31 Temmuz 2013 Çarşamba

Sherlock Holmes'e göre suçlu faiz lobisi değil!

Ülke gündemimizin son dönemlerdeki en önemli konusu Gezi olayları. Ekonomiye maliyeti yüksek olan bu protestolar sonrasında suçlunun “Faiz Lobisi” olduğu söylendi. Sonra da herkes birbirine baktı. Zaten finansal okuryazarlık seviyesi düşük olan topluma evrensel bir anlama da sahip olmayan faiz lobisi kavramı pek bir şey ifade etmedi. Ama birçok kişi, geçmiş yüksek enflasyon dönemlerini hatırlayarak, karanlıkta el yordamıyla bir yerlere ulaşırmışçasına, bir şeyler anladığını düşündü. Sonuçta konunun tüm uzmanları ve yetkililerin sözleri ayrıntılı tahlile tutulduğunda yabancı sıcak sermaye gruplarının ve bankaların anlatılmaya çalışıldığı ortaya çıktı. Sıcak para ve bankalar… Faiz lobisi kavramının ne olduğu anlaşıldığına göre şimdi konunun en önemli kısmına gelelim. Suçlu gerçekten faiz lobisi mi?

Gelin bu kez bir değişiklik yapalım. Sorunun yanıtını bir ekonomist ya da piyasa uzmanından değil de uygarlık tarihinin en önemli dedektifi ile bulmaya çalışalım: Sherlock Holmes!

Baskerville’lerin evinde bir cinayet işlenmiştir ve suçlu çok geçmeden yakalanmıştır. Fakat bu durum Sherlock’a fazla inandırıcı gelmez. Gece geç saatlerde Baskerville’lere gider ve ev sahibiyle görüşmek ister. Evin bahçesinden içeri girdiğinde vahşi bir köpek kendisini havlayarak karşılar. Köpeğin sahibi ve evin de sahibi olan kişi uykulu gözlerle koşar ve Sherlock’u karşılar. Sherlock, ev sahibine basit bir sorar: “Bahçenizde bir adam öldürüldü. Katilin içeriyi girdiğini duymadınız mı?” Ev sahibi o anda uyuduğunu söyler. Sherlock bunun üzerine son sözünü söyler ve oradan ayrılır: “Ama şimdi de uyuyordunuz ve benim geldiğimi duydunuz…”

Sherlock o anda katilin yakalanan kişi olmadığını anlar. Asıl katil ev sahibinin kendisidir. Çünkü eğer katil ev sahibinden başka biri olsaydı, bu vahşi köpek havlayacak ve ev sahibini uyandıracaktı.

Şimdi bu Sherlock hikayesini akılda tutarak protestolar sonrası oluşan ekonomik faturanın faiz lobisinden mi kaynaklandığını anlamaya çalışalım. Bakalım suçlu gerçekten faiz lobisi mi?

Eğer söylenildiği gibi suçlu faiz lobisinin ilk bileşeni olan sıcak para ise sıcak para denilen hızlı hareket eden yabancı sermayenin duruma tepki göstermemesi gerekirdi. Çünkü yüksek enflasyon anlamına gelen yüksek faizli bir ortamda hisse senetlerine olan yatırım azalır ve yatırımlar faize yönelir. Ama gerçekleşen bu olmadı. Sıcak para hisse senedinden çıktığı gibi soluğu yurt dışında aldı. Faize hücüm etmedi. Yani havlamadı.

Eğer suçlu faiz lobisinin ikinci bileşeni olan bankalar ise bankaların da oluşan ortama uygun hareket etmeleri beklenirdi. Bankalar açısından faizlerin yükselmesi olumsuz bir durumdur. Çünkü önce mevduat faizleri artacağından bankaların giderleri artacaktır. Bankaların gelirleri olan kredilerden alınan faizler hemen artmaz. Şu andaki seyir de bu yöndedir. Mevduat faizleri %80’ler seviyesinde artarken kredi faizleri sadece %30’lar seviyesinde artmıştır. Yani bu son olaylar bankaların giderlerini yükseltmiş, karlarını düşürmüştür. Eğer suçlu bankalar olsaydı havlamaları gerekirdi. Yani önce kredi faizlerini arttırarak gelirlerini arttırmaları beklenirdi. Ama havlamadılar. Öyleyse suçlunun kim olduğunu bulmuş olmuyor muyuz?

