29 Şubat 2016 Pazartesi

Paskalya Adasına heykel diken adama Forex çalışanı diyoruz!

Şu aralar finans dünyamızda istihdam sağlayan tek sektör forex. Bir yatırım kuruluşu olarak reklam yapan forex şirketlerinin sayısı giderek artıyor. Demo hesabı ile size forex yatırımını öğretip forex işlemleri yapmanızı bekliyorlar. Sektörün büyüme hızı oldukça yüksek. Fakat ortada bir sorun var: Yatırım yapanlar getiri elde edemiyor.

Yatırım kavramı herkesin bildiği bir kavramdır. Temel bileşenleri risk, getiri ve vadedir. Tüm yatırım enstrümanları risk seviyesini belirlemekle işe başlar. Düşük, orta veya yüksek riskli olduğunu söyler. Sonra getiriden bahseder. Geçmiş veriler ile o yatırım enstrümanında ne kadar kazanılıp kaybedildiğini öğrenebilirsiniz. Mesela yüksek riskli bir enstrümanda bir yıl içinde %20 kaybedildiğini görüp tedbirli davranabilirsiniz. Vade farklılığı ile de getirinin boyutunu daha rahat görürsünüz. Kısacası yatırım denilen şey bu üç boyutu kapsar. Şimdi size bir soru: Her gün onlarcasını gördüğünüz forex reklamlarında bu bilgilerden hangisini öğrenebiliyorsunuz?

Forex şirketleri ne tarihi verileri, ne riskin seviyesini, ne vadeye bağlı getiriyi ne de yatırım tanımı içine girebilecek herhangi bir bilgiyi paylaşırlar. Kısacası forex bir yatırım aracı değildir. Ne aracı olduğunu burada açıklamayacağız elbette. Zaten bunu birçok kişi öğrenmiştir. Mücadelemiz öğrenmeyenlerin acı bir tecrübeyle öğrenmemesi için. Eğer forex yatırımı yapmadan forex işlemlerin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız lütfen okumaya deva edin.

Antropoloji (insan bilimi) adlı bilimin birçok bilim insanına göre şüphesiz en önemli hikayesi 18.yüzyılda keşfedildi. Bir grup denizci Şili açıklarında o zamana kadar bilinmeyen bir ada gördüler. Adaya yaklaştıklarında gözlerine inanamadılar. Gökten inmiş gibi duran devasa heykellerle dolu bu ada insanı şaşkına çeviren bir gizem içeriyordu. Adada taş heykeller haricinde ne tek bir ağaç ne de yeşillik ot vardı. Antroploji biliminin en büyük bilmecesi işte o gün doğmuştu. O ada Paskalya Adasıydı.

Antropologlar iki yüzyıl boyunca Paskalya adasının gizemini çözmek için uğraştılar. Ve sonunda çözdüler. Bu heykeller bir ağacın bile olmadığı bu adaya nasıl dikilmişti?

Hikaye MS beşinci yüzyılda başlıyordu. Bolluk içinde yaşayan adada MS birinci yüzyıla doğru nüfus 10.000 kişiye ulaşmıştı. Güzel evler, tarım arazileri, Paskalya Palmiyeleri ve deniz mahsulleri adanın en önemli zenginlikleriydi. Fakat bir süre sonra tuhaf bir inanç ada kabilelerini ataları anısına taş heykeller dikmeye sevketti. Her dikilen heykel bir öncekinden büyük oluyordu. İnşaat için gerekli olan şey kereste ve halattı. Onları sağlamak için adadaki Paskalya Palmiyeleri tek tek kesilmeye başlandı. Kabileler arası dinsel mücadele o kadar güçlüydü ki heykel yapımı sürekli artıyordu. Ağaçlar azaldıkça adadaki refah da azalıyordu ama kabileler daha fazla heykel yapılırsa tanrıların adadaki refahı geri getireceklerinden emindiler. Sonunda bini aşkın heykel dikilmişti. Ada halkı tanrılardan eski günlerin mutluluk ve refahını bekliyordu. Çünkü onlara en güzel heykelleri yapmışlardı. Ama beklenilen mutluluk ve refah adaya hiçbir zaman gelmedi. Adadaki son Paskalya Palmiyesi de kesilerek heykel inşaatında kullanıldı. Beklenen son da işte o zaman geldi. Adada yiyecek tek bir ot, avlanacak tek bir hayvan ve denizden balık avlayacak tek bir kano kalmadı. Önce liderler, sonra din adamları sonraysa tanrılar suçlandı. Ama sonuç değişmedi. Antropologlara göre insanlık tarihinin en görkemli sefaleti işte o gün gerçekleşti.

