Bugünkü finansal sistemin mimarı sayılan ahlak felsefesi profesörü Adam Smith ekonomide ve doğal olaylarda bir düzen olduğunu ve bunun gözlem ve ahlak ile fark edilebileceğini 18.yüzyılın sonlarında söylemişti. Her bireyin kendi çıkarı peşinde koşarken farkında olmadan topluma katkı sağlamasına neden olan piyasa ilişkilerini “görünmez el” diye tanımlamıştı. Görünmez el 20.yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına kadar bir Rock yıldızı gibi esmişti.
1930’lara gelindiğinde kimsenin beklemediği bir şey oldu. Uygarlık tarihinin en büyük ekonomik krizi buhran ve bunalımı bir kara bulut gibi dünya ekonomisinin üzerine çöktürmüştü. Görünmez el ilk büyük sınavından maalesef başarıyla çıkamamıştı ve çökme noktasına gelmişti. Fakat bazen krizler kurtarıcılarını da beraber getirirler. John Maynard Keynes bir kurtarıcı gibi yetişmişti. Görünmez elin devlet müdahalesini gereksiz gören düşüncesine karşı çıkarak zaman zaman buna gerek olabileceğini belirtmiş ve herkesi rahatlatmıştı. Böylece piyasalar yeniden canlanmıştı.
Fakat Keynes sadece hükümetleri oyuna davet etmekle kalmamış, bugünkü finansal sistemin düşünce tarzını ortaya koyan yaklaşımı da belirlemişti. Keynes iyi bir borsacıydı ve piyasaların doğasını gözlemliyordu. Herkes günlerce şirketlerin bilançoları üzerine analizler yaparken, o gazeteleri okuyor ve toplumun psikolojisini yakalamaya çalışıyordu. Çünkü yatırım ona göre tam anlamıyla psikolojik bir şeydi. Toplumun psikolojisini en doğru şekilde yakalayan ise başarıyla ödüllendirilirdi. Finansal piyasaları şöyle açıklıyordu: “Güzellik yarışmasında kimin birinci olacağını bilmek istiyorsanız önemli olan sizin en güzel bulduğunuz değildir; yarışmanın birincisini bilebilmek için diğer jüri üyelerinin ne düşündüğünü bilmek daha önemlidir.” Siz zeki ve akıllı olsanız da jüridekiler sıradansa, sıradan insanların nasıl düşündüğünü anlamanız gerekeceğini vurguluyordu. Yani insanların 10 lira değer biçtiği bir şeye sizin 15 lira değer biçip ödemeniz hatanın daniskasıdır diyordu. Bu düşünce rasyonel insan denilen bir aktöre oldukça uyuyordu.
Sosyal ve ekonomik davranışın en eski ve klasik modeli sayılan rasyonel seçim teorisi (Rational Choise Theory) kişinin karar vermeden önce gerekli tüm bilgiyi topladığını varsaymıştı ki; zaman içinde bunun bir hata olduğu fark edildi. Rasyonel düşünen insanın yeni bir bilgiyle karşılaştığında değerlendirmesini revize etmesi gerekliydi. Fakat mevcut bilginin kendileri için yeterli olduğunu düşündükleri yerde bilgi toplamayı kesmekteydiler. 1978 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Herbert Simon, insanların kararlarında maksimum faydayı elde edebilmek için gerekli zihinsel kaynaklardan yoksun olduğunu söyler. Mükemmel kararlar vermek için yeterli değerlendirme gücüne sahip olmadığını belirtir. Hatıralar, tecrübeler ve muhakeme sanıldığı kadar güvenilir ve herkeste aynı sonucu veren formlarda değildir.