Eğer suçlu söylendiği gibi faiz lobisi olsaydı, oluşan ortamı faiz lobisinin değerlendirmesi beklenirdi. Yani havlamaları gerekirdi. Ama havlamadılar. Demek ki suçlu faiz lobisi değil!

Sherlock Holmes’un hikayesini hatırlayın. Sizce suçlu kim öyleyse?

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Bilemedin canım, Harvard değil!

Gençler için hayatlarının en önemli anlarından biri olan üniversite yerleştirmeleri geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Gençler hayatlarının akışını değiştirecek mesleklerini seçerek üniversiteye ilk adımlarını attılar. Heyecanları en üst seviyede olsa da o günleri yaşamış ve şu anda iş hayatında olan insanlar acı bir gerçeğin farkındalar: Üniversitelerimizin birçoğundan mezun olan gençler maalesef okullarını bitirdiklerinde şirketler tarafından tercih edilmeyecekler!

Bu maalesef acı bir gerçek. Üniversitelerimizin hem bilim insanı hem de iş hayatının her kademesi için iş insanı yetiştirme potansiyeli çok düşük. Şirketler birçok üniversite mezununu kendileri için yeterli görmüyor. Hal böyle olunca da ne bilimin ne de iş hayatının gelişmesi diğer ülkeler kadar hızlı olamıyor.

Üniversiteye yerleşme yarışında herkes Ali Yavuz kadar şanslı olamıyor maalesef. Ali, 1940’larda mesleğini seçip okuluna başladığında, bir gün bu ülke için ne kadar önemli bir insan olacağını düşünmemişti elbette.

Derslerde mesleki bilgiler yanında bir insana hayat boyu gerekli olabilecek ziraatçilik, sağlıkçılık, balıkçılık, marangozluk gibi dersler de uygulamalı olarak gösteriliyordu. Derslerin yarısı teknik konular, yarısı uygulamalıydı. Öğrenciler her sene 25 klasik romanı okumak zorundaydılar. En az bir tane müzik aletini çalmayı öğrenmeleri gerekiyordu. Okulun vizyonu öğrencilerin okulu bitirdikten sonra işlerini zorunluluk olarak değil severek yapmaları üzerine kuruluydu.

Ali okulu bitirince köyüne döndü. Yöre halkının fakirliği ve çocukların sağlıksız büyüme koşullarını görünce okulda öğrendiği asıl mesleğini yapmaktan vazgeçti. İnsanların bir öğretmenden daha fazlasına ihtiyacı vardı. Okulda gördüğü derslerden birinde yumurtanın anne sütünden sonra tüm vitaminleri taşıyan tek gıda olduğunu öğrenmişti. Öyleyse kendi köyündeki çocuklar da yumurta yiyebilmeliydiler. Ama köyde birkaç tavuk haricinde tavuk yoktu.

Derhal işe koyuldu. Okulda tavuk yetiştiriciliğini de öğrenmişti Ali. Seçmeli derslerden biriydi bu. Önce köyündeki insanlara nasıl tavuk yetiştireceklerini öğretti. Durmadı. Sonra diğer köylere gitti. Kısa süre içinde tüm yöreye nasıl tavuk yetiştirileceğini ve yumurta elde edeceğini öğretti. Kısa bir süre sonra tüm köylüler tavuk yetiştirerek geçimlerini sağlayabiliyor ve çocuklarına yumurta yedirebiliyordu. Yöre makus talihini yenmişti. Artık insanlar varlıklı, çocuklar sağlıklıydı.

Ali, sadece bir yörenin değil, bir ülkenin kaderini de değiştirmişti. Bugün ülkemiz yumurta üretiminin büyük kısmı Afyon’da onun girişimleriyle kurulan işletmelerde gerçekleşmektedir. Bundan daha önemlisi, ülkemiz yumurta borsasının, onun tavukçuluğu öğrettiği Dinar’ın Başmakçı köyünde olduğudur. Her sabah ülkemiz yumurta fiyatlarını bu adı ve yeri bilinmeyen köy oluşturur. Ali’nin Başmakçı köyü!