Fakat antropologların kafasını kurcalayan bir soru bugün hala geçerliliğini koruyor. Paskalya adasında olanlar, çöküşe neyin sebebiyet verdiği ya da çevre felaketine götüren süreç tam olarak çözümlenmiş durumda. Tüm yanıtlar artık biliniyor. Tarihin en önemli antropoloji hikayesinde bugün çözülemeyen tek bir soru kaldı. O da ne mi: Adadaki o son ağacı kesen adam ne düşünüyordu?

İşte forex denilen yatırım aracı ve o sektöre hizmet adan insan tam da bu hikayede anlatılan şeydir. Paskalya adasında ilerlemeden kaynaklanan tuzağın finans dünyasındaki yansımasıdır. Gizemin değil sıradan insanın yarattığı felakettir. İlerlemenin yarattığı ideolojik bir patolojinin finans piyasasında vücut bulmuş halidir. Zorlayıcı bir inançtan zorlayıcı bir inançsızlığa dönüşün resmidir. Belli kalıplar içinde hareket eden rasyonel insanın seri katile nasıl dönüştüğünün evrimidir. Kendi iç mantığı altında ezilen insanın topluma verdiği zarardır.

Giderek büyüyen Forex piyasasında kendisine iş bulan arkadaşım! Ne düşündüğünü bilmem ama kim olduğunu iyi biliyoruz: Sen adadaki o son ağacı kesen adamsın!

26 Şubat 2016 Cuma

Finans yazarı olmak için sahip olmanız gereken 6 kişilik bozukluğu!

Bugünlerde herkes ekonomi ve finans yazarlığına soyunmuş durumda. Sosyal medyada, bloglarda ve yazılı medyada her gün birçok yorum okuyoruz. Yazıları belli bir takiple okuduğunuzda yazarların yorum ve fikirlerindeki zigzagları rahatlıkla görebiliyorsunuz. Bir gün önce söylediğinin ertesi gün tersini söyleyen, yıllardır kriz gelecek deyip bir türlü istediği krizi getiremeyen, dolar, euro şu olacak deyip bir türlü pariteyi yakalayamayan, Fed faizi arttıracak deyip bir türlü Fed'i ikna edemeyen, Merkez yükseltecek deyip bir türlü Merkez'i "tava getiremeyen" onlarca yazar her gün yorumları ile bizleri aydınlatıyor. Her hatalı yorumdan sonra adeta "öyle dedim ama sor niye dedim" misali eski bir Türk filmi repliğine bürünen sayısız yazarımız var. Yazıları sürekli okuyan insanlar bu kadar yüksek tutarsızlığa gülüyorlardır herhalde. Fakat yazarların sayısı da sürekli artıyor. Ne dersiniz, sizce bu işte bir tuhaflık yok mu?

Var, hem de çok büyük bir tuhaflık var. Tuhaflığın ne olduğunu merak mı ediyorsunuz? Aşağıdaki adımları takip ederek ekonomi yazarlığımızın arkasındaki büyük tuhaflığı siz de öğrenebilirsiniz. Hatta belki siz de bir ekonomi ve finans yazarı olabilirsiniz.