Herbert Simon basit bir deney yapar. Önemli satranç maçlarının, oyunun bitmesine yakın olan dizilimlerini profesyonel satranç oyuncularına ve sıradan satranç oyuncularına birkaç saniyeliğine gösterir ve ardından satranç tahtasını hatırlayarak yeniden oluşturmalarını ister. Satranç oyuncuları tahtanın tamamını başarıyla yerleştirirken çaylaklar çok azını yerleştirirler. H.Simon, aynı deneyi bu kez rasgele yerleştirilmiş satranç taşlarıyla yapar. Bu kez şaşırtıcı şekilde profesyonellerle amatörlerin hatırlama seviyelerinin birbirlerine yaklaştığı görülür. Sonuç üzerinde, gruplar arasındaki düşünce şekli ve zihin yapısının farklılığı rol oynamıştır. İlk oyunda profesyoneller basit bir kodlama ile karar verirler: ‘At fili koruyor, vezir şahı tehdit ediyor…’ gibi tasvirlerle satranç tahtasının tamamını rahatça hatırlamışlardır. Fakat taşların rasgele yerleştirildiği ikinci oyunda bu ilişkiyi göremedikleri için hatırlama ve sonrasında karar verme oranları düşmüştür. Bu kısıtlamaları dikkate alan H.Simon, insanların rasyonel değil, sınırlı bir rasyonellikle karar verdiklerini ortaya koymuştur.
Sınırlı rasyonellikle karar veren insanın aslında bir insan olduğu, doğası gereği zayıflıklara sahip olduğu, rasyonelliğinden ve kendi yararına davranışlarından sapmalara neden olan hatalar yaptığı 2000’li yılların başında fark edildi. İnsanlar, çözümleyemeyecekleri karmaşık durumlarda içgüdüleri ve sezgileri ile karar veriyorlardı.
Duygular ve sezgilerin karar sistemimizdeki yeri herkesin iyi bildiği bir olgudur. Birçok kişinin güneşli havalarda kendini iyi hissetmesi bunun en güzel örneğidir. Hatta havayı görmeden güneşli olduğunu bilmenin verdiği mutluluk bile son derece yüksektir. Yapılan bir deney güzel havanın ekonomik kararlarımızı nasıl etkilediğini oldukça etkileyici şekilde ortaya koyar. Odalarında dışarıyı gören pencereleri bulunmayan bir otelde kalan misafirler, oda servisini çağırdıklarında, görevli dışarıdaki havayı da laf arasında söyler. Daha sonra bu oda görevlisinin aldığı bahşiş miktarları incelenir. Havanın yağmurlu olduğunu söylediği günlerde 10 dolar alırken, güneşli olduğunu söylediği günlerde 15 dolar almıştır. Görüldüğü gibi misafirler güneşli havalarda %50 daha fazla bahşiş vermektedir. Sadece güneşin bile bu ölçüde etkilediği karar sistemimizin, sayısız duygu, sezgi ve olay ile nasıl etkileneceğini bulmak hiç kimse için fazla zor olmasa gerek.
Kişiler mental yönden sağlıklı olmakla birlikte zihinleri ve aldıkları kararlar duygularının hakimiyeti altındadır. Yani her zaman mantıklı olmaya ve doğru kararlar vermeye çalışsalar da çoğu zaman bunu başaramazlar. 2000’li yıllardan sonra giderek daha çok dikkat çekmeye başlayan davranışçı finans (behavioral finance) işte bu rasyonel ve duygusal kararlar arasındaki dengenin ne olduğunu araştırmaya başlar.
Davranışçı finans
18. yüzyıl ortaları. Fransa ve İngiltere’nin dünya denizlerinde hakimiyeti ele geçirmek için verdikleri karşılıklı mücadelenin en gerilimli yılları. Bu kargaşanın ortasında, birkaç İngiliz spekülatörün aklına çok tuhaf bir fikir gelir. İngiliz kargo gemileri üzerine yazılan tüm sigorta poliçelerini satın almak!
Spekülatörler, insanların kargolarını farklı ülkelere taşıyan gemilerin olası hasarlarını tazminen, kargo göndericileri emrine düzenlenen poliçeleri sahiplerinden satın alırlar. Bu garip alışve¬rişin nedenini kimse anlayamaz. Spekülatörler bu poliçeleri ne yapacaklardı?