Şüphesiz her üniversiteli Ali kadar şanslı olamayacaktır. Çünkü o dünyanın en iyi işletme okulundan mezun olmuştu. Hangi okul olduğunu tahmin edenler mutlaka vardır. Ama bulamayanlar için biz yine de söyleyelim… Bilemedin canım, Harvard değil!.. Köy Enstitüleri!

Gelişmiş ülkelerin çıkarlarına uygun olmadığı için kapatılan Köy Enstitüleri!

Üniversitelerimizin bilimsel ve pratik yönden neden bu kadar başarısız olduğunu merak edenler de sanırız bunun nedenini öğrenmişlerdir.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

İş hayatında melekler ve şaşkınlar!

İş hayatınızda başarıyı yakalayamadıysanız B.İ.Erikli’nin “İş Hayatında Melekler” adlı kitabı belki işinize yarar. 21.yüzyılda, 3.yüzyıl bilgeliğini zamanın ruhuyla paketleyip sunan bundan daha iyi bir yayın bulamayabilirsiniz. Eleştirel bakış açısı ve düşünme yeteneğini kaybetmiş insanlar için tam bir başucu.

Kitap, kişisel gelişim kitaplarının genel tonunda yazılmış. “Sezgileri duymak”, “forma değil, öze odaklanmak” gibi tam olarak neyin anlatılmaya çalışıldığının anlaşılmadığı ama yazarın “siz neden bahsedildiğini anladınız” şeklindeki muğlak tanımlamaları ile bir çerçeve çizerek başlıyor. Ardından masum bir deneme ricası geliyor. Psikolojiden biraz anlayanlar bunun eski bir Zeigarnik yanıltmacası olduğunu hemen fark edeceklerdir. Sonra da saçmalıklar bilimsel bir zemine oturtulmaya çalışılıyor: “Bu bir bilimsel teori olsaydı, gerçekliğini sınar, aldığımız sonuca göre doğru olduğuna karar verir ya da başka teori üretirdik” deniyor. Teori sözcüğünün anlamını bile bilmeden yapılan bu açıklamanın çok az entelektüel bakış açısına sahip birisi için bile ne kadar gülünç olduğu ortadadır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde “melekler” denilen kah mucize, kah önsezi, kah doğru karar olarak karşımıza çıkan kutsal dinlere orijinlenmiş bir kavramla karşılaşıyoruz. Fakat tam olarak neden bahsedildiği anlaşılamıyor. Dogmatik ve ilksel olana yönlendiren bir bakış açısının varlığı her satırda anlaşılıyor.

Şirket organizasyonundaki “alt-üst” kavramlarına sürekli yaslanılarak güçlü bir piramitsel hiyerarşinin zihinde taşındığı sürekli gösteriliyor. Bu yapıdaki bilgi iletiminin yapısal kurallara tabi olduğunu söylemekten sürekli kaçınarak herkesin Hindu derviş gibi davranması öğütleniyor: “Acaba köprü trafiğini geçip toplantıya yetişebilecek miyim?.. Hiç sorun değil! Derinden istersem köprü ve otoyol melekleri mutlaka yardım edecektir!”

İnsanların rutin aktivitesi sayılan çok fazla sayıda girdiyi kullanarak karar verme eylemini bilgi, mantık, tecrübe gibi bileşenlerinden yalıtarak herkesin basitçe yapabileceği bir “sezgi” düzeyine indirgeniyor. Karşımıza tüy çıkarsa bunu meleklerin çıkardığını da bu kitaptan öğrenmiş oluyoruz. Meleklerin egoları olmadığını, onlardan yardım isterken kalpten olmak gerektiğini, meleklerin bizlere “fısıldadığını” da kitabın ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz. Kullanılan dini perspektifteki yüzeysellik ve çıkarcılığın gelişmiş hali, din tüccarlarını bile imrendirecek türden.

