerika kıtalarının ıssız ormanlarında medeniyet görmemiş birçok kabileye ulaşıldı. Modern dünyadan uzak kalan bu ilkeller elbette ki ekonomi politik konusunda da hiçbir şey bilmeden binlerce yıl yaşamışlardı. O nedenle de sonsuz ihtiyaçlarını nadir kaynaklarla karşılamak gibi bir tasaları yoktu. Bu avcı-toplayıcıların kendilerine ait hiçbir tasarrufları yoktu. Ne üretmeye, ne pazarlamaya ne de çalışmaya vakit ayırıyorlardı. Boş zamanlarını değerlendirmek için avlanıyorlar ve her şeyi aralarında paylaşıyorlardı. Ne isteklerinin sonsuz ne de doğanın kaynaklarının nadir olduğunu düşünüyorlardı. O nedenle de bol bol uyuyorlardı. Savurganlık ve basiretsizlik toplumsal davranışın iki ana özelliğiydi. Daha hızlı, daha fazla ya da daha verimli avlanmak için bir çabaları yoktu. Buna karşın tüm ilişkiler şeffaf ve karşılıklıydı. Doğayı, toprağı ya da emeği teklleştirip kıtlık fikri yaratmamışlar ve içlerinden bazı "rasyonel" düşünenler çıkıp bunlara el koymamıştı. O yüzden tasarruf da yoktu. İşte bu nedenlerden dolayı onlara ilkel demiştik. Onların ilkel olduğunu tüm dünyaya haykıran kişi ise Homo economicus olmuştu.

Ekonomi biliminin başrol oyuncusu olan rasyonel insan (Homo economicus) birkaç yüzyıl önce hayatımıza girmişti. Rasyonel insanın iki temel özelliği vardı. Asla kararsızlığa düşmeden kendi mutluluğunu arıyordu ve her zaman kendisine en büyük mutluluğu verecek şeylere yöneliyordu. Bu güçlü karakteri kısa sürede hepimizi etkisi altına almıştı. Ardından bize bir hikaye anlattı: "İnsanlar (ilkeller) bir zamanlar yokluk içinde yaşıyorlardı. Birçok ihtiyaçları vardı ve karşılayamıyorlardı. Eğer Homo economicus olmasaydı hangi ihtiyacını karşılaması gerektiğini bilemeyecekti..."

İşte Homo economicus hayatımıza girdiğinden beri ihtiyaçların sonsuz, kaynakların nadir olduğuna inandık. Ama insanın sınırlı ömrü ile karşılaştırıldığında ne ihtiyaçlar sonsuz ne de kaynaklar nadirdi. En azından hepimize yetecek kadar kaynağa sahiptik. Çok geçmeden kaynakların kısıtlı olması ile anlatılan şeyin ne olduğunu anladık. Bazıları (kaynakları ellerinde bulunduranlar) bilerek ve isteyerek suni bir nadirlik yaratarak kazançlarını arttırıyordu. OPEC bunu harika şekilde yapanların başında geliyordu. Petrol üretimini azaltarak bir kaynak kıtlığı yaratıyor ve petrol fiyatını arttırıyordu. Bu fiyatlardan enerjiye ulaşamayanlar yok olurken onlar kazançlarına kazanç katıyorlardı.

Bugün hepimiz biliyoruz ki Avustralya ya da Amerika yerlileri son derece ilkel insanlardı. O nedenle de tasarruf yapmanın erdemine ulaşamamışlardı. Biz Homo economicus'lar ise oldukça modern ve mantıklıyız. İhtiyaçlarımızın sonsuz olduğunu (saymaya kalksak bir elin parmaklarını geçemeyiz ama) ve kaynakların nadir olduğunu biliyoruz ve buna kutsal bir söz gibi inanıyoruz.

Birçoğumuz paranın nadir bir kaynak olduğunu ve bu nedenle tasarruf etmemiz gerektiğini düşünebilir elbette. Ama unutulmamalıdır ki son finansal krizde birkaç şirketi kurtarmak adına piyasalara enjekte edilen trilyon dolarlarla tüm insanlık ömür boyu çalışmadan ve tasarruf yapmadan yaşayabilirdi.