Spekülatörlerin, poliçeleri satın aldıktan sonra izledikleri yol şuydu: Fransa’daki partnerlerine bir mesaj göndererek, İngiliz kargo gemisinin izleyeceği rota ve tarihleri veriyorlardı. Bu haberi alan Fransız ortaklar bilgiyi gecikmeden Fransız donanmasına iletiyordu. İki ülkenin savaş halinde olması nedeniyle, bu istihba¬ratı alan Fransız donanması kargo gemisini batırıyordu. Geminin batmasıyla birlikte de İngiliz spekülatörler poliçelerin bedellerini sigorta şirketlerinden tahsil ediyorlardı. Yani çok düşük primler ödeyerek zengin oluyorlardı.
Finansal sistem içindeki düzeni ve dengeyi, 18.yüzyılda olduğu gibi bugün de büyük ölçüde hatalar oluşturmaktadır. Dünyanın en zengin ikinci kişisi yatırımcı Warren Buffet, yatırım yapmanın basit bir iş olduğunu ama kolay bir iş olmadığını söyler. Neden mi? Çünkü sosyal, içgüdüsel veya duygusal faktörler ekonomik sistem içinde yer alan alıcılar, satıcılar veya kreditörler gibi oyuncuların finansal kararlarını etkileyerek piyasa fiyatları üzerinde belirleyici olurlar. Sonsuz bilgi, sayısız öngörü, tahmin ve sınırsız heyecan insanların karar verme sistemlerini karmaşık bir hale getirir. Davranışçı finans, bu gerçekliği psikolojik ve sosyolojik faktörleri dikkate alarak açıklamaya çalışan bir ekonomi dalı olarak 80’li yıllardan sonra oldukça popüler bir hale gelmiştir.
İnsan, karmaşık düşünce sistemi içinde en iyi ve en kötü kararları verebilecek bir anlaşılmazlığa sahiptir. 2007 yılı başlarında, henüz global finansal kriz dünya gündeminde ilk sırada değil ve hisse senetleri tarihin en yüksek fiyat seviyelerinde seyrederken, yatırımcılar tarafından hala satın alınmaya devam ediliyordu. Krizle birlikte birkaç ay içinde tarihin en düşük seviyelerine düştüğünde ise kimse almak istememişti. Ev fiyatları kriz öncesinde zirvedeyken herkes ev almaya hücum ederken, krizle birlikte yarı yarıya düşen fiyatlarla kimse almayı düşünmemişti. Eğer mesele bir varlığı en düşük fiyattan satın almaksa, neden hisse senetleri ve evler en düşük fiyatlarında iken kimse alım yapmamıştır? Ve eğer mesele bir varlığı en yüksek fiyatından almamaksa, neden herkes kriz öncesi dönemde hisse senetleri ve evler en yüksek fiyatlarında iken hala almaya çalışıyordu?
Rasyonel düşünen bir insanın en temel kaygısı bir malı en düşük fiyattan almak olsa da irrasyonelliğin yarattığı panik ve kaçış, dünyanın hemen her yerinde aynıdır. Psikolojik ve sosyal etkiler insanın karar mekanizmasını etkileyerek, ekonomik modellerin temel varsayımı olan rasyonel düşünceyi bozar. Varlık fiyatlarının gerçek değerlerini yansıtmadığı, bir dizi duygusal faktörün etkileşimiyle değişiklik gösterdiği artık bilinmektedir. Piyasaları aşırı ısıtan ve soğutan davranışların yarattığı motivasyonun gücü yadsınamaz ağırlıktadır.
Davranışçı finansın, yerleşik ekonomik teorilerden farklı bir düşünce şekli vardır. Onların bilmediği bir şeyi bilir: İnsanlar satın alırken, mantıklı kararlar vermelerine neden olan sayıları ve gerçekleri değil, duygularını kullanırlar. Geleneksel ekonomi modelleri zenginliğin maksimizasyonunu sağlarken, davranışçı finans mutluluğa odaklanır. Bu nedenle tüm insanlar, en duygusuz olanlar bile, duygusal kararların yarattığı yanılsama ve hatalardan kaçamazlar.
