27 Kasım 2013 Çarşamba

Sizin işinizi en iyi patron bilir!

Şirket içi eğitim sektörü her gün biraz daha büyüyor. Şirketler çalışanlarını eğitmek için giderek daha fazla para harcıyor. Çünkü çalışanlara öğretilen bilginin geçerlilik süresi oldukça kısa. Kısa sürede demode oluyor, etkisini yitiriyor ya da daha gelişmiş bir versiyonu piyasaya sürülüyor. Bilgi adeta bir cep telefonu gibi sürekli daha gelişmiş bir modelini geliştiriyor. Üstelik şirket içi eğitimlerde sunulan kişisel gelişimden satış tekniklerine kadar birçok bilginin iş hayatı dışında bir kullanım alanı da bulunmuyor. Fakat bu bilgi o kadar iyi bir fabrikasyonla dizayn ediliyor ki hatalı, eksik ya da tutarsız olduğunu söyleyebilmek gerçekten çok zor. İspat yükümlülüğü daima karşı tarafa bırakılıyor. Öyleyse gelin şimdi şirket içi eğitimlerde sunulan bilginin bu gizli doğasını çözümleyelim. Bu bilgiler çalışanlara neden öğretiliyor dersiniz?

Bilgiyi bazen bir bileşim, bazen bir sentez, bazen de bir gerilim olarak kullanan şirket içi eğitim kültürü daima değişen bu moda bilgiyi üstün bir konuma getirmiştir. Bunun dışındaki her türlü bilgiye aşağı bir bilgi gözüyle bile bakılmaz; bilgi olmadığı düşünülür. Hurafe, inanç ya da önyargı sınıfına sokulur. Diyelim ki öğretilen, bir müşteriye "siz" diye hitap etmeniz gerekliliğidir. Karşılığında "buna her zaman gerek yok; başka hitap şekilleri de var" dediğinizde size aptalmışsınız gibi bakılır.

Bilginin antikçağdan beri gelen "açıkseçiklik" nosyonu tahrip edilerek yerine karmaşık prosedürler getirilmiştir. İki kişi arasındaki iletişimin doğal çıktısı olan içtenlik bile kavga anında zoraki gülümsemeye döndürülmüştür. Yani bilgi beden, ruh ve kişiye bağlı halinden arındırılarak tamamen şirket amaçlarına yönelik hale getirilmiştir. Böylece evrensel olduğunu ileri sürer ve araçsal bir nitelik kazanır. İyi, güzel ve içten gibi kavramlarla ilişkisini ortadan kaldırarak kolayca hesaplama ve maksimumlaştırma gibi şirket gelirinin arttırılmasına yönelik iki hedefe yönelir.

Daima uygulamanın içine yerleştirilmesini ister. Mesela verilen birkaç saatlik satış eğitimi sonrası herkesin bir beyin cerrahı gibi ameliyat yapmasını bekler. Danışmanı iyi dinler ve mükemmel bir kavrayış gösterirseniz bilginin bedenin içine yerleşeceği sanılır. Yerleştiremeyenlerin tembel muhalifler olduğu düşünülür. Birkaç saatte beyin cerrahı yetiştirme fikrinin ne kadar gülünç olduğu görmezden gelinir. Bunun bu kadar kısa sürede nasıl olacağını sorduğunuzda alacağınız yanıt istemenizin yeterli olacağıdır.

Bilgi tamamen bireyseldir. Usta ile çırak, öğretmen ile öğrenci, anne ile çocuk gibi hiyerarşik bir şekilde iletilmez. Eğitmeni dinler ve mükemmel şekilde kavrarsanız hayata geçirmek için başkaca birine ihtiyaç duymazsınız. Böylece kişiyi herhangi bir otorite önünde eğilmeden bilgi sahibi yaptığını söyler.

Bu tür bilgi şirket sahipleri tarafından fonlanan bir özelliğe sahiptir. İşyeri ve çalışanlar bu bilgi vasıtasıyla sürekli bir denetim altında tutularak sadece patronun otoritesi güçlendirilmekle kalmaz, işçilerin direnme becerileri de sınırlanır. Bu yaklaşım işyeri bilimini yaratan F.Taylor'un "sizin işinizi en iyi patron bilir" şeklindeki düşüncesinden başka bir şey değildir.

Bu tür bilginin başarı yaratma kapasitesi sınırlıdır. "Uyguladım, çok başarılı oldum" diyen bir kaç çalışanın sınırlı artçı eylemlerinden başka bir başarı yoktur ortada. O nedenle de bilgi sürekli yenilenme ihtiyacı hisseder. Satış eylemi yüzyıllardır aynı formunu korurken satış eğitimlerinin neredeyse her hafta değişik bir yaklaşımla sunuluyor olması başka nasıl izah edilebilir ki?

Artık bilgi güçlülerin, tepedekilerin ve patronların bilgisidir ve çalışanların bu bilgi dışında sahip oldukları tüm bilgiler değersizdir. Yükselme, statü ve terfi gibi hedefler de bu bilgiye sahip olanlara dağıtıldığı için çalışanların bu bilgiyi kabul etmekten başka seçenekleri yoktur. Ama unutulmamalıdır ki bu bilgiyi benimsemeye iten gönüllü girişimciliğimiz değil geleceğe yönelik içinde bulunduğumuz belirsizliktir. Aslında bu noktada yanıtlanması gereken tek soru var: Neden bu tür geçici bilgiler zihnimizde kolayca kabul görür?

Bu sorunun yanıtını ayrıntılı verecek değiliz. Merak edenler İngiliz nörolog Oliver Sacks'ın "Karısını şapka sanan adam" kitabını okuyabilirler. Ama kısaca yanıtlamak gerekirse bu durum bir sağ yarımküre sendromudur ve kişilerin bu anomaliyi farketmesi kolay değildir. Kısaca nörolojik işlev yetersizliği...

Eğer şirket içi bir eğitime katılır ve size öğretilen bilgilerden bu sebeplerle tiksinti duyarsanız şunu bilmeniz belki biraz acınızı hafifletebilir: Sizin işinizi en iyi patron bilir!

25 Kasım 2013 Pazartesi

Ne olur bu yazıyı 1 milyon kişi okumasın!

Okumadığı söylenen halkımıza bir milyon başarı kitabı satabilmek zor iş olsa gerek. M.Sekman'ın "Her şey seninle başlar" adlı kitabı bir milyon kişi tarafından okunduğu söyleniyor. Kitabın okunmadığı bir ülkede bu rakam oldukça yüksek. Kitabı herkesin okuduğunu varsayarak içinde ne yazdığını geçiyoruz. Kitabın diskografi'sine göz attığımızda kitabın bir seviye sorunu olduğu kolayca anlaşılıyor. "Psikolojik Red Bull Kitabı" ve "Kişisel performansa dayalı işlerle uğraşanların şarj kitabı" gibi cinsel gücü arttırıcı tablet reklamını çağrıştıran klişeler karşınıza çıkıyor. Karaman ilinde öğrencilere dağıtılan kitabın üniversite sınavında başarı oranını arttırdığı üzerine hiç de bilimsel olmayan bir ampirizm ile kitaba sahte bilimsellik yükleniyor. Aslında bunların hepsi bir kişisel gelişim kitabından beklenen şeyler. Fakat burada üzerinde durmak istediğimiz asıl konu, güven. Yani hem bu kitapları yazanlar hem de okuyanlar kitaplardaki hikayelere nasıl güvenebiliyorlar ve bu hikayeler üzerine yapılan çıkarımların geçerli bir model olabileceğini nasıl düşünebiliyorlar?