Hepimiz birer rasyonel insan haline getirildiğimiz için bugün artık elimizden gelen tek şey tasarruf yapmaktan fazlası değil. Eğer tasarruf yapmayı da başaramazsak sonumuzun ne olacağı belirsiz. Homo economicus'a kızsak da tasarrufa devam etmeliyiz.

Yine de Homo economicus'un hakkını yemeyelim. Bugün Playboy ile Paleontoloji kitabına vitrin raflarında yan yana rastlayabiliyor ve en çok ihtiyacımız olanı seçebiliyorsak bu Homo economicus'un başarısıdır. Ekonomi biliminin bugün bize en iyi öğrettiği şey Playboy'a mı yoksa Paleontoloji kitabına mı ihtiyacımız olduğuna en doğru kararı verebilmemizdir. Ne dersiniz; Playboy'mu, Paleontoloji mi?

11 Kasım 2013 Pazartesi

En iyi ve en güvenli para kazanma şekli sayılardır!

Piyasalarımız geliştikçe ekonomi haberciliğimiz de gelişiyor. Haberlerin manşetleri ve yorumcuların değerlendirmeleri artık otoriteleri bile endişelendirmeye başladı. Birçok kişi, haberlerin doğal halleriyle değil de pazarlayanların çıkarlarını destekleyecek şekilde verildiğinden endişeli. Yani birilerinin bu haberler üzerinden haksız çıkar elde ettiği düşünülüyor. Bu yöndeki kontrol ve denetimlerin eksik olması ekonomi haberciliğini çılgın bir arenaya çevirmiş durumda. Herhangi bir yorumcunun kendi servetine servet katacak bir haber ya da yorum yapması artık çok kolay. Mesela muhtemelen hisse senetlerine yaptığı yatırımdan istediği kazancı elde edemeyen bir ekonomi muhabirinin tıpkı bugünkü haberlerde olduğu gibi "Yatırımcı daha fazla risk almalı" başlıklı bir haber pazarlaması gibi. Kontrol altında tutulmayan bu tür bir habercilik tek bir sonuca ulaşır: Suç!

Sosyal kuramcılar, suç bilimciler ve sosyologlar 1990'lı yıllara kadar ABD'li sosyolog Robert Merton'un izinden gitmişler ve suçun açgözlülük ve yoksunluk ile ilişkili olduğunu düşünmüşlerdi. Bu düşünceye göre suç eksik aile geçmişi ve yetersiz ekonomik koşullara bağlıydı. 80'li yılların sonunda UCLA Üniversitesinden genç bir sosyolog olan Jack Katz Amerikan tarihinin önemli suçlularının hayatını incelerken herkesin gözünden kaçan bir şeyi yakalar: Azılı suçluların birçoğu klasik yaklaşımın belirttiği yoksunluk ve açgözlülüğe sahip değildir. Konuyu biraz daha derinlemesine incelediğinde Katz kriminoloji biliminin akışını değiştiren "enfes suç" teorisini geliştirir. Katz'a göre suçluları asıl yönlendiren farklı olma, ünlü olma, sınırları aşma yönündeki ezici isteklerdir. Heyecan, zevk ve cesaret suçun yeni anlamıdır. Suç, ötekilerden üstün olduğunu göstermenin bir ifadesidir. Ötekileri kurnazlıkla yenmek ve oyunun kurallarını kendi lehine çevirerek başkalarından üstün olduğunu göstermek insanları aldatma isteğinin temel amacıdır. Sanıyoruz Katz'ın Kültürel Kriminolojinin temeli sayılan bu teorisinde, kapitalizmin duyguları bastırmayı kınayan doğasının etkili olduğunu söylemek sanırız hatalı bir çıkarım olmayacaktır.