Ekonomi ve finans yazarı olmak için sahip olmanız gereken 6 kişilik bozukluğu:

1- Bilinçli ikiyüzlü olun!
Ekonomiden hiç anlamayan insanlara tüm enerjinizi kullanarak yorum yapıyorsunuz, ne yazık ki makus talih sizi sevmiyor ve yorumunuz bir anda yanlış oluveriyor. Hatayı kabul etmek zavallılığını göstermeyeceksiniz herhalde. Yapmanız gereken davranışlarınızla ahlaki yargılarınız arasındaki çelişkiyi yok etmek. Yani bilinçli ikiyüzlülük. Hani birçok erkek Bill Clinton'u oval ofis fantazisi nedeniyle kınamıştı ya; çoğu aynı fantazi peşinde koşarken. İşte, yapmanız gereken tam olarak budur. Merkez Bankası faizi indirecek dediniz ve indirmedi mi; ertesi gün şöyle yazın: "Yükseltirken beşer beşer yükseltiyorsun; şimdi yarım puan bile indirmiyorsun!"

2- Hatayı kabul et, sorumluluğu reddet!

Yaptığınız yorumda çok ısrarcıydınız ama maalesef tersi mi oldu; mesela şöyle mi dediniz: "Dolar alan yaya kalır!" Sonrasında da dolar çok mu yükseldi. Birçok insan dediğinizi yaptı, elindeki doları sattı ve para mı kaybettiler. Sizi dinleyen yatırımcıların para kaybetmesi önemli değildir. Yapmanız gereken hatayı kabul edip sorumluluğu reddetmektir. Bunun için edilgen cümleleri kullanmakta usta olmanız gerekir. Yani ertesi gün şöyle yazmalısınız: "Tamam, yorumda hatalar yapılmıştır ama benim tarafımdan değil. Fed'in politikaları son derece saçma!"

3- Önyargıyı doğrulama eğiliminizi geliştirin!
Bilgi, mantıklı bir şekilde işlenerek yorum yapılırmış gibi demode yaklaşımları ciddiye almayın. Doğrusu, bilgi inancınızla bağdaşıyorsa doğrudur, işte hepsi bu. Bilim insanları buna önyargıyı doğrulama eğilimi diyor. İnsanlar, inançlarının hatalı olduğunu gösteren kanıtlara bakmaya zorlandığında o kanıtı eleştirmenin, çarpıtmanın ya da dikkate almamanın yollarını ararlar. Yani şu: Yaptığınız yorum hatalı çıktıysa, "Ben düzenbazın tekiyim" demeniz gerekir. Emin olun sizi okuyan ahali de aynen şunu diyecektir: "İşte size dürüst bir ekonomist; bunu itiraf edebilmek büyüklük gerektirir."

4- Görünmez ayrıcalık ilkesi!
Ekonomi yazarı olmak için sahip olmanız gereken belki de en önemli ve gizemli yetenek budur: Görünmez ayrıcalık! İlk kez duyduğunuza eminim. Anlamı şudur: Ekonomiden anlayan insanlar finansal okuryazarlıkları kısıtlı insanlara yorum yaptıkları zaman, kendilerini ayrıcalıklı olarak görmezler. Ayrıcalıkları onlar için görünmezdir. Bu da şu anlama gelir: Hata yaptıklarında ikinci kez düşünmeyi gerekli görmezler. Çünkü sahip oldukları bilgiyi yeterli olarak görürler. Hani ekonomi sınıfında uçanları züppe olarak görürken birden zengin olursun ve kendini o koltuklarda bulursun da şöyle dersin ya: "Bu zavallılarla aynı koltukta uçacak değilim ya!"

5- Bilişsel uyumsuzluk!
Efsanevi sosyolog Leon Festinger'in aşılmaz teorisi Bilişsel Uyumsuzluk ekonomi yazarlığı yolunda senin en yakın dostundur. Hani Festinger kıyametin 21 Aralık'ta kopacağına inanan ve bu yolda tüm servetini harcayan tarikat üyelerini incelediğinde, kıyamet kopmayınca üyelerin şöyle dediğine hayretle şahit olmuştu ya: "Çok dua ettik ve kıyamet kopmadı." Yani Festinger şunu söyler: Birbiriyle uyumsuz iki biliş zihinsel huzursuzluğa sebep olur ve insanlar bunu azaltmanın bir yolunu buluncaya kadar huzur bulamazlar. Mesela dolar artacak dediniz ama düştü mü; ertesi gün şunu yazın: "Piyasa tepkisi çok sert oldu ve dolar düştü!" İşte hepsi bu, artık huzurlusunuz.