Mantıkla hareket eden modern insanın genellikle zayıflık sembolü olan paranormal düşünce tarzını, kişinin içsesiyle uzlaşabileceği bir rasyonelliğe çekerek yıkıcı bir yöntem kullanıyor. Düşünceler istenildiği gibi birbirine bağlanarak argümanlar yaratılıyor ve bir hikayenin bir başka hikaye kadar iyi olabileceği yanılsaması dayatılıyor. Sorumluluk, tutarlılık, rasyonellik basit yanılgılarmış gibi sunularak sezgiyle herkesin aynı düzeyde kavrayabileceği bir dünya resmediliyor. Gerçekten insan dumura uğruyor. Uygarlık tarihinin ilksel bilgilerinden tümdengelimle elde edilen bu çıkarımlardan hiç birinin kanıtlanabilir olmadığı ortadayken, öngörülebilir bir son noktanın önceden bilinebilir olduğunu anladığınızda artık diyecek başka bir şey olmadığını düşünüyorsunuz. Bunlardan daha küstah ve mutlakçı bir düşünce bulmak gerçekten çok zor. Bu tür kitapları okuyanların kavrayış düzeylerinin düşük olduğu varsayılarak dogmatizm ve düzmeceye kolayca başvuruluyor. Metaforlarla karma karışık hale getirilmiş bir doktrinin nasıl inşa edildiğini üzülerek görüyorsunuz.

Bu tür kitapları yazanların bilmesi gereken bir şey var. Bilgili ve dürüst insanlar, başkalarını ilaç vererek, kafalarına vurarak veya onlara hoş masallar anlatarak ikna etmeye çalışmazlar. Bilgili ve dürüst insanlar başkalarını ikna etmek için tek bir şeye çalışırlar: Tutarlı olmaya!

İş hayatında karşılaşılan sorunların çözümü için, inanç tüccarlarının sahte önerileri yerine Eric Hoffer’in şu sözü anımsanırsa sanıyoruz daha tutarlı olunacaktır: “Dağları yerinden oynatmaya yeterli teknik gücün bulunduğu yerde, dağları yerinden oynatan inançlara ihtiyaç yoktur."

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Söz konusu senin çıkarınsa dünyanın en iyi merkez bankasını sen kurardın!

Şu aralar herkes merkez bankalarının faiz ve politika hamlelerini anlamaya çalışmakla meşgul. Fed’in peşi sıra tüm merkez bankaları kendi hamlelerini yapmaya koyuldu. Ekonomik anlamda küresel bir kur savaşı gerçekleşiyor. Merkez bankaları politik ve askeri güçlerine de güvenerek kendi paralarını rekabet edebilir seviyelerde tutmaya çalışıyorlar. Ülkelerin tek tek yararına olan bu savaşlar küresel olarak bir kaos yaratıyor. İşte böyle bir durumda herkes çok eski ve basit bir sorunun yanıtını yeniden aramaya başlıyor. Acaba merkez bankaları olmadan ekonomiler işlemez mi?

Biraz ekonomi eğitimi almış biri merkez bankalarının ekonominin olmazsa olmazı olduğunu bilir. Zaten bunun tersini söylemek pek de rasyonel bir düşünce olmayacaktır. Peki ama ekonominin artık rasyonel olmadığı dünyada sizce merkez bankaları ne kadar rasyonel?

William Ruddick genç bir Amerikalı. Kendisi hakkında çok fazla bilgiye ulaşılamıyor. Hayatını fakir insanların hayatlarını sürdürmelerine adamış bir yardımsever. 2012 yılında bir yardım kuruluşu ile birlikte Kenya’ya geldiğinde aç insanlar için yiyecek dağıtmaktan daha fazla bir şey yapılması gerektiğini düşünür. Asıl sorunun ne olduğu üzerine kafa yorduğunda, veriler onu kısa zamanda şu gerçeğe götürür: “İnsanların işi yok ve bu nedenle paraları yok!” Ülkenin bir parası ve merkez bankası vardı ama nedense bu paralar halka ulaşmada pek yeterli olamıyordu. Öyleyse yapılacak olan şey belliydi: Köylüler kendi merkez bankalarını kurmalıydılar!