Finansal kararlarımızı verirken düşünce sistemimiz, analitik ve sezgisel yollarla duygularımızı etkiler. Sezgilerimiz daima modelleri ve onların getirilerini inceler. Herhangi bir modeli uygun bulduğu anda mutluluk ya da hırs duygusunu açığa çıkarır. Fiyatların yükselmeye başladığı dönemlerde yaşanan budur. Hisse senetleri, bonolar ya da ev fiyatlarının daima artacağı düşünülür. Bu düşünce zihnen mantıklı bulunsa da uygarlık tarihi açısından doğru değildir. Fiyatlar bir gün yükselişini durdurur ve hatta yavaş yavaş düşmeye başlar. Sezgilerimiz bu kez korku tepkisini verir. Korku diğer tüm duygulardan güçlüdür. İnsanların dona kalması piyasadaki alıcı ve satıcı sayısını azaltarak fiyatların düşmeye başlamasına yol açar. Kriz boyunca hisse senedi fiyatlarının %50’den fazla düşmesinin ardındaki gerçek budur. Nedensiz mutluluk ve hırs nedensiz korku ve kaçışa dönüşür.
Dizginlenemez duyguların içinden rasyoneldışılığı veya hatayı temizlemek mümkün değildir. Bunu bilen profesyonel yatırımcılar sezgileri kontrol altında tutmaya çalışan teknikler geliştirirler. Tahripkar finansal sonuçlara götürecek kararlar vermemeye özen gösterirler. Yine de bu öz kontrol bir ekonomik balonun ne zaman patlayacağını, bir hisse senedinin fiyatının ne zaman düşeceğini ya da altının ne zaman yükseleceğini söyleyemez. Ama finansal kararlardaki rasyoneldışılığın içerdiği hataları çarpıcı şekilde açığa çıkarır.
Bilimin kararlardaki hata payını ortaya koyması bizim için ne ifade eder? Aslolan her insanın bunu yapabiliyor olmasıdır. Doğru kararlara oranla hatalı olanların payı nedir? Buna yanıt verebilmek oldukça güçtür. Çünkü insanlar hatalarını kavramakta son derece isteksiz davranırlar.
Diyelim ki biraz para kazanmak için bir hisse senedi aldınız. Düşündüğünüz gibi de oldu ve hisse senedinin fiyatı yükseldi. Biraz daha kazanır mıyım düşüncesiyle satmak için tereddüt etseniz de nihayetinde satış kararını vermekte zorlanmazsınız. Ya hisse senedinin değeri düşerse?.. Zararı kabullenmek o kadar kolay olmaz. Nasıl olsa yükselir diye hayal kurarız. Bekleriz. Sonunda ya belli bir zararı göze alarak satarız, ya da şirketin iflas ettiği güne kadar bekleriz.
Ekonomik kararların verilmesinde insanı yönlendiren olguların içerdiği hataları anlamak maddenin finans halini yorumlayabilmek demektir. Son derece karmaşık finansal sistemin bulmacalarını çözmek yerine içgüdüsel ve sezgisel kararlarla yatırım yapmanın içerdiği hata payını hesaplayabilmek finansal evreni de yorumlayabilmek anlamına gelecektir.
Piyasaların çalışma şekli ve yatırım kararlarının ardındaki dinamikleri çözümlemek, uzun yıllardır davranışçı finansın gündemini meşgul etmektedir. Modern finans ve kuramsal ekonominin ortaya koyduğu birçok rasyonel ve duygusuz modele rağmen, insanların verdiği kararların irrasyonel ve duygusal olduğu gerçeği gücünü korumaktadır. Piyango bilet alırken üstlenilen riskten sigorta poliçesi düzenlenirken kaçınılır. Oysa her ikisinde de aynı mantıkla benzer bir prim ödenmektedir. Basitçe kuramsal ekonomi ne yapmamız gerektiğini söylerken, davranışçı finans gerçekte nasıl yaptığımıza yanıt aramaktadır.