6-Erdemli döngüyü kurun!
Bu kavram bilimin en yeni kavramlarından biridir. Bu çağda iyi bir ekonomi yazarı erdemli döngüyü kurma yeteneğine sahip olmalıdır. Yani şudur: Okuyucuya alçakgönüllü bir saygı sunarak kendinizi kabul ettirmek yerine okuyucunuzun size bir iyilik yapmasını sağlayın. Mesela yazınıza saçma sapan, hilkat garibesi misali yorumlar yapan andavallara siz de şöyle cevaplar verin: "Çok doğru!.. Çok haklısınız!.. Ben bunu düşünememiştim!.." Artık erdemli döngüyü sonsuza dek kurdunuz demektir; bir ton aptal okuyucuya sahipsiniz.

Kısaca şunu demek istiyoruz. Tek bir doğrusu olmayan hiçbir konu uzmana bırakılamaz. Bu da şu anlama gelir: Cinsel sorunları olduğunu söyleyen kadınlar üzerinde yapılan bir araştırmada, Viagra aldıklarını söyleyen kadınların %41'i libidolarının güçlendiğini söylemişti. Oysa Viagra yerine şeker hapı verilen ama Viagra verildiği söylenen ikinci gruptakilerin ise %43'ü libidolarının güçlendiğini ifade etmişti.

Ne mi demek istiyoruz; ekonomi yazarı da Viagra aldığını sanan kadın gibi düşünür. O nedenle en fazla heyecan yaratan organ her zaman beyindir!

21 Şubat 2016 Pazar

Üniversiteden mezun olan genç finansçıya bari bu yazıyı okutun!

Ülkemiz finans piyasası gelişmiş ülke piyasalarından bir konuda giderek daha fazla ayrışıyor. Piyasalar, yatırımcıların varlıklarını arttırıp zengin ettikleri yerler olarak bilinirken biz de tam tersi. Adete yatırımcıları fakirleştiren bir yapı olarak hizmet ediyorlar. Piyasalardan getiri elde eden bir yatırımcı bulmak neredeyse imkansız.

Hisse senedi portföylerini yönetenler enflasyon oranında bir getiri bile yakalayamazken, yatırımcıları sürekli alım satıma yönlendirerek kendi karlarına kar katıyorlar.

Eleştirilen bir diğer piyasa oyuncusu yatırım fonları. Şimdilerde buna emeklilik fonları da eklendi. Yönetim ücretleri piyasa getirilerine göre son derece yüksek seviyede. Fon yatırımcıları hiçbir şey kazanamazken bu fonları yönetenler zahmetsizce getiriler elde ediyor. Serbest fon mantığı zaten yok... Yani fon piyasamız da hisse senedi piyasamız gibi yatırımcıyı değil yöneticiyi zengin ediyor.

Son dönemlerde yöneticiyi zengin eden bir diğer yatırım aracı forex. Yatırımcının tüm parası kısa bir süre içinde yöneticinin cebine giriveriyor. Nefis bir pazar; yatırımcı açısından değil ama.

Aklınıza gelecek diğer yatırım enstrümanlarında da aynı durum. Yönetenler yatırımcılardan daha fazla kazanır durumda. Büyük bir çelişki. Üstelik de çok üzücü. Üniversitelerden mezun olup finans dünyasına atılan genç finansçılarla konuşurken bu çelişkiyi tüm yönleriyle anlıyorsunuz. Büyük hayallerle finans sektörüne atılan genç finansçılar bu durumdan son derece mutsuzlar. Birçoğu geç olmadan başka bir sektöre geçmeye çalışıyor. Finans sektörümüz tam bir değirmene dönmüş halde. Onca bilgiyle üniversitelerden mezun olan genç finansçılardan sektörün beklediği tek şey müşterinin parasını yöneticinin parasına en kısa sürede dönüştürme becerisi...

Finans sektörüne girmeyi düşünen biriyseniz ya da hala bu sektörün ne olduğunu tam olarak anlamadıysanız çok açık şekilde yeniden anlatalım. Daha iyi anlamak istiyorsanız beyninizdeki incir yapraklarını birkaç dakikalığına lütfen kaldırın.