Kişisel gelişim pazarının avuç ovuşturtan hacmi batı rasyonalitesinin hegemonyasını diğer düşünme biçimlerini marjinalleştirecek bir burnu büyüklüğe sokmuştur. Yani öfke, zevk, acı ve bu kitapta anılan başarı disipline edici eylemin bir alanı haline getirilirler. Böylece disipline edici eylem sağduyuya dayanan anlayışlar üzerine kurulu stratejiler biçimine çevrilir. Bunu yaparken sektörün amacı ekonomik ve siyasi adaletsizliğin insanlar tarafından fark edilmesine mani olmaktır. Disipline edici eylem, ki bu kitapta başarılı olmak şeklinde ele alınmıştır, farklı insan gruplarının odağına sokularak insanlarda, eğer eylem disipline edilirse ekonomik ve siyasi adaletsizliğin ortadan kalkacağı sanrısı yaratılır. Bir diğer görmezden gelinen bilimsel gerçek ise öfke, zevk ve acı gibi kavramların aklın işleyişinden tamamen ayrı olmasalar da akıl tarafından kolayca disipline edilemeyecekleridir. Fakat bu da es geçilir.

Kitabın arka kapağındaki "Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır" önerisini ele alalım. Son derece masumane ve ilham verici; ama gerçekte ne anlatıyor dersiniz? Yeni bir hayat ne demek? Kimin için, hangi koşullarda, ne zaman ve neye veya kime karşı daha iyi bir hayattan söz ediyoruz. Ya yeni bir akıl ne demek oluyor? Biz de şu anda eski akıl varsa bir neredeyiz? Eğer beğenilmeyen akıl bizdeyse yine de onu yenilemeli miyiz? Bu sahte akıl bizde yer ettiyse yeni bir akla bu tür kitaplardaki hikaye retoriği ile erişebilir miyiz?

Tüm bu sorular, kişisel gelişim sektörüne duyulan güvenin sınırlı ve taraflı doğasını bilmeden yanıtlanamaz. Bunu öğrenmek için de kişilerin öncelikle kendini haklı görme huzurundan vazgeçmesi gerekir. Tüm kişisel gelişim gurularının her şeyin başının mükemmel kavrayış olduğunu gizli gizli vurgulayan tutumlarında eksik olan bir şey vardır: Mükemmel kavrayış hayatı yaşamaktan çok kolaydır!

Fakat akıl üzerine ne söylersek söyleyelim aklın gücü çoğu zaman insanların inanmak istediği şeyler karşısında çaresiz kalır. Hikayelerin uç uca eklenmesiyle elde edilen kolaj benzeri olumsallıklar, kişilerin özgüllüklerinin göz ardı edilerek herkesin tek tipmiş gibi düşünülmesi, tüm kozların olumsallığa oynanması aklın yerinden oynatılması sonucunu doğurur. Evrensel hakikatleri oluşturan büyük anlatı ve hikayeler kullanıldığında karışık çakışma alanlarının iyi tanımlanması gerekir. Bunun için de kişilerin psikoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi alanlarda bilimsel eğitim almaları beklenir. Fakat kişisel gelişim gurularında görüdüğümüz hep bunun tersidir. Bazen bir asker, bazen bir hukukçu çıkar karşımıza. Yıllar önce bu mesleklerden ayrılanlar şirketlerde ya personel şefi ya da depo amiri olurlardı. Şimdilerde ise kişisel gelişim gurusu oluyorlar.

M.Sekman'ın başarı dediği ama tanımını pek iyi yapmadığı; açıklamalardan paraya ve mutluluğa tahvil edilebilen kazanımlar olduğu anlaşılan konudaki sözlerine baktığımızda ilginç bir açıklamasını görüyoruz. Kendisine son derece açık bir soru soruluyor: "Bazı insanlar başarıyı düşünmeden başarılı olmuşlar (Livaneli, Tolstoy, Dostoyevski). Ne düşünüyorsunuz?"

M.Sekman bunun mümkün olamayacağını söylüyor ve ekliyor. "Bu insanlara basit bir soru sorarak çok şeyi anlamak mümkündür. Issız bir adada tek başınıza yaşasaydınız, yine de bunları yapar mıydınız?"

Dikkat edilirse konu hemen imkansız bir zemine çekilerek sulandırılmış ve doyurucu bir yanıttan kaçınılmış. Öyleyse bu güzel soruya yazarın veremediği yanıtı biz verelim. Uygarlık tarihinin en büyük psikologlarından Viktor Frankl Auschwitz toplama kampında geçirdiği üç yılda annesini, babasını, kardeşini ve eşini gözlerinin önünde yitirmişti. Viktor o anda ıssız bir ada ne kelime, dipsiz bir kuyudaydı adeta. O acı yıllarında gördüklerini anlatan fazla uzun olmayan bir kitap yazmıştı. Kitabı okuduğunda o kadar berbat bulmuştu ki isimsiz yayınlanmasına karar vermişti. Kitabın başında şöyle diyordu Viktor: "Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Başarı, büyük bir davaya kişisel adanışın amaçlanmayan bir yan etkisinden başka bir şey değildir."

Eğer bugün bir kişisel gelişim kitabı okunacaksa dünyanın en etkili 10 kitabından biri olarak kabul edilen ve Viktor Frankl'ın ıssız adadan daha beter bir yerde yazdığı "İnsanın Anlam Arayışı" kitabı yetip de artacaktır.

Basit bir çıkarımla son noktayı koyalım. Eğer bir kişisel gelişim kitabı bu ülkede bir milyon kişi tarafından okunuyorsa artık geriye istenebilecek tek bir şey kalmıştır: Ne olur bu yazıyı 1 milyon kişi okumasın!"

24 Kasım 2013 Pazar

200 günlük ortalama ile bu boru patlamaz!

Ekonomi basınının gelişmesiyle birlikte piyasa uzmanlarının da sayısı artıyor. Artık hangi ekonomi kanalını açsak, piyasalarla ilgili hangi internet sitesini tıklasak karşımıza bir uzman çıkıyor. Birçoğu şirket çalışanı; kendi ifadeleriyle söylersek piyasa profesyoneli. Yani insanlara bir taraftan şunu alın, bunu satın derlerken; bir taraftan da kendi şirketleri için alım satım işlemleri yapıyorlar. Piyasa dinamikleri açısından son derece tehlikeli bir durum. Dünyada da belli ölçülerde ses çıkarılmadığı için piyasa profesyonellerinin televizyon ve gazetelerin kadrolu yorumcusu olmasına karışılmıyor. Peki ama bu profesyoneller gerçekten yetenekli insanlar mı? Söylediklerine ne kadar güvenebiliriz?

Öncelikle profesyonellik kavramına açıklık getirelim. 20.yüzyılın fenomenlerinden olan profesyonelleşme basitçe şu anlama geliyor: Bir iş için kapıda bekleyen 100 kişi varsa, bu kişilerden neden farklı olduğunuzu göstermeniz gerekir. İşte kendinizi bu tanımlama şeklinize profesyonellik deniyor.

Bizim piyasa profesyonellerimizin özgeçmişlerine baktığımızda profesyonellikleri belli akademik dereceleri elde etmek için ortaya koydukları bilimsel tezlerle sınırlı. Bu tezleri okuduğunuz zaman hiçbir şey anlamazsınız. Karmaşık matematik ile sağlanan denklemsel çözümlemeler ve bunlar üzerine yapılan buram buram abartılı bilimcilik kokan çıkarımlar. Yazdıklarını herkesin anlamasını bekliyorlar belki ama ne kastetmiş olduklarına dair muğlak bir sezgiden başka bir şey varsayamıyorsunuz. Kullanılan karmaşık sözcük dağarcığının ekonomi bilimi açısından hiçbir şey ifade etmediği açıktır. Ayrıca abartılı matematik için filozof Barbara Ehrenreich'in yorumu düşündürücüdür: "Bu karmaşık matematik, profesyonel yönetici sınıfın üyelerinin çocukları kadar kapsamlı bir hazırlıktan geçmemiş daha az varlıklı kesimleri dışarıda tutmak için bir engel olarak kullanılır." Eğer gerçek buysa durum daha da vahim... Özetle, tüm bu karmaşık tezlerle geri kalan 99 kişiye eleyen kişilere piyasa profesyoneli diyoruz.

İş, profesyonellerin akademik düzeydeki parlaklıklarını piyasaya aktarmaya geldiğinde büyük bir akıl sıçraması karşımıza çıkar. O karmaşık teorileri ortaya koyan dahi(!) gitmiş, yerine basit bir hikaye üzerine finansal astroloji ekleyen uzman gelmiştir. Mesela bugün okuduğumuz şu yorumda olduğu gibi: "Demokrasinin standartları yükseltilmeli. Bist teknik olarak dikkat edilmesi gereken 200 günlük hareketli ortalama 77,700 ve 75,500, bu destekler kırılmamalı. Kırıldığı anda kısa vadeli yükselen trend bozulur." 13-15 yaş grubundaki çocukların münazara sınıflarında yapabilecekleri bir çıkarım ve üzerine teknik analiz, yani bilimsel falcılık.

Tüm piyasa yorumcuları aynı formülü kullanır: Basit bir politik yorum ve üzerine ayrıntılı teknik analiz. Bu davranış şekli, belirli bir bilginin tekelleştirilmesi ve bilginin sıradan insanın erişemeyeceği gizemli bir hale getirilmesidir. Astroloji ve matematiğin bilişiminin ne işe yarayacağı konusunda birbirine bakan sıradan insana da "bu çıkarım nasıl yanlış olabilir; baksana ne kadar teknik ve anlaşılmaz" açıklaması yapılır gibidir.

Bir ekonomi ya da piyasa yorumcusunun sıradan insanın ne olur biteceğini anlayabilmesi için yorum yapması gerekmez mi? Burnu büyüklükle sunulan bu teknik jargona gerek var mı?

Aslında ekonomi bilimi oldukça basit bir işleyişe sahiptir. Mutfağınızda bir su sızıntısı varsa gelen tesisatçıdan aklını ve mesleki bilgisini kullanarak sızıntının kaynağını bulmasını beklersiniz. Bunun dışında herhangi bir öneriyi asla kabul etmezsiniz. Eğer bizim ekonomi yorumcularımızı patlayan bir boruyu tamir etmek için eve çağırıyorsanız şu yanıta hazır olmalısınız: "200 günlük su hareketlerinizin ortalamasına bakıldığında, biraz dikkat ederseniz bu boru patlamayabilir..."

İroni, karamizah ya da ne derseniz işte o. Fakat bir şey çok önemli. Sıradan insana karmaşık gelen bu ifadeler sanki herkesin anlaması gerekiyormuş gibi yayılmaya başladığında aklın terk edilmesi başlıyor demektir. Sıradan insanları, yalnızca yorumcuların bakış açılarına teslim etmek ve bekledikleri doğruyu verememek daha büyük bir maliyet olarak karşımıza çıkacaktır. O andan sonra sıradan yatırımcının yapacağı tek bir şey vardır artık: Daha güzel gülümseyene güvenmek!

Güzel gülümseyen birini bulamıyorsanız o zaman da şu yorumu hatırlayın: "200 günlük ortalama ile bu boru patlamaz!"

21 Kasım 2013 Perşembe

Şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım!

Bugün artık bir iş edinebilmek için birçok sınava girmeniz gerekiyor. O işte usta olmanız, üniversite bitirmeniz ya da babanızın nüfuzlu bir olması yeterli görülmüyor. Mutlaka o işin gerektirdiği sınavı başarmak lazım. Böyle olunca da gençlerin hayatı sınav haline geliyor. Maalesef gençlerin tüm hayatları artık sınavlara bağlı. Nedense bu durumu herkes içine sindirmiş gözüküyor. Sınavlarda adil olunduğu sürece sorun yok gibi. Peki ama gerçekten öyle mi? Sınavlar hayatın gerçeği mi olmalı?

Sınavlara yönelik entellektüel öğrenme tarzı birçok bilginin edinilmesini sağlar. Fakat sınavlara yönelik çalışan kişiler üzerinde yapılan araştırmalarda entellektüelliğin ilk şartı olan soru sorabilme yeteneğinin olmadığı görülüyor. Yani sınavlara yönelik çalışma tarzı benimseyenler o konu hakkında soru sorabilme yeteneksizliği içindeler. Sınavlarda sorulan tüm soruları bilseler de düşünme yeteneğinin temel taşı olan soru sorabilmeyi maalesef becerememektedirler. Bunun sebebini anlamak zor değil. Sınava yönelik çalışmalarda kişiler yanıt üzerinden soruyu çıkarsamaya çalışırlar. Yani herhangi bir yanıt olmadan soru sorma yeteneği kaybolur.

Tüm sınavlar genellikle kısıtlı süreler içinde yanıtların verilmesini ister. Böylece kişinin gerekli entellektüel süreçleri geçirmeden ani bir tepkisel mekanizma ile yanıtları bulması gerekir. Yani bu kısa süre düşünme değil tepki zamanıdır. O nedenle de sınavları en doğru düşünenler değil, en çabuk doğru tepkiyi verenler kazanır. Doğal olarak işleri de onlar kapar. Sınavlarda bilme kavramının tek açıklaması doğru şıkkı görmektir. Çözümleyici düşünceden eser yoktur. Çözümleyici düşünenler maalesef soruları yetiştiremeyerek en düşük puanı alıp utanç yaşayanlardır.

Sınavlardaki başarısızlık kişilere ve çevresindekilere acı verse de bu huzur dolu bir acıdır. Çünkü sınava katılan kişiyi izleyen seyirciler (ailesi, arkadaşları vs.) için sınav bir toplumsal ayin hatta bir kurban etme törenidir. Kişinın sınavdaki başarısızlığı tanrılara kurban vermek gibi bir algılama yaratır. Başarısızlığın bu kadar huzur verdiği başka bir yer yoktur herhalde.

Sınavlar iş hayatında yükselmenin en seçkin biçimi olarak kabul edilir. Sınavlar ne kadar saçma, gereksiz ve ilkel olsa da sınavlardan geçmek bir prejtij öğesidir. Yarışma kültürüyle bu kadar bütünleşmiş bir toplumun televizyon programları içinde en çok yarışmalara ilgi göstermesi de nedensiz değildir. Sınavı geçenler sadece sınavı yapanların değil toplumun da onayını almış gibidirler. Neredeyse tüm toplum sınavlarla örgütlenen sosyolojik ve bürokratik bir model yaratmıştır.

Bu toplumsal mutabakatın gençleri bir kazan-kaybet oyununa sevkettiği maalesef görmezden gelinir. Kişisel kaderi ekonomik yönden güvence altına alacak olan şey sınavdır artık. Ya kazanacak ya da kaybedecektir. Bugün sınavlarda başarılı olamadı diye milyonlarca akıllı, çalışkan ve başarılı gencin işsiz kalması başka nasıl açıklanabilir ki? Törenselleşmiş rekabet şekline döndürülen sınavların toplumsal sistemi ne kadar hızla arkaik bir yapıya döndürdüğünü lütfen gözden kaçırmayın. Toplumsal ilerlemeyi bir soruya verilen yanıta indirgemeyin. Teknik bir kültüre erişmek için kültürlü bir kültürden vazgeçmeyin.

En basit şekliyle söylersek, eğer bilgiyi, sorulan bir sorunun yanıtına döndürürseniz bulaşık makinesi ile eşdeğer bir hale getirirsiniz. Ne zaman çalıştırırsanız o zaman çalışır. Ertesi gün sınava girecek öğrenciler gibi beraberinde esnek bir hayat planlaması da sağlayarak: "Şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım!"

20 Kasım 2013 Çarşamba

Kendine iyi bak!

Bugün yine eminiz birçok kişi yaptığı işin kuralları gereği müşterilerine ve iş arkadaşlarına istemeye istemeye gülümsemek zorunda kalmıştır. Çünkü artık tüm şirketler çalışanlarından güleryüzlü olmalarını bekliyor. İkinci bir seçeneğe sahip değiliz. Zaten mutluluğun ve başarının sembollerinden biri de güleryüz değil mi? Berbat hissetsek de yapay bir güleryüz kurallara uymanın en önemli şartı. "Gülümseyin!" İşe yeni başlayanların amirlerinden çok sık duydukları bu sözün sevimli görüntüsünün altında sizce korkunç bir emir yok mu? Peki ama şirketlerin bu aşırı gülümseme takıntısı ne anlama geliyor? Gerçekten de gülümsemek tek seçenek mi?

Gülümseme aslında o ana kadar varolmayan bir iletişimin sembolünden başka bir şey değil. Hiç tanımadığınız bir müşteriyi görür görmez gülümsemeye başlamak zorunlu bir tören adeta. Gülümseme saplantısı, insanların günlük yaşamda birbirlerine ne kadar az güvendiklerinin basit bir temsili aslında. Bu basit oyun ve takip eden diyalog zorlaması artık gerçek içtenliğin kaybolup gittiğini ve yerini "gülümseyin" hayaletine bıraktığı anlamına gelmiyor mu? Ne kadar acı değil mi; otantikliğin yerini "gülümseyin" hayaletinin alması.

İş hayatının gülümseyin hayaleti şirketler tarafından oldukça iyi kurgulanmıştır. Gerçek içtenlik çöpe atılırken olmak ile görünmek arasındaki ikiyüzlülük kabul edilir olmuştur. Ahlaki açıdan bu ikiyüzlülüğün sorgulanması yapılmaz. Her şey oldukça normal ve kabul edilebilirdir. Gülümseme tıpkı satılan bir ürün gibidir ve asıl satılacak üründen önce satılması gereken odur. Şirketler eğer gülümseme hayaleti satılamazsa asıl ürünün de satılamayacağı saplantısına sahiptir ve ne olursa olsun önce gülümsemenin satılmasında diretirler.

İnsanları bir arada tutan iletişimin en temel özellikleri olan kendiliğindenlik, karşılıklılık ve içtenlik gülümseyin hayaleti ile yok edilmiştir. Müşteri temsilcisi, sekreter, hasta bakıcı, gazetenin arka sayfasındaki bikinili kız ve daha sayılamayacak kadar çok meslek temsilcisinin ilk görevi şirketlerinin emrettiği gülümseme ile iş ilişkisini yumuşatmak ve istenilen hedefe yöneltmek olmuştur. Yakın, içten ve samimi iletişim tarzının taklit edilmesi şirketlerin en önemli beklentisidir. Böylece ev kadınına ev kadınının, işçiye işçinin, doktora ise doktorun diliyle seslenilmiş olduğu varsayılır. İçtenliğin olmadığı yerde içtenlik üretilerek, satılacak ürünün zorlanmadan satılacağı düşünülür.

Şirketler, gülümseyin hayaletinin çalışanlar tarafından gerçekmiş gibi algılanmasını sağlamak için işe alım, ücret ve terfide en üstte tutarlar. Bu göz boyayıcı sahte içtenliği sağlayanlar diğerlerine göre üstündür. Onlar iyi empatici, iyi satışçı, iyi mülakatçı ve hatta iyi psikolog ve sosyologlardır. Ne kadar da harika değil mi; kişisel iletişimdeki sahteliğin nesnel hakikatler ve bilimsel gerçeklerle bir tutulması?

Şirketlerin görmek ve anlamak istemedikleri şey gülümseyin hayaletinin uzaklık, şeffaflık eksikliği, iletişimsizlik ve acımasızlık ürettiğidir. Işıl ışıl parıldayan gülümseyin hayaleti, bir ilişkinin doğası olan kendi kendine ortaya çıkma özelliği taşımadığından çelişkili bir durum yaratır. Özünde kurumsal ve ekonomik bir üretim olduğu için kişiler arasındaki iletişimde gerçeğin ortaya çıkmasına daima engeldir. O nedenledir ki "en güvendiğim müşterilerden biriydi; bunu nasıl yapar" yakınması şirket çalışanlarının ağızlarından eksik olmaz.

Çalışanlar gülümseyin hayaleti ile adeta bir "içtenlik memuru" olmuşlardır. Takındıkları güleryüz ile işlerini bitirdikten sonra kendilerini rahatlatmak için başvurdukları alay ve kara mizah dürüstlüğün daha ilk elden yıkıldığının en açık göstergesidir. Çünkü bildikleri ve inandıkları şey bu güleryüzün sahte olduğudur. Bir parodi oynadıklarını düşünürler ve sistem kendilerini ödüllendirdiği sürece bu parodiye devam etmekte isteklidirler. İşte en tehlikeli çelişki de buradadır. Bu yırtıcı ikiyüzlülük gizli bir sınıf mücadelesi ortaya çıkarır. Şirket çalışanları müşterilerinden farklı bir sınıfın temsilcileri olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu ekonomik değil, daha çok kültürel bir sınıftır. Fakat ne yazıktır ki burada hem çalışan hem de müşteri kaybeden taraftadır; kazanan daima kasadır ya da buradaki anlamıyla şirket.

Gülümseyin hayaleti her yerde karşılaşılan bir olgu haline geldiği için bugün artık herkesin katıldığı bir oyun olarak görülmektedir. Çünkü ilişkinin temelinde hizmet etme amacı yattığı için bugün herkes birbirinden hizmet almak ve vermek zorundadır. Yani daha basit söylersek hepimiz hizmetçiyiz. O nedenle de gülümseyin hayaleti bize son derece gerçek gelir. Müşteri temsilcisinin sert, zoraki ve sürekli güleryüzü sıkıcı ve karikatür gibi algılansa da kimseyi rahatsız etmez.

Sistemin belki de tek tutarlı tarafı tüm tarafların yani hem çalışan, hem müşteri ve hem de şirketin bir şeyi çok iyi bilmeleridir: Çalışanların para aldıkları için gülümsedikleri! Yani tüm bu parodinin doğalmışçasına sürdürülmesinin tek nedeni ücrettir.

Duygudan ve gerçeklikten arındırılmış bu iletişim sistemi için bundan sonra artık daha fazla ne söylenebilir ki... Belki de tek bir şey. Böyle bir iletişimin sonunda tarafların birbirlerine söylediği o ne anlama geldiği bilinmeyen renksiz ve duygusuz söz: Kendine iyi bak!

19 Kasım 2013 Salı

En iyi getiri için daima kadın bedenine yatırım yapın!

Dünyanın en büyük pazarı ne hisse senetleri, ne altın, ne de tahvil üzerine kuruludur. İşlem hacmi açısından bakıldığında, rakamlar çok sağlıklı olmamakla birlikte en büyük pazarın kadına kadınlık satmak için yaratılan güzellik pazarı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Trilyonlarca dolar kadınlar tarafından her yıl güzellik ürünlerine, spor salonlarına, cilt bakımına ve makyaja harcanıyor. Neredeyse tüm reklam sektörü bütün ürünleri kadın bedeni üzerinden pazarlamaya çalışıyor. Sağlık, gençlik, estetik, zerafet gibi saplantılara kapılan milyarlarca kadın sektörün elinde oyuncak olmuş durumda. Zamanın ruhu, kadın bedenini bir yatırım aracına çevirmiş görünüyor. Peki ama gerçek ne öyleyse?

Güzellik sektörü kadın bedenini tıpkı ruh gibi sürekli bir gelişime itiyor. Kadınlar ne yana dönerlerse dönsünler, bedenlerini daha çok mükemmelleştirmelerini söyleyen sürekli bir propagandaya maruz kalıyorlar. Artık kadın, bedeninden ibaret bir ticari metaya dönüştürülmüş durumda. Kadın bedeni ekonomik bir ürün olarak görülüyor ve kadına, en büyük sermayesinin bedeni olduğu inandırılıyor. Böylece pazar hiç müşteri sıkıntısı çekmiyor. Yeni bir cilt bakımı ürünü, estetik operasyon ya da spor aracı kolayca satılabiliyor. Amerikalı siyahi kadınların saçlarını sert tutmak için bir yılda yarım trilyon dolar harcaması başka nasıl açıklanabilir ki?

Güzellik sektörü diğer tüm sektörlerden farklı olarak işini şansa bırakmayacak bir tarzda hareket ediyor. Mesela selülit sorununa yönelik birşeyler mi satmak istiyor. Tıpkı kutsal dinler gibi hareket ederek, kadınları bedensel ibadetlerini yapmadıkları sürece, pazarlanan ürünü almamak günahını işlediklerinde, cezalandırılacaklarını söylüyor. Çekilecek acıların tek suçlusunun da yine kendileri olduğuna inandırıyor. Kullanılan bu retorik o kadar etkili ki kadınların bilinç altına işlemesi uzun sürmüyor. Cezalandıranın tanrı değil kendi bedenleri olacağı düşünülüyor. O andan sonra kadının tek düşündüğü şey selülit cezasına çarptırılmamak oluyor ve paralar havada uçuşmaya başlıyor.

Uygun bir eş bulmanın tek yolunun iyi beden olduğu sektör tarafından ustaca sunuluyor. Bedenlerine sektörün istediği şekilde bakmayanların ideal bir eş bulamayacağı tehdidi yapılıyor. Bu kapalı terörizm kadını narsistik bir ruh haline sokuyor. Kadın sektörün güçlü yönlendirmeleri ile adeta yeni ele geçirdiği sömürge toprakları ehlileştirme mücadelesine girişiyor. Fakat girişilen tüm çabalar ekonomik olmaktan öteye gitmiyor ve bedeni asla başta düşünülen düzeye getirmiyor. Beden artık dinsel görüşteki gibi "et" ya da sanayi mantığındaki gibi "emek" olmaktan çıkmış adeta bir ekonomik meta haline gelmiştir.

Kadın artık günlük hayat içinde ilişkide olduğu mesai arkadaşlarını, sokakta karşılaştığı insanları, sohbet ettiği dostlarını ve hatta aile üyelerini bile bedenini yargılayan kişiler olarak görmeye başlıyor. Toplumsal başarının tümüyle başkalarının kendisini nasıl gördüğünde saklı olduğunu düşünüyor. Güzellik ürünlerinden estetik operasyonlara uzanan harcamalar zinciri asla tatminle sonuçlanmayan güçlü bir tüketim arzusu yaratıp duruyor. Böylece kadınlar kendilerini makyajsızken çıplak, kötü giyindiklerinde güçsüz hissediyorlar. Her gün değişen güzellik ürünlerinin peşinden koşmadan mutlu olamayan bir kadın protatipi yaratılıyor. Hayatın anlamı mutlu olmaksa eğer para, zaman ve enerji harcamaya değmez mi?

Araştırmalar oldukça düşündürücü. Her on kadından dokuzu kendisinde bir şeyi değiştirmek istiyor. Genç kızların %97'si fiziksel görünüşlerini değiştirirlerse mutlu olacaklarını söylüyor. Kadınların %94'ü ise daha zayıf olduklarında kendilerini daha iyi hissedeceklerini ifade ediyor. Bu düşündürücü rakamları tespit eden ise Dove Araştırma Merkezi. Yani sektör, bilimi de kendisine hizmetkar eylemiş.

Ülkemizde de maalesef durum pek farklı değil. Mankenlerimiz Ebru Şallı ve Tülin Şahin'in güzellik üzerine yazdıkları kitaplar inanılmaz satış rakamlarına ulaşırken, hayatlarını cinsel istismar, ayrımcılık ve güzellik söylemi altında ezilen kadınları araştırmaya ve onlara doğruları göstermeyi amaçlayan bilim insanları Yasemin İnceoğlu ve Altan Kar'ın "Kadın ve Bedeni" adlı kitabı sadece birkaç tane satılabiliyor. Ne kadar üzücü, değil mi?..

Bu noktadan sonra denilebilecek tek bir şey var herhalde: En iyi getiri için daima kadın bedenine yatırım yapın!

18 Kasım 2013 Pazartesi

Yaşadığınız hayatta size fayda sağlamayacak tek şey hayat sigortasıdır!

Mesleki bilgi piyasa toplumunun en hayati elementlerinden biri. Şirketler bitmek tükenmek bilmez bir hızla çalışanlarını eğitiyorlar. En güncel bilgiler, en geniş özgeçmişli eğitmenler tarafından, oyunlardan çizgi filmlere uzanan en çocukca yöntemlerle şirket çalışanlarının kafalarına kazınmaya çalışılıyor. Böylece şirketlerin her gün değişen dünyada rakipleriyle daha sıkı rekabet içinde kalarak karlarına kar ekleyeceği düşünülüyor. Şirket çalışanları en güncel eğitimi aldıklarını düşünürken şirketlerin yetenek yöneticileri en gelişmiş tekniklerle çalışanları eğittiklerini sanıyorlar. Şirket içi eğitim sektörünün 200 milyar dolarlık cirosu olduğu tahmin ediliyor ve pazarın her yıl yüksek bir hızda büyüdüğü öngörülüyor. Peki ama gerçekte ne yapılıyor? Şirket içi eğitim denen fonksiyon gerçekte neye hizmet ediyor?

Yetenek yöneticileri mesleki bireysel gelişimi en önemli fonksiyon olarak görüyorlar. Rekabetin dışında kalmamak, uzaklaştırılmamak, yarışma dışı bırakılmamak için çalışanların mesleki bilgisini piyasanın gerektirdiği kullanılabilir seviyelerde tutması gerekiyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Her çalışanın rekabet dışında kalmamak için satış tekniklerinden iletişim becerilerine kadar gerekli bilgiyi almak istemesi oldukça normal. Fakat bu mantıklı kabullenme içinde gözden kaçan çok önemli bir şey var.

Şirket içi eğitimlerin en temel felsefe hatası moda gibi kurgulanmalarında yatıyor. Moda, herkesin her şeyden haberdar olmasını, en son arabaları, telefonları, elbiseleri herkesin aydan aya, günden güne takip etmesini ister. Ve bunun sürekli bir ilerlemenin parçası olduğunu düşünür. İşte şirket içi eğitimler de eğitimi moda gibi günceli takip etme üzerine kurulu bir norma oturtur. Her yeni bilginin ilerleme olduğu hatasına kapılınır. Tıpkı moda gibi bilginin keyfi, hareketli, döngüsel ve kişinin gerçek değerlerine hiçbir şey katmayan gelir geçerliğine fazla güvenilir. Bunun kişilere hiçbir şey katmayacağı açıktır. Böyle olunca da şirket içi eğitimler moda ile aynı sonuca ulaşırlar. Modanın baskın karakterinde olduğu gibi sunulan eğitimin baskın karakteri de çalışanı ya başarıya ya da dışlanmaya sürükler.

Bilginin şirket içi eğitimlerdeki bilimsellik görüntüsü tıpkı moda da olduğu gibi hızlandırılmış, zorunlu kılınmış ve değişen koşullara keyfi bir uyarlama içerir. Bilgi neredeyse her farklı çalışan düzeyine indirgenir. İnteraktif oyunlar, çizgi anlatımlar, yarışmalar ile hukuktan finansa nüansların önemli olduğu tüm konular aşırı bir basitleştirmeye tabi tutulur. Bunun nasıl bir mantıklı bilimsel birikimin ürünü olduğu gerçekten tartışmalıdır. Daha açık söylersek bu bilgilerin bilimsellikle hiç alakası yoktur; olsa olsa kısa süreli birer tüketim nesneleridir.

Bilginin moda gibi güncellik ilkesiyle yönetilmesi eğitimin kültürel ve yapısal özelliklerinin yok edilmesi anlamına gelir. Bilgi de moda gibi sürekli olarak değişim zorunluluğuna tabi tutulur. Bugün şirketlerin verdiği eğitimler incelendiğinde aynı eğitimin birkaç aylık bir sürede birkaç kez değiştiği rahatça görülebilir. Bu çalışana sunulan bilginin ne kadar hızlı farklılaştığını göstermektedir. Bu kadar çok yenilenme bilginin bir özelliği değildir. Bilgi şirketler için ambiyans değeri olan bir nesneye dönüşmektedir. Bilim, teknik, nitelik, ustalık gibi değerler şirketlerin kariyer, yükselme ve statü gibi vaatleri karşısında eriyerek "profil" denilen bir kavrama indirgenmiştir. Yani kişinin bilim ve teknik bilgisi, iş yapmak için gerekli nitelikleri ve ustalığı genel geçer bilginin altında ezilerek her biri ayrı ayrı bir değer olması gereken çalışanlar genel bir karşılık olan "profil" olarak genellenmişlerdir.

Bugün artık iş hayatında olan hiç kimse maalesef bundan kaçamaz. Sürekli işin içinde olmak için olan bitenden her zaman haberdar olmak, her ay, her yıl mesleki donanımı güncellemek ve bunu çoğu zaman zorlayıcı baskılar altında yapmak iş hayatının artık normal bir özelliğidir. İş hayatı bilgiyi kalıcı olmak için üretmez; bilakis kalıcı olmasın diye üretir. Tıpkı bir ormanı yok edip birkaç ağaç ve çevre düzenlemesiyle yeşil alan veya doğal park yaptık denmesi gibi.

Kısaca söylemek gerekirse şirketlerin yetenek yönetimi fonksiyonları eğitimin anlamsal içeriğini boşaltarak biçimsel bir hale getirmişlerdir. Ya da da basit söylersek hayat sigortasının hayatla ilişkisi neyse şirket içi eğitimin de eğitimle ilişkisi odur. İkisi de yaşadığınız hayatta size hiç yarar sağlamaz.

14 Kasım 2013 Perşembe

En çok alınıp satılan şey kişiliktir!

Sosyal medyanın nasıl kullanılması gerektiği üzerine elbette ki bir düzenleme bulunmuyor. O nedenle herkesin dilediği şekilde davranması mümkün. Fakat biraz dikkatli bakıldığında en çok işlenen konu kişisel gelişim. Paylaşım işlem hacminin önemli kısmı kişiliğimizi bir yönde değiştirmemiz gerektiğini öğütleyen sözlerden oluşuyor. Fazla düşünmediğiniz sürece arkadaşlarınızın sizi erdemlere kavuşturacak bedava gurular olduğuna sevinebilirsiniz. Peki gerçekten öyle mi?

Bugün sosyal medyada iletilen sözlerden birkaçı şöyle: "Kendi hayatınızdan başkasını yaşamayın" (S.Chandler). "Sürekli alarmda olmanız gerektiğini söyleyen iç sesinize kulak vermeyin" (D.Chopra). "Kendi kalbine bakamayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir" (D.Cüceloğlu). Şimdi bu sözleri okuyunca ne düşünmeliyiz? İyilik dolu arkadaşımıza kişiliğimizi yüceltme fırsatı verdiği için minnettar mı olmalıyız? Kişiliğimizi değiştirme fırsatı bulduğumuz için meditasyona ve derin düşünceye mi yönelmeliyiz? Ya da kendimiz olmak için daha fazla çaba mı harcamalıyız? Ne dersiniz?

Kişinin kişiliğini bulmuş olması büyük bir başarıdır elbette fakat sırf bu sözleri sizinle paylaştı diye arkadaşınızın kişiliğini bulmuş ve bunu ifade etmekten çekinmemiş bir olduğunu düşünmezsiniz herhalde. Kişiliğini Chopra'nın öğütlediği gibi sürekli alarm veren iç sesine karşı çıkmakla bulduğu saçmalığına da inanmazsınız. Peki öyleyse ne?

Aslında tüm bu sözler kişiyi biri "A", diğeri "A olmayan" olarak ikiye ayırır. Böylece kişisel gelişim sektörüne her yıl milyarlarca dolar kazandıran yarı akıllı ve yarı aptallar, zihinlerinde birbirlerinden farklı iki kişilik tipi yaratırlar. Aslında yaptıkları şeyin kendilerini meta haline getirmek olduğunu fark etmezler. Eğer kişiliklerini, bu ne anlatmak istediği belirsiz sözde belirtildiği şekilde değiştirirlerse, mesela "iphone" cihazı gibi gördükleri kendilerinin, 3S yerine 4S modeline geçtiklerini düşünürler. Böylece insanlar kişisel gelişim sektörünün cangılında kaybolur. Yukarıdaki sözlerde belirtildiği gibi doğallıklarını ortaya çıkaracak davranışı, kulak verecekleri doğru iç seslerini ve kendi yüreklerine bakma cesaretlerini arar dururlar.

Kişisel gelişimi öğütleyen sözler aslında zihnin tüm çelişkilerini içerirler. Kullanılan sözcük ve kavramların ümitsiz akrobasisi insanları ordan oraya savurur. Burada kişisel gelişim sektörünün yanıtlanması gereken ama sürekli yanıtlamaktan kaçtığı basit bir soru vardır: "Eğer birisi isek, diğer kişiliğimizi bulabilir miyiz?" Ne dersiniz, bulabilir miyiz?

Eğer kişisel gelişim sektörünün beğenmediği bu kişilik bizdeyse biz neredeyiz? Eğer kişisel gelişim sektörünün beğenmediği bu kişilik bizsek yine de değişmeli miyiz? Kişisel gelişimin beğenmediği bu sahte kişilik benim yerimi almışsa kendimiz olma başarısına bu sahte retorikle ulaşabilir miyiz? Chandler'in dediği kendi hayatımızdan başkasını yaşamak da ne demek oluyor? Ve eğer biz kendimizsek nasıl olacak da her zaman olduğumuzdan daha fazla kendimiz olacağız? Hadi olduk diyelim; o zaman dün tamamiyle kendimiz değil miydik?

Kişisel gelişim tüm bu soruları cevaplamadan basit bir metalaştırma modeli kullanır. Tıpkı bir işletmenin bilançosunda yer alan bir varlığı belirli dönemlerde yeniden değerlemeye tabi tutması gibi kişiliği değerlemeye tabi tutar ve kişilik üzerine bir katma değer ekler. Başka bir deyişle kendinizi kendinizle toplayıp çarpabileceğiniz bir şekle sokar. Artık kendinizi kendinize eklenmiş bir değerin içinde bulursunuz. İşte bu mantıksızlık bugün kişisel gelişim sektörünün aortunu oluşturuyor.

Kişi olarak kendi kendinizi kişiselleştirme sürekli kendi üzerine katlanan bir durum yaratır. Sözlerin ortaya koyduğu retoriği tam olarak açıklamak imkansızdır. Fakat tüm açıklamalar sonunda aynı noktaya ulaşır: Kişisel gelişimin anlattığı tek şey kişinin olmadığı ve kişiselleşecek olan da bu olmayan kişidir.

Amerikalı sosyolog David Riesman'ın şu sözü her şeyi açıklıyor aslında: "Günümüzde en çok alınıp satılan şey ne makineler ne evler ne de eserlerdir; en çok alınıp satılan şey kişiliktir."

12 Kasım 2013 Salı

Ne dersiniz; Playboy'mu, Paleontoloji mi?

Son dönemlerin önemli konusu tasarruf. Tasarruf açığı olarak tanımlanan makro verilerdeki bazı yetersizliklerin bireylerin çabaları ile kapatılması isteniyor. Eğer herkes tasarruf yaparsa sorun giderilecek gibi duruyor. Tasarrufun masum erdemsel boyutu da dikkate alındığında insanların tasarruf yapmaması için bir neden yok.

Tüm tasarruf kampanyaları genellikle "neden tasarruf yapmalıyız" sorusuna farklı yanıtlar bularak insanları etkilemek üzerine kuruludur. Zengin olmak, rahat yaşamak ya da hayalleri gerçekleştirmek gibi birçok sebep sayılabilir neden tasarruf yapmalıyız sorusuna cevaben. Buradan tasarrufa kutsal bir anlam bile yükleyebiliriz. Zamanın ruhunu da dikkate aldığımızda artık tasarruf yapmak bir zorunluluk, bir hayatta kalma aracı olarak bile sayılabilir. Eğer başlamadıysak hemen şu anda başlayabiliriz. Ama başlamadan önce cevabı açık olan bu soruyu bir kez daha soralım: Neden tasarruf yaparız?

Aslında sorunun yanıtı ekonomi biliminin temel problemi olan "insanın sonsuz isteklerinin kıt kaynaklarla nasıl karşılanacağı" paradoksunda saklıdır. Peki ama bu paradoksun birkaç yüzyıllık tarihi soruya cevap vermeye yeter mi? Tabi ki yetmez.

Bu ekonomik teorinin ortaya konmasından yıllar sonra Avustralya ve Amerika kıtalarının ıssız ormanlarında medeniyet görmemiş birçok kabileye ulaşıldı. Modern dünyadan uzak kalan bu ilkeller elbette ki ekonomi politik konusunda da hiçbir şey bilmeden binlerce yıl yaşamışlardı. O nedenle de sonsuz ihtiyaçlarını nadir kaynaklarla karşılamak gibi bir tasaları yoktu. Bu avcı-toplayıcıların kendilerine ait hiçbir tasarrufları yoktu. Ne üretmeye, ne pazarlamaya ne de çalışmaya vakit ayırıyorlardı. Boş zamanlarını değerlendirmek için avlanıyorlar ve her şeyi aralarında paylaşıyorlardı. Ne isteklerinin sonsuz ne de doğanın kaynaklarının nadir olduğunu düşünüyorlardı. O nedenle de bol bol uyuyorlardı. Savurganlık ve basiretsizlik toplumsal davranışın iki ana özelliğiydi. Daha hızlı, daha fazla ya da daha verimli avlanmak için bir çabaları yoktu. Buna karşın tüm ilişkiler şeffaf ve karşılıklıydı. Doğayı, toprağı ya da emeği teklleştirip kıtlık fikri yaratmamışlar ve içlerinden bazı "rasyonel" düşünenler çıkıp bunlara el koymamıştı. O yüzden tasarruf da yoktu. İşte bu nedenlerden dolayı onlara ilkel demiştik. Onların ilkel olduğunu tüm dünyaya haykıran kişi ise Homo economicus olmuştu.

Ekonomi biliminin başrol oyuncusu olan rasyonel insan (Homo economicus) birkaç yüzyıl önce hayatımıza girmişti. Rasyonel insanın iki temel özelliği vardı. Asla kararsızlığa düşmeden kendi mutluluğunu arıyordu ve her zaman kendisine en büyük mutluluğu verecek şeylere yöneliyordu. Bu güçlü karakteri kısa sürede hepimizi etkisi altına almıştı. Ardından bize bir hikaye anlattı: "İnsanlar (ilkeller) bir zamanlar yokluk içinde yaşıyorlardı. Birçok ihtiyaçları vardı ve karşılayamıyorlardı. Eğer Homo economicus olmasaydı hangi ihtiyacını karşılaması gerektiğini bilemeyecekti..."

İşte Homo economicus hayatımıza girdiğinden beri ihtiyaçların sonsuz, kaynakların nadir olduğuna inandık. Ama insanın sınırlı ömrü ile karşılaştırıldığında ne ihtiyaçlar sonsuz ne de kaynaklar nadirdi. En azından hepimize yetecek kadar kaynağa sahiptik. Çok geçmeden kaynakların kısıtlı olması ile anlatılan şeyin ne olduğunu anladık. Bazıları (kaynakları ellerinde bulunduranlar) bilerek ve isteyerek suni bir nadirlik yaratarak kazançlarını arttırıyordu. OPEC bunu harika şekilde yapanların başında geliyordu. Petrol üretimini azaltarak bir kaynak kıtlığı yaratıyor ve petrol fiyatını arttırıyordu. Bu fiyatlardan enerjiye ulaşamayanlar yok olurken onlar kazançlarına kazanç katıyorlardı.

Bugün hepimiz biliyoruz ki Avustralya ya da Amerika yerlileri son derece ilkel insanlardı. O nedenle de tasarruf yapmanın erdemine ulaşamamışlardı. Biz Homo economicus'lar ise oldukça modern ve mantıklıyız. İhtiyaçlarımızın sonsuz olduğunu (saymaya kalksak bir elin parmaklarını geçemeyiz ama) ve kaynakların nadir olduğunu biliyoruz ve buna kutsal bir söz gibi inanıyoruz.

Birçoğumuz paranın nadir bir kaynak olduğunu ve bu nedenle tasarruf etmemiz gerektiğini düşünebilir elbette. Ama unutulmamalıdır ki son finansal krizde birkaç şirketi kurtarmak adına piyasalara enjekte edilen trilyon dolarlarla tüm insanlık ömür boyu çalışmadan ve tasarruf yapmadan yaşayabilirdi.

Hepimiz birer rasyonel insan haline getirildiğimiz için bugün artık elimizden gelen tek şey tasarruf yapmaktan fazlası değil. Eğer tasarruf yapmayı da başaramazsak sonumuzun ne olacağı belirsiz. Homo economicus'a kızsak da tasarrufa devam etmeliyiz.

Yine de Homo economicus'un hakkını yemeyelim. Bugün Playboy ile Paleontoloji kitabına vitrin raflarında yan yana rastlayabiliyor ve en çok ihtiyacımız olanı seçebiliyorsak bu Homo economicus'un başarısıdır. Ekonomi biliminin bugün bize en iyi öğrettiği şey Playboy'a mı yoksa Paleontoloji kitabına mı ihtiyacımız olduğuna en doğru kararı verebilmemizdir. Ne dersiniz; Playboy'mu, Paleontoloji mi?

11 Kasım 2013 Pazartesi

En iyi ve en güvenli para kazanma şekli sayılardır!

Piyasalarımız geliştikçe ekonomi haberciliğimiz de gelişiyor. Haberlerin manşetleri ve yorumcuların değerlendirmeleri artık otoriteleri bile endişelendirmeye başladı. Birçok kişi, haberlerin doğal halleriyle değil de pazarlayanların çıkarlarını destekleyecek şekilde verildiğinden endişeli. Yani birilerinin bu haberler üzerinden haksız çıkar elde ettiği düşünülüyor. Bu yöndeki kontrol ve denetimlerin eksik olması ekonomi haberciliğini çılgın bir arenaya çevirmiş durumda. Herhangi bir yorumcunun kendi servetine servet katacak bir haber ya da yorum yapması artık çok kolay. Mesela muhtemelen hisse senetlerine yaptığı yatırımdan istediği kazancı elde edemeyen bir ekonomi muhabirinin tıpkı bugünkü haberlerde olduğu gibi "Yatırımcı daha fazla risk almalı" başlıklı bir haber pazarlaması gibi. Kontrol altında tutulmayan bu tür bir habercilik tek bir sonuca ulaşır: Suç!

Sosyal kuramcılar, suç bilimciler ve sosyologlar 1990'lı yıllara kadar ABD'li sosyolog Robert Merton'un izinden gitmişler ve suçun açgözlülük ve yoksunluk ile ilişkili olduğunu düşünmüşlerdi. Bu düşünceye göre suç eksik aile geçmişi ve yetersiz ekonomik koşullara bağlıydı. 80'li yılların sonunda UCLA Üniversitesinden genç bir sosyolog olan Jack Katz Amerikan tarihinin önemli suçlularının hayatını incelerken herkesin gözünden kaçan bir şeyi yakalar: Azılı suçluların birçoğu klasik yaklaşımın belirttiği yoksunluk ve açgözlülüğe sahip değildir. Konuyu biraz daha derinlemesine incelediğinde Katz kriminoloji biliminin akışını değiştiren "enfes suç" teorisini geliştirir. Katz'a göre suçluları asıl yönlendiren farklı olma, ünlü olma, sınırları aşma yönündeki ezici isteklerdir. Heyecan, zevk ve cesaret suçun yeni anlamıdır. Suç, ötekilerden üstün olduğunu göstermenin bir ifadesidir. Ötekileri kurnazlıkla yenmek ve oyunun kurallarını kendi lehine çevirerek başkalarından üstün olduğunu göstermek insanları aldatma isteğinin temel amacıdır. Sanıyoruz Katz'ın Kültürel Kriminolojinin temeli sayılan bu teorisinde, kapitalizmin duyguları bastırmayı kınayan doğasının etkili olduğunu söylemek sanırız hatalı bir çıkarım olmayacaktır.

İşte Katz'ın ortaya koyduğu enfes suçu bugün ekonomi haberciliği işliyor görünmektedir. Başarı, şöhret, statü ve haz arayışının sektörün bir kısmını kuralları çiğnemeye ve sadece duygusal olduğunu düşündükleri bu suçları işlemeye yönlendirmiş gözüküyor. Vicdanları ile aldıkları kararların klasik suç teorisi açısından duygusal suç olduğunu düşünseler de Katz'a göre enfes suçtur ve bir hırsızın ya da dolandırıcının yaptığından farkı yoktur. Tüm bu görüntüden şu sonuca ulaşmak oldukça kolaydır: TV kanallarımızda yıllardır gördüğümüz ekonomi ve finans haberciliği, ötekilerden üstün olduğunu gösterme arayışından başka bir şey değildir. Ötekileri kurnazlıkla yenmek, oyunun kurallarını kendi lehine çevirerek bundan başarı ve statü elde etmek ve insanları aldatarak para kazanmak... İşte hepsi bu!

Ekonomiye uzak olan birçok kişi için göstergeler ve rakamlar üzerine yapılan yorumların ne kadar endişe verici olduğu bilinemez. Bir yorum ya da onun tam tersi, piyasa psikolojisine yön vermek açısından ne kadar etkili olur diye küçümsenebilir. Ama iyi bilinmelidir ki küresel ekonomi bu rakamlarla yürür. Tüm zenginlik bu rakamlar üzerine kurulan piyasalardan gelir.

Amerikanın en ünlü suçlularından John Allen'ın şu sözü ekonomi haberciliğimizin enfes suçu neden işlediğini anlatıyordur herhalde: "Kadın ticareti iyi bir para kazanma yoludur; narkotik ise en hızlı para kazanma yolu. Ama yine de en iyi ve en güvenli para kazanma şekli sayılardır."

3 Kasım 2013 Pazar

Dallaslı kodamanları anlayamadıysanız bir de bizim ekonomi kanallarına göz atın!

Ekonomi haberciliğimizin olay ve haberleri sunuş şeklindeki tuhaflık artık birçok kişiyi rahatsız etmeye başladı. Piyasa kutsallığının daima ön planda tutulduğu bu yorum tarzı eleştirel bakış açısından kendini koruyacak mekanizmaları hayata geçirmeyi oldukça iyi başarsa da yapılan yorumlar ne somut olayın niteliğinin farkına varmaya, ne ortaya çıkan sonuçlar üzerinde anlam üretmeye, ne de ekonomi dünyasının gerçekliğini anlamaya izin veriyor. İşte cevaplanması gereken sorular da bu noktada ortaya çıkıyor. Acaba sıradan insanlar için bu yorumlar ne ifade ediyor ve bu tarz bir yayıncılık neye hizmet ediyor?

Diyelim ki şöyle bir yorum okudunuz; "tarım dışı istihdam beklentilerin çok üzerinde." Bu yorumu ekonomik kararlarınız için nasıl bir girdiye dönüştürürsünüz? İlk düşünmeniz gereken çiftçilik dışındaki işlerde çalışanların sayısının arttığıdır. Fakat bu yorumda bundan daha fazlası var. Birileri bu artışın ne olacağını tahmin etmiş. Muhtemelen bu kişilerin mesleği tahmincilik. Üstelik böyle bir haber için referans alındıklarına göre işlerinde başarılı olsalar gerek. Fakat bu başarılı insanlar yine de yanılmış ve istihdam artışını tam bilememişler. Olsun, yine de üzülmeyin. Haberciler bu haberi öyle bir paketlemişler ki bu başarısızlığı bir fırsata çevirmişler ve size şu mesajı veren bir yapıya döndürmüşler. "Bakın, uzmanların bile tahminlerinin üstünde bir artış var. Bu artış onların bile hayal gücünün üzerindeyse, gerisini siz düşünün artık. Hadi hemen bir hisse senedi alın. Almazsanız kendinizi aptal yerine koyabilirsiniz. Çünkü bu haberi duyan ekonomiden anlayan piyasa profesyonelleri hemen alıma geçecek. Onlar her zamanki gibi yine kazanacak; siz her zamanki gibi yine kazanamayacaksınız. Haydi acele edin, bari bu kez fırsatı kaçırmayın!.." Peki ama herkesin kolayca farklı anlayabileceği bu haberden piyasa nasıl kazançlı çıkacak?

80'li yıllarda tüm dünyada popüler olan Dallas dizisini herkes hatırlayacaktır. Şimdilerde tekrar hayatımıza giren bu dizinin Romanya'nın 80'lerdeki çöküşünün mimarı bile olduğu söylenir. O yıllarda tüm dünyayı ekran başına toplayan bu diziden ne anlamıştık?

Sosyolog Ien Ang Hollandalı kadınların kendi feminist duygularını güçlendirmek için diziyi seyrettiklerini ortaya koymuştur. Sosyolog Eric Michaels Avustralya yerlilerinin aile anlayışlarına benzer buldukları için diziyi seyrettiklerini görmüştür. Sosyolog Tamara Liebes Arapların, eski sevgilisinin evinde esir tutulan Sue Ellen'ı, kocasından ayrılan kadınların baba evine döneceği geleneğinden hareketle baba evine dönmüş olarak algıladıklarını belirlemiştir. Sosyolog Elihu Katz Kuzey Afrikalılara paranın her şeyi satın alacağı duygusunu öğrettiğini tespit etmiştir.

Aslında ne Dallas ne de ekonomi yorumları bu kadar farklı anlamlar çıkarılsın diye yaratılmazlar. Tıpkı Dallas'ın temel amacının Dallaslı kodamanların yardımıyla Amerikan yaşam tarzının tüm dünyaya kabul ettirilmek istenmesi olduğu gibi ekonomi yorumlarının da basit bir amacı vardır. Ekonomi programları bir yorumun, başka bir yoruma tercih edilmesini sağlayacak şekilde dizayn edilir. Böylece izleyici mesajı belli bir şekilde almaya davet edilir. Haberin bilgi, estetik ve içeriği piyasanın en düşük ekonomik paydasına indirgenir. Aslında bu basitçe Amerikalı prodüktör Don Simpson'ın "yüksek fikir" dediği şeydir.

Genelde tüm sinema ve Tv programcılığı bu "yüksek fikir" denilen olguyla hareket eder. Örneğin Top Gun filmi başından sonuna kadar "deri ceket giymiş ve güneş gözlüğü takmış iki erkek hayatınızda gördüğünüz en hızlı uçağın önünde duruyor" yüksek fikrine dayanır. Böylece karakterler, estetik ve içerik en düşük düzeyde tutularak saplantılı bir fikir ileriyi sürülür. Yüksek fikri kısaca içinde düşünceye yer olmayan insan eğlencesi olarak tanımlayabiliriz. İşte ekonomi yorumculuğu da yüksek fikirden hareket eder.

Yapılan yorumlar, iyimser bir piyasa temsili ortaya koyarak piyasa çelişkilerini gizler ve evrensel gözüken kavramları ileri sürerek çıkar çatışmalarını ortadan kaldırır. Bu ekonomi yorumlarının yüksek fikri, piyasaların istediği yatırımcı davranış şeklinin insanlara öğretilmesi ve herkesin bu tarza döndürülmesidir. Bu tarz içinde bilginin derinlemesine incelenmesine, anlamın içeriğine odaklanılmasına ve haber hakkında yapılan yorumların düzeltilmesine gerek duyulmaz. Bu ya da diğer yorumun tercih edilmesi gerektiği ortaya konur, hepsi bu. Böylece içinde düşünme olmayan bir ekonomi eğlencesi yaratılır. İşte bizim ekonomi kanallarımızın da yaptığı budur.

İçinde düşünme olmayan bir ekonomi eğlencesi... Daha kısa söylemek gerekirse Dallaslı kodamanları anlayamadıysanız bir de bizim ekonomi kanallarına göz atın!