Davranışçı finans, kararların nasıl verildiğini ortaya koyarken iki hususu tanımlamaya çalışır. İlki duyguların kararları, kararların ise fiyat hareketlerini yarattığı varsayımı; ikincisi ise bu irrasyonelliğin köklerinin insanoğlunun doğasında saklı olduğu kabullenmesidir. Her iki konu da oldukça hassastır. Çünkü insanlar son derece mantıklı buldukları bu teorilerden nefret edebilme hakkını da zihinlerinde taşırlar. Davranışçı finans dışında hiçbir ekonomi veya bilim dalı, insanların verdikleri kararlardaki zaafiyet, hata ve yetersizlikleri yüzlerine vurmaz. Davranışçı finans bunu büyük bir açık sözlülükle yaparak insanların düşündükleri kadar rasyonel olmadıklarını sürekli onlara hatırlatır. Bu nedenledir ki her kesimden sempati toplayan bir alan olması beklenmez.
Oyun Teorisi
Piyasaların içindeki kaosun davranışçı finans tarafından çözülemeyen kısmını sır olarak bırakmak istemeyen oyun teorisyenleri konuya daha farklı bir açıdan yaklaştılar. Onlara göre davranışları ve kararları matematize edebilirdik.
1994 yılında Stanford Üniversitesinden Brian Arthur, bizi, ilkokul ikinci sınıfta karşılaştığımızda ancak lisedeki öğrencilerin çözebileceği bir soru diye düşüneceğimiz türden bir soruyla karşı karşıya bıraktı. Soru şöyleydi: Her cumartesi gecesi canlı müzik ve ucuz içkinin olduğu bir üniversite barı düşünün. Beklentileri yüksek düzeyde karşılaması nedeniyle öğrencilerin çoğu bu bara gitmek isteyecektir. Fakat bir sorun vardır. O da bu bar o kadar da büyük değildir. Eğer herkes giderse içerisi aşırı ısınacak ve insanlar rahatsız olacaklardır. Bu da onları kaçıracaktır. Böyle bir durumda bir öğrenci olsanız gidip gitmeme kararını nasıl verirdiniz?
Diğer insanların hangi kararı verdiğini bilememeniz sizi zorlayacaktır. Herkesin gidip gitmeme kararını aynı anda verdiğini varsayarsak doğru kararı nasıl bulacağız?
İşte geleneksel oyun teorisi, kararların yarattığı olasılıkları matematiksel olarak hesaplayarak stratejiler geliştirir. Şöyle varsayar: “Tüm öğrenciler yeterince düşünecek ve doğru kararı verecektir. Ama diğerlerinin de doğru kararı verdiklerini bilecektir. Böylece herkes birbirinin kararını düşünerek ona göre karar verecektir…” Bu varsayım bar problemini oldukça karmaşık hale döndürmeye yeter. Milyonlarca varsayım ve model yaratılabilir. Peki çözüm hangisi dendiğinde işin içinden çıkılamaz.
Oysa davranışçı finansın aynı probleme bakışı daha doğaldır. Der ki; eğer bir öğrenci geçen hafta barın kalabalık olduğunu biliyorsa, bu hafta daha az kalabalık olacağını düşünecektir. Çünkü geçen haftaki rezaleti yaşayanların bu hafta bara gitmeyeceğini düşünecektir. Ya da şöyle düşünecektir: iki haftadır kalabalık, demek ki bu hafta yine kalabalık olacak; en iyisi gitmemek…
Aslında buradaki barı, finansal piyasalara uyarlamak pekala mümkündür. Çünkü öyle ya da böyle bir karara varan öğrenciler her hafta bir dalgalanma yaratmaktadırlar. Fakat gerçek olan bir şey vardır. Problem her iki yöntemle de çözülememektedir.
Bar problemi neden çözülemez?