Ekonomist P.G.Moffatt ve S.A.Peters, fahişelik hizmetleri ile ilgili geri bildirimleri kaydeden "Punternet" adlı internet sitesini incelerler. Fahişelere, seks hizmeti karşılığı ödenen paraları detaylı bir analize tabi tutarlar. Ulaştıkları bulguları "Pricing Personal Services" adlı makale ile duyururlar. Sonuçlar gerçekten çarpıcıdır.

Moffatt ve Peters yaptıkları araştırmalarda, fahişelik hakkında bilinen en önemli gerçeği ters yüz eden bir sonuca ulaşırlar. Fahişelerin hizmetleri karşılığı tahsil ettikleri ücretleri inceleyen ekonomistler, çirkin fahişelerin güzel fahişelerden daha yüksek ücret aldığını tespit ederler. Yani başka bir deyişle, erkekler çirkin fahişelere güzel ve çekici olanlardan daha yüksek ücret ödemektedir. Bu sonuç hiç rasyonel değildir, ama gerçektir. Peki ama neden? Neden çirkin fahişelere güzel olanlardan daha fazla ücret ödenmektedir?

Ekonomistler Moffatt ve Peters sorunun yanıtını bulmak için araştırmaya devam ederler. Fiyatları ve geri bildirimleri detaylı olarak yeniden inceleyip fahişelerle görüşmeler yaparlar. Sonunda sorunun yanıtına ulaşırlar: Çirkin fahişeler, müşterinin tekrar geleceğini düşünmedikleri için alabildikleri en yüksek ücreti almaktadırlar. Öte yandan çekici fahişeler müşteri memnuniyetini düşünerek fiyatı belli seviyelerde tutmakta ve müşterinin tekrar kendilerini tercih etmesini beklemektedirler.

Finans sektöründe çalışan, çalışmayı düşünen ya da sektörü uzaktan anlamaya çalışan arkadaşım, sözü uzatmaya hiç gerek yok. Bu piyasa yukarıda okuduklarından farklı bir şey değildir. Çirkin fahişelerin yüksek ücret alması gibi bir mantıkla işler. Amaç müşteriden alınabilecek en yüksek ücreti almaktır. Çünkü müşterinin yeniden gelip gelmeyeceği kimsenin merak ettiği bir soru değildir. Kimsenin umurunda da değildir.

Unutulmamalıdır ki, iyi işleyen bir piyasada, müşteri memnuniyetini arttıran her bir özellik bir fiyat artışı sağlamalıdır. Bu prensip işlemiyorsa elde edilen gelirler gerçekçi değildir. Tıpkı bizim piyasalarımızda olduğu gibi.

Piyasalarımız maalesef böyle. Olan büyük hayallerle üniversiteyi bitiren genç finansçılara oluyor. Elimizden gelen tek şey bu: Üniversiteden mezun olan genç finansçıya bari bu yazıyı okutun!

8 Şubat 2016 Pazartesi

Piyasa sisteminin Aids virüsü: Girişimcilik!

Son yılların en tehlikeli virüsünü yaratmış durumdayız. Girişimcilik adındaki bu virüs okuma yazma bilmeyen ev kadınından üniversiteyi dereceyle bitiren bilgisayar mühendisine kadar herkesin zihnine enjekte edilmiş durumda. Her yerde bir girişimcilik furyasıdır gidiyor. Güya herkes iş sahibi yapılacak. Yaratıcı fikirlerini azimle birleştiren tutkulu insanlar başarıya ulaşarak dünya çapında şöhrete kavuşacak. Devlet kurs veriyor, üniversiteler seminer veriyor, akademisyenler ders veriyor, kurumlar kongre düzenliyor. Tam bir şenlik havası... Girişimciliğin ne olduğu konusundaki cilalı tanımları okuyunca hemen girişimci olasınız geliyor: Düşünceyi paraya dönüştürme becerisi... Yeni fırsatlar yaratabilmek amacıyla üretimin girdilerini örgütleme yeteneği... Yeni bileşimler yaparak mevcut ekonomik düzeni yıkmak... Ve daha birçok parlatılmış laf. Girişimci kimdir derseniz: Özgün fikirli, hedef koyan, kararlı, vizyonel, tutkulu, yılmayan insan. Çok açık söylüyoruz, bunların hepsi palavra. Girişimcilik diye sunulan şey piyasanın en büyük aldatmacası. Kandırılıyorsunuz. Girişimcilik adına yapılanların neredeyse hepsi saçmalık. Neden mi?