İşte Katz'ın ortaya koyduğu enfes suçu bugün ekonomi haberciliği işliyor görünmektedir. Başarı, şöhret, statü ve haz arayışının sektörün bir kısmını kuralları çiğnemeye ve sadece duygusal olduğunu düşündükleri bu suçları işlemeye yönlendirmiş gözüküyor. Vicdanları ile aldıkları kararların klasik suç teorisi açısından duygusal suç olduğunu düşünseler de Katz'a göre enfes suçtur ve bir hırsızın ya da dolandırıcının yaptığından farkı yoktur. Tüm bu görüntüden şu sonuca ulaşmak oldukça kolaydır: TV kanallarımızda yıllardır gördüğümüz ekonomi ve finans haberciliği, ötekilerden üstün olduğunu gösterme arayışından başka bir şey değildir. Ötekileri kurnazlıkla yenmek, oyunun kurallarını kendi lehine çevirerek bundan başarı ve statü elde etmek ve insanları aldatarak para kazanmak... İşte hepsi bu!

Ekonomiye uzak olan birçok kişi için göstergeler ve rakamlar üzerine yapılan yorumların ne kadar endişe verici olduğu bilinemez. Bir yorum ya da onun tam tersi, piyasa psikolojisine yön vermek açısından ne kadar etkili olur diye küçümsenebilir. Ama iyi bilinmelidir ki küresel ekonomi bu rakamlarla yürür. Tüm zenginlik bu rakamlar üzerine kurulan piyasalardan gelir.

Amerikanın en ünlü suçlularından John Allen'ın şu sözü ekonomi haberciliğimizin enfes suçu neden işlediğini anlatıyordur herhalde: "Kadın ticareti iyi bir para kazanma yoludur; narkotik ise en hızlı para kazanma yolu. Ama yine de en iyi ve en güvenli para kazanma şekli sayılardır."

3 Kasım 2013 Pazar

Dallaslı kodamanları anlayamadıysanız bir de bizim ekonomi kanallarına göz atın!

Ekonomi haberciliğimizin olay ve haberleri sunuş şeklindeki tuhaflık artık birçok kişiyi rahatsız etmeye başladı. Piyasa kutsallığının daima ön planda tutulduğu bu yorum tarzı eleştirel bakış açısından kendini koruyacak mekanizmaları hayata geçirmeyi oldukça iyi başarsa da yapılan yorumlar ne somut olayın niteliğinin farkına varmaya, ne ortaya çıkan sonuçlar üzerinde anlam üretmeye, ne de ekonomi dünyasının gerçekliğini anlamaya izin veriyor. İşte cevaplanması gereken sorular da bu noktada ortaya çıkıyor. Acaba sıradan insanlar için bu yorumlar ne ifade ediyor ve bu tarz bir yayıncılık neye hizmet ediyor?

Diyelim ki şöyle bir yorum okudunuz; "tarım dışı istihdam beklentilerin çok üzerinde." Bu yorumu ekonomik kararlarınız için nasıl bir girdiye dönüştürürsünüz? İlk düşünmeniz gereken çiftçilik dışındaki işlerde çalışanların sayısının arttığıdır. Fakat bu yorumda bundan daha fazlası var. Birileri bu artışın ne olacağını tahmin etmiş. Muhtemelen bu kişilerin mesleği tahmincilik. Üstelik böyle bir haber için referans alındıklarına göre işlerinde başarılı olsalar gerek. Fakat bu başarılı insanlar yine de yanılmış ve istihdam artışını tam bilememişler. Olsun, yine de üzülmeyin. Haberciler bu haberi öyle bir paketlemişler ki bu başarısızlığı bir fırsata çevirmişler ve size şu mesajı veren bir yapıya döndürmüşler. "Bakın, uzmanların bile tahminlerinin üstünde bir artış var. Bu artış onların bile hayal gücünün üzerindeyse, gerisini siz düşünün artık. Hadi hemen bir hisse senedi alın. Almazsanız kendinizi aptal yerine koyabilirsiniz. Çünkü bu haberi duyan ekonomiden anlayan piyasa profesyonelleri hemen alıma geçecek. Onlar her zamanki gibi yine kazanacak; siz her zamanki gibi yine kazanamayacaksınız. Haydi acele edin, bari bu kez fırsatı kaçırmayın!.." Peki ama herkesin kolayca farklı anlayabileceği bu haberden piyasa nasıl kazançlı çıkacak?