Peki, bar problemini neden çözemeyiz?
19.yüzyıl Alman filozoflarından Hegel’in efendi köle metaforu bu soruna biraz açıklık getirebilir. Şöyle ki; güçlerin denk olmadığı her ilişki sonunda bir “efendi-köle” ilişkisine dönüşür. Bu hale dönüşen bir ilişki de sadece köle değil efendi de tutsaktır. Her iki tarafın da varoluş nedeni aslında karşı tarafa bağlıdır. İşte finansal düşünce şeklinin açıklayamadığı şey burada saklıdır. Kölenin var olması efendiye, efendinin varolması köleye bağlıdır.
Bar problemine dönersek öğrencilerin hepsi bara gitme kararını verseler de vermeseler de köle-efendi düşüncesini aşmaları mümkün değildir. Felsefik değerlendirmeye fazla girmeden konuyu şöyle açıklayabiliriz. Öğrencilerin hepsi bara gitme kararı verdiklerinde başta efendi olacaklar ama gittiklerinde köleye dönüşmüş olduklarını anlayacaklardır. Bu tıpkı şuna benzer. Dünyanın en zengin adamının her gün erken saatte işine gidip akşama kadar çalışması orada çalışan bir hizmetliden farklı olmadığını gösterecektir. Fakat hizmetli kendisini patronunun yanında köle gibi görmektedir. Öyleyse ikisi arasındaki fark nerededir?
Finansal sistemin karmaşık yapısı içinde ise kimin köle kimin efendi olduğunu anlayamamak finansın en temel sorunu olarak şu an karşımıza çıkmaktadır. Salt bir kimlik sorununa indirilmemesi gereken bu matematiksel, sosyal, bilimsel ve felsefik sorunu nasıl çözebiliriz?
Finansal sistemin köle efendi ilişkisi
Finansal sistemin köle efendi ilişkisi üzerinde biraz daha duralım. Finansal sistemin yarattığı ilişkiler bütününün bir bilim olarak ele alınması zamanı gelmiştir. Bunun en temel nedeni finansal sistemin, yarattığı çıktıların hem üreticisi hem de tüketicisi durumunda olmasıdır. Ürettiği katma değerin hem yaratıcısı hem sahibi durumundadır. Meydana getirdiği hata, sorun ve krizlerin hem kaynağı hem de çözümüdür. Sadece kaybın değil kazancın bilançosuyla da yüzleşmesi gereklidir. Bu kendi geleceğinin sağlıklı olması için gereklidir. Milyonlarca küçük ve büyük piyasadan oluşan finansal sistemin gelişmesi bu eleştiriyi oluşturmasına bağlanabilir.
Finansal piyasalar giderek en sıradan insanlar için bile önemli bir gereklilik haline gelirken toplum içindeki anlaşılabilirliği giderek azalıyor. Bu işlevin tamamıyla kaybedilmesi büyük finansal krizlerin daha da derin hissedileceği ile aynı anlama gelmektedir. Bilimsel gelişmelerin daha karmaşıklaştırdığı finansal piyasalar toplumsal idraki sürekli azaltmaktadır. Finansal piyasaların algılanamaması bir süre süre sonra finansal piyasaları da etkiliyor, köle efendi paradoksu gibi içinden çıkılamaz bir hale büründürüyor.
Finansal piyasaları oluşturan bilginin yapısı sanal gerçeklere bağladır ve bu bağ giderek daha da sanallaşmaktadır. Doğanın kanunları veya sosyal ilkeleri görmek çok kolay değildir. Fiziksel para hacminin milyonlarca katı olan sanal para hacmi gibi tüm gerçekler izafi değerlerle ifade edilir hale gelmiştir. Bu sanallığın yaratacağı güvensizlik zaman zaman finansal sistemin içine yayılmakta ve toplumu etkilemektedir. Etkilenen toplum finansal piyasaları etkilemekte , aktör ve figüran birbirine karışmaktadır.