Ruddick hemen çalışmaya başladı. 200 yerel firma ile görüştü. Onları yeni bir para çıkarmaya ikna etti. Böylece Bangla-Pesa doğdu. Sisteme katılan her firma 4 garantör tarafından destekleniyordu. Piyasaya çıkan paranın yarısı sisteme güvence veren bu 200 firmanın ürünlerine harcanırken kalan yarısı halkın zenginleşmesine katkı sağlayacak projelere harcanıyordu. Basit resimli kağıtlara benzeyen Bangla-Pesa çıkar çıkmaz herkesin dikkatini çekmişti. İnsanlar bu parayı kullanarak ticaret yapmaya, Kenya’nın milli parası şiline göre daha istekliydiler. Sisteme her giren yeni firma para hacmini de arttırıyordu. Böylece ticaret giderek gelişmeye başlamıştı.

Kısa bir süre içinde yörenin gelişmesi hızlanmıştı. Ticaret hacmi %20 artmıştı. İnsanların paraya güveni gelmiş, iş hacmi yükselmişti. Ruddick’in hedefi artık elektronik Bangla-Pasa transferlerine başlamaktı. Fakat Kenya Hükümeti tarafından düzen bozma suçundan tutuklanması fazla uzun sürmemişti. Ruddick, geçtiğimiz aylarda yakalanarak hapsi boylamıştı. Kurduğu sistem ise maalesef çökertilmişti.

Aslında Ruddick ne bir dahi, ne de sıradışı bir yaratıcıydı. Bugüne kadar binlerce kez denenmiş bir yöntemi denemiş ve başarılı olmuştu. Sisteme bir çeşit tamamlayıcı bir para eklemişti. İnsanların mevcut parada eksik buldukları şey bu parada yoktu. O ne miydi?

Herhangi bir merkez bankasının internet sitesine girip görevlerini okumaya başladığınızda “halk” ya da “insanlar” sözcüğünü pek göremezsiniz. ABD Merkez Bankası Fed’in kuruluş kayıtlarını incelediğinizde ise bunun nedenini anlarsınız. Banka, Morgan ve Rockefeller ailelerinin çıkarlarını korumak için kurulmuştur.

Bunun diğer merkez bankaları için de böyle olup olmadığı konusunda açık bir kanıta sahip değiliz. Ama bir şeyi rahatlıkla çıkarabiliriz: Söz konusu senin çıkarınsa dünyanın en iyi merkez bankasını sen kurardın!”

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Kırtasiyeci basınca suç olan şey FED basınca neden olmuyor?

ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke'nin önceki hafta yaptığı açıklamalar bir anda piyasaların gidişatını değiştirdi. Fed Başkanının söylediği şey aslında masum bir hatırlatmaydı. Bu yılın sonuna doğru QE denilen karşılıksız elektronik para basmayı durdurabileceğini söylemişti. Oysa bu paralara piyasanın ihtiyacı vardı. Bu paralar sayesinde hisse senetleri yüksek fiyatlardan alıcı buluyor, tahviller düşük faizlerle satılıyor, altın gibi emtialar tarihi zirvelerinde dolaşıyordu. Partinin bitirilmesi hiç hoş değildi. Zararı yine vatandaşlar çekmişti. Her şey bu kadar iyi giderken, Fed, neden para basmayı durduracağının sinyalini vermişti ki?

Ekonomiyi ve piyasaları yakından takip edenler için birçok bilimsel çıkarım yapılabilir. Fakat ekonomiden pek anlamayan ve böyle durumlarda, yapılan politika değişikliklerinin faturası hep kendisine ödettirilen sıradan ve masum insanlar için bunun ne anlama geldiğini anlatan bir yazıya dünya basınında da rastlayamadık. Öyleyse gelin hep birlikte bu politika değişikliğinin, yani Fed'in para basmayı durdurma kararının arkasındaki basit gerekçeyi bulmaya çalışalım.