80'li yıllarda tüm dünyada popüler olan Dallas dizisini herkes hatırlayacaktır. Şimdilerde tekrar hayatımıza giren bu dizinin Romanya'nın 80'lerdeki çöküşünün mimarı bile olduğu söylenir. O yıllarda tüm dünyayı ekran başına toplayan bu diziden ne anlamıştık?

Sosyolog Ien Ang Hollandalı kadınların kendi feminist duygularını güçlendirmek için diziyi seyrettiklerini ortaya koymuştur. Sosyolog Eric Michaels Avustralya yerlilerinin aile anlayışlarına benzer buldukları için diziyi seyrettiklerini görmüştür. Sosyolog Tamara Liebes Arapların, eski sevgilisinin evinde esir tutulan Sue Ellen'ı, kocasından ayrılan kadınların baba evine döneceği geleneğinden hareketle baba evine dönmüş olarak algıladıklarını belirlemiştir. Sosyolog Elihu Katz Kuzey Afrikalılara paranın her şeyi satın alacağı duygusunu öğrettiğini tespit etmiştir.

Aslında ne Dallas ne de ekonomi yorumları bu kadar farklı anlamlar çıkarılsın diye yaratılmazlar. Tıpkı Dallas'ın temel amacının Dallaslı kodamanların yardımıyla Amerikan yaşam tarzının tüm dünyaya kabul ettirilmek istenmesi olduğu gibi ekonomi yorumlarının da basit bir amacı vardır. Ekonomi programları bir yorumun, başka bir yoruma tercih edilmesini sağlayacak şekilde dizayn edilir. Böylece izleyici mesajı belli bir şekilde almaya davet edilir. Haberin bilgi, estetik ve içeriği piyasanın en düşük ekonomik paydasına indirgenir. Aslında bu basitçe Amerikalı prodüktör Don Simpson'ın "yüksek fikir" dediği şeydir.

Genelde tüm sinema ve Tv programcılığı bu "yüksek fikir" denilen olguyla hareket eder. Örneğin Top Gun filmi başından sonuna kadar "deri ceket giymiş ve güneş gözlüğü takmış iki erkek hayatınızda gördüğünüz en hızlı uçağın önünde duruyor" yüksek fikrine dayanır. Böylece karakterler, estetik ve içerik en düşük düzeyde tutularak saplantılı bir fikir ileriyi sürülür. Yüksek fikri kısaca içinde düşünceye yer olmayan insan eğlencesi olarak tanımlayabiliriz. İşte ekonomi yorumculuğu da yüksek fikirden hareket eder.

Yapılan yorumlar, iyimser bir piyasa temsili ortaya koyarak piyasa çelişkilerini gizler ve evrensel gözüken kavramları ileri sürerek çıkar çatışmalarını ortadan kaldırır. Bu ekonomi yorumlarının yüksek fikri, piyasaların istediği yatırımcı davranış şeklinin insanlara öğretilmesi ve herkesin bu tarza döndürülmesidir. Bu tarz içinde bilginin derinlemesine incelenmesine, anlamın içeriğine odaklanılmasına ve haber hakkında yapılan yorumların düzeltilmesine gerek duyulmaz. Bu ya da diğer yorumun tercih edilmesi gerektiği ortaya konur, hepsi bu. Böylece içinde düşünme olmayan bir ekonomi eğlencesi yaratılır. İşte bizim ekonomi kanallarımızın da yaptığı budur.

İçinde düşünme olmayan bir ekonomi eğlencesi... Daha kısa söylemek gerekirse Dallaslı kodamanları anlayamadıysanız bir de bizim ekonomi kanallarına göz atın!