Araştırmacı Saras Sarasvathy yukarıda belirtilen özelliklere sahip 45 girişimci üzerinde bir çalışma yapar. Bu başarılı girişimciler özgün fikirli, hedefleri olan, vizyonel, tutkulu ve yılmayan insanlar olarak önemli yerlere gelmiş ve büyük paralar kazanmış kişilerdir. Her biri en az 15 yıllık deneyime sahip ve en az kurdukları bir şirketi halka arz etmişlerdi. Başarılı girişimcinin açık tanımı gibiydiler. Sarasvathy bu kişilere varsayımsal bir iş kurma senaryosu sunarak uzun görüşmeler yaptı. Yüzlerce sayfalık notlar aldı. Ulaştığı sonuçları başka şirketlerin yöneticileri ile karşılaştırdı. Yine yüzlerce sayfalık raporlar oluşturdu. Tüm verileri inceleyince o güne kadar kimsenin fark edemediği bir gerçeğe ulaştı: Girişimcilik denilen kavramın bir palavra olduğuna.

Nasıl mı?

Girişimcilerin özgün bir fikre sahip olması gerekiyordu. Ama ulaşmak istedikleri noktanın ne olduğu tam bir muammaydı. İlerlerken kullandıkları araçlar da bunu açıkça gösteriyordu.

Girişimcilerin açık hedefleri olmalıydı. Ama hedef koymaya hepsi dudak bükmüştü. Neredeyse hiçbiri bir iş planı oluşturmayı veya pazar araştırması yapmayı istememişti.

Girişimcilerin vizyonel olması gerekiyordu. Ama düşünce yapıları, kafasında bir yemeği canlandıran, sonra da mükemmel malzemeler arayan üst düzey aşçılar gibi değildi. Daha ziyade buzdolabında ne var diye göz atıp ne yemek yapabileceklerine bakan sıradan insanlar gibiydi.

Girişimcilerin tutkulu ve yılmayan insanlar olması gerekiyordu. Ama varış noktasını sürekli değiştiren gevşek insanlardı.

Saras Sarasvathy girişimcilik denen şeyin tam bir aldatmaca olduğunu ortaya çıkaran ilk kişiydi. İşsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin ve hayalperestliğin piyasa sistemi içinde nasıl enjekte edildiğini gösteren ilk kişi... Gerçek girişimcilik nedir derseniz, herhalde filozof Martha Nussbaum'un açıklamaya çalıştığı şeye yakındır: "Bir mücevherden çok bir bitkiye benzer olmaya dayalıdır; çok kırılgan, ama tam da o özel güzelliği kırılganlığından ayrılamaz olan bir şey..."

Özetle söylemek gerekirse girişimcilik diye anlatılan şeylerin tamamı palavradır. Girişimcilik safsatası öyle tehlikeli bir boyuta gelmiştir ki, hayattaki başarısızlığın ilk adımı haline dönüşmüştür. Suçu sisteme değil de size yükleyen sinsi bir araç. Kısaca piyasa sisteminin aids virüsüdür bir bakıma; düşünme yetisi sınırlı maymun benzeri bir canlıdan bulaşan, zevkle bir diğer kişiye aktarılan!

7 Şubat 2016 Pazar

Bankalar çok kâr ediyor fenomeni!

Her üç ayda bir ekonomi gündemimizi meşgul eden konulardan biri bankaların çok kar elde etmesi meselesi. Konu adeta bir fenomen haline dönüştü. Elde edilen karın yüksekliğini eleştiren ve bu karın normalliğini savunan iki taraf var. Bir de konuyu kendisine göre yorumlayan kalabalık bir kitle. Tarafların argümanlarını dinlediğiniz zaman bir şeyin gözden kaçtığını fark ediyorsunuz. Ne karı eleştirenler ne savunanlar ne de uzaktan görüşlerini bildirenler gerçeği tam olarak kavrayamamışlar. Aslında tüm mesele sıvı yasağı nedeniyle uçağa alınmayan bir şişe suda saklı. Nasıl mı?

Uçaklarda sıvı kısıtlamasının yeni başladığı günlerden biriydi. US Airways adına çalışan bir pilot, Elwood Menear, 13 Ocak 2002'de Philadelphia Havaalanına giriş yapıyordu. Yapılan kontrolde çantasında "1 şişe su benzeri" bir şeye rastlandı. Kurallar gereği bunu bırakması istendi. Elwood kuralları biliyordu ve pek rahatsız olmadı. Görevli suyu alırken Elwood görevliye doğru eğilerek bir şeyler fısıldadı. Söylediği tek cümle söz işini kaybetmesine ve tutuklanmasına sebep oldu. Dava aylar sürdü. Elwood US Airways'deki en akıllı pilot muydu bilmiyoruz ama gerçeği kavrayabilme yeteneği en gelişmiş pilot olduğu açıktı. Bugün bile havacılık sektörü Elwood'a henüz cevap verebilmiş değildir. Aylar süren hukuki kavgalara sebep olan Elwood ne mi demişti? Aynen şunu: "Niçin bir şişe su nedeniyle kaygılanıyorsunuz ki, ben istersem uçağı düşürebilirim."

Bankaların çok kar elde etmesi meselesine yeniden geri dönelim. Bankaların elde ettiği karın neredeyse tamamına yakını verilen kredilerin içinden alınan faiz ve komisyonlardan elde edilir. Havale ve hesap ücretleri benzeri bankacılık hizmetlerinden elde edilen karlar toplam kar rakamı içinde son derece önemsiz durur. Her çeşit krediler, kredi kartları ve overdraft hesaplar benzeri kredi işlemleri sonrası açılan krediler karşılığı alınan faiz ve komisyonlar bankaların karını oluşturur. Yani elde edilen gelir ticari şirket mantığıyla yapılan bir işten değil, merkez bankalarının asli görevi olan para basmayı bankalara devretmiş olması nedeniyle yapılan işten elde edilmektedir. Elde edilen gelirler tümüyle para yaratma sürecinin karşılığı olarak alınmaktadır. Bir bakıma müşterilerin kendi paralarına dokunulmaz. Verilen kredi üzerinden komisyon ve o kredinin işletilmesinden elde edilecek gelir üzerinden faiz alınır. Şimdi meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturalım.

Bir ekonomi düşünün, bir yıl içinde kredi kartlarıyla 500 milyar liralık harcama yapıyor. Bireysel kredi ile yaptığı harcamalar 300 milyar liranın üstünde. Şirketlerin kullandığı krediler ise neredeyse 1 trilyona yaklaşıyor. Kısaca söylemek gerekirse ekonomi krediyle yürüyor hale gelmiş. Harcamaların neredeyse tamamı bankalar tarafından yaratılan krediler ile yapılıyor. İşte, bankaların elde ettiği kar da bu krediler üzerinden alınıyor.

Şimdi basit bir düşünce deneyi yapalım. Bankalar tüketici kredilerinden yeterli faiz alamıyorum diye bu tür kredileri azaltsa, kredi kartlarından aidat geliri elde edemiyorum diye kart vermeyi durdursa, ticari kredilerden alınan komisyonlar tatmin etmiyor diye bu tür kredileri yavaşlatsa sizce bu ekonominin hali ne olur?

Fazla düşünmeye hiç gerek yok. Yanıt Elwood'un sözlerinde saklı. "Niçin bir şişe su nedeniyle kaygılanıyorsunuz ki, ben istersem uçağı düşürebilirim."

İşte, tüm mesele budur. Bankaların yarattıkları para karşılığı elde ettikleri gelirler nedeniyle eleştirilmeleri hatadır. Buradaki dengenin ne olacağına karar verecek olanlar yine onlardır. Çünkü ekonominin pilotu artık bankalar ve isterlerse uçağı düşürebilirler.