Finansal piyasalar en büyük gerçekliğini insanlar için tasarladığı hayallerle sunmaktadır. Ev sahibi olma, zengin olma, üst yönetici olma herkesi bu oyuna kışkırtmaktadır. Fakat yaratılan fırsatların insanları zengin mi yoksa yoksul mu yapacağı kısa aralıklarla yaşanan krizler, suiistimaller ve çöküşlerle belirsiz hale gelmektedir.
Bugün içinde bulunduğumuz finansal piyasalar tamamen insanların yarattığı bir oluşumdur. İnsanlar tarafından yaratılan her şey pek tabi ki insanlar tarafından da değiştirilebilir. Piyasaların dinamizmi karşısında unutulmaması gereken şey prensiplerin hayata geçirilmesidir. Öngörülemeyen bir yapıya dönüşen finansal sistemin bilimsel bir tabana oturtulması büyük bir gereklilik gibi durmaktadır. Krizlerin kaçınılmazlığı bir kader olarak kabul edilmemeli. Yaratılan karmaşık bilgi uzmanlığının üreticisi hariç kimse tarafından anlaşılamaması sorunu mutlaka kontrol edilmeli. Aksi takdirde karmaşık türevlerin yarattığı tedirginlik asla önlenemez. Her sonucun ortaya çıkardığı durum bir sonraki sonuç için mutlaka incelenmeli, birbirini beslemeyen sonuçlara izin verilmemelidir.
Sistemin sigorta mekanizmaları yeniden dizayn edilmeli, risklerin ve fırsatların bilimsel geçerliliği hedef alınmalıdır. Gelişimin yönü öngörülebilir bir bilimselliğe taşınmalıdır.
Finansal piyasalar sadece insanları değil kendini de bilimselleştirmelidir. Varlığın kanıtlanma yolu hata ve krizlerden ders alma ile sağlanmalıdır. Bu tanımlama bölüşümü de içermeli ve hatayı sahibine teslim edebilmelidir. Krizler ve hatalar vahşi piyasaların soyutluğuna mal edilmemelidir.
Finansal piyasalar keşfedilmemiş kıta gibidir. Her keşif Colomb’un Hindistan ve Çin’i keşfetmeye çalışırken Amerika’yı keşfetmesi gibi bilimsel öngörüden yoksundur. Finansal piyasaların mükemmelliği teknik üstünlüklerinden değil hata ve krizlerden ders çıkarma üstünlükleriyle ortaya çıkmalıdır. Bu da finansal piyasaları ele alan bir bilim dalını gerekli kılmaktadır.
Finansal piyasaları inceleyen bir bilimin gerekliliği her zamankinden fazladır. Kriz dönemlerinde dahi finansal piyasaların nimetlerinden sadece çok az insan yararlanmaktadır. Bilimselleşen bir yapı bu nimetleri sıradan yatırımcılarla da paylaşmak anlamına gelecektir.
Finansal piyasalara çöküş dönemlerinde yöneltilen eleştirilerin birçoğu finansal sistem tarafından değerlendirilerek eksikliklerin giderilmesi sağlanmıyor. Bunda finansal piyasaları inceleyen bir bilim dalının olmaması önemli rol oynamaktadır. Oysa teknoloji yeni bir bilim dalı olmasına rağmen kendisine yöneltilen en küçük eleştiriyi bile büyük bir fırsata dönüştürerek kendini geliştirebiliyor.
Finansal piyasaların karmaşık yapısı kadar dilinin de anlaşılamaması geri besleme kanallarının oluşmamasında önemli bir paya sahiptir. Bu dili oluşturacak şey bilimin varlığıdır.
Finansal piyasaların bir bilim metodolojisiyle ele alınması bilimin kendi çözümlerini yaratması gerçekliğinden hareketle piyasaların yarattığı sorunların giderilmesi anlamına gelecektir. Böylece krizler sonrası kurtarıcı olarak merkez bankaları, hükümetler ya da kreditörler beklenmeyecektir.