Bugünkü Amerika'ya şekil veren Amerikan İç Savaşı veya bilinen adıyla Kuzey-Güney Savaşı 1861 yılında başladı. Ekonomi tarihi açısından değerlendirildiğinde savaşın en önemli kahramanı bize göre kırtasiyeci Samuel Upham'dır. Konuyla ilgili Türkçe materyallerde adına rastlanmayan Upham savaşı kazanan Kuzeylilerin bir sempatizanıdır. Kırtasıyecilik yapan Upham, Güneylileri eleştiren eşyalar yapmaya başlar. Bir gün eline bir Güneyli parası geçer. Parayı incelerken aklına muzip bir fikir gelir. Paranın aynısını baskı makinasında çoğaltır ve üzerine zor okunan harflerle "toptan ve perakende satılıktır" şeklinde alaycı bir yazı yazar. İnsanlar bu parayı görünce gülümsemektedirler. Ama bir gün tuhaf bir şey olur ve güneyli bir pamuk kaçakçısı bu sahte paradan talep eder. Upham yeniden üretime geçer. Ne kadar üretirse hepsini alacağını söyler kaçakcı. Düşük bir bedelle bu paraları satın almaktadır. Fakat kısa sürede müşteriler artmaya başlar. Sadece Güneyliler değil, Kuzeyliler de paraya hücum etmişlerdir. Neredeyse herkes bu hatıra paradan satın almak istemektedir. Upham, işleri büyütmüş ve büyük bir baskı tesisi kurmuştur. Tesiste üretilen tek şey ise bu hediyelik sahte paralardır. Upham bu sayede büyük bir zenginliğe kavuşur.

Bu sahte paraya olan talebin sebebi bir süre sonra anlaşılır. Güneyliler, sahte parayla henüz tanışmamış insanlar ile yaptıkları alışverişlerde bu paraları kullanmaktadırlar. Bu ticarete bir süre sonra Kuzeyliler de katılır. Upham'ın sahte parası gerçek para gibi piyasada dolaşmaktadır. Fakat her iki taraf da kısa sürede bu sahte paranın ekonomilerini harap ettiğini görmeye başlarlar. Herkes piyasada sahte paranın olduğunu öğrendiğinden gerçek paraya olan güven zedelenmeye başlar. Sınırların yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla ekonomi tam bir kaosa girer. İşte o andan sonra her iki taraf da bu sahte parayla mücadeleye yoğunlaşır. Çünkü ekonomi durma noktasına gelmiştir. Kimse artık paraya güvenmemektedir. Yapılan araştırmalar Upham'ın sahte paralarının, tedavüldeki paranın %3'ü gibi çok yüksek bir seviyede olduğunu göstermiştir.

İşte bugün ABD dolarının geldiği nokta da budur. Fed'in elektronik olarak bastığı ve hiçbir karşılık esası gözetmeden sorunlu varlık alımında kullandığı dolar tedavüldeki doların kötü bir kopyasıdır aslında. Üstelik Upham'ınki ile kıyaslandığında daha da tehlikelidir. Çünkü banknot olarak bile basılmamış, sadece bilgisayarların birkaç tuşuna dokunularak imal edilmiştir. Bu miktardaki karşılıksız paranın bir süre sonra Amerika ve dünya ekonomisi için yaratacağı sorunlar da tıpkı Kuzeyli ve Güneylilerin başına gelenler gibi olacaktır. Önceleri savaşın kazanılmasına ya da Fed açısından söylersek krizin önlenmesine yardımcı olsa da ilerleyen zamanlarda yüksek enflasyon, varlık balonlarının patlaması, rezerv para olan dolara güvensizlik ve işsizlik olarak geri dönecektir. İşte Fed'in para basmayı durduracak olmasının ardındaki gerekçe bu kadar basittir.

Tarihin tozlu sayfaları kurcalandığında Samuel Upham'ın "Dürüst Sam" olarak bilindiğini öğreniyoruz. Çünkü bu sahte paraları basarken tek düşüncesi vatanseverliğiydi. Fakat yine de sahtekarlık suçundan yargılandı ve ceza gördü. Bugün Fed'in de aynı düşünce ile hareket ettiğine kimsenin şüphesi yok. Hem vatansever, hem de dürüstler... Ne dersiniz; sizce de öyle mi?