19.yüzyıl Avrupa’sında da insanların kalp hastalıkları teşhis ve tedavi edilebiliyordu. Kalp damarlarını gösteren modern cihazlar ve EKG olmadan bu nasıl yapılıyordu derseniz; bu başarı iki şarta bağlıydı. Bir, tüm ölenlere otopsi yapılıyordu. İki, tüm otopsileri aynı kişi yapıyordu. Yani otopsiyi yapanın vaka tecrübesi arttıkça sorunların neler olduğu tespit ediliyor ve çözümler bulunabiliyordu. Bugün artık otopsileri yapanların görevini bilim devralmıştır.
Türlerin yok olmasına sebep olan şey başarısızlıkları değil tam tersine başarılı olmalarıdır. Çünkü başarısız olanlar değişerek daima hayata tutunabilmişlerdir. Finansal piyasaların kısa süreler içinde krizlerle tökezlenmesi uzun ömrünün bir göstergesidir. Fakat bu yalnızca bilimsel bir bakış açısıyla sağlanabilir.
Teorik finans
Keynes'in yarattığı ekonomi modeli de maalesef 2007 yılına kadar dayanabilmiştir. Yaşanan kriz yeni bir kurtarıcıyı gerekli kılmaktadır. Fakat artık insanlar kahraman beklememeleri gerektiğini bilmeleri gereken bir çağda yaşadıklarını anımsamalıdırlar. Artık tek kurtarıcı bilimdir. Matematiksel modellemeleri soyutlamalarla destekleyerek fiziğin geleceğini öngören Teorik Fizik finansal piyasaların ilham alabileceği bir bilim pekala olabilir. Oyun teorisinin matematiği ve sosyal psikolojinin soyut değerlendirmeleri teorik finansın alt yapısını oluşturabilirler. Böylece finansal piyasaların yarattığı köle efendi paradoksu yerini daha anlaşılır ve kabul edilebilir rollere bırakabilir.
Finansal piyasaların öngörülmezliğini araştıran bir bilim dalı oluşturulmadığı sürece finansal piyasaları anlamak dünyanın en şanssız ve aynı zamanda en şanslı adamı kabul edilen Frane Selak’ı anlamak gibidir.
Hırvat bir müzik öğretmeni olan Selak;
• 1962’de raydan çıkıp donmuş nehre uçan ve 17 kişinin öldüğü tren kazasından kırık bir kolla kurtulmayı başarmıştır.
• 1963’te havada kapısı açılan uçaktan düşen 20 kişiden biridir. Diğerleri ölürken ot yığınının üzerine düşen Selak kurtulmuştur.
• 1966’da bindiği otobüs nehre uçmuştur. 4 kişi ölmüş ama Selak kurtulmuştur.
• 1970’de otoyolda arabası alev almış; benzin deposunun patlamasından birkaç saniye önce kendini dışarı atabilmiştir.
• 1973’te arabasının sıcak motoruna akan benzinin tutuşması sonucu saçları tamamen yanmış ama kurtulmayı başarmıştır.
• 1995’te yolda yürürken otobüs çarpmış ama yaralı da olsa kurtulmuştur.
• 1996’da dar bir dağ yolunda giderken karşısına çıkan otobüsle çarpışmamak için direksiyonu kırmış ve uçurumdan aşağı uçmuştur. Araba 90 metre aşağı yuvarlanırken kendisi araçtan atlayarak bir dala tutunmuş ve kurtulmuştur.
Hikayenin nereye varacağını birçokları kestirmiştir. Frano Selak daha sonra lotodan 1 milyon dolar ikramiye kazanmıştır.
İşte bu hikayeyi çözümlemek ile şu an finansal piyasaları çözümlemek aynı şeydir. Finansal piyasaların geleceğini araştıran bir bilim dalı geliştirilmediği sürece bugün finansal sistem içindeki oyuncuların Frane Selak gibi anlaşılması zor bir kaderleri olacak ve herkes finansal piyasaları kendine göre yorumlamaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder