8 Mayıs 2020 Cuma

Mükemmel Hata

Finansal piyasalarda ve finansal kararlarımızdaki hataların doğasını Davranışçı Finans bakış açısıyla anlatan bu kitap, bir bütün olarak basılmadan önce burada yayınlanarak okuyucunun beğenisine sunulmuştur.

MÜKEMMEL HATA

Giriş



Ekonomi biliminin karmaşık doğasını, anlaşılması zor formüllerden arındırarak anlatabilmek gerçekten çok zor bir iştir. Bugün üniversite öğrencilerinin bile anlamakta güçlük çektiği bol formüllü ekonomi bilimine, belki de tarihin en şaşırtıcı ekonomisti Ronald Coase ‘kara tahta ekonomisi’ demişti. R.Coase, birçoklarına uçuk kaçık gelebilecek karmaşık formüllerle dolu iktisat kuramlarının kara tahta ve kitaplardan öteye geçemeyeceklerine inanıyordu. İktisatçının söyleyecek bir çift sözü varsa, onu bir çift olarak söylemesinin ekonomi biliminin tek gerçeği olduğunu savunuyordu. Ona göre bilginin çok fazla uzatılarak karmaşık bir yapıya büründürülmesi, beraberinde karışıklıktan başka bir şey getirmeyecektir. Sadece iktisatçıların kafalarında olan yüksek ma­tematikli formüllerle dolu bilginin hayata adaptasyonu mümkün olamayacaktır. Bugün ekonomistlerin çoğunun halk tarafından değil de yine ekonomistler tarafından takip edilmesi bu değerlendirmeyi fazlasıyla doğruluyor sanırız. 1910 yılında doğan ve sadece yayınla­dığı iki düzyazı (hiçbir formül içermeyen) makale ile 1991 Nobel Ekonomi Ödülünü alan R.Coase, bugün hala ayaktadır. Fakat onun ortaya koymak istediği iktisat bilimi anlayışı ise hala emekleme dönemindedir.



R.Coase’nin ortaya koyduğu bu iktisat modeli en büyük gelişim alanını davranışçı finans (behavioral finance) ile bulmuştur Davranışçı finansın, yerleşik ekonomik teorilerden farklı bir düşünce şekli vardır. Onların bilmediği bir şeyi bilir: İnsanlar satın alırken, mantıklı kararlar vermelerine neden olan sayıları ve gerçekleri değil, duygularını kullanırlar. Geleneksel ekonomi modelleri zenginliğin maksimizasyonunu ayrıcalıklandırırken, davranışçı finans mutluluğa odaklanır. Enflasyon, vergiler, faiz oranları yerine mutluluk ve fayda ile ilgilenir. Bu dönüşüm sürecinde, duyguların dizginlenemeyen yapısı nedeniyle tüm insanlar, en duygusuz olanlar bile, duygusal kararların yarattığı yanılsama ve hatalardan kaçamazlar.



Bu kitap ekonomi, finans, psikoloji, sosyoloji ve istatistik’in karmaşık alanlarına girmeden onların kesişim noktalarında yer alan ve sosyal psikolojinin ekonomik boyutu olan davranışçı finansın doğasını açıklayarak, finansal sistem içindeki dengenin nasıl meydana geldiğini yüksek bir nesnellik düzeyiyle anlatmaya çalışmaktadır. Yaşanılan finansal krizin altyapısındaki ekonomik, sosyal, iletişim ve medya bileşenleri gibi değişkenlerin yarattığı belirsiz ve çözümsüz ortamı kavramsallaştırmaya yardım ederek anlaşılmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Bunu da koşullu sosyal bilimsel genellemeler, yerleşik bilimsel olgulardan intihaller ve izdüşümsel bir sosyal bilimler bakış açısı ile yapmaya çalışmaktadır. R.Coase, bir ekonomistin, diğer sosyal bilimlere getireceği en önemli avantajın dünyaya daha basit bakma şekli olduğunu söyler. Tıpkı Anadolulu (Milet) filozof Thales’in, gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözlemleyerek, piramitlerin gölgelerinden boylarını ölçmesi gibi. İşte bu kitapta anlatılanlar, karmaşık finansal sistemin kendi iç dengesinin basit doğasından ibarettir.



Bir masa tenisi raketi ve topu 2,10 kuruşa satılıyor; raket toptan 2 lira daha pahalıysa pinpon topu kaç liradır sorusuna 10 kuruş yanıtını verecek birçok zeki insan olacaktır. Ama doğru yanıtın 5 kuruş olması kimseyi şaşırtmayacaktır… Kararlarımızı verirken nasıl düşünürüz? Bugün bilimin dahi henüz tam olarak ortaya koyamadığı karar verme mekanizmasını, sosyal ve psikolojik olgular ekseninde ele alarak açıklamaya çalışacağız. Bunu yaparken de mucidin paradoksu (inventor’s paradox) denilen bir yaklaşımı kullanacağız. Son derece büyük ve kompleks finansal şirketlerin bile farkında olmadan kullandıkları bu yöntem basit bir algılamaya dayanır. Eğer spesifik bir problemi çözemiyorsan, onu kapsayan daha geniş kapsamlı başka bir problemi çözmekle işe başlayabilirsin. Daha sonra bulduğun yanıtı genel içinde yer alan spesifik parçaya adapte edersin.



Bu kitap yüksek bir koşullu genelleme düzeyi ile yazılmıştır. Herhangi bir ekonomik modeli ya da finansal sistemin tam olarak nasıl işlediğini detaylı bir şekilde tümevarımcı bir yaklaşıma dayanarak açıklamaya çalışmıyor; sadece insanların verdikleri hatalı kararların finansal dengeyi nasıl oluşturduğunu örneklerle ortaya koymayı hedefliyor. Ekonomik dünyadaki hataları suiistimal, kriz, finansal başarısızlık gibi üst kavramlara hapsolmuşluğundan çıkararak gerçek doğalarını tanıtıyor. Kişisel kararlar ile finansal denge arasındaki ilişki üzerine sorulabilecek zor sorulara cevap aramazken resmin tamamına yukarıdan bakmayı ve görülenlerin basit doğasını sunmaya çalışıyor. Geriye doğru akıl yürüterek, hatalardan sonra ortaya çıkan durumun sosyal bilimsel bir yaklaşımla doğal yasalarını ortaya çıkarmaya odaklanıyor.



Bu kitapta kullanılan hikaye, olay, örnek ve anekdotların birçoğu yazarın kendi araştırmaları sonucu derlenmiş olup daha önce herhangi bir yerli ya da yabancı kaynakta yer almamıştır. Özgün bir anlatımla sunulan değerlendirmelerde ağırlıklı olarak 2007 finansal krizinde yaşanan olaylar kullanılmıştır. Yaşanan olaylar, tarihsel anekdotlar ve bilimsel gerçekler ekseninde; sorgulanabilirliği yüksek bilgilerimiz ve geçerliliği şüpheli inançlarımız ile aldığımız kararların finansal sistem içinde nasıl bir denge yarattığı açıklanmaya çalışılmaktadır. Hataya götüren düşünce sistemimiz açıklanmaya çalışılırken, kişisel karar sistemimizi etkileyen duygularla yönlenen kararlarımızın finansal sistemi nasıl derinden etkilediği ve sonucunda dengenin nasıl oluştuğu anlatılmaya gayret edilmiştir. Finansal sistemin dengesi üzerine eski teori ve düşünme alışkanlıklarını sarsmaya çalışırken, amprizm denilen bilginin duyumlar ve deneyimle kazanılabileceğini savunan düşünce yönlü sosyal araştırmaların temsili yapısını da olabildiğine yansıtmaktadır. Ekonomik düşünce ve felsefenin baskın teori ve oluşumlarını zaman zaman özgün bir ironik yaklaşımla yorumlarken geleceğin finansal düşünce sisteminin nasıl bir farklılık bilinciyle varolacağını ortaya koyma iddiasına sahiptir. Bakış açısı ve akıl yürütme tarzının, zamanın ruhunun (zeitgeist) abartılmış bir yönlendirici kabul edilmesi değil, finansal gelişimin hızıyla çaresizliğe itilen sıradan insanın figüran olmadığının cılız bir savunması olarak algılanmalıdır. Finansal sistemin zayıflıklarına yöneltilen eleştirinin etkisiz kalmasının içselleştirilmesi yerine finansal sistemin nasıl anlaşılıp kavranacağı üzerine sahip olduğumuz bilgilerin yetersizliğine dur dememiz gerektiğine vurgu yapmaktadır. Son yıllarda hızlanan finansal sistemdeki dönüşümün henüz farkedilemeyen finansal kararların yarattığı denge hali boyutunu, sanki yüksek bir gözetleme kulesinden izleyen bir gözlemci bakış açısıyla anlatmaktadır. Finansal dünyanın, mükemmel işlediğini düşündüğü parçalardaki çelişki ve yetersizliklerin köklerini özgün bir tasvirle ortaya koymaktadır. Değişim dönemlerinin geçmişe sarılan düşünce anlayışının kolay kırılamayacağı bilinciyle, ufukta görünenleri hiçbir bilimsel ve metodolojik önlem almadan sunmayı hedeflemektedir.



Bu kitap zihnin bilinmeyen bir bölgesine yolculuğa çıkarıyor. Kısıtlı zaman ve bilgi ile verilen kararların nasıl inşa edildiğinin ve bu kararların sonucunda yaratılan hataların finansal sistemi kendi dengesine nasıl oturttuğunun hikayesini anlatıyor. Bir çok basit nedene dayanan ama basit bir nedene indirgenemeyen finansal krizler gibi sonuçların temelindeki “mükemmel hata”yı arıyor. Bu kitapta anlatılan hikayeler finansal sistemin gerçekte nasıl işlediğinin hikayesidir. Klasik ekonomi kitaplarında anlatılanlardan daha gerçekçi bir hikaye anlatmaktadır. Çünkü hiçbir gerçek, duygular olmadan uzun süre sürdürülemez.



Sizin hakkınızda bir kitap sizi tanımayan biri tarafından nasıl yazılabilir? Yanıt oldukça basit. İnsanoğlu birbirini hiç tanımasa da benzer bir karar verme sistemine sahiptir. Daha önce yayınlanan “Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti” adlı kitabımız şu sözlerle bitiyordu:



“2007’de başlayan finansal krizin kalbine giden yol insan psiko­lojisinden geçmektedir. Davranışlarımızın doğurduğu sonuçların tek sorumlusunun kendimiz olduğunu düşünmezsek bu krizden alabileceğimiz bir ders kalmamıştır diyebiliriz.”



İşte bu kitap buradan başlayarak hataya götüren karar verme sistemimizin doğasına heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk herkesin yolculuğudur. Romalı şair Horatius’un ikibin yıl önce söylediği gibi: “Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur!” Ne gülüyorsun? Adı değiştirirsen, anlatılan senin hikayendir!


Finansal hayatımızda hata olgusu


6 Mayıs 2010 tarihinde New York Borsasında tarihin en büyük finansal şoklarından biri yaşanır. Procter&Gamble şirketinin hisse senetlerinin birkaç saniye içinde 62 dolardan 39 dolara gerilemesi ile ateşlenen kıvılcım bir anda büyük bir yangına dönüşür. Satışlar Dow Jones endeksinde kısa bir süre içinde 1.000 puanlık düşüşe neden olur. ABD borsalarında başlayan çöküş kısa sürede İngiltere’ye sıçrar. İngiltere borsası birkaç dakika içinde %9’luk bir düşüş yaşar. Satış dalgası oradan diğer borsalara ve para birimlerine geçer. Korku ve panik tüm piyasalara büyük bir hızla yayılır. Tüm dünya liderleri işlerini bırakarak piyasaları yakından izlemeye başlarlar.



Piyasalarda birkaç dakika içinde 1 trilyon doları silen kriz, Yunanistan’ın borçlarını ödeyemeyeceği ve ortaya çıkacak sorunun diğer Avrupa Birliği ülkelerine sıçrayacağı, oradan da İngiltere’ye geçeceği şeklinde senaryolandırılır ilk anda. Fakat Yunanistan’da kötü bir durumun olmadığı birkaç dakika içinde anlaşılır. Tüm dünya birbirine bakakalmıştır. Ortada böyle bir çöküşe neden olabilecek bir problem gözükmemektedir. Peki, piyasalarda bu şok neden ve nasıl oluşmuştur?



Çöküşün nedeni ertesi gün ortaya çıkar. Borsaya Procter&Gamble hisse senetleri için satış emri girişi yapan bir görevli, satılacak hisse senedi sayısını belirtirken, önündeki klavyede milyonun M’si (Million) yerine yanlışlıkla milyarın B’sini (Billion) basmıştır. Bu tutardaki bir satış emri, piyasa tarafından olağandışı büyüklükte sayılarak küçük bir hata olarak değil büyük bir küresel çöküş işareti olarak algılanmıştır.



Yapılan basit ve sanal bir hatanın bilgi ve internet ağları üzerinden kısa sürede tüm dünyada nasıl bir gerçek çöküş yaşattığını herkes açıkça görmüş oluyordu. Gerçi borsalar kayıplarını 20 dakika içinde geri almışlardı ama tahribatın büyüklüğü önemli bir etki yaratmıştı.



Hatayı gerçekleştiren görevlinin ‘keşke bu hatayı yapmasaydım’ şeklindeki serzenişi tüm finansal sistemin zaman zaman gizli, zaman zaman açıkça dile getirdiği bir aforizması gibidir. Aslında herkes hayatının bir yerinde bir hata yaptığını kabul eder. Bu finansal sistem oyuncuları için de böyledir. En sıradan yatırımcıdan en profesyoneline kadar herkes hata yaptığını bilir ve aynısını bir daha yapmaması gerektiği yönünde kendi kendine telkinde bulunur. Hatanın nerede, neden ve nasıl yapıldığı birçokları için belirsiz olsa da hata yapılmış gibi düşünülür ve davranılır. Fakat bu hatanın piyasalar üzerinde ne tür bir etkisinin olacağı önemsenmez. Sistem hatayı bir şekilde tolore eder diye düşünülür. İşte, finansal sistemin en büyük yanılsaması buradadır: “İnsanoğlu hata yapar. Finansal sistem içinde yapılan hatalar ise finansal dengeyi meydana getirir. Yani fiyatları.”



Eğer iki rakamı birbirine ekler ve yanlış bir sonuca ulaşırsanız bu bir hatadır. Fakat eğer bu hata, doğru olduğu kabul edilen bir düşünceden kaynaklanıyorsa bu bir yanılsamadır. Yanılsamalar çoğu zaman aşağıdaki hikayede olduğu gibi karar verenler ve herkes için oldukça kabul edilebilirdir: Bir adam bir barda içerken bardan sürüklenerek çıkan bir sarhoş görür. Bardan çıkan sarhoş birden sanki araba kullanıyormuş gibi hareketler yapmaya, motorun ve kornanın sesini taklit etmeye başlar. Adam şaşırır ve barmene sorar: "Neden bu zavallı adama ne yaptığını söylemiyorsunuz?" Barmen şöyle der: "Ne zaman fazla kaçırsa hep böyle yapar, şimdi bütün gece bunu yapacak, şehirde dolanıp duracak; büyük bir araba kullandığını düşünüyor." Adam hayretle sorar: "Fakat neden ona bunu açıklamıyorsunuz?" Barmen yanıtlar: "Neden açıklayalım ki? Arabayı yıkatmak için her hafta bana on dolar veriyor."



Bu hikayede olduğu gibi hatalar ve yanılsamalar herkes açısından oldukça kabul edilebilirdir. Sistem içindeki her oyuncunun hata yapabileceği kabullenmesi ise finansal dengenin oluşmasının temel prensibidir. Çünkü piyasalar, liderler veya komutanlar tarafından değil, kişilerin serbest iradeleriyle dengelenir. Serbest irade ise ekonomik kararlarda hata ve doğruların sentezlenmiş halidir. Evrensel bir tarihsel olgu ile ifade edersek, Çin ve Hindistan’a varacağını düşünen Christopher Columbus’un Amerika’ya ulaşmasıdır. Finansal kararlarda hatanın payı Columbus’un planlarındaki gibi yüksek bir oranda olup tıpkı Amerika’nın keşfi gibi sistem içinde yeni dengeler yaratır.



Birçok doğru ve hatalı kararın aynı anda piyasalarda vücut bulması sonrasında piyasa dengesi nasıl oluşur? Bu çözümlenmesi zor durumu eski bir anekdotla açıklamaya çalışalım. Davranışçı finansın öncülerinden Hersh Shefrin tarafından yazılan Beyond Greed and Fear adlı kitapta, Financial Times gazetesinin 1997 yılında düzenlediği bir yarışmadan bahsedilir. Ekonomist Richard Thaler tarafından hazır­lanan yarışmanın galibine küçük de bir hediye verilecektir. Yarışma şöyledir: Okuyuculardan 0 ile 100 arasında bir sayı seçmeleri istenir. Seçilen sayıların ortalamasının 2/3’üne en yakın olan sayıyı tahmin eden yarışmayı kazanacaktır. Gazete soruyu biraz daha açıklamak için bir örnek verir: Örneğin yarışmaya 5 kişinin katıldığını ve seçi­len sayıların 10, 20, 30, 40 ve 50 olduğunu varsayalım. Bu durumda ortalama 30 olacak ve 30’un 2/3’ü 20 olduğundan, 20 sayısını seçen kazanacaktır.



Oyundaki en önemli nokta, eğer kazanmak istiyorsanız, diğer oyuncuların nasıl düşündüğünü bilmeniz gerektiği hususudur. Eğer herkesin 20’yi seçeceğini düşünüyorsanız kazanmak için 20’nin 2/3’ü olan 14’ü seçmeniz gerekiyor. Peki ya herkes sizin gibi düşünür ve 14’ü seçerse? Bu durumda kazanmanız için 10’u seçmeniz gerekecektir. Bu şekilde düşünmeye devam ettiğiniz sürece sonunda kazanmanız için 1’i seçmeniz gerektiği düşüncesine ulaşırsınız. Fakat böyle bir yarışmada herkesin 1’i seçmeyeceği açıktır. Öyleyse nasıl düşünülmeli?



Financial Times’ın açıkladığına göre kazanan rakam 13’tür. Nasıl olmuştur da 13 kazanmıştır?



Eğer kazanan rakam 1 olsaydı hiç kimse hata yapmamış olacak­tı. Dolayısıyla da herkes kazanacaktı. 13 kazandığına göre birçok insan hata yapmış ve bu hatalar sonrasında yeni bir denge oluşmuş demektir. Finansal piyasalar da tıpkı bu yarışmadaki gibi bir mantıkla çalışır ve doğruyu bulmak adına verilen kararlar sonrasında ortaya çıkan hatalarla finansal denge meydana gelir.



Amerikalı sosyolog Charles Perrow, ‘normal kaza’ adını verdiği teorisinde karmaşık sistemlerin işleyişini açıklar. Karmaşık bir sistem içinde, bir veya birden çok hatanın beklenmeyen etkileşiminin normal bir kaza sayılacağını söyler. Bu tür kazaları olduktan sonra görmek çok kolaydır ama öngörmek oldukça zordur. Olasılıksal bir şansızlık veya fonksiyonel bir yetersizlik sonucu değil hataların olağandışı etkileşimleri sonucu gerçekleşirler. Tıpkı finansal sistemde olduğu gibi. Son derece karmaşık bir yapıya sahip finansal sistem içinde yapılan bir veya birkaç hata bir anda sistemin geri kalanıyla etkileşerek ortaya normal bir kaza çıkarır. Tıpkı Procter&Gamble örneğinde olduğu gibi. Finansal sistemin karmaşık yapısı içindeki hatalı kararların sistemin diğer parçalarını etkilemesi, sistemin kendi iç dengesini oluşturması anlamına gelir. Yani hataların sistemin tamamıyla etkileşimi finansal dengenin oluşmasının göstergesidir.



Finansal kararlarında hata yapmadığını veya yapmayacağını ya da böyle bir hatayı kendisinin yapmayacağını düşünen pek olmayacaktır ama yine de Romalı şair Horatius’un ikibin yıl önce söylediği şu sözü kitabın bundan sonraki bölümlerinde anlatılanları okurken hatırlamakta fayda var: “Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur!” Ne gülüyorsun? Adı değiştirirsen, anlatılan senin hikayendir!



Senin hikayen…



Şimdi hikayenin neden bizim hikayemiz olduğunu gösteren küçük bir soru ile başlayalım. Mantık ve duygularımızın en dengeli hali ile verdiğimiz ve doğru olduğunu düşündüğümüz kararların nasıl yüksek bir hata payı içerdiğini yakından görelim. Anlatacağımız hikayedeki soruya hep beraber yanıt bulmaya çalışalım. Hikaye kısaca şöyle: 2 ayı aşkın süredir yerin 700 metre altında göçük nedeniyle mahsur kalan madencilerin yeryüzüne çıkarılması çalışmalarında son aşamaya gelinmiş. Madenciler, bulundukları yere doğru açılan delikten inecek 70 cm. genişliğinde bir kapsülle teker teker yeryüzüne çıkarılacaklar. Çıkış sırasının belirlenmesi için madenciler üç gruba ayrılır. Psikolojik ve fiziksel açıdan kötü durumda olanlar, psikolojik ve fiziksel açıdan iyi durumda olanlar ve ortalama şartlara sahip diğerleri. Soru şu: Siz olsaydınız önce hangi madenci grubunu çıkarırdınız?



İçinde biraz merhamet duygusu olan birinin böyle bir durumda ilk çıkaracağı madenciler elbette ki fiziksel ve psikolojik açıdan en kötü durumdakiler olacaktır. Bu şüphesiz en doğru karar gibi görünmektedir. Durumu ağırlaşanlara derhal tıbbi müdahale yapılması rasyonel bir gereklilik gibi de durmaktadır. Peki, bu karar gerçekten doğru bir karar mıdır?



Bu hikaye aslında birçoklarının hatırlayabileceği üzere 2010 yılı Ağustos ayında Şili’de yaşanan bir dramı anlatmaktadır. Göçük nedeniyle 2 ay boyunca yerin 700 metre altında karanlıkta yaşayan 33 madenci dünya gündemini oldukça meşgul etmişti. Sonunda hepsi kurtarılmıştı. Fakat kurtarma sırası birçoklarının öngördüğü gibi değildi. Şili Sağlık Bakanlığı göçükten ilk çıkarılacakların fiziksel ve psikolojik açıdan iyi durumda olanlar olduğunu açıklamıştı. Ardından kötü durumda olanlar ve en sonra da diğerleri çıkarılacaktı. Bu karar biraz duygu ve mantık sahibi olan herkesi şaşırtmıştı. İyi durumda olanlar biraz daha bekleyebilirdi. Oysa kötü durumdakiler her an ölebilirlerdi. Tartışmalar bir süre devam etti. Ama bu öncelik sırası değişmedi. Önce iyi durumda olanlar çıkarıldı. Bakanlık bu şaşırtıcı kararın nedenini şöyle açıklamıştı: “Eğer göçükte bir sorun olur veya madencilerden biri rahatsızlanırsa, kurtarmaya yardım için bu madenciler göçüğe geri indirilecekler. Çünkü oradaki şartları en iyi adapte olacak olanlar iyi durumdaki madencilerdir...”



Bu açıklama sanıyoruz birçok insanın düşünce ve karar hatasına düştüğünü açık şekilde göstermektedir. Hem duygular hem de mantığın rasyonel çalıştığı görüntüsü altında bile nasıl hatalı kararlara ulaştığını ortaya koymaktadır. İşte bu nedenle bundan sonra anlatılacak olanlar ‘senin’ hikayendir.



Akrep ile kaplumbağa



İnsanoğlu hata yapar! Bu gerçek herkes tarafından iyi anlaşılması gereken bir olgudur. Bu gerçeği belki de en iyi anlatan akrep ile kaplumbağa hikayesidir. Yüzme bilmeyen akrep, nehrin karşı kıyısına geçmek için kap­lumbağadan yardım ister. Kaplumbağa, bu teklife önce karşı çıkar. Ne de olsa akrep tehlikelidir. Akrebin yüzerken onu ısırmayacağını kim garanti edebilir? Fakat akrep, kaplumbağanın bu düşüncesinin mantıksız olduğunu söyler. Eğer akrep yüzerken kaplumbağayı ısırırsa, ikisi birden suya batıp boğulacaklardır. Neden akrep bu riski alsın ki?.. Bu düşünce kaplumbağanın aklına yatar ve akrebi sırtına alarak karşı kıyıya doğru yüzmeye başlar. Fakat nehrin ortasına geldiklerinde akrep kaplumbağayı ısırıverir. İkisi birlikte suya batarken, kaplumbağa akrebe kendisini neden ısırdığını sorar. Akrebin yanıtı şöyledir: “Çünkü benim yaradılışım böyle!”



İnsanoğlu hata yapar. Hata yapmak insanoğlunun doğasının bir parçası gibidir. Herkesin hata yaptığı bir dünyada oyun ‘fair play’ içinde oynanmıyor demektir. Yaşadığımız dünya sadık bir hizmetkar gibi davranmayı sevmez. Daha doğru kararlar verebilmemiz için berraklaştırılmış bilgi sunmak yerine dağınık ve düzensiz bilgiyi adeta üzerimize fırlatır. Bu bilgi genellikle yarım yamalak, rasgele, temsil gücü zayıf, şüpheli, uyumsuz, karışık ve ikinci eldir. Bu yetersizlikleri aşmaya çalışan insanoğlu çoğu zaman bunu başaramadığı için hatalı kararlar verir.



Latince söylenişiyle “errare humanum est” (hata yapmak insanlıktır). Wikipedia hatayı kişinin veya kurumun, durumun ve zamanın gerektirdiği gerçeklere uygun davranışı göstermemesi olarak tanımlıyor. Bu uygunsuzluk çoğu zaman ölçülebilir sonuçlar yaratır. Yapılan araştırmalar uçak kazalarının %70’inin, araba kazalarının %90’ının insan hatalarından kaynaklandığını göstermektedir. Hata insanoğlunun doğasının bir parçasıdır. Ne yaparsa yapsın onu kararlarından uzak tutması pek mümkün değildir. Kişiler kararlarını düşünerek ve en optimum şartlar altında alsalar da hatadan kaçınamazlar. En ileri bilgisayarların bile yapamayacağı bir şeydir eski bir arkadaşın yüzünü görür görmez hatırlamak. Fakat insanoğlu için bu son derece kolay bir iştir. Oysa öte yandan en basit hesap makinesinin bile rahatça hesaplayabileceği bir piyango oyunundaki milyonda birlerle ölçülen kazanma şansını hesaplamaktan ve kararlarına dayanak yapmaktan acizdir. Öyleyse insanoğlu nasıl hata yapıyor?



Herkesin Einstein kadar akıllı olması mümkün olmasa da aklın insanoğlu arasında belirli bir fark gözetilerek asimetrik dağıtıldığını söylemek pek mümkün olmayacaktır. Birbirlerine benzer yaradılışsal özelliklere sahip insanoğlunun birbirinden farklı davranışlarının nedenini anlamak hatanın da kaynağına inmek demektir.



Ekonomik hayatta insanı anlama ve konumlandırma düşüncesi tarih içinde büyük bir evrim geçirmiştir. Önceleri insanın rasyonel düşünen, problemi tanımlayan, çözüm seçenekleri için bilgi toplayan, karar veren ve optimum şekilde çözümleyen bir varlık olduğu kabul edilmişti. Bu nedenledir ki; birlikte suç işleyen iki suçlu ayrı hücrelere konulup eğer biriniz suçunu itiraf eder diğeriniz etmezse itiraf eden 1 yıl, diğeri beraat; ikiniz de inkar ederse 3’er yıl, ikiniz de itiraf ederse 2’şer yıl ceza çekeceksiniz denildiğinde birbirlerine bakakalmışlardır.



Rasyonel karardan duygusal karara



Sosyal ve ekonomik davranışın en eski ve klasik modeli sayılan rasyonel seçim teorisi (Rational Choise Theory) kişinin karar vermeden önce gerekli tüm bilgiyi topladığını varsaymıştı ki; zaman içinde bunun bir hata olduğu fark edildi. Rasyonel düşünen insanın yeni bir bilgiyle karşılaştığında değerlendirmesini revize etmesi gerekliydi. Fakat mevcut bilginin kendileri için yeterli olduğunu düşündükleri yerde bilgi toplamayı kesmekteydiler. 1978 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Herbert Simon, insanların kararlarında maksimum faydayı elde edebilmek için gerekli zihinsel kaynaklardan yoksun olduğunu söyler. Mükemmel kararlar vermek için yeterli değerlendirme gücüne sahip olmadığını belirtir. Hatıralar, tecrübeler ve muhakeme sanıldığı kadar güvenilir ve herkeste aynı sonucu veren formlarda değildir.



Herbert Simon basit bir deney yapar. Önemli satranç maçlarının, oyunun bitmesine yakın olan dizilimlerini profesyonel satranç oyuncularına ve sıradan satranç oyuncularına birkaç saniyeliğine gösterir ve ardından satranç tahtasını hatırlayarak yeniden oluşturmalarını ister. Satranç oyuncuları tahtanın tamamını başarıyla yerleştirirken çaylaklar çok azını yerleştirirler. H.Simon, aynı deneyi bu kez rasgele yerleştirilmiş satranç taşlarıyla yapar. Bu kez şaşırtıcı şekilde profesyonellerle amatörlerin hatırlama seviyelerinin birbirlerine yaklaştığı görülür. Sonuç üzerinde, gruplar arasındaki düşünce şekli ve zihin yapısının farklılığı rol oynamıştır. İlk oyunda profesyoneller basit bir kodlama ile karar verirler: ‘At fili koruyor, vezir şahı tehdit ediyor…’ gibi tasvirlerle satranç tahtasının tamamını rahatça hatırlamışlardır. Fakat taşların rasgele yerleştirildiği ikinci oyunda bu ilişkiyi göremedikleri için hatırlama ve sonrasında karar verme oranları düşmüştür. Bu kısıtlamaları dikkate alan H.Simon, insanların rasyonel değil, sınırlı bir rasyonellikle karar verdiklerini ortaya koymuştur.



Sınırlı rasyonellikle karar veren insanın aslında bir insan olduğu, doğası gereği zayıflıklara sahip olduğu, rasyonelliğinden ve kendi yararına davranışlarından sapmalara neden olan hatalar yaptığı 2000’li yılların başında fark edildi. İnsanlar, çözümleyemeyecekleri karmaşık durumlarda içgüdüleri ve sezgileri ile karar veriyorlardı.



Duygular ve sezgilerin karar sistemimizdeki yeri herkesin iyi bildiği bir olgudur. Birçok kişinin güneşli havalarda kendini iyi hissetmesi bunun en güzel örneğidir. Hatta havayı görmeden güneşli olduğunu bilmenin verdiği mutluluk bile son derece yüksektir. Yapılan bir deney güzel havanın ekonomik kararlarımızı nasıl etkilediğini oldukça etkileyici şekilde ortaya koyar. Odalarında dışarıyı gören pencereleri bulunmayan bir otelde kalan misafirler, oda servisini çağırdıklarında, görevli dışarıdaki havayı da laf arasında söyler. Daha sonra bu oda görevlisinin aldığı bahşiş miktarları incelenir. Havanın yağmurlu olduğunu söylediği günlerde 10 dolar alırken, güneşli olduğunu söylediği günlerde 15 dolar almıştır. Görüldüğü gibi misafirler güneşli havalarda %50 daha fazla bahşiş vermektedir. Sadece güneşin bile bu ölçüde etkilediği karar sistemimizin, sayısız duygu, sezgi ve olay ile nasıl etkileneceğini bulmak hiç kimse için fazla zor olmasa gerek.



Mutluluğun kararlar üzerindeki etkisini gösteren bir diğer çalışma doktorlar üzerinde yapılmıştır. Doktorlardan bir bölümüne muayeneden önce yemeleri için bir parça çikolata verilirken diğerlerine verilmemiştir. Daha sonra aynı hastayı muayene eden doktorlardan muayene öncesi çikolata yiyenler hastalığı diğerlerine göre daha kısa sürede tespit etmiştir.



Kişiler mental yönden sağlıklı olmakla birlikte zihinleri ve aldıkları kararlar duygularının hakimiyeti altındadır. Yani her zaman mantıklı olmaya ve doğru kararlar vermeye çalışsalar da çoğu zaman bunu başaramazlar. 2000’li yıllardan sonra giderek daha çok dikkat çekmeye başlayan davranışçı finans (behavioral finance) işte bu rasyonel ve duygusal kararlar arasındaki dengenin ne olduğunu araştırmaya başlar.



Davranışçı finans (Behavioral finance)



18. yüzyıl ortaları. Fransa ve İngiltere’nin dünya denizlerinde hakimiyeti ele geçirmek için verdikleri karşılıklı mücadelenin en gerilimli yılları. Bu kargaşanın ortasında, birkaç İngiliz spekülatörün aklına çok tuhaf bir fikir gelir. İngiliz kargo gemileri üzerine yazılan tüm sigorta poliçelerini satın almak!



Spekülatörler, insanların kargolarını farklı ülkelere taşıyan gemilerin olası hasarlarını tazminen, kargo göndericileri emrine düzenlenen poliçeleri sahiplerinden satın alırlar. Bu garip alışve­rişin nedenini kimse anlayamaz. Spekülatörler bu poliçeleri ne yapacaklardı?



Spekülatörlerin, poliçeleri satın aldıktan sonra izledikleri yol şuydu: Fransa’daki partnerlerine bir mesaj göndererek, İngiliz kargo gemisinin izleyeceği rota ve tarihleri veriyorlardı. Bu haberi alan Fransız ortaklar bilgiyi gecikmeden Fransız donanmasına iletiyordu. İki ülkenin savaş halinde olması nedeniyle, bu istihba­ratı alan Fransız donanması kargo gemisini batırıyordu. Geminin batmasıyla birlikte de İngiliz spekülatörler poliçelerin bedellerini sigorta şirketlerinden tahsil ediyorlardı. Yani çok düşük primler ödeyerek zengin oluyorlardı.



Finansal sistem içindeki düzeni ve dengeyi, 18.yüzyılda olduğu gibi bugün de büyük ölçüde hatalar oluşturmaktadır. Dünyanın en zengin ikinci kişisi yatırımcı Warren Buffet, yatırım yapmanın basit bir iş olduğunu ama kolay bir iş olmadığını söyler. Neden mi? Çünkü sosyal, içgüdüsel veya duygusal faktörler ekonomik sistem içinde yer alan alıcılar, satıcılar veya kreditörler gibi oyuncuların finansal kararlarını etkileyerek piyasa fiyatları üzerinde belirleyici olurlar. Sonsuz bilgi, sayısız öngörü, tahmin ve sınırsız heyecan insanların karar verme sistemlerini karmaşık bir hale getirir. Davranışçı finans, bu gerçekliği psikolojik ve sosyolojik faktörleri dikkate alarak açıklamaya çalışan bir ekonomi dalı olarak 80’li yıllardan sonra oldukça popüler bir hale gelmiştir.



İnsan, karmaşık düşünce sistemi içinde en iyi ve en kötü kararları verebilecek bir anlaşılmazlığa sahiptir. 2007 yılı başlarında, henüz global finansal kriz dünya gündeminde ilk sırada değil ve hisse senetleri tarihin en yüksek fiyat seviyelerinde seyrederken, yatırımcılar tarafından hala satın alınmaya devam ediliyordu. Krizle birlikte birkaç ay içinde tarihin en düşük seviyelerine düştüğünde ise kimse almak istememişti. Ev fiyatları kriz öncesinde zirvedeyken herkes ev almaya hücum ederken, krizle birlikte yarı yarıya düşen fiyatlarla kimse almayı düşünmemişti. Eğer mesele bir varlığı en düşük fiyattan satın almaksa, neden hisse senetleri ve evler en düşük fiyatlarında iken kimse alım yapmamıştır? Ve eğer mesele bir varlığı en yüksek fiyatından almamaksa, neden herkes kriz öncesi dönemde hisse senetleri ve evler en yüksek fiyatlarında iken hala almaya çalışıyordu?



Rasyonel düşünen bir insanın en temel kaygısı bir malı en düşük fiyattan almak olsa da irrasyonelliğin yarattığı panik ve kaçış, dünyanın hemen her yerinde aynıdır. Psikolojik ve sosyal etkiler insanın karar mekanizmasını etkileyerek, ekonomik modellerin temel varsayımı olan rasyonel düşünceyi bozar. Varlık fiyatlarının gerçek değerlerini yansıtmadığı, bir dizi duygusal faktörün etkileşimiyle değişiklik gösterdiği artık bilinmektedir. Piyasaları aşırı ısıtan ve soğutan davranışların yarattığı motivasyonun gücü yadsınamaz ağırlıktadır.



Davranışçı finansın, yerleşik ekonomik teorilerden farklı bir düşünce şekli vardır. Onların bilmediği bir şeyi bilir: İnsanlar satın alırken, mantıklı kararlar vermelerine neden olan sayıları ve gerçekleri değil, duygularını kullanırlar. Geleneksel ekonomi modelleri zenginliğin maksimizasyonunu sağlarken, davranışçı finans mutluluğa odaklanır. Bu nedenle tüm insanlar, en duygusuz olanlar bile, duygusal kararların yarattığı yanılsama ve hatalardan kaçamazlar.



Finansal kararlarımızı verirken düşünce sistemimiz, analitik ve sezgisel yollarla duygularımızı etkiler. Sezgilerimiz daima modelleri ve onların getirilerini inceler. Herhangi bir modeli uygun bulduğu anda mutluluk ya da hırs duygusunu açığa çıkarır. Fiyatların yükselmeye başladığı dönemlerde yaşanan budur. Hisse senetleri, bonolar ya da ev fiyatlarının daima artacağı düşünülür. Bu düşünce zihnen mantıklı bulunsa da uygarlık tarihi açısından doğru değildir. Fiyatlar bir gün yükselişini durdurur ve hatta yavaş yavaş düşmeye başlar. Sezgilerimiz bu kez korku tepkisini verir. Korku diğer tüm duygulardan güçlüdür. İnsanların dona kalması piyasadaki alıcı ve satıcı sayısını azaltarak fiyatların düşmeye başlamasına yol açar. Kriz boyunca hisse senedi fiyatlarının %50’den fazla düşmesinin ardındaki gerçek budur. Nedensiz mutluluk ve hırs nedensiz korku ve kaçışa dönüşür.



Dizginlenemez duyguların içinden rasyoneldışılığı veya hatayı temizlemek mümkün değildir. Bunu bilen profesyonel yatırımcılar sezgileri kontrol altında tutmaya çalışan teknikler geliştirirler. Tahripkar finansal sonuçlara götürecek kararlar vermemeye özen gösterirler. Yine de bu öz kontrol bir ekonomik balonun ne zaman patlayacağını, bir hisse senedinin fiyatının ne zaman düşeceğini ya da altının ne zaman yükseleceğini söyleyemez. Ama finansal kararlardaki rasyoneldışılığın içerdiği hataları çarpıcı şekilde açığa çıkarır.



Bilimin kararlardaki hata payını ortaya koyması bizim için ne ifade eder? Aslolan her insanın bunu yapabiliyor olmasıdır. Doğru kararlara oranla hatalı olanların payı nedir? Buna yanıt verebilmek oldukça güçtür. Çünkü insanlar hatalarını kavramakta son derece isteksiz davranırlar.



Diyelim ki biraz para kazanmak için bir hisse senedi aldınız. Düşündüğünüz gibi de oldu ve hisse senedinin fiyatı yükseldi. Biraz daha kazanır mıyım düşüncesiyle satmak için tereddüt etseniz de nihayetinde satış kararını vermekte zorlanmazsınız. Ya hisse senedinin değeri düşerse?.. Zararı kabullenmek o kadar kolay olmaz. Nasıl olsa yükselir diye hayal kurarız. Bekleriz. Sonunda ya belli bir zararı göze alarak satarız, ya da şirketin iflas ettiği güne kadar bekleriz.



Ekonomik kararların verilmesinde insanı yönlendiren olguların içerdiği hataları anlamak maddenin finans halini yorumlayabilmek demektir. Son derece karmaşık finansal sistemin bulmacalarını çözmek yerine içgüdüsel ve sezgisel kararlarla yatırım yapmanın içerdiği hata payını hesaplayabilmek finansal evreni de yorumlayabilmek anlamına gelecektir.



Piyasaların çalışma şekli ve yatırım kararlarının ardındaki dinamikleri çözümlemek, uzun yıllardır davranışçı finansın gündemini meşgul etmektedir. Modern finans ve kuramsal ekonominin ortaya koyduğu birçok rasyonel ve duygusuz modele rağmen, insanların verdiği kararların irrasyonel ve duygusal olduğu gerçeği gücünü korumaktadır. Piyango bilet alırken üstlenilen riskten sigorta poliçesi düzenlenirken kaçınılır. Oysa her ikisinde de aynı mantıkla benzer bir prim ödenmektedir. Basitçe kuramsal ekonomi ne yapmamız gerektiğini söylerken, davranışçı finans gerçekte nasıl yaptığımıza yanıt aramaktadır.



Davranışçı finans, kararların nasıl verildiğini ortaya koyarken iki hususu tanımlamaya çalışır. İlki duyguların kararları, kararların ise fiyat hareketlerini yarattığı varsayımı; ikincisi ise bu irrasyonelliğin köklerinin insanoğlunun doğasında saklı olduğu kabullenmesidir. Her iki konu da oldukça hassastır. Çünkü insanlar son derece mantıklı buldukları bu teorilerden nefret edebilme hakkını da zihinlerinde taşırlar. Davranışçı finans dışında hiçbir ekonomi veya bilim dalı, insanların verdikleri kararlardaki zaafiyet, hata ve yetersizlikleri yüzlerine vurmaz. Davranışçı finans bunu büyük bir açık sözlülükle yaparak insanların düşündükleri kadar rasyonel olmadıklarını sürekli onlara hatırlatır. Bu nedenledir ki her kesimden sempati toplayan bir alan olması beklenmez.



Kitabın bundan sonraki bölümlerinde davranışçı finansın ne kadar açık sözlü bir bilim dalı olduğunun örneklerini fazlasıyla anlatacağız. Ama bir örnekle söylenilmek istenenin ne olduğunu kısaca özetleyelim. Birçok insan için para önemli bir konudur ve hayatlarının her anında mutlak önem verdikleri çok az konudur biridir. İnsanlar böyle olduğuna inansalar da davranışçı finans, kişilerin paraya verdikleri değerin mutlak değil göreceli olduğunu söylemekten hiç çekince duymaz. Şöyle ki; dizüstü bir bilgisayar alacağınızı düşünün. 800 liraya bir bilgisayar beğendiniz. Tam almak üzereydiniz ki 30 km. ötedeki başka bir mağazada aynı bilgisayarın 700 liraya satıldığını öğrendiniz. Eğer birçok kişi gibi düşünüyorsanız, kısa bir yol maliyet hesabı yapar ve bu bilgisayarı 100 lira daha ucuza almak için o mağazaya gidersiniz. Yapılan araştırmalar insanların böyle durumlarda %70 oranında 30 km. ötedeki mağazaya gittiklerini söylemektedir. Şimdi varsayalım ki alacağınız şey bilgisayar değil de otomobil. Beğendiğiniz arabanın fiyatı da 55.900 lira. Tam arabayı almak üzereyken arkadaşınız aynı arabanın 30 km. ötedeki başka bir bayide 55.800 liraya satıldığını söylüyor. Ne yaparsınız? Eğer birçokları gibiyseniz, 30 km. yolun 100 lira için çekilmeyeceğini düşüneceksiniz. Araştırmalar insanların %80’inin 30 km. yolu gitmeyi göze almadığını göstermektedir. Fakat her iki seçenek aslında aynıdır ve 100 lira tasarruf sağlamaktadır. Peki, neden aynı cevabı vermediniz? Eğer rasyonel düşünseydiniz cevabınız her iki seçenek için de aynı olacaktı. Ama rasyonel düşünemediniz. Çünkü bilgisayar alırken tasarruf ettiğiniz 100 liranın otomobil alırken tasarruf ettiğiniz 100 liraya eşit olmadığına inandınız. Büyüklük yanılsaması (bigness bias) da denilen bu durum aynı büyüklükteki rakamların, büyüklerin yanında dikkate alınmadığını göstermektedir. İşte, davranışçı finansın yaptığı şey hep budur; rasyonel düşünmediğinizi ekonomik kararlarınızdan sonra size hatırlatmak.



Finansal kararlarda duygulara ne kadar güvenilmeli?



İnsanoğlu duygularını rasyonel kararların önünde hep bir engel olarak görür ve ilkelliklerinden yakınır. Aşırı bir kredi kartı harcamasında, fazla kaçırılan yemekte, kaybettiren hisse senedi yatırımlarında çoğu zaman uzağı ve geleceği göremediğinden şikayetçi olduğumuz duygular suçlanır. Rasyonel düşüncenin duygular gibi kişiyi hataya yönlendirmeyeceği inanışı imtiyazlandırılır. Gerçekten duygularımız rasyonelliğimizden, ekonomik kararlarımızda daha az mı güvenilirdir? Karmaşık bir soruya sadece rasyonel düşünce sistemimiz mi doğru yanıt verebilir; duygularımız doğru yanıtı bulamaz mı?



Duygular zaman zaman zihnimizden daha akıllı olabilirler. Bilimin nedensellikle yarattığı katedrali, 18.yüzyılda ‘nasıllık’la sarsan İngiliz bilim insanı David Hume’dan bugüne duyguların karar sistemindeki yeri giderek büyümüştür. Yapılan bir araştırmada kişilerden seçim sonuçlarından borsa endekslerine bir dizi konuda duygusal ve rasyonel düşüncelerini gösteren iki karar vermeleri istenir. Sonuçlar şaşırtıcıdır. Duygularla verilen kararlar daha isabetli çıkmıştır. Bu durum, yani duygularına güvenerek karar verenlerin duygularına güvenmeyenlere göre daha doğru gelecek öngörüleri yapmasına, 2012 yılı başından bu yana duygusal kehanet olgusu (emotional oracle effect) denmektedir.



Örneğin American Idol adlı yarışma programını kimin kazanacağı sorusuna duygularına güvenenler %41 oranında doğru yanıt vermişlerdir. Duygularına güvenmeyenler ise %24’te kalmıştır. Borsa endeksinin ne yöne hareket edeceği sorusuna ise duygularıyla karar verenler belirli analiz yöntemlerini kullanarak karar verenlere göre %25 daha isabetli karar vermişlerdir. David Hume’un bakış açısıyla bakarsak böyle paradoksal sonuçlar nasıl oluşmuştur? İnsan beyni birçok bilgiyi işlemeye çalışırken bilinçaltı da paralel şekilde ama düşünmeksizin işler. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde anlatacağımız birçok farklı yöntemi kullanarak karar sistemine katkı sağlar. Fakat çoğu zaman bunda baskın çıkar ve kararın oluşmasını sağlar.



Örneğin on farklı hisse senedi ile ilgili rakamları okuyup en iyi hisse senedini seçmeniz istendiğinde muhtemelen bu kadar çok datayı kısa süre içinde değerlendiremeyeceğinizden bir karar veremeyeceksinizdir. Fakat bu on hisse senedinden hangisi duygularınızı olumlu yönde tetikliyor diye sorulduğunda kesinlikle analiz daha kısa sürecek ve karar verilebilecektir. İşte hatalar da çoğu zaman bu değerlendirme aşamasından sonra verilen kararlarda ortaya çıkmaktadır. Duygularımız ne çok akıllı ne de çok aptaldır. Sadece kusurlu kahinlerdir.



İmkan ve olasılık çelişkisi



Duyguların ve diğer algılamaların karar verme alanını geniş bir perspektifte etkilediği bilinmektedir. İnsanoğlunun ekonomik hayatını ilgilendiren kararlarında yaptığı temel hata, bir sonucun gerçekleşmesinin mümkünlüğü ile matematiksel olasılığını aynı şeylermiş gibi değerlendirmesidir. Ya da daha geniş anlamda ifade edersek karıştırmasıdır. Kişiler çoğu zaman en makul sonucun en olası sonuç olduğuna karar verir. Şöyle ki; Bay A 30 yaşında, akıllı, bilgili ve seyahat etmeyi seven biridir. Üniversitede sosyal bilimler okumuş, aynı zamanda çevre bilinci olan biridir. Öyleyse Bay A’nın aşağıdakilerden hangisi olması ihtimali en yüksektir?



Ø Sigortacı

Ø Rehber

Ø Çevreci hareketleri destekleyen bir rehber



Muhtemelen birçok kişi bu soruya (b) veya (c) şıkkı doğrudur cevabını verecektir. Fakat dünyada, yukarıdaki kişilik özelliklerine sahip sigortacı sayısının rehber sayısından daha fazla olduğu gerçeği göz ardı edilmiş olacaktır. Mümkün olanın her zaman olası olmadığı bilinmelidir. Öte yandan sadece (b) ve (c) şıklarının varlığında birçok insan (c) şıkkının doğru olduğunu düşünecektir. Bu da isabetli bir yaklaşım değildir. Bir tarihi eserin ikibin yıllık olma ihtimali onun tarihi eser olma ihtimalinden yüksek olamayacağı gibi kişinin rehber olma olasılığı da çevreci bir rehber olma ihtimalinden düşük olamaz. Bu nedenle Bay A’nın çevreci hareketleri destekleyen bir rehber olmasının akla yatkınlığı olasılıksal olarak doğru değildir.



İnsanoğlu belirsizlik altında verdiği kararlarda bilimsel bilgiyi görmezden gelerek ihtimal hesaplarını tamamıyla göz ardı eder bir yapıdadır. Olasılık ihmali (neglect of probability) denilen bu olgu kararlarımızı, olasılıksal değerlendirmeleri dikkate almadan verdiğimizi ortaya koymaktadır. Olasılığın kararlarda değerlendirmeye alınmaması, bugün bir tsunami dalgasının balkonunuza kadar gelmesinin 50/50 oranında mümkün olduğu anlamına gelir. Neden mi? Çünkü bir tsunami dalgası ya gelir, ya da gelmez. İstatistiksel olarak her iki olasılığın toplamı %100’dür. Ama ayrı ayrı olasılıklar 50/50 değildir. İşte yapılan hata buradadır. Olasılığın kararlarda göz önüne alınmaması tsunaminin 50/50 oranında geleceğini söylemek gibidir.



Yapılan araştırmalarda deneklere neden emniyet kemeri takmamalıyız argümanı yöneltilmiştir. Onlara dereye uçan bir aracın şoförünün emniyet kemerini çözemediği için öldüğü anlatılmıştır. Buna benzer birkaç hikayeden sonra deneklerin emniyet kemeri takmayı, emniyet kemeri takmamak kadar tehlikeli gördükleri gözlemlenmiştir. Yani olasılıksal olarak her iki duruma da 50/50 değer biçmişlerdir. Oysa göz ardı ettikleri şey, anlatılan hikayelerdeki ölüm olasılığının çok düşük olmasıydı.



Yukarıdaki soruda Bay A’nın mesleğini tahmin ederken yapılan hata finansal kararlarımızda da oldukça yaygındır. Hisse senedi yatırımı yapmak isteyenler genellikle iyi bir şirket ile iyi bir hisse senedini aynı anlamda değerlendirirler. İyi bir şirket satış ve karlılığı yüksek, güçlü bir yönetimi olan şirkettir. Oysa iyi bir hisse senedi, fiyatı diğer hisse senetlerinden daha fazla artan hisse senedidir. Çoğu zaman bu ikisi aynı şey değildir.



Ya da diyelim ki iki şirketten birinin hisse senedini almanız gerekiyor. Eğer bunlar iki spor kulübüyse desteklediğiniz kulübün hisse senedini almayı daha çok istersiniz. Hatta riskli durumların varlığı altında bile. Görüldüğü üzere insan zihni, kararlarında kısayolları kullanmayı sevdiği için mevcut seçenekler içinde kendisine en yakın gördüğünü tercih etmeyi her zaman ilke edinmiştir.



6 kör adam ve bir fil



Atinalı filozof Protagoras, aklınla vardığın bazı bilgiler aldatıcı olabilir der. Kararların arkasındaki güvenilmezliğin insanın doğasında saklı olduğunu ortaya koyan en önemli çalışma Sosyal Psikolojinin dünyadaki kurucularından kabul edilen Türk bilim adamı Muzaffer Şerif Başoğlu’nun otokinetik deneyi adlı çalışmasıdır. Otokinetik etki, bir yıldıza bakan ve yerinde durduğu halde onun hareket eder gibi göründüğünü sanan gökbilimciler tarafından keşfedilmişti. Karanlık bir ortamdaki küçük bir ışık kaynağının hareket ediyormuş gibi algılanması fenomeni Muzaffer Şerif’in deneyinde etkili şekilde ortaya konmuştur. Tek tek karanlık bir odaya alınan kişilere aynı noktada yer alan bir ışık belirli aralıklarla iki kez yakılarak gösterilmiştir. Daha sonra ışığın ne yöne ne kadar hareket ettiği sorulmuştur. Işık hiç hareket etmemesine rağmen deneye katılanlar 15 cm.ye kadar ışığın yerinin değiştiğini söylemişlerdir. Deneyden de anlaşılacağı üzere fiziksel çevrenin tam olarak belirlenemediği durumlarda insan doğası kendi gerçeklerini yaratabilmektedir.



6 kör adam ve bir fil hikayesi de bu etkiyi anlatır. 6 kör adamın her birinden bir filin farklı bir parçasına dokunmaları ve dokunduk­ları şeyin ne olduğunu bilmeleri istenir. Filin boynuzlarına dokunan mızrak, kulaklarına dokunan yelpaze, gövdesine dokunan duvar, kuyruğuna dokunan halat, hortumuna dokunan yılan ve ayağına dokunan ise ağaç olduğunu düşünür. Fiziksel çevrenin tam olarak bilinemediği durumlarda hata herkes için kaçınılmaz bir sonuçtur.



İnsanların görebilme yetenekleri gibi görebilme şekilleri de hatanın ortaya çıkışında önemlidir. Baksak bile her zaman göremeyiz. Ya da bazıları daha iyi görür. Sağ elini kullananların bir salona girdiklerinde önce sağ yöne bakmalarının sebebi bu görme şeklinden kaynaklanır. Eline bir basket topu alan herkesin o topa aynı süre ve şekilde bakmayacağı kesindir. O top bir basketbolcuya verildiyse belki de hiç bakmayacaktır. Tüm bunlardan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. İnsanoğlunun doğası hakkındaki bildiklerimiz astronomideki gibi kesin ve eksiksiz olmasına karşın, bu bilgilerle, yıldızların hareketini öngördüğümüz gibi insanların karar seçenekleri içinden hangisinin doğru olacağını öngöremeyiz. Çünkü bilmediklerimiz bildiklerimizden oldukça fazladır.



İçten gelen sese ne kadar güvenilir?



Mors Certa, vita Incerta! Ölüm kesindir, hayat değil!.. Birçok karar kesin olmayan olayların olma ihtimaline duyulan inanç ekseninde verilir. Doların yarınki değeri, hisse senetlerinin belli bir dönemdeki hareketi veya şans oyununda kazanacak numaralar üzerine verilen kararlar “sanırım”, “büyük ihtimalle” ya da “inanıyorum ki” ile başlayan ifadeler ile oluşur. Peki insanlar, bilinmezlik ve düzensizliğin ardındaki matematiği hangi yöntemlerle işleyerek “sanırım” ile başlayan bir karara dönüştürebilmektedirler?



Soru zor gibi görünse de yanıtı basittir. İnsanoğlu bir dizi sezgisel (heuristic) prensibi kullanarak kararlarını oluşturmaktadır. Karmaşık olasılıkları ve yüksek belirsizliği, basitleştirilmiş zihinsel muhakeme ile işleyerek kararını vermektedir. Bu tür bir karar sistemi faydalı gibi gözükse de sistematik şekilde hatanın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sezgisel kararların, disiplinlerin yıllarca süren çalışmalar ile oluşturduğu bilimsel gerçeklere üstün gelmesinin ardındaki şey ne olabilir?



Bugün artık insanlar, en sıradan günlerinde bile, süpermarketteki binlerce üründen, yüzlerce dergi ve gazeteden, yüzlerce televizyon kanalından bazılarını seçmek zorunda. Sahip oldukları sınırlı zaman dilimi içinde kararlarını vermeleri gerekiyor. Gerçekte bu kararlarını nasıl veriyorlar?



Ekonomik ve finansal kuramlar aslında etkin ve yararlıdır. Fakat duygular ve zihinsel kısayolların etkisinde kalan insanlar bu kuramları çoğu zaman yıkarlar. Kişinin verdiği kararlarda, içsesi, diğer her şeyin üzerinde bir güce sahiptir. Duygular, içgüdüler ve mantık hataları çoğu zaman en kesin bilginin bile üstesinden gelerek karar mekanizmalarında etkili olabilir. Bu içsel sese verilen değerin yüksekliğinin kararlar üzerindeki etkisi, içgözlem aldanması denilen bir olgunun sonucudur. İnsanlar kendi zihinsel durumlarını tam olarak kavradıkları, diğer insanların ise bu yetiden mahrum olduklarını düşünme hatasına düşerler. Çoğu zaman özgüven yaratan bu durum yetersiz muhakeme ve hatalı kararlara yöneltir.



Descartes, kararlarımızı veriş şeklimiz ile ilgili olarak kendi kendimizi aldatmaya ne kadar yatkın olduğumuzu belirttiğinden bu yana üç asırdan fazla zaman geçmiştir. O zamandan bu yana insanoğlu, kendi düşünce alanının sağladığı konfordan daha konforlu bir alan bulabilmiş değildir. Belki de insanın bu kırılganlığı en yüksek tarafı, onu diğer canlılardan ayıran en güçlü tarafıdır. İnsanoğlu bu temel ayrımın daima farkında olmuştur. Peki, insanlar neden bu çok fazla güvenilir olmayan içsese güvenme ihtiyacı duyarlar?



Müşfik bir ses tonuyla konuşan birinin iyi, sert bir ses tonuyla konuşan birinin kötü biri olarak algılanması, bilginin güvenilmezliğinin, kişinin kendine güveni karşısında mağlubiyete uğramasının doğal bir sonucudur. Bilginin güvenilmezliğine karşın kişiye sağlayacağı fayda güven duygusunu pekiştirir. Bu fayda duygusunun iki bileşeni vardır. Kişinin kendi bilgeliğinin yarattığı haz duygusu ve diğer insanların bu yöndeki kararlarının güvenilmez olacağı yönündeki inanç. Bu iki dürtü, kararın doğruluğu yönünde kişinin özgüvenini arttıracaktır. Sadece ses tonuyla insanların kişilik özelliklerinin ne olacağına karar vermek ne ölçüde doğrudur? Cevap herkesin bilebileceği gibi pek doğru değildir.



İnsanların karar ve öngörülerinin çoğu zaman yüksek bir hata payı içermesi, daha fazla bilgi veya geçmiş tecrübelerin önünde anlık değerlendirme yeteneğine duydukları yüksek güvendendir. Kişiler kendilerine iyimser diğerlerine ise objektiftir. Bu nedenle insanlar çoğu zaman başkalarının davranışlarını tahmin ederken daha isabetli kararlar verirler. Üniversite öğrencilerinden bir grup üzerinde bitirme tezlerini ne kadar sürede tamamladıkları araştırması yapılmıştır. Öğrenciler kendi tezlerini bitirme sürelerine aşırı iyimser yanıtlar verirken, diğer öğrencilerin ne kadar sürede bitireceği sorusuna daha isabetli yanıt vermişlerdir. Bu farklılığın temel nedeni, öğrencilerin kendi davranışlarını tahmin ederken içgüdü ve temennileri ön planda tutarken, diğerlerinin davranışlarını tahmin ederken geçmiş tecrübelerin yarattığı bilgiyi ön planda tutmalarıdır. Kişilerin kendi iç dünyalarına duydukları güven, bir süre sonra kişileri, kendilerini, diğer insanların onları tanıdığından daha iyi tanıdıkları yanılsamasına götürür. Aşırı özgüvenin yarattığı bu asimetrik durum aslında büyük bir mantıksızlıktır. Bol ışıklı ve resimli tüketici reklamlarında da bu duruma rastlanır. Tüm bu kışkırtıcı reklamlar karşısında birçok insan bağışıklık kazandığını ve etkilenmediğini düşünür. Kendilerini reklam içeriğine taraf olmayan üçüncü kişi olarak görürler. Buna karşın diğerlerinin reklamdan oldukça etkilenmiş olduğunu düşünürler. Kendilerinin bu reklamlardan etkilenmediğini ispat edecek birçok delile sahip olduklarına inanırlar. İçlerindeki ses, eğer etkilenselerdi bunu mutlaka bileceklerini onlara fısıldar. İşte bu da hatayı oluşturan çarkların dönmeye başladığının göstergesidir.



Burada şu soruyu yöneltmek uygun olacaktır. İnsanların, finansal kararlarını farklı bir mantık ve etkiler silsilesi içinde alırken yaptığı hataların piyasa dinamikleri içinde onarılması mümkün değil midir? Bu soruya yanıt vermek aslında finansal sistemi anlamak ile eş anlamlıdır. Piyasa dinamikleri denilen görünmez el’den arz ve talep’e bir dizi mekanizma tuhaf bir çalışma yapısına sahiptir. Hataları cezalandırmak yerine onları düzeltmeyi tercih ederler. Örneğin tüm hatalı kararların bir araya gelerek fiyat denilen değeri oluşturması gibi.



Klasik ekonomi insanların daima farklı hatalar yaptıklarını varsayar. Davranışçı finans ise insanların daima aynı hatayı yaptığını öne sürer. Yapılan bu hatalar ise piyasa denilen işlemlerin cereyan ettiği arenada bir araya gelirler. Finansal krizde subprime kredilerin bir araya gelmesi gibi. Ödeme imkanı kısıtlı biri tarafından alınan bir kredi ve bu kredinin banka tarafından verilmesi her iki taraf için de hatadır. Ama bundan daha kötüsü bu hatanın milyonlarca kişi tarafından ve binlerce finansal kuruluş tarafından tekrarlanmış olmasıdır. Sonuç itibarıyla aynı hatanın ürünü olan ve piyasada bir araya toplanan bu krediler finansal sistemin bugünkü çözümsüz halini yaratmıştır.



Mantık ve duyguların karışımıyla ortaya çıkan kararların neden hata içerdiğini şu basit örnekle görebiliriz. Diyelim ki 10.000 lira tutarındaki hisse senetlerinizin değerinin, bir gün içinde 500 lira arttığını gördüğünüz, ne düşünürsünüz?



a) Sevinirim.

b) Şaşırırım ama sevinirim.

c) Aldırmam.

d) Biraz endişelenirim.

e) Oldukça endişelenirim.



Yapılan araştırmalarda bu soruya verilen yanıt genellikle (a) ya da (b) şıkkı olmuştur. İşte, bundan sonra yanıtını arayacağımız soru burada saklıdır. İlk 2 şık seçilirken (e) şıkkı neden seçilmez? Portföyünüz bir günde %5 değer kazanıyorsa, ertesi gün %5 değer kaybetmesi doğaldır ve bu birçok insanın alamayacağı kadar büyük bir risktir. Peki, öyleyse (e) şıkkı neden seçilmemiştir?



Bu sorunun yanıtını ilerleyen bölümlerde ayrıntılı olarak vereceğiz. Yalnız burada evrensel sayılabilecek bir özeleştiriyi sunmakla yetinelim. Antikçağın önemli düşünürlerinden Efesli Herakleitos’un, ‘Sayıların Babası’ olarak bilinen ve matematik ile her şeyin tahmin edilebilip ölçülebileceğine inanan büyük matematikçi Pisagor hakkındaki şu sözü sanıyoruz bugün herkes için düşünülecek anlamlar taşımaktadır: “Çok bilgi insanı akıllı yapmaz; öyle olsa Pisagor’u akıllı yapardı.”






Hayatımızda hatanın yeri


Ekonomist Richard Thaler, The Winner’s Curse adlı kitabında şu soruyu sorar. İflasa giden bir petrol şirketi gelecekte petrol aramayı düşündüğü rezerv alanlarından birini satmayı planlıyor. Siz de başka bir petrol şirketinin yöneticisi olarak bu petrol arama alanını almak istiyorsunuz. 3 firmanın teklif vereceğini biliyorsunuz ve siz de 10 milyon dolar olarak teklifinizi hazırlamış durumdasınız. Fakat son anda 7 firmanın daha ihaleye katılacağını öğreniyorsunuz. Şimdi artık sizin dışınızda 10 firma rezerv alanı için teklif verecek. Soru şu: 7 firmanın daha teklif verdiğini öğrendiğinize göre bu alanı almak için vermiş olduğunuz 10 milyon dolarlık teklifi arttırmalı mısınız, yoksa azaltmalı mısınız? En doğru teklif nedir?



Birçok kişi böyle bir durumda teklifi arttırmak isteyecektir. Çünkü rakip sayısının artması, fiyatı arttırmadığınız sürece bu alanı alamayacağınızı düşünmenize neden olur. Fakat burada çok önemli bir husus farkında olmadan göz ardı edilmiştir. Diğer rakiplerin her biri muhtemelen şöyle düşünecektir: “Acaba diğerleri bu petrol alanının değerinin ne olduğunu düşünüyor? Öyleyse diğerlerinin düşündüğü fiyatın çok az üstünde teklif vermemiz yeterli olacaktır.” O anda kesin olan bir şey var ki o da bu petrol alanında ne kadarlık rezerv olduğunu kimsenin kesin olarak bilmemesi. Öyleyse bu yarışı kim kazanacak?



Kazanan, bu petrol alanında ne kadar rezerv olduğu konusunda en iyimser tahmini yapacak şirket olacaktır. Bu da onu rezerv alanının gerçek değerinden daha yüksek bir fiyat vermesi sonucuna yöneltecektir. İşte o an kazananın laneti denilen durumun ortaya çıktığı andır. Birçok rakibin olduğu bu yarışta kazanan muhtemelen kaybeden olacaktır. Şimdi yukarıda sorduğumuz soruya dönelim. Öyleyse en doğru teklif hangisidir? Kazananın verdiği teklifin biraz altında vereceğiniz teklif en doğru teklif olacaktır. Çünkü kazanan bu petrol alanının tahmin edilen gerçek değerinin biraz üzerinde bir fiyat vererek ihaleyi kazanmıştır. Öyleyse sizin yapmanız gereken rezerv alanın gerçek fiyatından teklif vermektir. Bu teklif sonucunda kaybetseniz de en rasyonel kararı vermiş olacaksınız.



Özellikle açık arttırmalarda görülen bu durum kazanan tarafın kazandığı şey için yüksek bir bedel ödemiş olması ihtimaline dayanır. Karar verme anında yeterli bilgiye sahip olunamaması, alınacak olan şeye biçilen farklı değerlerden en iyimserinin kazandığı ve geri kalanların ‘bu kadar etmez’ dedikleri bir sonuca ulaştırır. İşte hayat çoğu zaman bu anlarla doludur; rasyonellik, sezgiler, hırs ve kaybetme korkusunun iç içe geçtiği durumlarda verilen kararlar ve ortaya çıkan hatalarla.



Bilginin gün geçtikçe çoğalan yapısı karar vermeyi giderek zorlaştırmaktadır. Antalya’da Çıralı yolu üzerinde, Olympos ile Adrasan arasındaki dağlık yolda yaklaşık 30 metre uzunluğunda tek şeritli bir köprü vardır. Köprünün üzerinde trafik ışığı ya da trafik görevlisi yoktur. Çok yoğun olmayan bu iki şeritli yolda araçlar köprüye geldiklerinde sırayla birbirlerinin geçmelerini bekleyerek yollarına devam ederler. Yolun kalabalık olduğu yaz aylarında, karşılıklı olarak sırayla 3-4 aracın geçmesine izin verilerek trafiğin akması sağlanır. Sürücüler bu süreçte her hangi bir dış müdahaleye bağlı kalmaksızın karşılıklı bir eşitlik anlayışı içinde geçiş kararlarını kendileri oluştururlar. Zaman zaman köprünün ortasında burun buruna gelen iki araç görülse de diğerleri bu iki aracın muhtemelen büyük şehirlerden geldiklerini düşünerek fazla aldırış etmezler. Bu iradeye dönük ulaşım sonucunda, köprüde trafik akışında bir sorun yaşandığı duyulmamıştır. Peki, madem sürücüler herhangi bir dış faktöre ihtiyaç duymadan trafik akışını sağlıyorlar, aynı şeyi büyük şehirlerde de yapamazlar mı? Şüphesiz bunun cevabını vermek fazla zor değildir. Araç sayısın artması kişilerin karar vermesini zorlaştıracak ve sonucunda kaotik bir durum oluşacaktır. İşte çağımızda ekonomik hayat böyle bir yapıda işlemektedir. Sonsuz değişken ve bilgi, duygu ve düşüncelerimizi etkileyerek karar vermemizi zorlaştırmaktadır. Bu da hataları doğurmaktadır.



Hatalardan ders almak hata yaptığımızı farketmek ile başlar. Suçu olaylara, kişilere veya evrenin kurallarına yıkmak bir hatadan diğerine doğru hızla koşmayla aynı anlama gelir. Akıllı insanlar hatayı kabul etmenin ilerlemeyi arttırdığını bilirler. Bu nedenledir ki Mark Twain, mucitlerin en büyüğünün adının hata olduğunu söyler.



DNA ilk keşfedildiği 1869 yılında önemli bir sempati görmemişti. 2.yüzyılda Yunanlı fizikçi Galen, kanı kalbin değil de karaciğerin pompaladığını söylemişti. Atom, Higgs boson keşfedilene kadar en küçük parçacık sanılıyordu. Hatalar bilimsel sistemin içine bile yerleşmiştir. Hemen her kültürde hata yapmak erdemli bir davranış olarak kabul edilmez. İlkokuldan hayatın son aşamalarına kadar hatadan kaçınmanın yolları öğretilir durur. Bu iyi bir eğitim tarzını gösterse de sürekli hata yapmadan kaçınmayı öğreten eğitim sistemi, insanların hata yapmamak adına hedeflerini silmelerine yol açabilmektedir. Çünkü hata yapmanın öğretilmemesi, hata yapmaktan korkmayı ve onunla yüzleşmekten çekinmeyi gerektirir. O da hedef koymamayı. Mark Twain’in şu sözü de hatırdan çıkarılmamalıdır: “Bundan 20 yıl sonra, yapmadığınız şeylerden yaptıklarınıza göre daha fazla pişmanlık duyarsınız.”



Başarının, hedeflere ulaşmak için korkmadan ve çekinmeden çalışarak geleceği çoğu zaman gözden kaçırılmaktadır. Yetenekler, süper çizgi roman karakterlerine verildiği gibi verilmez insanlara. Onlar güçlerine çalışmadan ulaşsalar da insanların çalışması, hata yapması, hatalarından ders alması ve durmadan yoluna devam etmesi gerekir. Bu bakış açısıyla başarının hatalardan ne kadar çabuk ders aldığımıza bağlı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Aksi halde ne tıp, ne fizik ne de uygarlık bugün olduğu seviyelerde olamazdı. Eski bir Japon atasözü şöyle der: Yedi kez düşsen de sekiz kez kalkabildiysen sorun yok demektir.



Hataların her zaman beraberinde başarısızlık getireceği doğru bir inanış değildir. 1959 yapımı Ben-Hur adlı film birçok tuhaf hata içermekteydi. Konusu ortaçağda geçen filmin bir sahnesinde kırmızı renkli bir otomobil görünüyordu. Ünlü at arabası yarışı sahnesinde Ben-Hur’un arabası hasar görse de yarış sonunda hasarsız görünüyordu. Yarışa katılan 9 at arabasının 6’sı yarış dışı kaldığı görüldüğü halde yarışı bitiren 4 araba vardı. Film bunun gibi birçok hataya rağmen bugüne kadar 11 adet Akademi Ödülü alan 3 filmden biri olmuştur. Neden mi? Çünkü birçok insan ya hataları fark etmemiş ya da fazlasıyla insancıl bulmuştu.



Hatanın maliyetinin yüksek olduğuna inandırılması, çoğu zaman başarı önünde güçlü bir bariyer teşkil eder. Örneğin sınav sorularını yanıtlarken hata yaparsan sınavda başarısız olursun. Oysa hata yapmak sadece hata yapmak demektir. Maliyeti hayatta başarısızlık değildir. Kişinin kendine güven duyarak yaptığı akıllıca hatalarından ders alabilme kabiliyeti başarının en önemli anahtarı sayılmalıdır.



Hayattaki olasılıksal bilginin bir çeşit yorumlama disiplini sayılan istatistik iki tip hatadan bahseder. Bunlar birinci ve ikinci tip hatalardır. Birinci tip hatalar, gerçekte bir şeyin doğru olmasına karşın yanlış olarak değerlendirilmesidir. Hukuktaki masumiyet karinesinin ihlali buna örnek verilebilir. Kişinin suçlu olduğu yönünde kesin deliller yoksa kişi suçsuzdur. İkinci tip hata ise yanlış olan bir şeyin doğru olarak kabul edilmesiyle oluşur. Çoğu zaman hayatta kendini kandırma durumu ile ifade edilen bu olgu hukukta suçlunun suçsuz kabul edilerek salıverilmesi anlamına gelir.



Zihin merkezli ve çevresel karar verme şekillerimiz



İnsanlar karar verme süreçlerinde genellikle iki yaklaşım benimserler. Bunlar zihin merkezli ve çevresel merkezli karar verme sistemleridir. Eğer alınan bilgi, zihinsel değerlendirme süreçlerinde işlenebiliyor ve karara dönüşebiliyorsa bilinçli ve mantıklı bir karara yönlendirir. İkinci durumda ise eğer alınan bilgi, zihinsel değerlendirme süreçlerinde tam bir objektif değerlendirmeye tabi tutulamıyor ve yüzeysel olarak işleniyorsa, çevresel faktörler nedeniyle genellikle duygusal ve içgüdüsel kararlara yönlendirir.



İnsanlar, zihin merkezli ve çevresel merkezli karar verme süreçlerinde kararlarını oluştururken iki farklı karar destek sisteminden yardım alırlar. Ya sistematik bir değerlendirme ile fayda ve zararları belirlerler ya da sezgisel kısa yollar kullanarak karar verirler. Sistematik değerlendirme ile verilen kararlara yeterli güven duyulur. Kararın oluşması için gerekli bilgi bulunmuyorsa eksik olan kısım talep edilir. Kişi karar verirken kendisine yöneltilen dışsal faktörler ve duygulardan etkilenmez. Sezgisel kararlar ise nasıl hissettiğimiz ile ilgili olup kişilerin karmaşık duygusal yapıları, çözümlenmesi güç kararlara yöneltir. Örneğin bir yardım kuruluşuna yardım yapmamız istendiğinde sezgisel bir değerlendirme ile yardım yapmaya veya yapmamaya karar veririz. Ama aynı yardım kuruluşuna düzenli olarak yardım yapmamız talep edildiğinde konuyu daha ayrıntılı düşünmek için sistematik değerlendirmeye tabi tutarız. Eğer sistematik değerlendirme ile karar alan bilincimizi bir abaküse benzetirsek sezgisel kararlar alan bilincimiz aşırı gelişmiş bir bilgisayar gibidir. Abaküs kendi limitleri içinde verilen talimatı gerçekleştirirken, bilgisayar son derece yüksek bir potansiyele sahiptir. Ama talimatla değil kumanda veya kontrol edilerek yönetilir. İşte bu da işin zor olan kısmıdır. İnançlarımızı, beklentilerimizi veya korkularımızı derinlemesine inceleyemediğimiz için verdiğimiz kararlar her zaman amaçlarımız doğrultusunda olmaz. Yapılan araştırmalar kararların %95’inin sezgisel olduğunu ortaya koymuştur.



Mantıklı ve duygusal düşüncenin, kararın son mercii insan zihninin yüksek mahkemesindeki mücadelesi oldukça çetindir. Mantıklı düşünce en geçerli bilgiyi kullanarak en berrak resmi sunmaya çalışır. Duygusal düşünce ise daima bizi iyi hissettirmeye ve sıkıntıdan uzak tutmaya çalışır. Bunu da mevcut bilgiyi, mevcut inançları destekleyecek şekilde yorumlayarak yapar. Yani iklim değişikliğine inanmamak gibi bir tutuma sahipseniz; sunulan bilgiler ne kadar inandırıcı olursa olsun mevcut inancınızı destekleyen düşünceye inanırsınız. Bu tutum asla değişmez. Fakat tersi inanca sahip olanların varlığı da gözden kaçırılmamalıdır. Onlar da kararlarını kendi düşünceleri ekseninde verirler. İşte bu zıt tutumlar piyasa olgusunun temelini bize açıklar; altının, petrolün veya bir hisse senedinin fiyatı en düşük seviyedeyken neden bir grubun bu noktayı alış bir grubun satış fırsatı olarak gördüğünü.



İnsanoğlu doğal sistemi ve yaşam alanı içinde hata yapmaya her zaman yatkındır. Örneğin 101011X şeklindeki bir dizide X yerine gelecek rakamın kaç olacağını birçok kişi bulmuştur. Ama bunların klavyeden rasgele basılan sayılar olduğunu söylersek, zihinsel olarak varolmayan bir serinin yaratıldığı anlaşılacaktır. Şans oyunlarında kaybedenlerin, şeytanın bacağını bir dahaki oyunda kıramamalarının nedeni işte bu varolmama durumudur. 100 farklı kitap okumak yerine aynı kitabı yüz kere okumak şeklindeki analoji kararlarımız için de geçerlidir. Karar sistemimiz aynı muhakeme yöntemlerini farklı örnekler için kullanmaya yatkındır. Hayatın istatistikten bağımsız akışı içinde yaptığımız hataları aşağıdaki şekilde temel bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz:



Basit hatalar



Benzer kararları sürekli vermenin yarattığı ve kaçınılmazlığı daima kontrol edilebilir olan hatalardır. Örneğin her ay yatırılan faturanın ödenmesinin atlanması gibi. Çoğu zaman maliyeti düşük olan bu tür hataların yüksek maliyet yarattığı durumlar da yok değildir. 7 Eylül 2011 tarihinde Rusya’da meydana gelen ve profesyonel bir buz hokeyi takımının oyuncularının da dahil olduğu 44 kişinin ölümüne neden olan uçak kazasının nedeninde olduğu gibi. Kaza raporunda kazanın, pilotun inişe geçtiği sırada uçağın frenlerine yanlışlıkla basmasından kaynaklandığı yazıyordu. Bu nedenle basit hatalar her zaman düşük maliyet olarak geri döner düşüncesine kapılmamak gerekiyor.



Aptalca hatalar



Hayatın olmazsa olmazlarıdır. Çoğu zaman maliyetleri çok yüksek değildir. Yürürken ayağımızı çarparız, elimizdeki eşyaları düşürürüz vs. Ya da finansal bir gelecek planı yapmamak, kredi kartlarını aşırı kullanmak veya talih kuşu beklemek gibi. Ama maliyetlerinin çok yüksek olduğu durumlar da yok değildir. Decca Plakçılık şirketinin yaptığı hatada olduğu gibi.



Şirketin yetenek avcısı Dick Rowe, 13 Aralık 1961 tarihinde, amatör bir Rock &Roll grubunu dinlemek üzere Liverpool’a gider. Grubun yetenekli olduğunu düşünerek stüdyolarına davet eder. Grup, Decca stüdyolarında 15 adet parçasının kaydını yapar ve evine döner. Sonra da beklemeye başlar. Bekleme haftalar sürer. Sonunda Dick Rowe grubun menajerini arayarak şöyle der: “Sözü uzatmaya gerek yok. Grubun müziğini beğenmedik. Dört kişilik gitarlı grupların dönemi kapandı.”



Grubun adı The Beatles olmasaydı belki de Dick Rowe’un kararı doğru çıkacaktı. Ama grup EMI ile anlaşarak kısa sürede tüm zamanların en popüler grubu The Beatles’a dönüşünce tarih de bu kararı bir hata olarak kaydetti. Hem de son derece büyük bir aptalca hata!



Alışıldık hatalar



Bazen düşünce şeklimiz farkında olmadan hatalara gereğinden az maliyet vererek hayatımızın parçası yapabilir. Arkadaşlarla buluşurken daima geç kalmak veya yemeği hep hızlı yemek gibi. Ya da büyük güçlüklerle kurduğumuz şirketin görünür bir piyasa yetersizliğine kayıtsız kalmamız sonucunda batması gibi. Bu tür hataları engellemek daima bilgi ve düşünsel bir çaba gerektirir. Fakat bu çaba çoğu zaman gösterilmez. İşte bu durum tehlikeli bir tuzaktır. Hataları tanımlamaktan kaçınma, zayıflıkların devamı ve zararlı davranışların sürdürülmesi anlamına gelir.



Bir Güney Afrika bankası alışıldık hatalar üzerine kurduğu kredi pazarlaması çalışması ile başarılı bir satış grafiği yakalamıştır. Müşterilerine, farklı konseptlerde hazırladığı kredi broşürleri gönderir ve kredi pazarlaması yapar. En yüksek geri dönüş oranı üzerinde güzel bir kadın resmi olan broşürlere gelir. Üstelik faiz oranının en yüksek olduğu paket de budur.



Hataların sürekli aynı şekilde yapılarak tekrarlanmasının yarattığı risklere karşı insanın bir süre sonra duyarsızlaşması doğasının gizemli taraflarından biridir. Bu bağışıklık durumu tıbben de kabul edilebilir bir gerçeğe dayanır. Bilim adamları 2011 yılında, Orta Çağ boyunca 50 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olan veba virüsünün günümüzdeki veba virüsleriyle aynı olduğunu saptarlar. Ama veba çağımızda salgına dönüşmemektedir. Peki, ama neden? Aynı virüs bugün de yaşıyorsa milyonlarca kişinin ölmesi gerekmez mi? Bu çarpıcı durumun sebepleri üzerine ulaşılan sonuç, insanın bağışıklık sisteminin zaman içinde veba ile mücadele edebilecek şekilde yenilendiğini söylemektedir. İnsan doğası zaman içinde veba mikrobuna karşı kendini korumayı başarabilmiştir. Alışıldık hatalara karşı insan doğasının duyarsızlaşması da aynı nedensellikle açıklanabilir sanıyoruz.



Karmaşık hatalar



Hataların her zaman açık nedenleri ve onları tekrar etmememiz için anlayabileceğimiz basit formülleri olmayabilir. İyice düşünülüp verilen kararların berbat hatalar yaratmayacağını kimse garanti edemez. ABD Uzay Havacılık Kurumu NASA bile.



NASA 2009 yılında Vanderberg üssünden Taurus XL roketiyle bir gözlem uydusunu uzaya fırlatır. Fakat uydu fırlatıldıktan birkaç dakika sonra düşer. Hemen bir araştırma ekibi kurulur ve roketin düşüş nedeni belirlenir. Roketin üzerindeki koruyucu kabuk fırlatıştan sonra uydudan ayrılamamıştır. Bu hatayı tespit eden NASA yetkilileri gerekli önlemleri alarak yeni bir gözlem uydusu yaparlar. Uydu 2011 yılında yine Vanderberg üssünden yine aynı Taurus XL roketiyle fırlatılır. Roket fırlatıldıktan tam altı dakika sonra yetkililer çok ciddi bir problemin farkına varırlar. Roketin üstünde bulunan koruyucu kabuğun tam olarak uydudan ayrılmadığı görülmektedir. İki yıl önce yapılan hata tüm çalışmalara rağmen giderilememiş ve yeniden yapılmıştır. Uydu beklenildiği gibi kısa bir süre sonra patlar ve okyanusa çakılır. Görüldüğü gibi hatalardan ders çıkarmak her zaman mümkün olamayabilmektedir.



Hataya düşmemenin ilk yolu kişinin kendini tanımasından geçer. Sokrates’in şu hikayesi daima hatırlanmalıdır. Sokrates’e ‘neden filozoflar kral saraylarına gelirler de krallar filozofların evlerine gitmezler?’ diye sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: “Çünkü filozoflar, kendilerinde olmayanı bilirler, krallarsa bilmezler.”



Büyüklük yanılsaması



2007 finansal krizinde 61,7 milyar dolar ile ABD ticaret tarihinin en büyük 3 aylık zararını açıklayan sigorta devi AIG’yi de, bir türlü kurtulamayacağı uçurumun kenarına getiren sebeplerin başında böyle karmaşık bir hata geliyordu. Bu hatayı tarihin en şaşırtıcı ekonomistlerinden bir olarak nitelendirilebilecek Ronald Coase’nin, 1991 yılında kendisine Nobel ödülü getiren makalesinden alıntılarla açıklamaya çalışalım.



Coase, üniversite öğrencisiyken yazdığı ve sonra Nobel ödülü ile kutsanan “Şirketin Doğası” (nature of the firm) adlı makalesinde çarpıcı bir tespitte bulunmuştur. Klasik ekonomi kuramı ürünü tüm iktisat teorileri, firma ve piyasa kavramlarının sadece adını kullanırken, Coase, bu iki kara kutuyu açan ilk kişidir. Coase’ye göre her şeyden önce bir şirket için en hayati konu, piyasa fiyatlarının ne olacağının bilinmesi gerekliliğidir. Firmaların yapacağı pazar araştırmaları onlara piyasada varolabilmek için diğer şirketlerden daha düşük maliyetli işlem yapmaları gerektiğini öğretecektir. AIG’nin büyümesinin ardındaki gizli formül de budur. Müşteriler tarafından talep edilen her sigorta, piyasadaki rakiplerin hepsinden daha ucuza imal edilip satılarak devasa bir büyüklük yakalanmıştır. Pazar, düşük fiyatlarla her yönüyle ele geçirilmiş ve kainatın en büyük sigorta şirketi yaratılmıştır. Peki, firmaların büyüklüğü ne ka­dar olmalıdır öyleyse? AIG gibi firmaların büyük riskleri küçük maliyetlerle satın alması, büyümelerinin ardındaki en önemli etkendir. Coase’ye göre firma ve piyasa ekseninde en önemli kavram planlamadır. Firmalar, iç yapılarında planlamayı öyle yukarıda tutarlar ki, onu piyasa rea­litesi ve dinamiklerinin bile üstüne çıkarırlar. Firmaların mantığı ve düşünce şekli piyasa rasyonelliği değil, sadece planlama olur. İşte AIG’nin tarihi hatası da burada saklıdır. AIG, modern risk yönetim teknikleri ve matema­tiksel modellemelere öyle güvenmiştir ki, piyasanın gerçekleri hiç hesaba katılmamıştır. Karmaşık bir matematik ve gelişmiş yazılımlar aracılığıyla yapılan risk yönetiminin tüm riskleri yönettiği anlayışı el üstünde tutularak tarihi çöküşün zemini hazırlanmıştır. Bir nükleer santralde kaza olması ihtimali bir uçağın düşmesi ihtimali kadar düşük olsa da vereceği zarar tüm ekosistemi etkileyeceğinden asla hesaplama dışı tutulmamalıdır. Fakat küresel çöküşe götüren bu riskler görmezden gelinmiştir. Büyüklük yanılsaması bir kere daha çalışarak büyümek adına küçük küçük alınan risklerin nasıl kabusa dönüştüğünü göstermiştir.



Büyüklük yanılsaması iş hayatının belki de en önemli hatasıdır. Coca Cola şirketinin 20.yüzyıl başlarında yaptığı bir dizi hatanın nedeni büyüklük yanılsamasıydı. Ezeli rakibi Pepsi’yi en az üç kere satın alması önerildiği halde sadece 1.000 dolar karşılığı olan bu satın almayı gerçekleştirmemişti. Batmaz denilen Titanic’in son derece ileri teknoloji ile yaratılan gövdesi üzerine eğer yeterli filika eklenebilseydi kayıplar daha az olabilirdi.



İnsanların hata yapmaya olan eğilimleri, ihtimalleri ve sebep sonuç ilişkilerini değerlendirmedeki zayıflıkları ile paralellik gösterir. Piyango çekilişlerinde insanların bilet satın almaları olasılık körlüğünün bir sonucudur çoğu zaman. Ama alanlar şöyle düşünür: “Nasıl olsa birisi kazanacak, o neden ben olmayayım?” Bu tür bir düşünce şeklinin doğruluğu, bir ayının saldırısına uğrama ihtimali ile aynı anlamdadır. Bu ihtimal birçok insan için sıfıra eşittir. Ama unutulmamalıdır ki dünyada her yıl binlerce insan ayıların saldırısına uğramaktadır. Şüphesiz bu anlatılanların hiçbiri piyango bileti almanın büyüsünü engellemeyecektir. Çünkü ihtimalleri hesaplamakta zorlanan insanoğlu; arabalar çok daha riskli iken uçaklardan, hava kirliliği çok daha fazla insanı öldürürken kimyasal silahlardan korkmaya devam edecektir. Ya da bir para dört kez havaya atılıp yazı geldiğinde, beşincide tura geleceğine, paranın güçlü bir hafızası ve adalet duygusu varmışçasına inanmayı sürdürecektir.



Toplam sıfır oyunu



Hatalar üzerine farklı tanımlamalar getirmek mümkündür. Bu noktada tüm felsefik değerlendirmeleri kişilere bırakarak hatanın biyolojisini çözümlemeye, genlerini araştırarak devam edelim. Birçok durumda birilerinin hatası başka birilerinin mutluluğu olarak karşımıza çıkar. Bir futbol maçında bir takımın hatası ile yenilen gol diğer takımın mutluluğunu oluşturur. Ya da bir yazı tura oyununda birinin kaybı diğerinin kazancıdır. Bu durum zihnen muhasebe edilebilir bir sonuç doğurur ve kolayca kabul edilir. Ama çoğu zaman her iki tarafın da muhasebesine takılmayan bir gerçek vardır. O da kayıp ve kazancın birbirine eşit olduğu. Yani birinin kaybının ötekinin kazancı olması realitesi.



Finansal kararların temel taşlarından biri olan toplam sıfır oyunu, 1960’lı yıllarda Mısır’da ev kiralarının kontrolünü öngören bir yasada karşımıza çıkmaktadır. Getirilen yasa ile kira artışları engellenmişti. Devlet kontrolündeki kiraları olumsuzluk olarak değerlendiren ev sahipleri ve inşaat firmaları arz ve talebi durdurmuşlardı. 2006 yılına gelindiğinde ise sonuç kabusa dönüşmüştü. Kiralayacak ev bulamayan aileler küçük bir daireyi bile paylaşır duruma gelmişlerdi. Bugün bile ülkede etkileri görülen bu durum, hataların gelecek kuşakları nasıl etkilediğine önemli bir örnektir. Karşılıklı faydanın gerekli ama yeterli olmadığı unutulmamalıdır.



Finansal piyasalarda da çoğu zaman kazanç ve kaybın birbirine eşit olduğu bir toplam sıfır oyunu oynanır. Bir tarafın kaybı diğer tarafın kazancıdır. 2009 yılında Porsche’nin Volkswagen hisselerini satın almasında da görülen bu durum çok çarpıcıdır. Hikaye kısaca şöyledir. Hedge fonlar, VW hisselerinin Porsche’nin satın alımlarıyla aşırı yükseldiğini ve artık düşüşe geçeceğini varsayarlar. Bu düşüncelerinde onları haklı kılan, piyasada satın alınabilecek VW hisse senedinin kalmamasıdır. Üstelik VW kanunları denilen bir dizi Avrupa Birliği düzenlemesinin, şirketin ele geçirilmesine izin vermeyeceği de bilinen bir gerçektir. Ama hedge fonlar bu senaryolarında Porsche’yi dışarıda tutmuşlardır. Bu bedeli çok ağır ödenecek bir hatadır.



VW hisseleri 200 € düzeylerindeyken, Avrupa sermaye piyasaları tarihinin en büyük açığa satış operasyonu başlar. Hedge fonlar, VW hisselerini, Porsche haricindeki diğer sahiplerinden ödünç alarak açığa satarlar. Neredeyse tüm VW hisseleri açığa satılmıştır. Hedge fonlar, yarattıkları satış baskısının piyasa fiyatı üzerindeki aşağı yönlü riskleri arttıracağı ve fiyatın gerileyeceğini düşünmek­teydiler. Fakat düşündükleri gibi olmadı. Hisse senedinin fiyatının garip bir şekilde yavaş yavaş arttığı görülür. Hedge fonlar endişe­lenmeye başlamıştır. Çünkü fiyatın artması zarar demektir. Eğer sattıkları hisseleri bir an önce geri alıp pozisyonlarını kapamazlarsa, yükselen fiyatlar nedeniyle kayıpları büyük olacaktır. Bu gelişme karşısında hedge fonlar derhal piyasaya saldırır ve sattıkları hisse senetlerini geri almak isterler. Fakat karşılaştıkları manzara karşısında şoke olurlar. Piyasada satın alınacak tek bir hisse senedi bile bulunmamaktadır. Açığa sattıkları hisse senetleri sanki buhar olup uçmuştur.



Fakat hedge fonları o anda asıl düşündüren hisse senetlerinin nereye gittiği değil, bir an önce pozisyonlarını kapamaktır. Çünkü VW hisselerinin fiyatı giderek artmakta ve zararları da giderek büyümektedir. Bu nedenle bir yerlerden acilen hisse senedi bulma­ları gereklidir. Başlangıçta Porsche’nin elinde olan hisse senetleri haricindeki tüm hisseleri açığa sattıkları için, tek çare Porsche’nin kapısını çalmaktır. Çünkü hedge fonların VW hissesi satın alacağı başka yer kalmamıştır.



VW hisselerinin piyasa fiyatı, 200 €’dan 1000 €’nun üzerine fır­lamıştır. Hedge fonlar pozisyonlarını kapamıştır kapamasına ama VW hisselerini Porsche’den ne kadara aldıkları anlaşılamamıştır. Birkaç hafta sonra, 26 Ekim 2008’de Porsche, finansal piyasalarda bomba etkisi yaratan bir açıklama yapar. Volkswagen’deki payını %42,6’ya yükselttiğini ve %31,5 ilave hisse için alım opsiyonu hakkına sahip olduğunu söylemektedir. Bu Volkswagen’in %74,1’ine eşittir. Porsche bu açığa satış işlemlerinden, bir yıllık araba satışlarının beş katından fazla bir para kazanır. Piyasa gözlemcilerine göre bu para 100’den fazla hedge fonun zararı anlamına gelmektedir. Ya da başka bir ifadeyle hedge fonların büyük hatası.



Hedge fonların büyük hatası uygarlık tarihi kadar eski bir duygunun sonucuydu: Karamsarlık! Hayatta en son doğarken kazandığını düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Tarihin her döneminde Sovyetler Birli­ğinin dağılacağı, konut fiyatlarının düşeceği, Titanic’in bile batabi­leceği üzerine bahse girmeye hazır karamsar insanlar daima var olmuştur. Olumsuz beklentilerden para kazanmak isteyen kişiler bu duygularının şiddetini ve yaptıkları işlemlerin hacmini ayarlayamadıklarında tamiri imkansız sonuçlara varabilmektedirler. Tıpkı hedge fonların yukarıda anlatılan hisse savaşında yaptıkları gibi.



İnsanoğlunun hataya yatkınlığı her zaman olumsuz adledilmesi gereken bir durum değildir. Zihin kısıtlı kaynakları ile ekonomik çalışmayı sevdiği için kısayol tuşlarına sahiptir. En son okunan uçak kazasının, en son okunan araba kazasından önce hatırlanması örneğinde olduğu gibi birçok kestirme yanıt mekanizması bulunur. İşte asıl sorun da buradadır. Bu kısayolların ne zaman hataya, ne zaman doğruya götüreceğinin tam olarak bilinememesi.



Hataya götüren düşünce sistemimiz



Ate!..



Mitolojinin, fiziksel görünüş itibarıyla kendisine en iyi bakan ve bu nedenle en zayıf (slim) tanrısı: Hata tanrısı Ate!



Ayaklarıyla insanoğlunun başına bastığı halde insanların bundan hiç haberi olmaz. Zeus’un yemin ederek hakimiyeti Perseus (Argoslu bir kahraman) soyundan doğacak ilk kişiye vermeyi vaat ettiği ve böylece Herakles’i (Zeus’un oğlu) Eurystheus’un (Tiranların kralı) hakimiyeti altına soktuğu zaman onu aldatan Ate olur. Bunun üzerine Zeus, onu Olympos’un tepesinden aşağı atar ve hata Frigya’ya (Doğu Ege yakınlarında) düşer… Ve böylece hata yeryüzüne iner ve insanların arasına karışır.



Shakespeare’ın, hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir sözü hayatımızın her anında geçerlidir. Tanımadığımız insanlarla karşılaştığımızda nasıl giyindikleri, ayakkabılarının şekli, duruş ve görünüşü gibi bazı nitelikleri değerlendirerek haklarında hızlı bir değerlendirme yapar ve bazı kararlar veririz. Bu çıkarımlar, kısıtlı bir zamanda içinde bulunduğumuz evreni tanımak ve anlamak için gereklidir. Ama bunu yaparken dikkatli olmalıyız. Çünkü bu tür erken önyargılara aşırı güvenmek algılamamızı daraltarak yanlış kararlara götürebilir. İnsanın nitelikleri sınırsız bir üstünlükle yaratılsa da şaşırtıcı şekilde bu niteliklerin güvenilmezliği ile çoğu zaman yüz yüze gelmek zorundadır. Özellikle de finansal kararlarında…



Bir fiyat etiketinde 9,99 lira yazdığını gördüğümüzde “ben bu ürünü alırsam 10 lira vereceğim fakat 1 kuruş şeklinde bir para olmadığı için para üstü alamayacağım; peki öyleyse neden 10 lira yazmamışlar?..” diye düşünmeyiz. Genellikle sadece virgülden önceki 9 rakamına dikkat eder ve satın alma kararımızı buna göre veririz.



Alışverişte 14.900 lirayı 14.000 liradan daha küçük olarak algıladığımız artık bilimsel bir gerçek. İnansak da inanmasak da bu böyle.



Hedeflerin ekseninde yönlenen kararların zaman içinde tecrübe edilen doğruluk payı umulandan daha düşüktür. Bu gerçeğin bilinir veya keşfedilir olması kararlarımıza güvenme duygumuzu zedelemez. Yapılan analizlerde yeni gelen antrenörlerin takım performansında ölçülebilir bir düzelme sağlamadığı tespit edilmekle birlikte spor kulüpleri, başarısızlık sonrasında antrenörleri kovmaya hala devam etmektedirler. Geleceği Maya takvimi kesinliğiyle(!) gördüğümüzü ve finansal gelişimleri tahmin ettiğimizi düşünürüz. Aşırı güvenin sınırlarını zorladığımız ve doğru kararların çoğunun tesadüfi olduğu nedense keşfedilebilir değildir.



Rastlantıların hayatımızdaki yeri



Matematiksel bir deyim olan rastlantı ilkokuldan üniversiteye, gençlikten yaşlılığa, piyangoyu aldığımız andan çekildiği ana kadar hayatımızda yer alan bir metafordur. Rastlantı, doğanın kanunları içinde, ölçülmesi mümkün olmayan değişkenlerin yarattığı sonuçları ifade eder. Rastlantıyı anlamak günlük hayatı anlamak demektir. Bir kişinin piyangoda büyük ikramiyeyi kazanması istatistiğin değil rastlantının sonucudur.



Hayatımızda karşılaştığımız şeylerin çoğu, kariyer ve yatırım kararlarımız, az ya da çok rastlantısal faktörlerin sonucudur. Birçok aşçı, en lezzetli yemek tariflerini tesadüfler sonucu yarattığını itiraf eder. Çok çalışma, gayret, tecrübe ve uygunluk gibi faktörler rastlantıya hizmet eden değişkenler gibidir. Bir bakıma şansın arttırılmasına yardım ederler. Bu nedenledir ki, ne geçmişi anlamak ne de geleceği planlamak çok kolay değildir.



İnsanlar, hayatı aşırı ciddiye alma ve mücadele ile başarıyı özdeşleştirme alışkanlıkları gereği rastlantıya olması gerekenden daha az önem verirler. Yatırım danışmanı hangi hisse senedini almanın mantıklı olduğunu söyler. Doktorlar her sabah süt içmemizi öğütler. Önerilerini kabul edip etmemekten öteye düşünmemiz gereken acaba bu önerileri yapmak için yeterli bilgiye sahip midirler? Bir yatırım danışmanı hisse senedinin yükseleceği yönündeki bilgisini acaba hangi deneyle ispatlayabilir? Doktorlar herkesin midesinin süte hassasiyetini ölçmüşler midir acaba? Hayat, başarı ve başarısızlığın yanlış yorumlanması ile gelen olaylarla doludur. Rastlantının, kararlarda göz önüne alınmaması hatanın başladığı yerdir.



Rastlantıyı, olasılığın matematiksel ifadelerinden ayıran nedenler ‘mümkün olanın zamansallığı’ ile anlatılabilir. Bir olayın gerçekleşme olasılığı onda bir de olsa milyonda bir de olsa ne zaman gerçekleşeceği bilinemez. Üst üste on milyon kez yazı gelen bir paranın sonraki atışta ne geleceği belli değildir. Çünkü paranın on milyon kez yazı geldiğinden haberi yoktur. Gerçekleşen olay gerçekleşecek olanlardan sorumlu değildir. Gerçekleşecek olan da gerçekleşenden sorumlu değildir. Bu nedenle zaman faktörünün olasılıktan arındırılmasının rastlantıyı ortaya çıkardığını söylemek yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Rastlantının nasıl bilinebilir olduğunu ise ilerleyen bölümlerde anlatacağız.



Kararlar verilmek zorundadır



Tusinami dalgaları şeklindeki düşünce ve bilgi akımları sürekli beynimizin köşelerini hırpalar. Zihnin dalgalarla boğuşan düzensiz ortamı karar vermek için ideal bir yer değildir şüphesiz. Fakat kararlar verilmek zorundadır.



Nasıl karar verdiğimiz insan zihninin en eski gizemlerinden biridir. Matematikten istatistiğe, ekonomiden psikolojiye kadar birçok disiplin karar vermenin ardındaki gizemi yıllardır araştırmaktadır. Bizi biz yapan verdiğimiz kararlar olmakla birlikte kararlarımızı alırken kafamızın içinde ne tür bir proses oluştuğunu tam olarak bilemiyoruz. Bilim adamları ve teorisyenler insanların nasıl karar verdiği üzerine birçok açıklama getirmişlerdir. Ne tür faktörlerin karar vermeyi etkilediğini ve düzensizliğin karar verme sürecini nasıl yönettiğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Hiç şüphesiz bu zor bir konudur. Geçmiş deneyimler, zihinsel ve ruhsal farklılıklar, yaş veya bireysel nitelikler karar verme sürecini etkileyen birçok değişkenden bazılarıdır. Kararların nasıl verildiğini anlamak, ne tür faktörlerin süreci etkilediğini bilmek, kararların sağladığı getirilerin yüksek olması anlamına gelecektir ki bunu da mutluluğun adlarından biri olarak kabul etmek hatalı bir nitelendirme olmayacaktır.



Kararlarımızı verirken nasıl düşünürüz? Bugün bilimin dahi ortaya henüz tam olarak koyamadığı karar verme mekanizmasını sosyal ve psikolojik olgular ekseninde ele alarak açıklamaya çalışacağız. Bunu yaparken de mucidin paradoksu (inventor’s paradox) denilen bir yaklaşımı kullanacağız. Son derece büyük ve kompleks finansal şirketlerin bile farkında olmadan kullandıkları bu yöntem basit bir algılamaya dayanır. Eğer spesifik bir problemi çözemiyorsan, onu kapsayan daha geniş kapsamlı başka bir problemi çözmekle işe başlayabilirsin. Daha sonra bulduğun yanıtı genel içinde yer alan spesifik parçaya adapte edersin. Ya da yerel entellektüellikle söylersek soruna koşullu bir genel çözüm bulursun.



Nasıl karar verdiğimize dair ortaya koyacağımız yaklaşımdaki genellik nitelemesi, karar verme sistemimizi etkileyen olguların kişisel farklılıklardaki izdüşümlerinin farklı olabileceği gerçeğidir. Yani her insan bir diğerinden farklıdır. Doğal olarak biri için geçerli olan diğeri için geçerli olmayabilir. Ama genelliğin ortaya koyduğu kabul edilebilirlik, özel olanı tahrip etmediği sürece çözümün bir parçası olarak sayılabilir. İşte bu yaklaşımla, karar vermenin gizli doğasını çözümlemeye çalışacağız; Akademi’nin kuşkucu filozofu Aenesidemos’un şu sözünü de daima hatırlayarak: “Unutma, güneş kızartır, karartır, eritir, yakar… Demek ki aynı nedenin çeşitli sonuçları olabiliyor.”




Değerlendirme sistemimizin yarattığı hatalar


Marx’ın katı olan her şey buharlaşır sözündeki fiziksel gerçeklik, insanoğlu hata yapar düşüncesiyle özdeştir. 2007’de başlayan finansal kriz tüm ekonomik sistemi ve değerleri parçalarken yapılan hatalar buharlaşmanın hızını arttırmıştır. Krizin etkilerinin hala devam ettiği şu ana kadar yatırımcılar, ekonomiye yön veren politikler, kredi kullananlar veya sıradan insanlar hep kendilerine ve sisteme şu soruyu sordular: ‘Acaba nerede hata yapıldı?’ Sonrasında da genellikle şu cevap verildi: ‘Keşke öyle değil de, şöyle yapılsaydı!’



Bireylerin belirsiz ve riskli koşullardaki tercih ve kararları rasyonel olmaktan öteye duygu ve içgüdülerinin kontrolü altındadır. Sonucu kesin olan şeylere, abartılarak, kesin olmayanlara göre daha fazla değer atfedilir. Psikoloji, sosyoloji, içgüdüler, belirsizlik, rasgelelik ve olasılık ekonomik ve sosyal hayatın merkezine girmiştir artık. Ölüm ve vergilerin tek kesin şey olduğu herkesin malumu olmayı sürdürmektedir.



İnsanların inandığı tuhaf şeylerin sınırı yoktur. Birçok kişi uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine inanır; astrolojinin geleceği gördüğüne, kristallerin tedavi ettiğine ya da Bermuda şeytan üçgeninin gemileri yuttuğuna. Yapılan araştırmalar insanların %75’inin paranormal inançlara sahip olduğunu göstermektedir. Oysa bu inanışları destekleyen bilgiye çoğu zaman sahip değilizdir. Hatta karşıt bilgiye sahip olduğumuz durumlar daha fazladır.



Günlük hayatımızda yaptığımız değerlendirmeler duygusal, etkileyici, algısal, bilişsel yanılsamalar içerdiği için yanlış inanışlara ve kararlara yönlendirir. İnsanoğlu çoğu zaman farkına varmadığı, kararların oluşumu süreçlerine yön veren gizli iknacıların etkisi altındadır. Gerçeküstü inanışlardan tuhaf saplantılara birçok bilişsel gizli iknacı kararlarımıza yön verirler. Fiziksel dünyada sterilizasyon sağlansa da düşünceyi hijyenik kılmak mümkün değildir.



Gizli iknacıların gücünün ne kadar yüksek olduğunu belki de herkesin bildiği şu hikaye oldukça güzel anlatır. Milattan sonra 3.yüzyılda Pers kralının veziri bir oyun icat eder. 64 kareden oluşan bir tahta üzerinde oynanan bu oyunun adı satrançtır. Oyunu çok beğenen kral vezirine “dile benden ne dilersen” der. Vezir satranç tahtasındaki 64 kareyi göstererek isteğini söyler: “İlk kareye bir buğday tanesi, ikinci kareye 2 adet buğday tanesi, üçüncüye ikincinin iki katı yani 4 adet olacak şekilde 8, 16, 32 diye devam edin kralım. Sonunda 64’üncü kareye 63’üncünün iki katını koyarak bana veriniz.” Pers kralı bu isteği simgesel bir tevazu ve bağlılık örneği olarak memnuniyetle karşılar ve emrindekilerden isteğin derhal yerine getirilmesini ister. Bir süre sonra işin asıl yüzünün hiç de göründüğü gibi olmadığı anlaşılır. Çünkü ülkedeki bütün tahıl ambarlarını bile oyun tahtası üzerine koysalar bu isteği karşılayamayacaklarını fark ederler. 18,6 kentilyon bugün bile dünya üretiminin sanıyoruz onlarca yılda üretebileceği bir sayıyı ifade etmektedir. Gizli iknacılar kralı mat etmişlerdir.



Gizli iknacılar genellikle matematiksel, istatistiksel ve belirsiz durumların zihin ve duygular ekseninde yorumlanmasıdır. Örneğin bugün artık geçersizliği yönünde çok fazla kanıt olan astrolojiye inanan birçok insan olması gibi. Ya da ‘borsaların düşeceği yönünde bilgiler geliyor; bir hafta içinde de olabilir, iki hafta içinde de olabilir bir ay içinde de olabilir’ şeklindeki bir değerlendirme ışığında bir an bile beklenilmeden hisse senetlerinin satılması gibi. Gizli iknacıların, dikkat edilmediği sürece hataya sevkedeceği gözden uzak tutulmamalıdır. Yapılan bir deneyle bu düşünce hatasının basitçe nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışalım.



6 ay sonunda televizyon almayı planlıyorsunuz. Televizyonun fiyatı 600 lira. İki ödeme seçeneğinden birini seçmeniz isteniyor. İlk seçenek 6 ayda 100 lira eşit taksitlerle ödeme ve 6 ay sonra teslimat. İkinci seçenek yine 6 ayda 100 lira eşit taksitlerle ödeme ve hemen teslimat. Hangi seçeneği seçerdiniz?



Deneye katılanların %90’ından fazlası ikinci seçeneği seçmiştir. Fayda maliyet açısından kısa bir zihinsel muhasebe yapıldığında bu kararın verilmesi son derece rasyoneldir. Geleneksel ekonomik teori paranın zaman değeri açısından da doğru olan bu seçim sonrasında televizyon, ödemesi tamamlanana kadar kullanılmış olacaktır.



Şimdi de şu soruya cevap verelim. 6 ay sonra yapacağınız bir İspanya tatili için iki ödeme seçeneğinden birini seçmeniz isteniyor. Seçenekler yukarıdaki gibi. İlk seçenek 6 ayda 100 lira eşit taksitlerle ödeme ve ödemeye hemen başlama. İkinci seçenek yine 6 ayda 100 lira eşit taksitlerle ödeme ve ödemeye tatilden sonra yani altı ay sonra başlama. Hangi seçeneği seçerdiniz?



Her iki soruda da aynı seçenekler olmasına rağmen bu kez deneklerin %60’ına yakını ilk seçeneği seçmiştir. Televizyon alırken seçilen ödeme şekli tatil için tercih edilmemiş ve geleneksel ekonomi teorisinin tersi yönde hareket edilmiştir. Peki ama neden? Çünkü ödemelerin vereceği keyifsizlik tatile kadar biteceğinden tatilden daha çok zevk alınacaktır. Eğer ödeme tatilden sonraya bırakılırsa ödeme yapacak olmanın stresi, tatilden alınan zevki azaltacaktır. Kısacası, kısa dönemli fayda uzun dönemli maliyet karşısında göze alınmamıştır. Kişiler bu kararları verirken zihin gizli bir muhasebe yaparak kararın oluşmasını sağlamıştır.



Zihnin gerçekleştirdiği bu gizli muhasebede kullandığı gizli iknacılar aslında birer yanılsama veya sorgulama hatalarıdır. Kesinlikleri ve inandırıcılıkları herkes tarafından yüksek görülmese de insanların sıklıkla yaptıkları hatalardır. İstem dışı veya istemsel olarak yapılabilirler. Birçoğu düşünme, açıklama, tanımlama veya sorgulama üzerine belirsizliklerden oluşur. Mantıksal hata kavramından bahseden ilk kişi olan Aristo’dan bugüne, kişilerin karar verme süreçlerinin sürekli yeni alanlara taşınması, yeni mantık veya değerleme hatalarının evrilmesine neden olmuştur. Ne de olsa hayat daima yeni hataları oluşturacak yaratıcı ruha sahiptir.



İnsanoğlunun en temel finansal düşünme hatası: Para



Ekonomik dünyası içinde insanı hataya götüren bildiği değil, bildiğini sandığı şeylerdir çoğu zaman. Finansal kararlarımızın odak noktasında daima para vardır. Çünkü çağımızda paranın tek gerçek olduğu tüm dünya tarafından kabul edilmiştir. Fakat paranın mutlak bir değer taşıdığına duyulan inanç büyük bir yanılsama içerir.



Para, aslında herkesin iyi bildiği ama pek de iyi tanımadığı bir kavram­dır. Binlerce yıl önce Meksikalı yerliler “kakao” adını verdikleri ağaçlarda yetişen tanelerden sıcak bir içecek keşfederler. Bu sıcak içecek o kadar lezzetlidir ki tanrıların armağanı olduğuna inanırlar. Kısa zamanda bölgede çok ünlü olan kakaoya komşu Aztekler yeni bir form vererek “çikolata” dedikleri farklı bir kakao türü oluşturur­lar. Kakaodan daha lezzetli olan çikolata tanelerine o kadar değer veriliyordu ki Aztekler para yerine artık çikolata kullanmaya baş­lamışlardı. İspanyollar 16.yüzyılda Meksika’yı fethettiklerinde para yerine çikolata denilen bu taneleri kullanmışlardı.



Michael Coe’nin True History of Chocolate adlı kitabında an­latılan bu hikayede, paranın yerine onun kadar değerli olduğu düşünülen çikolatanın kullanılması eğilimi binyıllardır değişmemiş bir anlayıştır. Tarihin her döneminde para kadar değerli olduğu düşünülen şeyler para yerine kullanılmıştır. Tıpkı çağımızda para yerine kredinin kullanılıyor olması gibi.


Aslında borç yaratan bir mekanizma olan kredinin her yönüyle para gibi değerlendirilmesi finansal krizi getiren en önemli feno­menlerden biridir. Bunda herkesin iyi bildiğini düşündüğü ama pek de iyi tanımadığı para hakkındaki yanlış algılamaların payı büyüktür.



Yanlış algılama 1: Para en önemli değerdir.



Bu doğru değildir. Çünkü para tamamıyla soyut bir muhasebe kavramıdır. Bir deste para, bir deste para değerindedir. Ama değerin kendisi değil, onu ifade eden bir araçtır. Başka bir ifadeyle, para basit bir datadır. İnsana, kendi evreni içinde yönetme yeteneği veren bir data. Planladığı ve arzuladığı şeyleri yapmasına yardımcı olan bir araç. Muhasebe kavramı olarak ise, ne kadar alınıp/satıldığını ya da sisteme ne kadar enjekte edilip/çekildiğini gösteren bir konsept olarak tanımlanabilir.



Yanlış algılama 2: Çalışarak ya da satarak para yaratılır.



Bankalar hariç hiç kimse para yaratamaz. Emek karşılığı yaratılan para, zaten mevcut olan paranın transferinden başka bir şey değildir. Yani insanlar, başkalarında bulunan paranın bir kısmını almak için çalışırlar. Merkez bankalarının sihirli para basma işlemi ve kişiler arasındaki para transferinin basit doğasını, 1850 yılında Fransız ekonomist F.Bastiat’ın ortaya koyduğu hikaye ile anlatmaya çalışalım.



İyi kalpli bir bakkalın camının kötü bir çocuk tarafından kırıldı­ğını düşünelim. Bu olaya şahit olanlar için gerçekten üzücü bir du­rumdur. Çünkü bakkalın bu camı tamir ettirmesi için para harcaması gerekecektir. Bakkalın camı tamir ettirdiğini ve camcıya, hikayede söylendiği gibi 6 frank verdiğini düşünelim. Camcı işini büyük bir zevkle yaparken akşam çocuklarına bu parayla güzel bir pasta alabileceği için de mutludur. Camcı bakkaldan aldığı bu 6 frankı fırıncıya verir. Fırıncı, parayı aldığı için sevinecek ve o da bu parayı doğal olarak başka bir yerde harcayacaktır. 6 frankın yolculuğu böylece sürüp gidecektir. Sonuca gelirsek; camın kırılmasının yarattığı zararın giderilmesi için harcanan para, ekonomik aktivitelerin yeniden canlanmasına neden olmuştur. İşte bakkalın yani merkez bankasının harcadığı para, merkez bankalarının bastığı paradan başka bir şey değildir. Emeğini harcayarak para kazananlar ise bu parayı elden ele dolaştırırlar.



Yanlış algılama 3: Para altınla ilişkilidir.



Bugün dünyada hiçbir merkez bankası, parasını altınla ilişki­lendirebilecek kadar fazla altın stoğuna sahip değildir. Bu nedenle altının temel dayanak olarak kullanılması uygulamasına 70’li yıllardan sonra son verilmiş ve dalgalı kur sistemleri benimsenmiştir.

.

Altına konvertibl paranın yokluğu, para ve kredi arzını güçlen­dirmiştir. Bugün paranın gerçekte ne ifade ettiği şüphelidir. Bir değer saklama aracı olmaktan çıkmış, kredi ve borçları ölçen bir muha­sebe aracı haline gelmiştir. Kısacası bugün artık paranın, altın veya herhangi bir kıymete değil, sadece parasal sisteme duyulan güvene endeksli olduğu söylenebilir.



Yanlış algılama 4: Para, basılarak yaratılır.



Günümüz ekonomik sisteminde, para basan hükümet neredeyse kalmamıştır. Para arzının tamamına yakını, artık bankalar tarafın­dan kredi vererek oluşturulmaktadır. Toplam paranın çok küçük bir kısmını oluşturan piyasadaki nakit para ise, merkez bankalarının basarak yarattığı tüm paradır.



1991 yapımı Başkalarının Parası (Other People’s Money) adlı filmde baş karakter Lawrence Garfield şöyle der: “Parayı, satın alabileceği şeylerden daha çok seviyorum.” Paranın kendisi gibi değeri de sezgisel bir niteliğe sahiptir. Bir piyangoda 1.000 lira kazanmanın yarattığı mutluluğun iki katını yaşamak için acaba 2.000 lira mı kazanmamız gerekir? Bu elbette ki kişisel bir değerlendirme konusu olmakla birlikte paranın satın alma gücüne bağlı olan değeri zaman içinde öğrenilebilen bir bilgidir. 2001 yılında yeni para birimine geçen 12 Avrupa ülkesi vatandaşları yeni parayı algılamakta uzun süre zorluk çekmişlerdir. Yapılan araştırmalarda, alışverişlerde sürekli aynı ürünlerin alınması, o ürünlerin Euro üzerinden fiyatları ile ilgili zihinsel bir karşılığın oluşmasını kolaylaştırdığı görülmüştür.



İyimserlik



İnsanlar birçok konu hakkında kararlar verirler. Kişisel, duygusal, politik veya kitabın geri kalan sayfalarında anlatacağımız ekonomik kararlar insan hayatının bir bakıma konusunu oluşturur. Kararların doğası, nedendir bilinmez genellikle iyimserlik üzerine kuruludur. Riskin ve vaadin dengeli bir dağılımını içeren iyimser kararlar, iyimser insanlar için daima mutluluk verici bir etki taşırlar.



İyimserlik, insanların planladıkları üzerine iyimser düşünmeye meyilli olmaları durumunu ifade eder. Bu da pozitif olayların abartılması, negatif olayların hafifsenmesi realitesini doğurur. Hayatta her zaman birçok örneğiyle karşı karşıyayızdır. Öğrencilerin genellikle sınavlardan aldıkları not beklediklerinin altındadır. Birçok sigara içicisi diğer sigara içenlere göre daha az sigaraya bağlı hastalık riski taşıdığına inanır. Finansal analistler sürekli gelirleri abartırlar. Boşanma oranlarının yüksek olduğu toplumlarda bile tüm yeni evliler, evliliklerinin bir ömür süreceğini sanar. Kredi kartı alanlar asla borçlarını ödeyemeyeceklerini düşünmezler. Hatta faizini bile. Ama birçoğu kısa sürede ödeyemeyecek duruma gelir.



İyimserlik kolaylıkla kabul edilebilir bir olgu olması yanında bazıları için büyük şans getirdiğine inanılan bir olgudur da. Eğer şanslı hissediyorsan daha şanslı olursun. Bu da fırsatlar için daha fazla çalışmak ve mücadele etmeye yönlendirir. Yani bir bakıma kendi şansını kendin yaratmış olursun. Bu sihirli fenomen ile dünyayı değiştiremesen de tutum, davranış ve inançlarını değiştirirsin. Yerel bilgelikle söylersek bir çeşit aklıma gelen başıma geldi durumu yaratılmış olur.



İnsanlar iyimserliğin görünmez matematiğini kolayca yapabildikleri için toplum içinde kötümserlere göre daha yüksek bir oranda yer alırlar. Bu yüksek oranlı dağılım işadamı, politikacı, yönetici, girişimci gibi sınıflar eliyle hayata şekil veren bir yapı alır. Onlar kadar iyimser olmadığını düşünen geri kalan sıradan vatandaşlar ise onların yetenekli, iyi eğitimli ve daha şanslı olduklarını düşünür.



Yetenek, iyi eğitim ve şanstan öteye, başarılı girişimcilerin sahip oldukları farklı bir nitelik daha vardır. Geçmiş başarıları, verdikleri kararlara daha fazla güven duymalarını ve olayların akışını kontrol ettiklerini düşünmelerine sebep olur. Kendilerine duyulan hayranlık arttıkça kendilerine duydukları güven de artar. Artan güven alınan riski arttırır; o da getiriyi.



Bu noktada kontrol ilüzyonu (illusion of control) denilen rasyonelleştirilmesi zor bir efekt devreye girer. Piyango biletini başkasının seçmesini istemeyip kendiniz seçtiğiniz durumlar buna bir örnektir. Girişimciler, belli bir andan sonra, güçlerinin tüm finansal olayları kontrol edebilecek kadar yüksek olduğuna inanmaya başlarlar. Sonuçların kontrol edilebileceğine olan inanç daha fazla risk almada baskın bir rol oynar. Riskin bileşenleri şans, düzensizlik ve öngörülemezlik hafifsenmeye başlanır. Yeteri kadar sağduyuya sahip olunduğu düşüncesi duyguları ve zihni sarar. Bu kendine güven hali çok geçmeden izleyicilerin de sempatisini kazanır.



Bir zar oyununda zarların; büyük sayı gelmesi isteniyorsa sert, küçük sayı gelmesi isteniyorsa daha yumuşak atılmasının ardındaki temel olgu olan kontrol ilüzyonu birçok deneyle ispatlanmıştır. İki farklı ışığın ayrı ayrı yakılarak hangisinin yandığının öndeki iki farklı butona basılarak tespit edilmesi şeklindeki bir deneyle kişilerin kararları gözlemlenmiştir. Daha sonra aynı deney tek buton ile yapılmıştır. Fakat çıkan sonuçlar ile kişilerin butonları nasıl kontrol ettiği hususunda açık bir ilişki kurulamamıştır. Kişilere daha sonra butonlar üzerindeki hakimiyetlerini ölçen sorular yöneltilmiş fakat bu sorulara verdikleri yanıt ile butonlar üzerindeki hakimiyetleri yine herhangi bir ilişki göstermemiştir. Hatta butonları dikkatsiz ve kontrolsüz şekilde kullandıklarında bile kontrol altında tuttuklarını söylemişlerdir. Tecrübe ve şansın yarattığı karmaşa kişilerin kontrollerini etkilemiştir.



Araştırmalar, kontrol illüzyonuna kapılan kişilerin, yaşanan olumsuzluklar altında dahi iyimserliklerini koruyarak ısrarlı tutumlarını sürdürdüklerini göstermiştir. İyi olduğunu iddia eden hiçbir otomobil sürücüsü, kaza yaptıktan sonra bile bu inancını kolay kolay değiştirmez. Oysa bilgi ve tecrübe ile belirsizliği ve şansı kontrol ettiğini sanma duygusu, işlerin kötüye gitmeye başladığı anlarda çöküşü hızlandırır. Tıpkı 2008 yılında Jerome Kerviel’ın başına gelenler gibi.



Jerome Kerviel, Fransa’nın üç büyük bankasından biri olan Soci­ete Generale’de çalışan oldukça sıradan bir trader’dı. İşi finansal piyasalarda türev kontratlar alıp satarak bankasına para kazandırmaktı. Hırslı ve istekli yapısı yöneticilerinin dikkatinden kaçmamış, kendisine duyulan güven, kazanma potansiyelini de arttırmıştı. Bu güven sayesinde artık sadece kendi küçük işlem limitleriyle değil, yöneticilerinin limitleriyle de işlem yapabiliyordu.



Jerome Kerviel, bankadaki son günü olan o gün şöyle bir işlem yapmıştı: Finansal piyasaların kötü gidişine güvenerek hisse senetlerinin düşeceği üzerine türev enstrümanları kullanarak bahis oynamıştı. Son derece basit ve olası bir senaryo. Fakat krizin en derin günlerinde bile bunun o kadar güvenilir bir senaryo olmadığını anlayacaktı.



2008 yılı Ocak ayında Kerviel aldığı pozisyon karşısında zarar etmeye başlar. Zarar o kadar büyüktü ki hiçbir yöneticinin öğren­diğinde bunu kabul edecek durumu yoktu. Kerviel, zararı kapatma düşüncesiyle, iyimserliğini koruyarak, aldığı pozisyonu biraz daha arttırır. Zarar giderek büyümektedir. Kerviel, son bir hamleyle, hala olacakları kontrol altında tuttuğuna olan büyük inancıyla ve tüm gücüyle yüklenir. Ulaştığı işlem (pozisyon) tutarı tam 50 milyar euro olmuştu. Bankanın piyasa değeri ise o anda sadece 35 milyar euro ediyordu. Artık o andan sonra yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı.



Kerviel’ı bu büyük hataya götüren kontrol illüzyonu ve hırs duygusu, yöneticileri tarafından beslenilerek bir canavara nasıl döndürülmüştü? Sosyal psikolojide “kendini gerçekleştiren kehanet” veya Pygmalian Etkisi denilen bir olgu vardır. Kişiler, bir süre sonra, kendilerinden üs­tün gördükleri insanların beklentilerine karşılık gelen davranışlar sergilemeye başlarlar. Tıpkı öğretmenlerin yüksek beklenti içinde oldukları öğrencilerin diğerlerine göre daha başarılı olması gibi. Kervial da yöneticilerinin güveni ile hırsını giderek arttırmıştı.



Kerviel’in iyimserliği ve olaydan habersiz yöneticilerinin önceki hayranlıkları sona ermişti. Banka 4,9 milyar euro ödeyerek kontrat zararını kapar. Sonrasında geldiği çöküşün eşiğinden hükümet desteği ile kurtulur. Geçmişteki rastlantısal başarılarını tecrübe olarak yorumlayan ve sonuçları kontrol altında tuttuğunu düşünen J.Kerviel ise nasıl bir hata yaptığını herhalde anlamıştır.



Kibir hipotezi



İyimserlik, yaygın ve etkili bir davranış olmakla birlikte inatçı ve maliyetlidir de. İnsanlar kadar yöneticiler de gerçekçi olmayan bir iyimserlik ve güven duygusu içinde hareket ederler. Birçok şirket satın alımında karşılaşılan ve kibir hipotezi denilen bu durum, yöneticilerde iyimserlik ve güven duygusunun dönüştüğü inatçılığın sonucunda gelen maliyeti ortaya koyar. Şirket yöneticileri, satın almak istedikleri şirketleri bazen o kadar değerli ve onları yönetenleri o kadar başarısız görürler ki, şirketi olabileceğinden daha yüksek bir fiyata satın alırlar. Fakat bu iyimser edinim sonrasında şirketin o kadar değerli olmadığını ve şirketi yönetenlerin de kendilerinden o kadar başarısız olmadıklarını anlarlar.



İyimser liderlerin her zaman daha fazla risk almaya yatkın oldukları finansal hayatın birçok alanında gözlemlenebilir bir durumdur. Tahvil çıkarmak veya kredi almak gibi görece daha riskli işlemleri hisse senedi ihracı gibi risksiz bir yönteme tercih ederler. Aslında tercih ettikleri başkalarının parasıyla iş yapmaktır. Riskin boyutları orantısız şekilde arttırıldığında ise iş yapmak kavramı yerini yavaş yavaş bahis oynamaya hatta kumar oynamaya bırakabilir. Birçok hedge fonun iflasının altında bu oransız risk almanın yattığı açıktır.



Risk iştahı denilen bu olgu rekabet ortamının hafife alınmasından, anlaşılamamasından veya gözlemlenememesinden kaynaklanabilir. Birçok başarılı sinema filminin aynı anda vizyona girmesi bu önemsememe durumunun bir örneğidir. Ya da internet alışveriş sitelerinde örneğine sık sık rastlanılan bir davranış şeklinde olduğu gibi: Vitrinde kalma süresinin başta satıcı tarafından belirleniyor olmasına rağmen yapılan araştırmalar, birçok ürünün vitrinden iniş süresinin satış tekliflerinin en az verildiği saatlere karşılık geldiğini göstermektedir. Bu hatanın sebebinin düşüncesizlik olarak belirlenmesi ne kadar doğrudur?



Yukarıda verilen her iki örnekte de görmezden gelinen rekabetin koşullarıdır. Rekabet ortamı kararın dışında tutulmuştur. Karar vericilerin belli bir konuda tüm bilgileri elde etmesi mümkün olmadığı veya tüm seçenekleri değerlendirmenin çok zor veya maliyetli olduğu zamanlarda mevcut sınırlı bilgileriyle seçenekler arasından en uygun olanını seçerler. Sınırlı rasyonellik denilen bu kavram insanların piyasa hakkında tam bilgi sahibi olmadıkları ve hatalı karar verdikleri anlamına gelir.



2001 yılında Nobel Ekonomi Ödülü alan George Akerlof’un 1970 yılında yazdığı Limon Piyasası Teoremi (The Mar­ket for Lemons) konunun en çarpıcı sahnelerinden birini taşır. Akerlof, çok basit ve dikkat edil­meyen bir davranış kalıbını Nobel ödülünü alabilecek bir ekonomi kuramına dönüştürmüştür. Akerlof’un modeli şöyledir:



İkinci el araba satışı yapan iki firma olduğunu düşünelim. Bunlardan biri kalitesiz arabaları ucuza satarken, diğeri kaliteli arabaları daha pahalıya satmaktadır. İkinci el araba almak isteyen bir müşteri; ucuz fiyattan satan satıcının, arabanın yetersizlikleri hakkında sahip olduğu bilgiye sahip olmadığından, her iki fiyat arasında bir ortalama belirleyecek ve bu da müşteriyi düşük fiyattan satan satıcıya yönlendirecektir. Bu fiyattan satış yapacak olanlar ise, kaliteli araba satıcılarını piyasa dışına iteceklerdir. Diyelim ki arabaların fiyatları 40.000 ve 50.000 olsun. Alıcı bu aracın ortalama fiyatının 45.000 olacağını düşünecektir öncelikle. Daha sonra da fiyatı 40.000 olan aracı almanın daha mantıklı olacağına karar verecektir. Çünkü ortalama fiyatı 45.000 olan bir aracı neden 50.000’e alsın ki? Kalitenin belirsizlikle ilişkilendirilmesi esasına dayanan bu model, alıcı ve satıcılar arasındaki bilgi asimetrisinin, iki kaliteden de malın satışını durdurarak pazarın çalışma şeklini bozacak sonuçlar doğurabileceği açıktır.



Mükemmel düşünce hatası



İngiliz filozof John Stuart Mill’in öldüğü 1873 yılı önemli bir yıldı. Çünkü Mill’in ölümü ile dünyada bilinebilecek tüm bilgileri bilen son adamın öldüğü düşünülmüştü. Çağımızda böyle bir değerlendirmeyi herhangi biri hakkında yapmak mümkün olmasa da hatanın, eksik bilgiden kaynaklandığını düşünerek bilginin tam olduğu şartlar altında hatasız bir karar verileceğini düşünmek de hata olacaktır. Bilgisizliğin evrenini araştıran bilim dalı Agnotoloji, öğrenilen her bilgi ile birlikte önceki durumdan daha fazla bilinmezlik oluştuğunu vurgular.



Girişimci olmayanların en büyük hastalığı sayılan bu durum aşırı bilgi ve analizin eyleme dönüşmeyeceği varsayımına yöneltir. Analiz yapma yeteneğinin bitimi (analysis paralysis) denilen bu olgunun yarattığı mükemmellik arayışı, sonunda ortaya sadece düşünsel israf çıkarır. Düşünsel mükemmelliğin zamanla sağlanacağı inanışı, kararın verilmesini mütemadiyen erteleyerek en büyük hataya sebep olur. Tereddüt etme şeklindeki zihinsel eylemin bir insan icadı olduğu unutulmamalıdır.



Ezop’un tilki ile kedi masalı, analiz yapma yeteneğinin bitimi olgusunu oldukça çarpıcı şekilde ortaya koyar: Tilki ile kedi hayatta kalma yetenekleri hakkında sohbet ediyorlardı. Tilki çok fazla stratejiye sahip olmasıyla övünürken kedi sadece tek şey bildiğini, onun da kaçmak olduğunu söylemiş. O sırada bir tazı sürüsünün hızla üzerlerine geldiğini farketmişler. Kedi hemen oradaki bir ağaca sıçrayarak dalların arasına saklanmış. Tilki ise bildiği hilelerin hangisini uygulamalıyım diye düşünürken tazıların eline düşüvermiş. Kedinin o anda yaptığı şey ise çok şey bilmediğine şükretmekmiş.



İnsanlar içgüdüleri ile verdikleri kararlarda düşünmeye zorlanırlarsa yaratılan sonuç sürekli olmayacaktır. Dikkat ve algının bütünden parçaya kayması olgusu, kırkayağa nasıl hareket ettiği sorulduğunda yürüyemeyeceği hale geleceğini söyleyen kırkayak paradoksuyla anlatılır. İnsanların karar mekanizmaları bu paradoksa benzer; içgüdülerle verilen kararların hangi mantıkla verildiği üzerine öğretilenler kalıcı yeteneğe dönüşmez.



İnsanların dikkat etmeksizin sıkça yaptığı limon piyasası hatası, sezgisel düşünce sistemimizin (asimetrik bilgiyi dikkate almazsak) uygun şartlar bulduğunda, problemin sebebini sorgulayarak çözümler arayan eforlu karar sistemimizi görmezden geldiğini gösterir. Sanal alışveriş sitesinde ürününü satan ‘benim malım yeterince iyi’ diye düşünür fakat ‘acaba insanlar benim malımı satın almak için uygun zamanda görebilecekler mi’ diye düşünmez. Belirsizliğin yeterince değerlendirilmemesi alınan riskin artmasına sebep olur. İyimserliğin kutsanması, acı gerçekler yerine iyimserliği körükleyen yanlış bilginin kabul edilmesini kolaylaştırır. Bu da hatayı doğurur.



Doğru karar hatası



Hatanın ortaya çıktığının tespiti bir basket potasına atılan topun girip girmediğinin tespiti kadar kolaydır çoğu zaman. Fakat klasik ekonomi teorisinin başrol oyuncusu rasyonel düşünen ve karar veren insanoğlunun mantıklı kararlarının piyasa içindeki etkileri her zaman rasyonel sonuçlar yaratmaz ve büyük hatalara dönüşebilir.



Amerikalı ekonomist Alfred E.Kahn’ın küçük kararların zorbalığı (tyranny of small decisions) adını verdiği bu teori, bir toplum içinde tek başına hareket eden, özgür ve rasyonel kararlar alan kişilerin piyasa üzerindeki büyük etkisini ortaya koyar. Ithaka demiryolu örneğiyle anlatılan olgu, küçük rasyonel kararların nasıl irrasyonel bir sonuca dönüştüğünü göstermesi açısından son derece etkilidir. Bir şehri başka bir şehre bağlayan demiryolu en güvenli ulaşım aracı olarak kabul edilir. Fakat otobüs ve uçak olanaklarının artması, güzel havalarda bu ulaşım şekillerinin daha fazla tercih edilmesi sonucunu doğurur. Çünkü insanlar rasyonel düşünerek, otobüs ve uçağın sağladığı zaman ve kaynak tasarrufunu ön planda tutarak kararlarını verirler. Demiryolları ise sadece havaların kötü olduğu ve diğer ulaşım olanaklarının çalışmadığı zamanlarda aşırı bir talep görür. Yine de bu aşırı talep sonunda elde edilen gelirler, o demiryolu işletmesinin yıl boyunca giderlerini karşılayacak ve varlığını sürdürmeye yetecek seviyede değildir. Demiryolu işletmelerinin böyle bir durumda hayatlarını sürdürmeleri pek mümkün değildir. Rasyonel kararlar geri dönüşü olmayan bir tahribat yaratarak her zaman tercih edilebilecek veya istenebilecek bir alternatifin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Sağlıklı işleyen piyasa ekonomilerinde bu tür başarısızlıkların normal olduğu kabul edilmekle birlikte önemli bir hata olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.



Bu hata, 2007 finansal krizine götüren eşikaltı (subprime) kredilerin verilme nedenleri içinde kendini güçlü şekilde göstermiştir. Klasik bankacılık anlayışı kredi verirken moralite adı verilen bir referans bilgi sistemini kullanır. Kredi alacak tarafın kredi verecek taraf üzerinde ya­rattığı olumlu etki olarak tanımlanabilecek moralite; kredi verecek tarafın, karşı tarafın güvenilir olup olmadığı, krediyi ödeyip ödeyemeyeceği üzerinde karar vermeye çalışırken kişisel geçmişinden, iş tecrübesinden, eğitiminden akılcı sonuçlar çıkarmasını ve elde edilen veriler ile de kredi kararını desteklemesi süreçlerini ifade eder.



Son yıllarda ileri yazılımlar ile oluşturulan kişisel kredi skorları, kredi kararlarının tek belirleyicisi olmuştur. Çok fazla nüans içeren kredi kararları yerine kredi skorlarına güvenmek, sürecin mantıksal bir sonucu olarak sektörde yer etmiştir. Operasyonel verimliliğin önemi, kredi skorlarını gele­neksel yargısal yönetici kararlarına tercih etmektedir. Oysa kredi skorları değişen ekonomik gücü, ödeme kabiliyetini ve hatalardan ders çıkarma yeteneğini göstermemektedir.



Yapılan araştırmalar, güç, itibar ve gelişen teknolojinin, moralitenin göz önüne aldığı kriterlere baskın çıktığını ortaya koymuştur. Özellikle 1980’lerden sonra başlayan Müşteri İlişkileri Yönetimi (CRM) sistemi ile şirketler, müşterilerine ihtiyaçlarının olduğu düşüncesine odaklanmışlardır. Bir şirketin müşterisine ihtiyacı olduğu düşüncesiyle verdiği bir kararın rasyonellikten uzak olduğunu savunmak mümkün olmasa da müşteri odaklılığın farkında olmadan müşteri sarhoşluğuna dönüşmesi önemli bir tehdittir. Bu süreçte bankalar, çok fazla sayıdaki müşterilerinin kredi taleplerini değerlendirirken hız faktörünü göz önüne alarak bilgisayar programlarını, moralite denilen sübjektif değerlendirme modeline tercih etmişler ve müşteri sarhoşu olma yönünde ivme kazanmışlardır. Moralitenin göz önüne alınmadığını gören ve sırf bu değerlendirme faktörü nedeniyle bankaların kredi müşterisi olamayan geçmişinde ödeme bozukluğu olanlar, düzenli işi olmayanlar, dürüst ve sözüne sadık olmayanlar bankaların kapısında kuyruk oluşturmuşlardır. Bankalar açısından sorun yoktur. Çünkü nasıl olsa modern yazılımlar ve menkul kıymetleştirme denilen sihirli proses kredi kararlarının rasyonelliğini oldukça yükseltmiştir. Arada birkaç tane sorun olması büyütülecek bir şey değildir… Fakat düşünüldüğü şekilde olmamış ve küçük kararların zorbalığı burada da devreye girmiştir. Bankaların tek tek müşterilerini değerlendirirken verdikleri basit ve rasyonel kararlar toplumun tamamında birleşince, çöküşü de beraberinde getirmiştir. Bankalar moraliteyi kapsam içine almayan değerlendirme modelleriyle küçük kararların zorbalığı etkisinin ne tür sonuçlar yaratabileceğini tüm dünyaya ağır şekilde göstermişlerdir.



Kendine aşırı güvenme



İnsanlar yargısal kararlarına objektif ve bilimsel kararlarından daha fazla güvendikleri durumlarda kendine fazla güvenme etkisi (overconfidence effect) denilen son derece tanıdık bir olguyla yüz yüze gelirler. Kişilerin kendilerine olan güven duygusunun gereğinden daha fazla olması önemli ölçüde hata payı içerir. Yapılan bazı deneylerde, kişilerin sınavlarda verdiği ve sonrasında %99 doğru olarak değerlendirdiği yanıtların %40 oranında yanlış olduğu sonucu çıkmıştır.



Güvenin oluşmasında bazı özelliklerin etkili olduğu bilinmektedir. Bunların başında üstbiliş (metacognition) olarak tanımlanan, kişinin kendi bilişsel süreçleri hakkındaki bilgisi ve bu bilginin karar süreçlerini kontrol etmesi fenomeni gelir. Sorulan bir sorunun cevabını bildiğinize emin olduğunuz fakat dilinizin ucunda olan cevabı çıkarabilmek için küçük bir ipucuna ihtiyaç duyduğunuz durumlar buna örnektir. 2 ile 2’nin toplamı sorulduğun yanıtın 4 olduğunu biliriz. Aynı zamanda 4‘ün doğru yanıt olduğunu da biliriz. Görüldüğü gibi “bilmek” iki ayrı sürece sahiptir. Kısaca bilmeyi bilmek olarak da tanımlanan üstbiliş, okul öncesi ve ilkokul çocuklarında yapılan bir deneyle tanımlanmıştır. Her iki grup çocuğa bir dizi madde verilerek ezberlemeleri istenir. Yaşça büyük olan çocuklar bir süre sonra ezberlediklerini söylerler. Yapılan testte tüm maddeleri tam olarak hatırladıkları görülür. Bir süre sonra yaşça küçük olan çocuklar da ezberlediklerini söylerler. Fakat yapılan testte tüm maddeleri ezberleyemedikleri ortaya çıkar. Buradan hareketle okul öncesi çocukların bellek kapasitelerini tutarlı bir şekilde değerlendiremedikleri söylenebilir. İşte, üstbiliş denilen karar süreçlerindeki hataların en yaygın örneği aşırı güven duygusudur.



Aşırı güvenin en kolay gözlemlenme veya ölçüm şekli kişilere, kararlarına ne kadar güven duyduklarını sormak ve gerçekleşmelerle kıyaslamaktır. Deneyler göstermektedir ki güven duygusu hataları öngörebilmekten yoksundur. İnsanlar doğruluk payını daima olduğundan daha yüksek varsaymaktadırlar. Eğer düşünüldüğü gibi güven duygusu mükemmel bir gösterge olsaydı hiçbir zaman yanılmazdı ve verilen kararlar daima doğru çıkardı. Yani %50 mükemmellikle çalışan bir gösterge olsaydı; verilen kararların %50’si doğru çıkardı diyebilirdik. Halbuki gerçek bunun tam tersidir. Yapılan testlerde kişilerin %100 doğru olduklarını düşündükleri soruların %80’ninin doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Yani güven duygusu %20 hata payı içermektedir. Bu sonucu kaba bir genellemeye yayarsak kişinin hayatı boyunca %100 doğru olduğunu düşündüğü kararlarının %20’si hatalı kararlardır.



Yapılan birçok araştırmada analistlerin %80 olasılıkla yükseleceğini tahmin ettiği hisse senetlerinin ancak %40’ının yükseldiği görülmüştür. Bu onların ortalamanın bile altında kaldıklarına işarettir. Ama yine de analistler kendilerine güvenerek tahminler yapmaktan geri durmazlar. Aşırı güven duygusu taşıyan insanların yarattıkları etkiyi en iyi anlatan teorilerden biri 2000 yılında Nobel Ekonomi Ödülüne layık görülen Dunning-Kruger etkisidir. Teoriye göre yeteneksiz kişiler hatalı kararlar vererek yanlış sonuçlara ulaşırlar. Yeteneksizlik ve bilgisizlikleri, üstbilişlerinin (akli gelişmişlik) hata yaptıklarını farketmelerine karşı çıkar. Bu kendi kendini bilememe durumu, kendilerini yetenekli ve bilgili kişiler olarak varsayma düşüncelerini güçlendirerek çok daha fazla bilgi sahibi olan kişilerden bile daha bilgili sanma içgüdüsüne yöneltir. Üstünlük yanılsaması da denilen bu olgu bilgisizliğin, gerçek bilgiye tezat şekilde, bireyin kendine olan güvenini arttırıcı etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.



Dunning-Kruger etkisi, iş hayatında niteliksiz ama yüksek güvenli kişilerin, yüksek nitelikli ama güvensiz kişilerin önüne nasıl geçtiklerini oldukça çarpıcı şekilde açıklar. Sınav sorularının %20’sine bile doğru yanıt veremeyen deneklere sınavlarının nasıl geçtiği sorulduğunda, soruların %60’ına doğru yanıt verdiklerini söylemişlerdir. Yukarıda belirtilen deney sonuçları ile bu sonuç birlikte değerlendirildiğinde; işinde çok iyi olduğunu düşünen niteliksiz kişiler, kendini ve yaptıklarını överek öne çıkmaya çalışmakta ve aslında yapamayacakları işleri bile üzerlerine almaktan çekince duymama düşüncesine yönelmektedirler. Niteliksizliğin aşırı güvenle karışmış hali iş hayatı için büyük bir itici güçtür. Bu da onların diğerlerine göre daha çabuk yükselmelerine neden olur. Öte yandan yetenekli insanlar ise sınırlarını alçakgönüllülükle kabul ederek öne çıkmamaya özen gösterirler. Fakat bu davranış şekli, yöneticileri tarafından hırs ve ihtiras eksikliği şeklinde algılanarak yükselmelerinin önü kesilmiş olur. Dunning-Kruger etkisinin, insan doğasının temel kabullenmelerinden ‘iki kişilik bir toplumda hayatın basit olanın seviyesinde yürüdüğü’ inanışının farklı bir hali olduğu gözden kaçırılmamalıdır.



Aşırı güven duygusunun inovatif finansal enstrümanları ve sonrasında finansal krizleri yaratan en önemli bilişsel hata olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 2007 finansal kriziyle birlikte birçok insanın yeni tanıştığı CDS, CDO, SIV gibi finansal ürünleri yaratan mühendislerin, bu ürünlerin risk modellerine duydukları aşırı güven son ana kadar hiç azalmamıştı. Tıpkı suyla dolan bir geminin batmayacağına duyulan inançla gemiyi son ana kadar terk etmemek gibi finansal mühendisler de bu ürünlere krizin en derin günlerinde bile büyük güven duymuşlardı. Onların sıfır riskli enstrümanlar olduğuna kendilerini inandırmışlardı. Fakat yaşananlar, inançlarının ne büyük bir hata payı içerdiğini acı şekilde herkese göstermişti. Dünya sigorta devi AIG’yi çökme noktasına getiren CDS kontratları ile ilgili olarak; türev pazarına girerken firmanın türev ürünler yöneticisinin söylediği şu söz, aşırı güven duygusunun yaratabileceği büyük hatalara güzel bir örnek olacaktır: “Küstahlık olarak algılanmasın ama CDS pazarında 1 dolar bile kaybetmemiz çok zor!”



Risk modellerine aşırı güven duyan bir başka şirket LTCM adlı fondu. Şirket kullandığı risk modeline o kadar güveniyordu ki herhangi bir günde maksimum zararının 35 milyon doları geçmeyeceğini hesaplıyordu. Şirket 21 Ağustos 1998 Cuma günü 553 milyon dolar kaybetmişti.



Aşırı güven duygusunun çarpıcı örneklerinden biri de Lewis Ranieri idi. Mortgage finans sisteminin babası (godfather) olarak kabul edilen Salomon Brothers adlı eski bir yatırım bankasının başkan yardımcısı Lewis Ranieri, yıllar sonra verdiği bir demeçte, mortgage bonoları ile ilgili olarak; tarihin en büyük iskambilden kalesini keşfettiğimiz hiç ak­lımıza gelmezdi demişti. Oysa Ranieri 2004 yılında, BusinessWeek tarafından son 75 yılın en büyük inovatörlerinden biri olarak gösterilmişti.



Zenginlik yanılsaması



16.yüzyıl ortalarında Muhteşem Süleyman’ın ülkesinden Hollanda’ya küçük ve kokusuz bir çiçeğin tohumları gönderilmeye başlanır. Bu çok özel çiçek kısa sürede lüks bir eşya ve statü göstergesi haline dönüşerek toplumun üst tabakalarında çok popüler olur. Lale soğanı fiyatları aniden aşırı derecede yükselir. Zenginliğin en büyük göstergesi sayılan laleler için büyük paralar ödenmeye başlanır. Yükselen lale fiyatlarının uzun dönemde sürdürülebilir olmayacağı gerçeği tarihin ilk büyük balonunun oluşmasına neden olur. Küçük ve kokusuz lalelere sahip olarak zengin olunduğunu düşünme yanılsaması, lale balonunun patlaması ile birlikte toplumun üst sınıflarında büyük bir çöküş yaratır.



Lale balonundaki zenginlik yanılsamasına kapılmayıp; ‘sahip olduklarının kendisi için yeterli olduğunu düşünenlerin gerçek zenginler olduğu’ gibi sanatsal tasvirler finans için bazen doğru yaklaşımlar olabilirler. Nasıl mı?..



Yatırım hesabınızda bulunan hisse senetlerinin değerinin 2 milyondan 1 milyona düştüğünü düşünün. Arkadaşınızın hesabındakilerinin değeri ise on binden yirmi bine çıksın. Arkadaşınızdan hala daha zengin olmanıza karşın arkadaşınız sizden daha mutludur. Bu matematiksel olarak irrasyonel görünse de herkes tarafından kabul edilen bir durumdur.



2002 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü alan Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından geliştirilen Beklenti Kuramı (Prospect Theory) zenginliğin verdiği mutluluğun, zenginliğin düzeyinden değil, zenginliğin artışından geldiğini söyler. Yani zenginliğin artması mutluluk, azalması acı getirir. Fakat gerçek olansa buradaki ilişkinin izafi olduğudur. Arkadaşınızın kendini sizden daha mutlu hissetmesi zenginliğine bir kuruş bile eklemeyecektir ve hala size göre çok fakirdir.



Akışkanlar mekaniğinin yaratıcısı Daniel Bernoulli, para ve değer hissi üzerine ilk ilişkiyi geliştiren kişiydi. Söylediği hemen hemen şöyleydi. 1 liralık bir varlık artışının, serveti 10 lira olan kişi için yarattığı fayda ne ise; 2 liralık varlık artışının da serveti 20 lira olan biri için yarattığı fayda aynıdır. Bu yaklaşım son derece mantıklıdır. Çünkü servette %10’luk bir artış herkeste aynı psikolojik tepkiyi yaratır.



Klasik iktisat teorisi insanların karar alma süreçleriyle ilgili şu temel varsayımı savunur: Gelecek fayda, oluşacak maliyeti karşılayacak mı? Tüm yatırım kararları genellikle bu varsayım ekseninde şekillenir. Peki, gerçekten öyle midir? Beklenen fayda gerçekleşecek maliyetten büyükse her zaman yatırım kararı verir miyiz?



Bernoulli, bu soruların yanıtını St.Petersburg paradoksu adı verilen bir paradoksla açıklamaya çalışır. Paradoks şöyledir: Bir yazı tura oyunu oynanacak ve oyun, paranın ilk yazı gelişinde sona erecektir. Yazı ilk atışta gelirse oyuncu 2 lira kazanacak ve oyun bitecektir. İlk atışta tura gelir ikinci atışta yazı gelirse; oyuncu 4 lira kazanacak ve oyun sona erecektir. İlk iki atışta tura gelir üçüncü atışta yazı gelirse; oyuncu 8 lira alacak ve oyun sona erecektir. Yazı gelmediği sürece oyun devam edecek ve getiri her seferde iki katına çıkacaktır. Böyle bir oyuna katılım ücreti olarak ne kadar ödersiniz?



İşte paradoks bu soruda saklıdır. Çünkü beklenen değer denilen ve finansal kararlarımızın temel matematiksel dayanağını oluşturan kuram çok büyük miktarlarda giriş ücreti verilebileceğini ortaya koymaktadır. Şöyle ki; ilk oyunda 2 lira kazanma olasılığı ½ olması nedeniyle beklenen değer 1 (2x1/2), ikinci oyunda 4 lira kazanma olasılığı ¼ olduğu için beklenen değer 1 (4x1/4) ve üçüncü oyunda 8 lira kazanma olasılığı 1/8 olduğu için beklenen değer yine 1 olacaktır. Görüldüğü gibi beklenen değer her oyunda 1’dir ve bunun sonucunda toplam beklenen değerin sonsuza kadar gideceği açıktır. Beklenen değerin son derece yüksek olduğu böyle bir oyunda insanların çok büyük miktarda giriş ücreti yatırmaları beklenirken neden böyle olmaz?



Demek ki beklenen değer denilen, durumların olasılıksal toplamlarından meydana gelen matematiksel değer rasyonel karar verme süreçlerimizin temel dayanağı olamayabilmektedir. Bu noktada risk alma veya riski yorumlamadaki hassasiyetimizin devreye girdiği sanılmaktadır. St.Petersburg paradoksunu açıklayan en önemli çalışmalardan biri sayılan Kahneman ve Trevsky’nin Asya Hastalığı Problemi (asian disease problem), yanıtı karar verme şeklimiz ekseninde çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır. Asya hastalığı problemini yeniden uyarlayarak açıklamaya çalışalım: Tek doktoru olduğunuz kasabaya yeni bir salgın hastalığın yaklaştığını haber alıyorsunuz. Uzmanlar hastalığın kasabanızda 600 kişiyi öldürmesinin beklendiğini söylüyorlar. Sizden de salgınla mücadele etmek için önerilen iki programdan birini seçmenizi istiyorlar. Birinci programı seçerseniz 200 kişi kesin olarak hayatta kalacak. İkinci programı seçerseniz 1/3 ihtimalle herkes kurtulacak. Başka bir ifadeyle 2/3 ihtimalle kimse hayatta kalmayacak.



Soruyu beklenen değer bakış açısıyla yanıt arandığında her iki durumda da 200 kişinin kurtulacağı görünmektedir. Fakat deneye katılan doktorların %72’si birinci programı seçmiştir. Riskten kaçınmanın doğal bir sonucu olan bu yanıt St.Petersburg paradoksuna da yanıt olsa da deney burada bitirilmemiştir. Riski nasıl algıladığımızın yanıtını arayan deney, senaryosu biraz değiştirilerek başka bir grup doktor üzerinde yeniden yapılmıştır. Doktorlara, yukarıda sorulan sorudaki hayatta kalmak sözcüğü ölüm sözcüğü ile kurtulanların sayısı ifadesi de ölenlerin sayısı ifadesi ile değiştirilerek yeniden sorulmuştur: Birinci programı seçerseniz 400 kişi ölecektir. İkinci programı seçerseniz 1/3 ihtimalle kimse ölmeyecek, 2/3 ihtimalle herkes ölecektir.



Dikkatli bakıldığında her iki sorudaki birinci ve ikinci programların birbirinin aynısı olduğu görülebilir. Fakat doktorların verdiği yanıt oldukça şaşırtıcıdır. Bu kez doktorların %78’i ikinci programı seçmiştir. Görüldüğü gibi seçeneklerin sunuluş şekli, manipülasyon veya analiz yeteneği gibi bir dizi etken, risk algılamalarımızı ve dolayısıyla karar verme mekanizmalarımızı etkilemektedir. St.Petersburg paradoksundaki oyuna yüksek bir giriş ücreti ödemememizin altındaki neden de işte bu algılamalarımızdır.



Risk, çok değil bundan 20 yıl öncesine kadar sanayi toplumunda üretim ve varlığın yarattığı bir kavramdı. Bugün ise finansal toplum önce risk yaratmakta ve sadece bu riski başarılı yönetenlere varlık yaratmaktadır. İnsanların birçoğu riski sevmez gibi görünse de risk almayı eğlenceli bir oyun olarak görür. Risk, finansal sistem içinde istatistiksel ve matematiksel bir değer olarak hesaplanmakla birlikte aslında kişilerin olayları yorumlamadaki olumsuz bakış açılarının sübjektif derecesidir. Bu nedenle farklı kişiler tarafından farklı olarak algılanması normaldir. Diyelim ki bir oyunda katılımcılara hiçbir şey yapmadan 10 lirayı mı yoksa %50 ile şans ile 20 lirayı mı almak istersiniz diye sorulsa, riski sevenler ikinci öneriyi tercih edeceklerdir. Aslında istatistikte beklenen değer denilen, tarafsız ve son derece bilgili bir gözlemcinin dünyanın binbir türlü halini hesaplarmışçasına yaptığı değerlendirmede her iki durum da 10 liralık bir değere karşılık gelmektedir. Fakat riski seven %50 olasılığa kayıtsız kalarak 20 lirayı daha değerli görecektir.



Beklenen değer (expected value) kavramı ile ifade edilen olgu, matematiksel bir sonuç doğuran hayatın tüm bilinmezlikleri üzerine oynanan ve daima bir hata içeren oyunun aortudur. Herhangi bir oyuna girerken kişi o oyunun beklenen değerine bakar. Zihin bazen bir aritmetik, bazen içgüdüsel bir yanıtla beklenen değeri hesaplar ve eğer beklenen değer pozitifse oyuna girer. Diyelim ki 1 lira vererek katıldığınız bir yazı tura oyununda kazanmanız durumunda size 2 lira ödenecekse, risk alma sınırınız hesaba katılmadığı sürece bu oyuna girersiniz. Çünkü beklenen değer 1’dir ve bu da en azından oyunun maliyetine eşittir.



Beklenen değer, olasılık denilen ve 17.yüzyılda Fransız bilim adamı Pascal tarafından keşfedilen matematize edilmiş bir teoriye dayanır. İhtimal denilen geleceğin matematiksel hali, ilk insanın yaratılışından beri var olan bir olgu olmasına rağmen; geleceğin kader olmaktan çıkarılarak matematiksel şekline bürünmesi 17.yüzyılda gerçekleşmiştir. Chevalier de Mere adlı bir Fransız kumarbaz, dört atışta en az bir kez 6 gelmesi üze­rine tasarlanmış bir zar oyunu müptelasıdır. Ama bir gün oyunun kuralını biraz değiştirirse daha fazla zengin olacağını farkeder. Düşündüğü oyun, 24 atışta bir kez düşeş (6-6) gelmesidir. Ama bu oyunu oynamaya başladıktan sonra daha fazla kaybettiğini görür. Bunun nedenini öğrenmek için büyük matematikçi Pascal’a başvurur. O ana kadar hiç kimse şans oyunlarının bilimle bir ilgisi olduğunu düşünmemiştir. Pascal konuyu araştırdığında şu gerçeği fark eder. Kumarbazın yeni oyundaki kazanma ihtimali matematiksel olarak eskisine göre daha düşüktür. Pascal’ın bu hesaplamayı yaparken kullandığı teori oldukça basitti: Gelecekteki bir kazancın şu anki değeri yani kişiye oyun oynanmadan önce ifade ettiği değer, onu elde etme şansının ta kendisidir. Başka bir deyişle olasılık ya da en modern haliyle söylersek beklenti.



İnsanların, beklenti teorisine karşı riski değerlendirdiklerinde risksizliği seçmeleri son derece doğal karşılanmalıdır. Diyelim ki %90 olasılıkla 10 lira ve %10 olasılıkla 20 lira kazanma şansı veren bir oyuna girmek yerine size 10 lira verilse ne yaparsınız? Burada çoğu insan 10 lirayı alıp oyuna katılmamayı tercih eder ama beklenen değer matematiği tam tersini söyler. Çünkü oyunun beklenen değeri 11 liradır (%90x10+%10x20) ve oyuna katılmak daha rasyonel bir karardır.



Öyleyse kendimize şu soruyu sormalıyız: Neden bu şekilde karar veriyoruz?



Zarar İsteksizliği



Kesin olanı belirsiz olana tercih tercih ediyoruz şeklinde yorumlarsak, şans oyunlarına düşkünlüğümüzü açıklayamayabiliriz. Kahneman ve Tversky buradan hareketle Zarar İsteksizliği (Loss Aversion) denilen başka bir olguya dikkat çekiyorlar. Sahip olunan bir şeyi kaybetmenin getireceği mutsuzluk, aynı değerde bir şeye sahip olmanın getirdiği mutluluktan daha şiddetli bir duygu içerir. Mesela bir şans oyununda %50 olasılıkla 10 lira kaybetme, %50 olasılıkla 20 lira kazanma olasılığı olduğunda insanların çoğu bu şans oyununa katılmak istemeyeceklerdir. Kazanma ihtimalinin beklenen değeri daha yüksek olsa da olası kazanç kayba tercih edilmeyecektir. Çünkü insanlar kaybetmenin ihtimalini bile sevmedikleri için belirsizliğe bedel ödemek istemezler. Bu nedenle Hierapolis’li (Pamukkale) büyük filozof Epiktetos’un şu sözü akıldan çıkarılmamalıdır: “Bardağımızı kırdıklarında, komşumuzun bardağı kırıldığı zamanki kadar sakin olmalıyız.”



Zarar isteksizliği duygusal bir önyargıdır. Küçük zararların bile aynı ölçüdeki karlara göre daha baskın duygular yarattığı araştırmacılar tarafından ortaya konmuştur. Kendilerine trafik cezası verilen kişilere şu soru sorulmuştur: %50 olasılıkla cezanın silineceği, %50 olasılıkla ise iki katına çıkacağı bir şans oyununa katılır mıydınız? Grubun büyük kısmının, kesin olan cezanın verdiği kaybı silebilmek için bu şans oyununa katılmak istediği ortaya çıkmıştır.



Belirsizliğe bedel ödemedeki isteksizlik, içinde barındırdığı etik bir bileşen nedeniyle zaman zaman görmezden gelinir. İhtimal ne kadar düşük olursa olsun insanlar bazen oyuna katılmaya doğal bir istek duyarlar. Bu oyunların başında sigorta sistemi gelir.



15, 16 ve 17.yüzyıllarda, başkaları tarafından gözlemlenen kuyrukluyıldızların aslında aynı olduğunu, 1758 yılında da geri döneceğini tahmin eden ve daha sonra adı kuyrukluyıldıza verilen bilim adamı Edmund Halley, bugünkü sigorta şirketlerinin kullandığı hesaplama sistemini bulan ilk kişiydi. Halley, Polanya’nın Wroclaw kentinde nüfus kayıtlarını analiz ederek bir makale yayınlamıştı. Halley makalede şu gerçeğe dikkat çekiyordu: “Şehirde yaşayanların onüçte biri her yıl ölüyor.” İngiltere’deki hayat sigortası şirketleri ise bu veriyi kullanarak modellerine bugünkü şeklini vermişlerdi: “Eğer her onüç kişiden biri ölüyorsa, o zaman sigorta primlerini buna göre belirleyelim.”



Burada üzerinde duracağımız hasar, kaza, ölüm veya sigorta edilen her ne ise; gerçekleşme riski çok düşük olmasına rağmen, insanların sigorta poliçesi yaptırmaya neden düşkün olduklarıdır. İhtimalin veya beklenen faydanın çok düşük olması, şans oyunlarında kazanma olasılığının düşük olduğu şeklinde değerlendirilirken, sigorta poliçelerinde değerlendirilmez. Örneğin neden %5 kazanma ihtimali sunan bir oyuna katılmak için istek duyulmazken aynı oranda kaybetme (kaza, hasar vs.) ihtimalini sunan bir sigorta poliçesi düzenlenmek istenir?



Şöyle düşünürsek belki yanıta daha kolay ulaşırız. Bugün sizin de, en yakın arkadaşınızın da 10.000 lira parası olsun. Fakat birkaç gün öncesine kadar sizin 30.000 liranız, arkadaşınızın ise 2.000 lirası vardı. Şimdi her ikinizin de aynı seviyede mutlu olduğunu düşünebilir misiniz? Elbette ki hayır. Arkadaşınızın sizden çok daha fazla mutlu olduğunu söylemek için fazla kanıt aramaya gerek bulunmuyor. Çünkü son birkaç günde yaşananlar (onun parasını arttıran ve sizinkini azaltan olaylar) onu yeterince mutlu, sizi de oldukça mutsuz etmiştir.



İşte zarar isteksizliği denilen duygu böyle çalışır. %5 kazanma ihtimali olan oyuna girmekte isteksiz davranabiliriz. Fakat araçların %5’inin kaza yaptığı bir şehirde yaşıyorsak kasko poliçesi satın almadan bir gün bile trafiğe çıkmayız.



Olumsuzluklara öncelik



Finansal düşünce sisteminde “hamamböceği teoremi” denilen bir kural vardır. Ne zaman evinizde ortalarda dolaşan bir hamamböceği görseniz, bir yerlerde saklanan onlarcasının daha olduğunu düşünürsünüz. Finansal piyasalar da aynı kabullenmeyle çalışır. Ne zaman bir sorun belirse, yatırımcılar yenilerinin kapıda olduğunu düşünürler.



İnsan beyninin olumsuz haberlere öncelik vermesi hala gizemini koruyan bir konudur. Olumlu haberlere olumsuzlar kadar hızlı yanıt veren bir yapıda olmamamız tehditleri fırsatlardan, zayıflıkları güçlü yönlerden önce tercih etmemize sebep olur. Hiçbir evlilik sadece pozitif eylemlerle sonsuza kadar sürmez. Negatif eylemlerin de olmaması gerekir. Birçok negatif davranış şekli ise tüm pozitif davranışlara rağmen evliliği bitirir.



Ya da diyelim ki yağmurlu bir havada ıslanmamak için koştururken bir saçak altı gördünüz. Bu gerçekten sevindirici bir durumdur o an için. Olumsuz duygularınız sona ermiştir ama maalesef mutluluğu fazla uzun sürmez. Çünkü az sonra soğuktan titremeye başladığınızda aynı kötü duyguyu yeniden hissedersiniz. Hislerin birbirlerine göreceli üstünlükleri nedeniyle kişiler olumsuzluklara öncelik vererek kayıplardan kaçınmayı daha üstün tutarlar. Hislerin asimetrik yarışında kazanan daima olumsuz duygular olur.



Duygulardaki bu asimetriyi ekonomi çok önceleri keşfetmiştir. Küçük bir kasabadaki bir dükkan, mumları 1 liradan satmaktadır. Şehirde yaşanan olumsuzluk nedeniyle kasabaya birkaç gün elektrik verilemeyeceği haberi gelir. Dükkan sahibi mum fiyatlarını 2 liraya yükseltir. Etik olmayan bu durumun ekonomik teori açısından son derece doğru ve kabul edilebilir olduğu açıktır. Peki ama neden?



Dükkan sahibinin buradaki düşüncesi basitçe şöyledir: ‘İnsanların duyguları her zamanki gibi olumlu olsaydı mumun fiyatı 1 lira olarak kalacaktı. Fakat elektrik kesintisinin müşteriler üzerinde yarattığı olumsuzluğun fiyata eklenmesi muma olan talebi azaltmayacaktır. Çünkü bunun böyle olması gerekiyor.’



İnsanlar yetersizliklerin olduğu durumlarda fiyatların artması gerektiğini iyi bilseler de nedenleri ve sonuçları üzerine kafa yormayı pek istemezler. Ekonomik hayat evrenselleşmiş bu davranış şeklini iyi bildiği için fiyat seviyelerini olumsuzluklara öncelik verecek şekilde dizayn etmeyi sever. Fakat bu davranış şeklinin uzun süre sürdürülemeyeceği birçoklarının aklına gelmez. İnsanların yetersiz psikolojik yönlerini kullanmak onların akıllı ve etik düşünmekten daima mahrum oldukları anlamına gelmemelidir. Tıpkı 2000 yılında İngiltere’de yaşanan krizde örneğini gördüğümüz gibi.



İngiltere, 2000 yılında kısa süreli ama derinden hissedilen bir sosyo-ekonomik kriz yaşar. Hükümetin petrol ürünleri üzerindeki vergileri arttırması sonrasında iki katına çıkan fiyatlar sürücüleri sokaklara döker. Protestocular dağıtım istasyonlarını işgal ederek akaryakıt dağıtımını sekteye uğratırlar. Birçok şehirde akaryakıt kıtlığı oluşur. İnsanlar araçlarına benzin bulamazlar. İstasyonlarda kalan son benzinler için geceden kuyruğa girilir. Kıtlık en üst seviyeye çıkmıştır.



Tam bu kaosun ortasında bir benzin istasyonu çıkar ve elinde benzin olduğunu söyler. İnsanlar benzin istasyonuna akın ederler. Herkes benzin fiyatının bir miktar arttırılacağını ve benzini zamlı alacaklarını düşünmektedir. Fakat istasyona ulaştıklarında gördükleri manzara karşısında dona kalırlar. Benzin fiyatı tam on katına çıkarılmıştır. Acaba böyle bir durumda siz olsaydınız nasıl karar verirdiniz?



İnsanlar on katına çıkan benzin fiyatı karşısında şaşırsalar da depolarını doldurmuşlardır. Benzin kıtlığının olduğu bir anda en iyi seçeneğin bu olduğundan emindirler. Yaşanan kriz fazla uzun sürmez ve bir iki haftada atlatılır. Fiyatlar normale döner ve insanlar normal fiyatlardan benzin almaya başlarlar. Normale dönen hayat içinde daha önce öngörülmeyen bir şey olur. Hiç kimse, kendilerine en zor günlerde benzin satan istasyondan benzin almamaktadır. İnsanlar on kat pahalıya aldıkları benzini unutamamışlardır. Kısa bir süre sonra istasyon satış yapamadığı için kapanır.



Aslında istasyonun davranışı ekonomik açıdan bir hata içermiyordu. Fiyatları on katına çıkarmak insanların tercih haklarını ellerinden almak anlamına gelmiyordu. İstemeyenler benzin almayabilirlerdi. Ama insanlar düşünmek için çok kısa bir zamana sahiptiler ve kararlarını vermek zorundaydılar. Fakat şirket için en iyi olan karar, uzun vadede en doğru karar değildi ve insanlar bu ekonomik davranışı etik bulmayarak şirketi cezalandırma yoluna gitmişlerdi. İstasyon elindeki silahla kendini vurmuştu.



Mutluluğun anlamı



Bir insanın tüm hayatının mutlu mu yoksa mutsuz mu geçtiğine karar vermek gerçekten çok zor hatta kimilerine göre ilahi bir yanıttır. İnsanların hissettikleri mi yoksa yaşadıkları mıdır onları mutlu veya mutsuz olarak tanımlamamızın nedeni?



Eşini seven bir erkeğin ölümü, karısının onu parası için sevdiğini öğrendiğimizde acıma duygusu yaratır bizde. Adam bu gerçekten habersiz son derece mutlu bir hayat yaşayıp ölmüş olsa da düşüncemiz değişmez. Bu ne kadar doğru bir değerlendirmedir?



Amerikalı psikolog Edward Diener’ın araştırmaları önemli bir gerçeği ortaya koymuştur. Deneklere, mutlu bir yaşam süren ve 30 yaşında ani bir trafik kazasında ölen bir karakterden bahsedilir. Aynı karakterin hayatı ile ilgili ikinci hikaye versiyonunda ise 5 yıl daha fazla yaşadığı ama bu beş yılın pek keyifli geçmediği söylenir. Sonra deneye katılanlara karakterin hangi hayatında daha mutlu olduğu sorulur. İlave beş yıl, mutluluk için oldukça yeterli bir sebep gibi gözükse de sonuçlar bu yönde değildir. İlave beş pek keyifli geçmeyen yıl karakterin toplam mutluluğunu oldukça azaltmıştır.



Deneyin bu sonuçları vermesi Prof.Diener’i oldukça şaşırtmış ve şüpheye düşürmüştür. Deneye katılanların hepsinin genç olması, uzun ömrün anlamını henüz kavramamış olmaları sonuçların beklenildiği şekilde gelmesine engel olmuş olabilir diye düşünülür. Bu nedenle aynı deney yaşlı ebeveynler üzerinde yeniden yapılır. Aynı soru onlara da sorulur. Fakat sonuç değişmez. 5 yıllık ilave ömür, karakterin mutluluğunun toplam algılanma derecesini arttırmamıştır.



İnsanların yaşadıkları deneyimlerin sonuçlarını belirleyen noktalar başlangıç veya bitiş noktaları değil, deneyim sırasında en yoğun hissedilen zirve (peak) ve bitiş (end) noktalarıdır. Peak-end kuralı denilen bu olgu insanların toplam deneyimi değil, sadece belli tepe noktalarını algıladıklarını göstermektedir. 2007 krizine götüren sorunların altında yatan en önemli sebep de bu olguya benzer bir durum içermekteydi. İnsanlar konut kredilerinin faizlerini otuz yıl ödeyeceklerini bilseler bile ev sahibi olma duygusunun verdiği mutluluğu her şeyin üzerinde tutmuşlardı. Bu tutkuyla nasıl ödeyeceklerini düşünmeden yüksek faizli subprime kredileri almakta herhangi bir endişe duymamışlardı.



Duyguların değerler sisteminde yarattığı çözümlenmesi zor durumun kökleri çok eskilere dayanır. Elmas su paradoksu denilen bu ikilem, suyun, hayatta kalmak için elmastan daha önemli olduğu gerçeği herkes tarafından bilindiği halde neden elmasın fiyatının daha yüksek olduğu çelişkisi ile ortaya konmuştur. İlk kez Adam Smith tarafından öne sürülen paradoks, değerin fayda ile açıklanamayacağını göstermesi ile de oldukça önemlidir. Yüzyıllardır cevabı araştırılan bu soru marjinal fayda ilkesinin ortaya atılmasıyla daha kolay açıklanmıştır. Marjinal fayda, kısaca son birimin yarattığı mutluluğun ifadesi olarak tanımlanır. Bir malın fiyatı toplam faydası ile değil marjinal faydası ile belirlenir. Yani daha basit olarak ifade edersek, suyu elmastan değersiz kılan suyun son kullanım değerinin elmasınkinden az olmasıdır. Suyun değeri hayat için değeri anlamında yorumlanmamalıdır. Son kullanım değeri içtiğimiz suyun değil, boşa akıttığımız suyun değeridir ve bu değer de elmasınkinden daha düşüktür.



Görüldüğü üzere Prof.Diener’in, zaman fonksiyonu ile doğru orantılı ölçümlenemeyen mutluluk kavramı, suyun son kulanım değerinin yarattığı mutluluk olan marjinal fayda ile benzerlik göstermektedir. Fakat bu benzerlik, bir dizi yorumlama hatası içeren çelişki benzerliğinden başka bir şey değildir.



Şaşmayan güç kuralı



2007 subprime finansal krizine götüren en temel sebeplerden biri bankaların daha fazla kar elde etmek için müşteri segmentlerini giderek çoğaltmalarıydı. Son on yıl içinde kredi piyasalarında yapılan inovasyonun en önemli bileşenini genç, ödeme gücü düşük, ban­kalarda parası olmayan insanların kredi piyasası içine çekilmesi oluşturmaktadır. Bu eğilimde 2000’li yıllarda aşırı derecede politize edilen din, dil, ırk, cinsiyet ayrımına karşı türetilen politik doğruluk (political correctness) anlayışının etkisi büyüktür. Önyargıların ekonomik maliyeti sonucu yetenekli insanların finansal sistem dışında bırakılması ne kadar kabul edilemez bir düşünce ise belli grupların ekonomik sistem üzerinde yarattığı zayıflık da o kadar kabul edilemez bir durum olarak görülmelidir. Maalesef ki bu düşünce görmezden gelinmişti.



Bankalar bu yaklaşımlarında, alınacak riski yönetebilecekleri seviyede tutarak kar elde etmeyi amaçlamışlardı. Bu basitçe herkese “çok güzelsin” denildiği ama “çok çirkinsin” denilmediği bir davra­nış şeklini ifade ediyordu. Fakat bu davranış şekli belki de sosyal psikoloji ve davranışçı finansın en ispatı mümkün kanunlarından birine karşı geliyordu. Ekonomi politikler ve finansal kurumların ödeme güçlüğü olan kişileri finansal sistem içine çekmeleri ve en azından bir konut kredisi vermelerindeki beklentileri alt sınıfların varlık seviyesini yükseltmekti. İşte bu durum güç kanunu (power law) denilen en temel kurallardan birine aykırı bir durumdu. Güç kanunu belli bir evren içinde güç ile sayının ters orantılı olduğunu kabul eder. Hayatın birçok karesinde karşımıza çıkan bir durumdur. Zenginliğin büyük kısmı az sayıda kişinin elinde toplanmıştır. Ünlü kişilerin sayıları artar gibi görünse de aslında artan sıradan insanların sayısıdır. Web sitelerinin sayısı çoğaldıkça kısa yollar hep en popüler sitelere verildiğinden onların popülerlikleri artarken diğerleri asla popülerliklerini arttıramazlar. Bunlar gibi birçok olguda karşımıza çıkan güç kanunu, 2007 finansal krizinden önce yapılan en büyük hatalardan biriydi. Varlık birikiminin alt sınıflara aktarılması düşüncesiyle çıkılan yolda, doğanın şaşmaz göstergelerinden güç kanunu devreye girmiş ve zenginin zenginliği artarken fakirler daha da fakirleşmiştir.



Finansal sistemin ve fiyatların, balonların ve krizlerin, riskin ve getirinin sistem içindeki insanların hataları sonucu oluştuğu iyi anlaşılması gereken bir olgudur. Ama genellikle hataların ve düzensizliğin karmaşası çözümlenemediği için algılanan finansal sistemin mükemmel kusursuzluğudur.



Tavşan kaplumbağadan daha hızlı koşar



Hikayeyi bilenler vardır. İki doğa gezgini bir ormanda yürürken bir aslanla karşılaşırlar. Gezginlerden biri ‘kaçmanın hiçbir anlamı yok’ der, ‘aslan ikimizden de daha hızlı koşar.’ Öteki gezgin ise şöyle yanıtlar: ‘Aslanın ikimizden de hızlı koşması önemli değil. Önemli olan benim senden hızlı koşmam’ der ve koşmaya başlar.



Finansal piyasalardaki oyuncular arasında da böyle bir hız ilişkisi vardır. İleri teknoloji ve donanımlı personel ile pozisyon alan kurumlar, geri kalanlardan daha hızlı hareket ederler.



Hız yatırım kararlarındaki en önemli kıstastır. Bireysel yatırımcılar elbette ki piyasalardan daha hızlı koşmanın mümkün olmadığını bilirler. Ama yine de genellikle doğru zamanda alıp satmayı hayal ederler. Oysa zamanlamaları daima hızlı koşanlara göre çok kötüdür. Yapılan araştırmalar ABD hisse senedi piyasalarında gerçekleştirilen işlemlerin %60’ından fazlasının high-frequency trading denilen çok yüksek hızla çalışan yazılımlardan gerçekleştirildiğini göstermektedir. Bu tür işlemler, piyasada birkaç saniye sonra oluşacak fiyatın birkaç saniye önce öğrenilerek emir girişi yapılmasına olanak sağlar. Şöyle ki hisse senedi borsaları gelen tüm emirleri işleyerek hisse senetlerinin anlık fiyatlarını oluştururlar. Fakat bu fiyatlama genellikle 5 saniye gibi gecikmeli olarak bilgi ekranlara yansıtılır. Hızlı çalışan yazılımlar, bu 5 saniye sonunda oluşacak fiyatı birkaç saniye önce ekranlarına yansıtarak fiyatların önceden bilinmesini sağlarlar. Bu da emirlerin yönünün daha önceden bilinmesine katkı sağlar. Sıradan yatırımcılar bu tür sistemlere sahip olmadıkları için kazanma şansları hızlı koşanlara göre daha düşüktür.



Hız sorununu aşmak isteyen kişiler genellikle bilgiye daha çabuk ulaşabilmek için bilgileri anlık olarak takip etmek isterler. Anlık bilginin yatırım kararlarında avantaj sağlayacağına inanırlar. Bilginin çağımızda herkesin erişebileceği bir yerde ve herkese eşit mesafedeki uzaklığı rekabeti arttırıcı bir unsurdur. Hızlı erişilen bilginin rekabette üstünlük sağlayacağı düşüncesi haklılık payı içerse de artık çağımızda bu alanda da çok hızlı koşanlar vardır. Rapor okuyan yazılımlar gibi.



Wall Street’teki birçok yatırım şirketi son dönemlerde oldukça hızlı bir şekilde haberleri, raporları, blogları, şirketlerin web sitelerini ve hatta twitter mesajlarını okuyan ve bu haberlerin, piyasaların yönü hakkında kısaca ne dediğini söyleyen yazılımları kullanmaya başlamıştır. Bu yazılımlar ‘en çok okunan’ veya listeleme yapan programların oldukça ilerisinde özelliklere sahiptir. Makale içindeki cümleleri, sözcükleri, hatta :) şeklindeki chat öğelerini bile ayrıştırabilecek seviyedeler. Sonrasında da herhangi bir manuel işlem veya dış müdahale olmaksızın okuduklarını yorumlayarak piyasaların ne yöne hareket edebileceğini söyleyebiliyorlar. Bu yazılımlardan bir kısmı okudukları raporlardaki rakamları, yorumları ve duygusal sözcüklerin değişimini bile ayrıştırabilecek özellikteler. 2010 yılı Mayıs ayında, Yunanistan krizinin derinleşmeye başladığı ilk günlerde, bir makalede yer alan abbys (uçurum) sözcüğünü satış olarak yorumlayan yazılımlar bir anda sistemleri satış emirleri ile kilitlemişti. Görüldüğü gibi çağın hızlı akan dünyasında insanların makinaları yakalaması mümkün olamamaktadır.



Amatör yatırımcıların hız probleminden şu ders çıkarılabilir. Piyasalardaki dalgalanmalara veya manipülatif haberlere inanarak spekülatif kazanç sağlama hayali kurmak oldukça tehlikelidir. Fakat tavşanın kaplumbağadan daha hızlı koştuğu gerçeği birçoklarında farklı bir algılama daha yaratır; tavşanın daima kazanacağı gerçeğini.



İnsanlar çoğu zaman yeteneklerini olduğundan daha düşük görürler. Örneğin bir yarışmada, ya da sınavda, katılımcılar arasında o yarışmayı veya sınavı daha önce kazanan biri varsa, geri kalanlar tuhaf şekilde kendilerini kazanmaya uzak hissederler. Oysa bu his son derece yanlıştır. Unutulmamalıdır ki tavşanın daima kazanması mümkün olsaydı Lehman Brothers iflas etmez, AIG çöküşün eşiğine gelmezdi. İnsanların, herkesten hızlı olmaya çalışmak yerine, kendi sınırlarını ve yetersizliklerini anlamaya çalışmaları en doğru yaklaşım olacaktır. Bu nedenledir ki Antikçağ’ın Homeros’tan sonraki en büyük ozanı kabul edilen Aliağalı (Kyme) Hesiodos şöyle demiştir: “Budalalar bilmiyorlar yarımın bütünden ne kadar çok olduğunu.”



Geçmiş her zaman geleceğin provası değildir



İnsanlar her zaman geçmişi değerlendirerek muhakemesini yaparlar ve rasyonel sonuçlar bulduklarını düşünürler. Lehman Brothers’ın çökeceğini, borçlarının büyüklüğüne bakarak çöktükten sonra mantıklı bir sonuç olarak değerlendirmek ve dersler çıkarmak bir gelecek öngörüsü olarak algılanır. Ama değildir. Muhakeme bizi gelecek öngörüsü yapma hatasına yöneltir. Güveni arttırır ve geleceği gördüğümüzü düşündürtür.



Altının son yüzyıldaki fiyat hareketlerini büyük bir dikkatle ve tüm bilimsel yöntemleri kullanarak inceleseniz bile yarınki fiyatını tahmin edemezsiniz. Bu durum geleceği tahmin etme yeteneğinin geçmişi muhakeme etme yeteneğinden daha az gelişmiş olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. Geçmiş ve gelecek arasındaki koralatif ilişkinin düşük olduğu şeklinde yorumlanmalıdır.



Peki, iki kişiden biri yarın altının düşeceğini diğeri ise yükseleceğini söylerse biri geleceği öngörmüş olmaz mı? Bu durum kavramsal bir haklılık içerse de bilmemiz gereken şey öngörülerden doğru olanın, gerçekleştikten sonra muhakeme edilerek doğruluğunun kanıtlanacağıdır. Önceden geçerliliğini kanıtlamak henüz mümkün değildir.



Geçmiş dönemlerdeki fiyat hareketlerine olması gerekenden daha fazla önem vererek gelecek öngörüleri çıkarmak her zaman doğru sonuçlar vermez. Tarihi verilerin sürekliliği, sermaye piyasaları gibi yerlerde kişileri sürekli alım veya satım gibi eylemlere yöneltir. Yapılan bir deneyde iki farklı gruba, işletmeleri için iki farklı hisse senedi portföyü verilir. Gruplardan birine haftalık fiyat bilgileri verilirken diğerine yıllık fiyat bilgileri verilir. Haftalık bilgi verilen grubun bu bilgiyi kullanarak portföyünde güncel ayarlamaları yaptığı görülür. Fakat yıllık olarak bilgi verilen grup bu değişiklikleri güncel olarak yapamaz. Deney tamamlandığında çıkan sonuçlar şaşırtıcıdır. Haftalık bilgiyi kullanarak portföyünü güncelleyenler, yıllık olarak güncelleyenlerden %50 daha az kazanmışlardır. Günümüz finansal piyasalarının aşırı bilgi ile dolu halinin ihtiyatla yaklaşılması gereken bir durum ortaya çıkardığı sanıyoruz artık herkesin bildiği bir gerçektir.



İngiliz biyolog Robert Brown, 1800’lü yılların başında, sıvılardaki toz parçacıklarının hareketlerini ilk kez gözlemlediğinde çok şaşırır. Parçacıkların neden gelişigüzel hareket ettiklerine bir anlam veremez. Onların canlı olduğunu sanır. Parçacıkların düzensiz hareketinin nedenini yıllar sonra Einstein keşfeder: Hava denilen gözle görülemeyen moleküller su baloncuklarını hareket ettirmektedir.



O günden bu yana sıvıların ve gazların bu düzensiz hareketlerine Brown hareketi denir. Belirli bir yönü ve modeli olmayan bu tür davranışlar bugün ekonomik hayatın neredeyse tamamı için geçerlidir. Fiyatlara yön veren hareketler, hayatta tekrarı yeniden yaşanmayan öngörülemez olaylardan kaynaklanır. Tıpkı hisse senedi veya altının fiyatını etkileyen her tür finansal, sosyal ve politik gelişme gibi.



Teksaslı nişancı etkisi



Sosyal psikolojinin atalarından 18.yüzyıl düşünürü E.Condillac, karar verme sistemini ayrıntılarıyla anlama üzerine geliştirdiği bir düşünce deneyinde, sıradan insan yerine koyduğu yalnızca koku alma duyusu olan bir heykeli anımsatır. Heykel önceden herhangi bir koku alma bilgisine sahip olmadığından kendisine bir gül koklatıldığı zaman hissetme kapasitesi tamamen bu gülün kokusu tarafından işgal edilecektir. Çünkü kıyaslayabileceği başka bir koku yoktur. Heykele ikinci bir gül koklatıldığında ise artık iki kokuyu karşılaştırabilecektir. Bunun sonucunda da düşünecek ve bu iki kokuyu karşılaştırarak kararlar vermeye çalışacaktır.



İnsanoğlunun yaradılışından bu yana belki de karşılaştığı en büyük karar verme sorunu, artan bilgiyi yorumlama ve ilişkiler kurma arayışının getirdiği zorluklardır. Bu tür hatalar içinde genellikle en sık yapılanı bir bilgiyi kendisiyle ilişkisi olmayan başka bir bilgi ile kıyaslayarak olmayan benzerlikler ve ilişkiler yaratmaktır. Teksas nişancısı yanılsaması da denilen bu durum var olmayan ilişkiler üzerine yapılan çıkarımların taşıdığı olasılık ve rastlantı körlüğünü açıkça ortaya koyar. Fazla miktardaki bilgi içinden küçük bir bölümünü kullanarak ihtimaller dahilinde olabilecek sonuçları ilişki yoluyla açıklamak gerçekle bağdaşması zor bir durumdur.



Genellikle kutsal kitaplarda olduğuna inanılan şifreleri kullanarak yapılan gelecek öngörülerinin tesadüfler dahilinde gerçekleşmesi olgusu bu yanılsamanın tipik örneğidir. Konuyla ilgili bilimsel bir araştırma 1992 yılında İsveç’te gerçekleştirilmiştir. Yüksek gerilim hatlarının yakınında yaşayanlarda sağlık problemlerinin oluşup oluşmadığı araştırılmıştır. 25 yıllık bir zaman diliminde, bu hatların 300 metre yakınında oturan herkes izlenerek kayıtlar tutulmuştur. Daha sonra kayıtlar incelenerek yüksek gerilim ile yaşanan rahatsızlıkların ilişkisi araştırılmıştır. Çocuklardaki kan kanseri vakalarının normal insanlara göre dört kat daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Bu ilişki, araştırmanın yapıldığı dönemde oldukça anlamlı bulunmuştur. Fakat daha sonra yapılan bilimsel çalışmalarda çocuklardaki kan kanseri hastalığı ile yüksek gerilim hatları arasında herhangi bir ilişki ve nedensellik bağı tespit edilememiştir.



Bu düşünce şeklini analiz ettiğimizde şunu görürüz. Kişi bir bilgiyi değerlendirmeden önce zihninde, karşılaştığı tüm durumlara uyarlayabileceği spesifik bir çıkarım mekanizması yaratır. Bu mekanizmayı kullanarak, bilginin destek verilecek ya da şüphe duyulacak bir bilgi olduğunu kıyaslama yaparak ortaya koyar. Yani bilginin zihindeki sabit mekanizmaya uygun olup olmadığını değerlendirir. Bir bakıma her defasında aynı hipotezi test eder. Oysa yapması gereken her bilgi için farklı bir hipotez geliştirerek o bilginin doğruluğunu test etmektir. İlişkinin nedensellikle aynı şey olmadığı unutulmamalıdır.



“Hata yaptım; ama önce sor, neden yaptım” yanılsaması



Bugünkü muhakememiz, geçmişte gerçekleştirdiğimiz veya gerçekleştirmediğimiz düşüncelerin acısını hissetmemize neden olur çoğu zaman. Düşen kurlar sonrası elimizdeki dövizi geçen hafta satmamış olmanın pişmanlığı son derece kesif bir sorumluluk duygusu yükler üzerimize. Fakat içgüdülerimiz suçu başka faktörlere ve kişilere atmaya son derece yatkındır.



Sosyal psikolojide temel nitelik hatası (fundamental attribution error) denilen bir olgu vardır. İnsanın farkında olmadan değerlendirme hatası yapabileceği kabullenmesini ifade eder. Başkaları hata yaptıkları zaman, kişiler olayın çevresel nedenlerini hiçe sayarak hatayı yapanın kendisine bağlarlar. Oysa aynı hatayı kendileri yaptıklarında çevresel şartları öne sürerek suçlarını hafifletmeye çalışırlar. Kişisel ve toplumsal kültürün bu süreçte ağırlığı yüksektir. Başkasının pişirdiği yemekteki hataları yüksek bir rasyonellik ve açıklıkla eleştirebilirken, aynı hatayı kendimiz yaptığımızda ‘felek su kattı aşıma’ şeklinde son derece belirsiz bir eleştiri getirebiliriz. Bunun nedeni, gözlemlerken ilgi odağımızı kişi üzerinde tutarken, gözlem­lendiğimiz durumlarda ilgimizi çevreye odaklamamızdır.



Başka bir örnek de sınavda başarılı olan öğrencilerin düşünce şeklidir. Kendisine nasıl başarılı olduğu sorulduğunda akıllı ve çalışkan olduğunu söyleyecektir. Oysa aynı soru başarısız olana sorulduğunda öğretmenin kendisini sevmediği için düşük not verdiği yanıtı alınacaktır. Başka bir benzer örnekte, bir takım kazandığında, taraftarları ‘biz kazandık’ derken, kaybettiklerinde ‘takım kaybetti’ diyeceklerdir. Çünkü başarısızlığın içsel faktörlere bağlanması toplumun yetersizlik etiketini yapıştırmasına neden olacaktır. Bu da pek arzulanan bir seçenek değildir.



Bireyselleşmenin yüksek olduğu toplumlar ile düşük olduğu toplumlar arasında da bu değerlendirme farklılığına rastlanır. 2007 yılında başlayan küresel finansal krizde müşterilerinin 50 milyar dolarlık yatırımını batıran Bernard Madoff, yatırımcılar tarafından tek suçlu ilan edilmişti. Oysa bireyselliğin daha düşük olduğu Latin Amerika ülkeleri, bu tür sorumsuzlukların kendi toplumlarında olmayacağını öne sürerek ekonomik sistemi sorumlu ilan etmişlerdi. Ekonomik sistemi suçlu ilan etmek doğru bir çıkarım olarak görülmemelidir. Suçlu, dengesi bozulmuş ekonomik sistemdir ve sistemi dengeye getirmek sistemin değil insanların sorumluluğudur. Suçluyu daima kendi dışında aramak bugün artık kültürel farklılık gözetmeyen bir hastalık haline dönüşmüştür.



İnsan doğasının derinliklerinde saklı olan bu hatayı oyuncu-seyirci etkisi (actor-observer effect) denilen başka bir olgu farklı bir bağlamda ortaya koyar. Diyelim ki Bay A ve Bay B yardım isteyen birini gören ama yardım etmeyen iki kişi olsun. Bu senaryo altında Bay A’ya neden yardım etmediği sorulur. Bay A, yardım etmek istediğini ama yetişmesi gereken bir yer olduğu için edemediği şeklinde bir açıklama getirir. Bay B’ye ise Bay A’nın neden yardım etmediği sorulduğunda, ahlaklı bir insan olmadığı için cevabını verecektir. Birçok kişi üzerinde yapılan gözlem ve deneylerde hep aynı sonucun alındığı görülmüştür. İzlenen, sorunu dışsal faktörlere bağlarken izleyen, kişiye bağlamaktadır.



2007 finansal krizi oyuncu izleyici hatasının ulaşabileceği sınırların ne kadar geniş olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Yaşanan finansal kriz ile birlikte bankalar kredilerini geri ödemeyen müşterilerini, merkez bankaları sorunlu varlıklarını eritemeyen bankaları, yatırımcılar tüm riskli enstrümanlara 3A rating veren şirketleri, rating şirketleri rekabet sistemini, hissedarlar denetim şirketlerini, denetim şirketleri hırslı yöneticileri, vatandaşlar finansal sistemi suçlamışlardır. Bu sınırsız döngüde iyi anlaşılması gereken konu şudur: “2007’de başlayan finansal krizin kalbine giden yol insan psiko­lojisinden geçmektedir. Davranışlarımızın doğurduğu sonuçların tek sorumlusunun kendimiz olduğunu düşünmezsek bu krizden alabileceğimiz bir ders kalmamıştır diyebiliriz.”



Temel nitelik hatası herkesin kolayca düşebileceği bir hata olması nedeniyle insanların öncelikle bu hataya düşmemeleri için büyük çaba sarfetmeleri gereklidir. Çünkü insanın doğasında yer alan bir özellik kolayca değiştirilemez.



Başarı hikayelerine inanmak



Hikayelere inanmak harika bir duygudur. Hayatımıza zevk ve heyecan katarlar. Düşünce, inanç ve kararlarımızın bu tür hikayelerden etkilenmesi hataların kapıda olduğunun bir işaretidir. Çünkü hikayeler geçerli bilgiyi görmemize engel olur. Diyelim ki yeni bir araba almayı düşünüyorsunuz. Araba hakkındaki teknik bilgileri içeren raporları okudunuz ve arabanın önceki modellere göre oldukça güvenilir olduğuna karar verdiniz. Tam arabayı almak üzereydiniz ki yakın bir arkadaşınız kısa bir süre önce aynı arabadan aldığını ve tamirciden çıkamadığını söyledi. Bu bilgi karşısında nasıl davranırsınız? Birçok kişi böyle bir durumda alım kararını gözden geçirecek ve muhtemelen arabayı almaktan vaz geçecektir. Sadece bir arabada karşılaşılan problemin teknik bilgiler raporundaki tüm bilgileri silmesi ne kadar mantıklıdır. Her kasada çürük bir elmanın bulunması ve arkadaşınızın da şanssız biri olması mümkün değil midir? Fakat sonuçta bilimsel raporları arkadaşınızın anlattığı hikaye sonrasında görmezden gelerek alım kararınızı değiştirmiş oldunuz.



Hikayeler her zaman verilen kararlarda bilimsel gerçekleri yok sayan kısayollar içerirler. Piyango tarzı şans oyunlarında kazanma ihtimali en iyimser tahminlerle milyonda birlerle ifade edilir. Bu, milyonlarca kişinin kaybedeceği, sadece bir kişinin kazanacağı anlamına gelir. Bu gerçeği bilen piyango şirketleri asla reklamlarında bu tür somut istatistiksel tuhaflıkları belirtmezler. Ondandır ki insanlar kendilerini daima kazanan o bir kişiye daha yakın görürler. O nedenle hafızamızda kaybeden milyonlar değil kazanan bir kişi ile ilgili figürler kalır çoğu zaman. Kazanacağımıza olan inancımıza kanıtlar aramak, tersi duruma göre daha fazla meşgul eder zihnimizi. Bugüne kadar kaybetmiş olmamızın bugün kazanma ihtimalimizi arttırdığı veya rüya, fal, pozitif düşünme gibi daha ilahi inanışlar düşüncemizi kaplar. Bir yakınımız gemi kazasında öldüyse gemiye binmeyiz; oysa her yıl arabayla binlerce kilometre yol yaparken trafik kazalarında ölüm oranının daha yüksek olduğu hatırımıza gelmez. Çünkü hikayelerin etkisi daha yüksektir.



Teyit yanılgısı



İndirimden bir elbise aldığımızda, pahalı bir dükkanda aynı elbiseyi arayarak düşük fiyattan aldığımızın teyidini görmek isteriz. Psikolojide teyit yanılgısı (confirmation bias) denilen durum buna işaret eder. İnandığımız ya da öyle olmasını istediğimiz düşüncelerimizi desteklemek için kanıtlar aradığımızda ortaya çıkar. Yapılan deneyler göstermiştir ki insanlara, inandıkları düşünceleri değerlendirmek için ne tür bilgi istedikleri sorulduğunda, düşüncelerini teyit edecek bilgileri talep etmişlerdir. Bu bağlamda düşüncelerini teyit eden ve karşıt gelen bilgi sunulduğunda ise teyit edenleri kabul ettikleri ve hatırladıkları görülmüştür.



Konuyu vurgulayan bir deneyde katılımcılara, iş başvurusu yapan bir kişinin özelliklerini anlatan bir metin dağıtılır ve okumaları istenir. Bu metinde kişinin hem içe dönük hem de dışa dönük kişilik özellikleri karışık şekilde yer almaktadır. Birkaç gün sonra metni okuyanlar iki gruba ayrılarak bir soru yöneltilir. Birinci gruba, bu kişinin satıcılık gibi dışa dönük bir iş için uygun olup olmadığı sorulur. Diğer gruba ise kütüphane memurluğu gibi içe dönük bir iş için uygun olup olmadığı sorulur. Her iki grup katılımcı da kişinin belirtilen iş için gerekli tüm özelliklere sahip olduğunu söylemişlerdir. Görüldüğü gibi birinci grup kişinin sadece dışa dönük özelliklerini, ikinci grup ise içe dönük özelliklerini hatırlamıştır.



Piyango alırken sadece kazananları hatırlamak şeklindeki düşünce tarzı ekonomik hayat için de geçerlidir. Şirketler daima geçmiş başarılarını afişe ederek insanları geçmişe odaklar ve teyit yanılgısına iterler. Fonların, aracı kuruluşların ve yatırım şirketlerinin önceki dönemlerdeki parlak verilerini geleceğin garantisiymiş gibi her fırsatta sunmalarının nedeni budur.



Önceki yılki kazananları zihinde kristalize etmenin bir anlamı yoktur. Kazanan olmak tüm başarı hikayelerinden bağımsız bir seçenektir. Araştırmalar, ekonomik sonuçlar doğuran davranışların önemli bölümünün kulaktan kulağa anlatılan ekonomik ve finansal yönü olan hikayeler tarafından şekillendirildiğini göstermektedir. Başarı hikayeleri, insanların yeni şeyler başarmasındaki en güçlü motivatör olarak hep öne çıkmaktadır.



Teyit önyargısı, bilimsel gerçeklerden ziyade içgüdü, inanç, gelenek veya önyargılara dayandığında oldukça şiddetlidir. İnsanlar topladıkları her türlü bilgiyi, sahip olduklarıyla kıyaslayarak değerlendirirler. Yatırımcıları, stratejilerine aşırı güven duymaya yöneltirken, kaybetme ihtimallerini hafife almalarına neden olur. Bu nedenledir ki kişiler daima mevcut düşüncelerini destekleyen haberleri okur, bilgileri kabul ederler. Eğer bir hisse senedi satın alırsanız daima yükseleceği yönünde haberler ararsınız. Olumsuz haberler değerlendirme filtrenizden pek geçmez.



Kararların, kişilerin veya kurumların varlık evrenleri ile karşılaştırılarak verilmesi, değerlemede dışsal faktörlerin göz ününe alınmaması zaman zaman çok büyük hatalara götürebilir. Western Union Telgraf Şirketi başkanı William Orton’un başına gelenler gibi.



Western Union, 1876 yılında dünyanın en ileri iletişim şirketiydi. Aynı zamanda telgraf sektörünün monopolü ve ABD’nin en zengin firmasıydı. Bir gün Greene Hubbard adlı bir yatırımcı, şirketin başkanı William Orton’u arar ve yeni bir icadın patent hakkını 100.000 dolara kendisine satabileceğini söyler. Orton bu öneriyi şaka olarak değerlendirir ve Hubbard’ı es geçerek aleti icat eden kişiyi arar ve şöyle der: “Bay Bell, icadınızı dikkatle inceledim. İlginç bir buluş ama ticari yanı olmadığı kanısındayım. Elektrikli bir oyuncak yapmak şirketimin ne işine yarayacak, söyler misiniz?”



Telefon adlı bu icadın aslında tam da dünya telgraf ağlarını elinde tutan Western Union için yaratılmış olduğunu 29 yaşındaki mucidi Alexander Graham Bell çok geçmeden tüm dünyaya gösterecekti. 2 yıl sonra Orton’un Bell’e önerdiği tutar 25 milyon dolardı. William Orton, teyit önyargısı sonucu düştüğü hatanın şiddetini çok geçmeden anlamıştı fakat iş işten çoktan geçmişti.



Teyit önyargısından kurtulmanın ön koşulu elbette ki daha fazla bilgi ile değerlendirme yapma gerçeğidir. Ama daha fazla bilgi ile değerlendirme yapmak da bazen sınırları iyi ayarlanması gereken bir durumdur. Özellikle de çağımızın sonsuz bilgi ortamında.



Kişinin kendi tercih ve sorumluluklarıyla ilgili kararlarının kontrolünü, kendisinden daha iyi bildiği inancıyla başka birinin otoritesine bırakması öngörülemez risklere neden olabilir. Finansal krizin henüz yeni yeni alevlenmeye başladığı ama birçok insanın neler olacağı konusunda fazla öngörüye sahip olmadığı günlerde dünya ekonomisini yönetenlerin düşünceleri şöyleydi:



Ø Barney Frank (Komite Başkanı): “Henüz düşündürücü seviye­lerde değil.”

Ø Henry Paulsen (Eski Hazine Sekreteri): “Ahlaki tehlike gör­müyorum.”

Ø Ben Bernanke (Fed Başkanı): “Problem görmüyorum.”



İnsanoğlu çoğu zaman bir düşüncenin doğru olduğu sonucuna, o düşünceyi dile getiren otoritenin büyük bilgi birikimi ve yanılmazlığına duyduğu güvenle varır. Otoriteye başvurma (argumentum ad verecundiam) denilen bu felsefik durumu şu fıkra oldukça çarpıcı şekilde anlatır: Adamın biri yolda giderken öldüğü söylenen bir arkadaşına rastlar ve şaşkınlıkla ‘senin öldüğünü söylediler’ der. Arkadaşı ‘hayır, ben ölmedim’ diye cevap verir. Adam hayretle şöyle cevap verir: ‘Mümkün değil. Bana senin öldüğünü söyleyen senden daha güvenilirdi.’



Bu nedenledir ki internet alışveriş sitelerinde “bu ürünü alan şunu da aldı” gibi reklamlar yer alır. Kişiye ilgi duyabileceği başka bir ürünün reklamı yapılarak çapraz satıştan daha fazlası gerçekleştirilir. Alım kararının açık bir desteği gibidir bu bilgi. Kışkırtılan düşünce şudur: “Diğer insanlar bunu aldı. Eğer onlar aldıysa bunda ne yanlışlık var?” Hatasızlığın tipik klişesi ile kişi alım kararına yönlendirilmeye çalışılır: “Milyonlar hata yapıyor olamaz!”



Finansal krizin hemen her anında uzmanların iyimserliklerine inanç, yangına benzinle gitmek gibi bir etki yaratarak krizin derinleşmesine yardım etmiştir. Bugün artık finansal sistem birçok peygamberi olan bir din olarak algılanmaktadır. Dünyanın en önemli ekonomi politiklerinin yukarıdaki düşüncelerine inanan insanlar krizin gelmeyeceğine inanmışlardı. Ama otoriteler gibi onlara inananlar da çok büyük bir hata yapmışlardı.



Teyit ve otoriteye başvurma yanılgılarını yenenler kararlarını daha fazla bilgiyi kullanarak verirler ve piyangoyu kazanmanın daima rastlantısal bir durum olduğuna inanırlar. Yumurtaları tek bir sepete değil daha fazla sayıda sepete koymaya gayret ederler.



Hırs ve korku



Alman düşünür Goethe, hırs ve korkunun ölümsüz manifestosu “Büyücünün Çırağı” adlı şiirini yazmasının üzerinden ikiyüz yıl geçmiş olsa da insanoğlu her iki duygunun yönetiminde hala başarı sağlayamamıştır. Goethe’nin şiirde anlattığı hikaye kısaca şöyledir: Usta büyücünün atölyesinde olmadığı bir gün çırağı etrafı temizlemekle uğraşmaktadır. Aklına aniden bir fikir gelir. Ustasından gördüğü bilgileri kullanarak kovayı ve süpürgeyi harekete geçirir. Kova ve süpürge odayı temizlerken çırak da keyfine bakmaktadır. Fakat temizlik bittiği halde kova hala dereden su taşımaktadır. Çırak kovayı nasıl durduracağını bilmediği için bütün oda neredeyse suyla dolmuştur. Neyse ki çırak tam boğulacağı sırada ustası yetişir ve çırağı kurtarır.



2007 finansal krizinin mimarı olduğu birçokları tarafından kabul edilen hırs ve korku belki de iktisat tarihinin en etkili yanılsamalarından biridir. İnsanoğlu yanlış olduğunu bile bile şu hatayı her zaman yapar: ‘Hırsla alıp korkuyla satmak!’



Ekonomik hayatın günlük sıradanlığı içinde fiyatların yükselmesi insanların ilgisinin de yükselmesi anlamına gelir. Bir an önce alıp yükselen fiyatlardan satarak para kazanmak istenir. Fakat heyecan bazı önemli hesapların yapılmasını unutturur. Gelecek karlar gözü kör eder ve beklentiler realitelerin önünü geçer. Hırs, insanları bir an önce oyuna girmeye kışkırtır. Geç kalınırsa kaybın büyük olacağı ve fırsatın kaçırılacağı ile korkutur. Ama bir süre sonra fiyatlar düşmeye başlayınca korku ve panik her yana yayılır. Hırsın yarattığı hatanın daha büyüğünü korku yaratır. Çünkü hırs, olmayan fırsatları varmış gibi görmemize neden olurken, korku, fırsatların tamamına gözlerimizi kapamamıza neden olur.



Hırs duygusunun nasıl çalıştığı yapılan bir deneyle şöyle ortaya konmuştur. Katılımcılara 1.000 $ verilir ve şu iki seçenekten birini seçmeleri istenir:



Ø Kazanma şansı %50 olan bir oyunda 1.000 $ daha kazanmak için oyuna katılmak.

Ø Oyuna katılmadan 500 $ daha alarak ayrılmak.



Katılımcılar, daha az risk içeren seçenek olan ikinci seçeneği tercih etmişlerdir. Bu deneyin ardından yapılan ikinci bir deneyde bu kez katılımcılara 2.000 $ verilir ve şu iki seçenekten birini seçmeleri istenir:



Ø 500 $’ı geri vererek oyundan ayrılmak.

Ø %50 olasılıkla 1.000 $ kaybetme riskinin olduğu bir oyuna katılmak.



Katılımcıların bu kez daha riskli seçenek olan ikinci seçeneği tercih ettikleri görülmüştür. Her iki deney birlikte düşünüldüğünde insanların kazanmak için hırslı olsalar da belirsizliği sevmedikleri ve kaybetmeye kazanmaktan daha hassas oldukları ortaya çıkmaktadır.



2007 krizinin başladığı ilk günlerde insanlar finansal piyasaların yatırım için oldukça uygun olduğunu düşünüyorlardı; 2009’un başlarında ise çok kötü olduğunu. Fakat her iki düşüncelerinde de büyük ölçüde yanılmışlardı. Çünkü 2007 fiyatların en tepede, 2009 ise en aşağıda olduğu zamandı. Hırs ve korkunun her zaman güvenilir bir rehber olamayacağı ve Goethe’nin hikayesinde olduğu gibi ustanın her zaman yetişemeyeceği bir kere daha anlaşılmıştı.



Hırs ve gurur



Korkunun etkileşim halinde çalıştığı bir diğer duygu gururdur. Pişmanlık korkusunun yönlendirdiği gurur beklentisi, insanların kararları üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Diyelim ki biraz paraya ihtiyacınız var ama naktiniz bulunmuyor. Yatırım hesabınızda yer alan iki farklı hisse senedinden birini satmanız gerekiyor. Daha önce aynı zamanda aldığınız hisse senetlerinden biri %30 yükselmişken diğeri %30 düşmüştür. Bu şartlar altında hangi hisse senedini satarsınız?



Böyle bir senaryoda değeri düşen hisse senedini satmak isteyecek pek yoktur herhalde. Değeri yükselen hisse senedinin satılmasının vereceği gurur, değeri düşenin satılmasının vereceği korkuya tercih edilecektir. Aslında her iki hisse senedinden birinin satılmasının belirsiz koşullar altında birbirinden farkı yoktur. Öyleyse neden değeri yükseleni tercih ederiz?



Bunun en temel nedeni zenginliğin arttırılması düşüncesinin rasyonelliğidir. Yükselen fiyatlardan yapılan satış sonrası varlık miktarının artması hem gurur, hem de gelecek ekonomik kararlar için önemli bir motivasyondur. Ayrıca düşen fiyatlardan yapılacak satış sonrası zarar ile yüz yüze gelmek çoğu zaman korkutucudur. 2007 kriziyle birlikte ev fiyatlarındaki keskin düşüş sonrasında insanların evlerini bu düşük fiyatlardan satamamalarındaki durum da aynıdır. Kimse pişmanlık ve korkuyla yüzleşmek istememiştir.



Hırs, gurur ve korkunun, ders alınması ve karşı konulmaz kışkırtıcılıklarına direnilmesi gereken duygular olduğu daima hatırlanmalıdır.



Kasa her zaman kazanır fenomeni



Olasılık teorisinde Kumarbazın iflası (Gambler’s Ruin) denilen bir olgu vardır. Kumar oynayan ile oynatanın kazanma şansları eşit olsa bile kumar oynatan, daha fazla parası olduğu için genellikle kazanan taraftır. Kumarbazın iflası teorisi içgüdülerin büyük hatasını matematiksel olarak ortaya koyar. Bir oyunda kazanma olasılığı %50’den büyükse daha az miktarda para ile oynamak uzun vadede kazanma şansınızı yani kasayı yenme ihtimalinizi arttıracaktır. Çünkü kazanma şansı %50’den yüksek olduğu için yatırdığınız miktar düşük olduğundan kaybetseniz bile sonraki oyunlarda kazanma ihtimaliniz yine yüksektir. Bu da sonuçta kasayı yenmenize neden olabilecek bir yaklaşım içerir. Fakat kazanma ihtimalinin yüksek olduğu oyunlarda insanlar genellikle daha yüksek miktarla oynamak isterler ve içgüdüsel bir hata yaparlar.



Öte yandan eğer kazanma şansı %50’den küçükse matematiksel olarak en doğru strateji daha yüksek miktarda para ile oynamak ya da paranın tamamı ile oynamaktır. Çünkü her durumda kasa sonunda mutlaka kazanacaktır.



Ortada kasa benzeri bir karşı tarafın olduğu oyunlarda Martingale sistemi denilen bir model, keşfedildiği 18.yüzyıldan bu yana hala geçerliliğini korumaktadır. Dünyanın en şanssız insanı bile olsanız, Martingale sistemi ile oynadığınızda kaybetmeniz mümkün değildir. Yöntem ne kadar para yatırmanız gerektiğini söyleyerek sürekli kaybetseniz bile kazandığınız ilk oyunda tüm kayıplarınızı geri almanızı sağlar. Diyelim ki bir yazı tura oyununda kazandığınızda, koyduğunuz paranın iki katını alacaksınız. İlk atışta 1 lira koydunuz, yazı dediniz ve kaybettiniz. İkinci oyunda 2 lira koymanız gerekir. Yine yazı dediniz ve kaybettiniz. Üçüncü oyunda 4 lira koymalısınız. Yazı dediniz ve kazandınız. 8 lira alırsınız ve önceki kayıplarınızı silerek kara geçmiş olursunuz. Görüldüğü gibi bu yöntemde tarihi verileri inceleyerek gelecek öngörüleri yapmaya gerek bulunmamaktadır. Fakat oyunu bıraktığınız yerde başlangıç tutarıyla ayrılmanız size oynamış olmaktan başka bir haz vermeyecektir.



Kumarbazların tutumlarının sıradan insanlarınkinden farklı olmadığı unutulmamalıdır. Tasarrufların önemli bölümünün hisse senedi gibi çok riskli yatırım enstrümanlarına yatırılması, belli yönleriyle kumar olarak algılanabilecek bir harekettir. Az ama sürekli getiri sağlayan risksiz yatırım araçları yerine hisse senetlerinden kısa sürede zengin olmak ümidiyle yıllarca beklemek başka türlü açıklanması zor bir durumdur. Kazanma ve kaybetmenin şans ve tecrübeler ikilemindeki açıklamasının iyi yapılması hata ihtimalinin düşürülmesi açısından önemlidir. Yakın bir zamanda gerçekleşme, doğru düşündüğünü sanma veya önünde sonunda kazanacağını düşünme gibi değişkenlerin duyguları etkileyerek hataya sevkettiği iyi bilinmelidir.



Finansal sistem içerisindeki sıradan insanların risk alma anlayışlarındaki aşırılığın kumarbazlarınkine benzerliğinin tarihi çok eskilere dayanır. 1800’lü yılların ikinci yarısında giderek büyük bir cazibe merkezi haline gelmeye başlayan türev ürünler borsası Chicago Mercantile Exchange, insanların risk alma alışkanlıklarını değiştirmeye başlamıştı. Türev ürünler, kumarbazların alabileceği riskin neredeyse daha fazlasını sıradan insanların almasını sağlıyordu. Kumarbazların risk yaratabilmeleri için gelmesi zor zarları atması veya kazanması zor atlara oynaması gerekiyordu. Oysa türev kontratlarda daha fazla risk almak için ilave risk üretmeye gerek yoktu. Zaten halihazırda mevcut olan risk üzerine işlem yapılıyordu. Mısır mahsulü o yıl iyi olmayabilirdi. Aşırı kar buğday üretimini azaltabilirdi. Türev ürünler böyle durumlar için sigorta görevi üstleniyordu. Gelecekteki fiyatlar sabitlenerek diğer insanların almak istemedikleri risk üstlenilmiş oluyordu. Miktar arttıkça risk de artıyor ve diğer insanların istemedikleri risk fazlasıyla alınıyordu. Türev kontratları alıp satan bu kişilere spekülatör denilmeye o zamanlar başlanmıştı. Bugün resmi rakamlarla 700 trilyon dolar, piyasa tahminleriyle 2,5 katrilyon dolar olduğu düşünülen türev ürünler piyasası insan ruhunun derinliklerinde saklı olan risk alma isteğinin sınırlarının kontrol edilememesinden kaynaklandığı ortadadır.



Kasanın kazanması doğanın da bir gerçeği gibidir. İngiliz iktisatçı Thomas Malthus bu gerçeği 18.yüzyıl sonlarında ilk keşfeden kişidir. Malthus 1583’ten 1783’e uzanan ikiyüz yıllık dönemde İsviçre’nin Bern kentindeki nüfus kayıtlarını inceler. Ulaştığı sonuç bugün bile hayret vericidir. Dönemin başlangıcındaki ailelere ait soyadlarının dörtte üçü dönem sonunda yok olmuştur. Söz konusu soyadların sahipleri ya ölmüş ya da şehri terk etmiştir. Fakat Malthus bu sonuca bir yorum getiremez. 19.yüzyıl sonunda benzer araştırmaları Francis Galton ve H.W.Watson da yaparlar. Onların ulaştığı sonuç da aynıdır. Peki ama neden?



Bu durum kumarbazın iflası teorisinin tam bir sonucudur aslında. Doğum oranları nüfusu arttıracak kadar yüksek olsa da, özellikle yeni ailelerin az kişiyle yola koyulmaları kumarbazı iflastan kurtarmaz. Aileler içinde Smith’ler ve Jackson’lar kurtulsa da birçok soyadı kasayı yenemez ve yok olur.



Finansal krizin öncesinde kazanmayı seven yatırımcılar kasayı yenebileceklerine inanmışlardı. Oynadıkları yazı tura oyunu bu inançlarını arttırmıştı. 1 dolar yatırıp yazı demişlerdi ve yazı gelmişti. Varlıkları 2 dolara yükselmişti. Oyuna devam etmişlerdi. Yine yazı demişler ve yine yazı gelmişti. Böylece varlıkları 3 dolara yükselmişti. Oynadıkları her oyunda yazı diyorlar ve kazanıyorlardı. Her şey çok güzel gidiyordu. Derken finansal mühendis denilen bu akıllı adamların aklına çok parlak bir fikir gelir. Her seferinde yazı deyip paramızı iki katına çıkarıyorsak neden bu tercih hakkımızı diğer insanlara satmıyoruz? Fikir oldukça yaratıcı ve gerçekçiydi. Geçmiş tecrübeler her oyunda yazı geldiğini teyit ediyordu. Öyleyse gelecekte de yazının gelmesi kesindi. Aşırı ilgi 1 dolarlık hakkın yatırımcılara 10 dolara satılması ile sonuçlandı. İşte CDO (collateralized debt obligations) denilen enstrümanlar böyle bir yaradılışla oluşturulmuştu. Tahvil veya mortgage krediler gibi borç araçları bir havuza toplanıyor ve bunların kupon ve faiz ödemelerinden gelen paralar CDO yatırımcılarına ödeniyordu. İnsanlar bu sihirli ürünü çok sevmişlerdi. Çünkü hep yazı geldiği için kimse para kaybedeceğini düşünmüyordu.



‘Yazı’ sürekli artan ev fiyatlarından başka bir şey değildir. Bu tuhaf oyunda kimsenin görmek istemediği bir gerçek vardır. Paranın tura gelme ihtimali yazıya eşittir. İşte bu gerçek 2006 yılı sonlarında tecelli etmeye başlar. Kredilerin bir kısmı geri ödenmediği için her oyunda yazı gelmemektedir. Artık yazı geldiği kadar tura da gelmektedir. Yatırımcılara yapılan faiz ödemeleri giderek düşmektedir. Bir süre sonra kredilerini geri ödemeyenlerin sayısı iyice artınca paranın da tura gelme sayısı artmaya başlamıştır. İnsanlar artık bundan sonra her oyunda tura geleceğine inanmaktadır. Fakat yapacakları bir şey yoktur. Çünkü kendilerine yazı gelince kazanma şansı veren bir enstrüman satılmıştır.



Finansal krizde CDO gibi birçok yapılandırılmış yatırım aracına para yatıranların nasıl kumarbazın iflası yanılsamasına düştüklerini sanırız anlatabilmişizdir.



Nerede durmalıyım?



İngiliz yazar J.Clements finansal geleceğinizi tehdit eden en büyük tehlikeyi görmek istiyorsanız aynaya bakmanız yeterlidir der. Finansal kararların nasıl verileceği okullarda öğretilmediği için insanların çoğu finansal sistem içinde bilinçsizce dolaşırlar. Bilmedikleri şeylerin finansal kararlarını etkilediğini ve onları bu yolda çaresiz kıldığını düşünürler. Ama bu doğru bir yaklaşım değildir. Ekonomik hayatı içinde insanı kararsız kılan bilmedikleri değil, bildiğini sanıp bilmedikleridir. Bu nedenle finansal kararlar insanın hiç bilmediği bir yere arabayla gitmesi gibidir; iyi bir yol haritasına daima ihtiyaç duyulabilir.



Bir varlığın ne zaman satılacağı finansın en zor problemlerinden biri olarak hala çözümsüzlüğünü sürdürmektedir. Alım ve satım kararlarının ne zaman verileceği herkes açısından zihin kurcalayıcı bir durumdur. Ekonomist David Ewing tarafından açıklanmaya çalışılan bu sorun kişinin nasıl bir düşünce hatasına düştüğünü ortaya koyar. Kazanma ihtimali içeren tüm yatırımlar veya oyunlar, kişiyi davranışlarını kontrol altında tutabildiği ve dilediği zaman doğru kararı verebileceği düşüncesine yöneltir. Kayıpta olduğu durumlarda kara geçer geçmez varlığı satacağı ya da oyunu bitireceğini sanır. Ama kazanmaya başladığında bu inisiyatifini giderek kaybeder ve devam ettiği sürece daha fazla kazanacağını düşünür. Kazancın şans eseri değil tamamen kendi bilgi ve yeteneklerinden geldiğine inanır. Öyleyse durmanın bir anlamı yoktur… Kayıplar arttıkça bu düşünce daha çözümsüz hale gelir. Kişiler bu kez oyuna devam etmenin gerekli olduğunu ve kötü şansın bir noktada biteceğine inanmaya başlarlar. Yaratılan fasit döngü çözümsüzlüğün hataya dönüşmesine zemin hazırlar.



Kötü şans çekirgeyi kaç kere sıçratır?



Geçmişte beklenilenden daha az veya daha çok ortaya çıkan bir durumun gelecekte tam tersi daha çok veya daha az gerçekleşeceğini düşündüren beklentiler hayatımızın belki de en masum hatalarını oluştururlar. İlk kez 1913 yılında bir Monte Carlo Casino’sunda gözlemlenen bu durum Monte Carlo hatası olarak bilinir.



Diyelim ki bir metal parayı 5 kez havaya attınız ve her seferinde tura geldi. Şimdi 6.kez havaya attığınızda birçok kişi yazı gelmesi ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünür. İşte bu bir hatadır. Çünkü paranın yazı veya tura gelme ihtimali önceki beş atıştan bağımsızdır ve onlardan etkilenmeyecektir. Hem yazı hem de tura gelme şansı hala %50’dir. Fakat içgüdüler garip ve keskin şekilde yazı gelme ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşündürürler. Tekrar eden her değer aksinin kazanma şansını güçlendirerek hatanın sapmasının büyümesine neden olur.



Ortalamalar kanunu (Law of Avarages) bu hatayı başka bir örnekle açıklar. Bir rulet üç kere dönmüş ve üçünde de kırmızı kazanmıştır. Öyleyse kazanma sırası siyaha gelmiştir! Artık bundan sonraki üç oyunda art arda siyah gelmesi beklenebilir! Kısa dönemde gerçekleşmeyen uzun dönemde mutlaka gerçekleşir!



Eğer siyahın gelme şansı söylendiği gibi %50 ise sonuçların işin doğasını yansıtması gerekir. Eğer rulet masasının hafızası ve adalet duygusu olsaydı elbette ki bu düşünce doğru olabilirdi. Fakat yapılan araştırmalarda 100 defa döndürülen rulet masalarında tam olarak 50 kez siyah gelme ihtimalinin %8 olduğunu göstermiştir. Benzer şekilde 10 defa üst üste kırmızı gelen bir rulette 11.dönüşte siyah gelme olasılığı %48,6 olarak hesaplanmaktadır Buradan sınırlı sayıdaki gözlem ile ortalama sonuçlara yaklaşılamadığı açıkça görülmektedir.



Kendisini bir halk entelektüeli olarak tanıtmayı seven matematikçi ve finansçı Nicholas Taleb, Ludic Yanılsaması adlı teorisinde bu durumu farklı bir açıdan değerlendirir: İki kişi olduğunu düşünelim. Biri rasyonel düşünen bir bilim adamı, diğeri ise ince zekalı bir uyanık. Kendile­rine şu soru sorulsun. “Kusursuz bir para 99 kez havaya atılmış ve her defasında tura gelmiştir. 100.kez atıldığında da tura geliyorsa ne düşünürsünüz?”



Rasyonel düşünen şöyle diyecektir: “100. atışın tura gelme olasılığı önceki atışlardan etkilenmez. Tura gelme ihtimali %50’dir.” İnce zekalı olan ise muhtemelen şöyle düşünecektir: “99 kere tura gelmesi çok düşük bir olasılık. Eğer parada bir hile yoksa, demek ki başta söylenildiği gibi paranın tura gelme olasılığı %50 değil.”



Paranın tura gelme olasılığı gerçekten %50 midir? İşte, konunun tüm gizemi burada saklıdır. Bunu ortaya koymaya çalışan büyük sayılar kanunu (law of large numbers) bir paranın yazı ya da tura gelme ihtimalinin %50 olmasının az da olsa hata payı içerdiğini söylemektedir. Şöyle ki; bir para on milyon kez havaya atıldığında 5 milyon kere yazı, 5 milyon kere tura gelmemiş tekrar sayısı arttıkça eşitsizliğin azaldığı bir sonuç yaratmıştır. Öyleyse paranın yazı ya da tura gelme ihtimalinin, matematiksel ve istatistiksel ifadesi dışında, tam olarak %50’ye eşit olduğunu söylemek insan hayatının sınırları içinde doğru bir değerlendirme olmayacaktır.



Hayatın en önemli kısıtlamalarından olan gelecek körlüğünü matematiksel ya da içgüdüsel yaklaşımlarla ekarte edebilmenin kolay olmadığını herkes iyi bilir. Olasılık ya da içgüdüler doğruya yaklaştırdığı kadar hataya da sevkederler. Hatırdan çıkarılmaması gereken şu paradoksal gerçek belki hata yapmanıza engel olabilir: Uçağa binerken kendi emniyetiniz için yanınıza bolca patlayıcı alın! Çünkü bir uçağa aynı anda patlayıcı taşıyan iki yolcunun binebilme ihtimali sıfıra yakındır.



Ama asla sıfır değildir…



Siyah kuğu etkisi



İnsanlar çoğu zaman çok düşük ihtimalleri olasılıksız olarak değerlendirmeye meyilli görünerek önemli bir matematik hatası yaparlar. Çok düşük ihtimalin sıfır olarak kabul edilmesi hatası daha sonra tarihi bir gerçeklikle kendi kendini olumsuzlar. Görünürde mucize kabilinden mantıksal düzlemde ihtimal dışı bulunan olgu gerçekleşir.



Siyah kuğu adı, ilk siyah kuğu keşfedilene kadar herkesin kuğuların beyaz olduğuna inanması düşüncesinden gelmektedir. Bugün bile hayatında siyah kuğu görmemiş olanların ilk gördüklerinde şaşkınlıkla bakakaldıkları bir hayvandır siyah kuğu. Daha sonra internet, kişisel bilgisayarlar, I.Dünya Savaşı gibi başlangıçta gerçekleşme ihtimali çok düşük görülen ama derin etkiler yaratan bir dizi olay bu isimle nitelenmeye başlanmıştır. 2007 finansal krizi de bir siyah kuğu etkisi yaratmıştı. Çünkü kimse subprime denilen ve dünya borç stokunun %1’inden bile daha azını oluşturan kredilerin tüm zamanların en şiddetli finansal krizini yaratacağına başta yeterli ihtimali vermemişti.



Siyah kuğuya götüren düşünce şeklinin kontrol altına alınarak yönetilebileceğini düşünmek, tahmin edilemez olayların tahmin edilemezliğinin değiştirilemeyecek olması nedeniyle mümkün değildir. Yani tahmin edilen hiçbir olay siyah kuğu olamaz ve hayat siyah kuğularla doludur. Bize düşen ise olasılık dışı tuttuğumuz olayların gerçekleşmesi sonrasında yorum yapmak olacaktır. Teoriyi ortaya atan Nassim Nicholas Taleb, siyah kuğu olgusunun neden düşük ihtimalli olaylar gerçekleştikten sonra kabul edildiğini şöyle açıklar. İnsanlar genellikle bildikleri şeylere odaklanıp bilmediklerini hesaba katmayı ihmal ederler. Bu düşünce, genelleme, basite indirgeme veya önem vermeme güdülerimizi güçlendirirken, çok düşük ihtimalli gerçekleri veya onları tasavvur edenleri dikkate almamamıza neden olur.



N.Taleb, insanların en büyük düşmanının bildiklerini sandıkları şeyler olduğunu ve çoğu zaman verilen kararların büyük hatalar içerdiğini söyler. İnsanlar belirli bir bakış açısı edindiklerinde sadece kendi düşüncelerini destekleyen görüşlere ilgi duymaya başlayacaklardır. Bilgi arttıkça destekleyen düşünceler de artacaktır. Ta ki siyah kuğuyu gördüğünüz ana kadar. N.Taleb bu süreci hindi hikayesi ile anlatır. Her gün düzenli olarak beslenen hindi muhtemelen bir süre sonra şöyle düşünmeye başlayacaktır: ‘Galiba insanlığın genel davranış şekli hindileri beslemek.’ Hindi böyle düşünmeye şükran gününe kadar devam edecektir. O gün başına gelecek olan öngöremediği olay muhtemelen düşüncelerinde değişikliği de beraberinde getirecektir. Eğer geç olmazsa tabi.



Olasılık olarak hiç kimsenin milyarda birden daha fazla ihtimal vermeyeceği uygarlık tarihinin en son siyah kuğu vakası 9 Ağustos 2007’de gerçekleşmişti. BNP Paribas adlı bankanın değerleme yapamadığı gerekçesiyle 3 adet fonunu durdurduğu o gün, çok az insan tarafından da olsa tarihin en büyük finansal krizinin yaklaştığını gösteren bir siyah kuğuydu. Birçok kişi o anda bazılarının siyah kuğu gördüğüne inanmamıştı. Çünkü siyah kuğu diye bir şey olamazdı. Ama maalesef bu bir siyah kuğuydu.



Hayatta bir kez olacak bir şeyi öngörmek elbette ki mantıklı bir yaklaşım olmayacaktır. Fakat hindi için olasılıksız olan kasap için iyi bilinen bir gerçektir. Öyleyse hindi değil kasap olmak ve her durumda kuğuyu daima beyaz görmeye gayret etmek en mantıklı kestirim gibi görünmektedir. Bu değerlendirme yapılırken hatırdan çıkarılmaması gereken tek bir şey vardır. Öngörülebilir olanın bilinmezliği ile öngörülemez olanın bilinmezliği aynı şey değildir. Yani birçok insan 2007 krizinin daha sonraları öngörülebilir tarafları olduğuna inansa da bu bakış açısı bir yanılsama içermektedir. Bu nedenledir ki olan her şey gerçektir ve kararlar olması gerekenleri çağırdığı için daima hata payı içerir.



1 numaranın cazibesi



İnsanların en büyük düşmanının bildiklerini sandıkları şeyler olduğu olgusu zaman içinde iyi tanınan bir düşmana dönüşürken yerini daha sinsi bir düşmana bırakır: Rastgelelik!



Hayatın akışı içinde yaşanan olayların çoğu zaman rastgelelik içerdiği kabul edilir. Yaşamın her anında insan, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, karşılaştığı olayları gözlemleyerek, bunların akışı hakkında düşünerek, kendi durumuna uygun kararları vermeye çalışır. Olaylar ve süreçler arasında bağlantı aramak, insanın bu olayları bütünleştirici eyleminin bir unsurudur. Eğer bir olay, varolan koşullar çerçevesi içinde söz konusu sürecin özünden zorunlu olarak doğmuyorsa veya başka türlü de gerçekleşmesi olanaklıysa ve oluşmasına hiç gerek yoksa rastgelelik kazanmıştır diyebiliriz. Hayatın akışı içinde bilinemez şeyler bizim için rastgele şeylerdir. Rastgele olan her şey gerçekten rastgele mi olmuştur?



Amerikalı astronom ve matematikçi Simon Newcomb, 1881 yılında American Journal of Mathematics’te yayınlanan makalesinde, okuyucuları oldukça şaşırtan bir konudan bahseder. Makalesinde, logaritma kitaplarını incelerken tuhaf bir şey fark ettiğinden bahsetmektedir. Newcomb’un gözlemlerine göre logaritma kitaplarının ilk sayfaları diğer sayfalara göre daha kirli, dolayısıyla daha fazla kullanılmıştır. ‘Logaritma kitaplarını kullanan bilim adamları 1 ile başlayan sayılara 2’den daha fazla, 2 ile başlayan sayılara ise 3’ten daha fazla bakmışlardır. Bu süreç sonunda, en az 9 ile başlayan sayılara baktıkları anlaşılmaktadır.’ Newcomb, bu kısa açıklamasından sonra, sıfırdan farklı bir rakamın, sayının ilk basamağında olma olasılığını hesaplayan basit bir formül yazarak makalesini tamamlamıştır.



Bir logaritma kitabının sayfalarının kaç defa kullanıldığı üzerine yazılan bir teori kimin ne işine yarayabilirdi? Newcomb’un makalesi o zamanlar pek ciddiye alınmamış ve tarihin sayfalarında unutulup gitmişti. Tam 57 yıl sonra, 1938 yılında, ABD’li fizikçi Frank Benford, logoritma kitapları ile ilgili gözlemi yeniden yapar. Fakat Newcomb’tan farklı olarak gözlemlerini, toplanması büyük çaba gerektiren çeşitli alanlardan sağladığı birçok istatistiki veri ile destekler. Nehir uzunlukları, beyzbol istatistikleri, elementlerin atom ağırlıkları, gazete tirajları, şehirlerin nüfusları gibi 20.229 farklı araştırmadan elde ettiği sonuçları Proceedings of the American Philosophical adlı dergide yayınlar. Sonuçlar şaşırtıcıdır. Benford’un 20.229 farklı alanda yaptığı ölçümler aynı sonuca ulaşmaktadır. Benford, sayılardaki ilk rakamın %30,6 oranında 1 ile başladığını, %18,5 oranında 2 ile başladığını, 9’a doğru ilerledikçe oranın azaldığını ve sonunda 9 ile başlama oranının ise %4,7 olduğunu tespit etmiştir. Örneğin şehirlerin nüfuslarını incelediğinde; yaşayan kişi sayısının ilk rakamının 1 olduğu şehirlerin %33,9, 2 ile başlayanların %20,4 ve giderek azalarak sonunda nüfusu 9 ile başlayanların %4,2 olduğunu ortaya koymuştur. Doğanın bu karşı konulmaz gerçeküstü hali ne kadar gerçektir?



Hayatımız boyunca yaptığınız alışverişlerde ödediğimiz fiyatların ya da banka hesabımızdaki hareketlerin yaklaşık %30'unun ilk rakamının 1 olduğunu söyleyen Benford ya da İlk Rakam Yasası gerçekten neyi ifade ediyor? Yıllardır yapılan araştırmalar Benford Yasasının hayatın her alanında uygulanabilecek bir geçerliliğe sahip olduğunu ortaya koymuştur. Son zamanlarda yapılan çarpıcı Benford araştırmalarından biri de Twitter hesaplarıdır. Takipçi sayısı 1 ile 1.706.631 adet arasında olan 38.670.514 adet hesabın takipçi sayılarının ilk rakamları incelenmiştir. 1 ile başlayanların oranı %32,62, 2 ile başlayanların oranı %16,66, 3 ile başlayanların oranı %11,8 ve nihayet 9 ile başlayanların oranı %4,56 çıkmıştır. Sonuçlar Benford’un yıllar önce ortaya koyduğu teori ile birebir uyumludur. Görüldüğü gibi rasgele seçilen değerler arasında her defasında aynı temel ilişki gözlemlenmektedir.



1 sayısı artık ünlü olmuştur! Benford Yasasının bu önyargısız ve dahice tespit şekli bugün muhasebeden kriminolojiye, seçimlerdeki hileli sonuçlardan denetime kadar birçok alanda kullanım alanı bulmasına neden olmuştur. Peki öyleyse, bu şaşırtıcı durum nereden kaynaklanıyor olabilir?



Bilinmezliğin bilinilirliği aslında basit bir matematiksel ilişkide yatıyor. Doğal büyüklükleri temsil eden sayılarda önemli olan doğrusal artış değil, oransal artıştır. Örneğin bir kalemin fiyatının 1'den 2'ye çıkması %100'lük bir fiyat artışını ifade ederken, 2’den 3’e çıkması %50’lik bir artışı, 4'ten 5'e çıkması %25'lik bir artışı, 8'den 9'a çıkması ise %12,5'lik bir fiyat artışını ifade eder. Anlaşılacağı üzere 1 ve 2 arasındaki aralık, geçilmesi en zor olan aralık olduğu için sayıların büyük kısmı 1-2 aralığında takılıp kalırlar. İşte Benford’un keşfettiği bilinmezlik buydu. Benford, rastgele olduğu düşünülen sayıların o kadar da rastgele olmadığını açıkça ortaya koymuştu.



Yunanistan’ın Avrupa Birliğine girerken, Birlik kriterlerine uyum sağlayabilmek için bazı rakamları manipüle ettiği düşünülmüştü. 90’lı yılların sonundaki rakamların birlik kriterlerine çekilmesi bazı çevreler tarafından soru işaretiyle karşılansa da kriterlere uyum sağlanmış ve ülke AB’ye girmişti. Fakat bu pembe tablo çok uzun sürmemişti. 2006 yılına gelindiğinde ülkenin milli gelirindeki artışın, bir gecelik bir düzeltme işlemiyle %25 olarak belirlenmesi Avrupa İstatistik Kurumunun (Eurostat) dikkatini çekmiş ve açıklama istenmişti. Fakat rakamlardaki düzensizlik bir türlü ortaya konulamamıştı. Ta ki 28 Nisan 2011 tarihine kadar.



28 Nisan 2011 tarihinde German Economic Review adlı dergide Bernhard Rauch, Max Göttsche, Gernot Brahler ve Stefan Engel imzalı bir makale yayınlanır. Makale o güne kadar Yunanistan’ın birliğe girerken kullandığı rakamların manipüle edildiğini ilk kez ortaya koymaktadır. Analizde Benford Yasası kullanılmıştır.



Rapora göre Portekiz, İtalya ve İspanya’nın birliğe girişte kullandığı veriler Benford Yasasına göre tam uyumludur. Romanya, Letonya ve Belçika’nın verileri ise sapma içermektedir. Yunanistan’ın verileri ise Benford Yasasına göre son derece büyük bir sapma içermektedir. Rapordan şu sonuç çıkmaktadır: Yunanistan, Birliğe girerken rakamları manipüle etmiştir.



Görüldüğü gibi hatalar doğanın evrensel ve değişmez rastgeleliğini içermediği sürece asla gizli kalamazlar.



Güç kanunu ve dünya küçük fenomeni



Bilinmezliğin bilinilirliğini ortaya koyan bir diğer şaşırtıcı bilinmezlik ilkesi Pareto adıyla anılan ilkedir. Önemli azın yasası ya da en bilinen adıyla 80’e 20 kuralı, doğadaki birçok olayda, etkilerin yaklaşık olarak %80'inin etkenlerin %20'sinden kaynaklandığını ortaya koymaya çalışır ve bunu da şaşırtıcı bir doğrulukla başarır. Yönetim gurularından Joseph Juran ilk kez bu ilkeyi önermiş ve İtalya'daki arazilerin %80’inin sahibinin, nüfusun %20'si olduğunu gözlemleyen İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto’nun adıyla isimlendirmiştir. İş dünyasının en yaygın kurallarından biridir.



İtalyan ekonomist Pareto, 20.yüzyılın başında İtalya ekonomisini incelediğinde şaşırtıcı bir durumla karşılaşır. Nüfusun %20’si ülkedeki zenginliğin %80’ine sahiptir. Bunun nedenleri üzerine düşünürken diğer ülkelerin dağılımlarını da merak eder. Benzer bir dağılım o ülkelerde de vardır. Pareto bu duruma oldukça şaşırsa da bugün artık bu duruma şaşıran pek kalmamıştır. Nüfusun zenginlikten aldığı payın şematik gösterimi bir şampanya bardağını andırdığından şampanya bardağı etkisi (champagne glass effect) adı verilen bu durum çağımızda da değişmemiştir. Şu an nüfusun %20’si dünyadaki zenginliğin %82’sini elinde tutmaktadır. Peki ama nasıl?



İnternet üzerinde birçok sosyal medya sitesi olduğu halde neden böyle bir siteye katılmayı düşünen biri facebook ya da twitter gibi sitelere öncelikle üye olur? Ya da şirketler neden hep karlarının %80’ini müşterilerinin %20’sinden sağlarlar? Bir ofiste çalışanların %20’si neden verimliliğin %80’ini yaratır? Bir ülkenin en büyük şehirlerinin sayısı neden birkaç taneyi geçmez? Hayatımızın hemen her anında kendisine yer eden 80’e 20 kuralı gücünü nereden almaktadır?



Matematikte, herhangi iki miktar arasındaki özel ilişkiyi tanımlayan güç kanunu (power law) adlı bir fenomen vardır. Bu fenomen güç ile sayının ters orantılı olduğunu söyler. Örneğin dünyanın en zengin 10 kişisini ele alalım. İlk 3 sıradakilerin serveti diğer 7 kişinin servetinin toplamı kadardır. Tıpkı bir ülkedeki tüm varlığın dağılımında olduğu gibi. 80’e 20 kuralının gücünü aldığı temel ilke olan güç kanunu aslında içgüdüsel bir olguya dayanır. Sisteme yeni girenler kendilerini daima sistemde daha güçlü olanlarla ilişkilendirmek isterler. Bunun sonucunda da güçlü daha güçlü, büyük daha büyük olur.



Öyleyse şu soru akla gelebilir. Güç kanununu yaratan içgüdüsel yönelim nasıl oluşuyor? Sisteme yeni girenler kendilerini nasıl oluyor da güçlü olan ile ilişkilendiriyor? Buradaki ilişki şekli dünya küçük fenomeni (small world phenomenon) denilen başka bir olgu ile anlatılabilir. 1967 yılında sosyolog Stenley Milgram, ABD’nin çeşitli eyaletlerinde yaşayan ve isim listelerinden rastgele seçtiği 300 kişiye birer mektup gönderir. Mektupta yapılan deneyin ayrıntıları anlatılırken zarfın üzerine sadece alıcının adı yazılır. Bu mektupları, farklı eyaletlerde, alıcıyla hiç ilişkisi olmayan kişilere verir ve mektubu alıcıya ulaştırmalarını ister. Gönderilen 300 mektuptan 60’ı ortalama 6 kişiden geçerek alıcısına ulaşmıştır. Deneyin çağımız versiyonu internet aracılığıyla 18.000 örnek üzerinde yapılmıştır. Avustralya’daki kişi tarafından gönderilen e-posta Sibirya’daki hedef alıcısına ortalama 6 günde ulaşmıştır. Aynı deney facebook veri tabanı üzerinde de denenmiştir. Birbirleri ile hiç ilişkisi olmayan farklı coğrafyalardaki kullanıcıların çoğunun 6’dan daha az kişi ile birbirlerine bağlı oldukları görülmüştür.



Sosyal bağların 6’yı geçmeyen sayısı, aktör Kevin Bacon’un adını taşıyan Six Degrees of Kevin Bacon adlı bilgisayar oyunu ile de farklı bir şekilde ortaya konmuştur. Oyun aklınıza gelen herhangi bir oyuncunun adını seçmekle başlar. Daha sonra program size o oyuncunun aktör Kevin Bacon ile en fazla 6 basamaklı bir isimlendirme ile ilişkilendirmesini yapar. Örneğin Elvis Presley adını seçerseniz oyun şöyle diyecektir. Elvis Presley, Edward Asner ile Change of Habit (1969) adlı filmde oynamıştır. Edward Asner ise Kevin Bacon ile JFK (1991) adlı filmde oynamıştır. Böylece Elvis Presley ile Kevin Bacon arasında 2 aşamada biten bir ilişki kurulmuştur.



Görüldüğü gibi dünyanın küçük olması güç kanunu denilen gizli bir yasayı tetiklemekte ve bunun sonucunda da 80’e 20 kuralı gibi bilinmezliğin farklı bir yasası oluşmaktadır. Şöyle bir düşünelim. Giysilerimizin %20’sini zamanın %80’inde giymiyor muyuz? Zamanımızın %80’nini arkadaşlarımızın %20’si ile geçirmiyor muyuz? Bunları tam olarak ölçemesek de 80’e 20 ilişkisine benzer bir ilişki yarattığımız kesindir. Microsoft’un verilerine göre yazılımlar içinde en çok raporlanan hataların %20’sini çözerek çökmelerin %80’i durdurulabilmektedir.



Güç kanunu 2007 yılında başlayan finansal krizde de kendini göstermiş olmasına rağmen çoğunluk tarafından görmezden gelinmişti. Güç kanununun küresel finansal krizi yaratan etkenlerin başında geldiğini söylemek bile mümkündür. Şöyle ki yatırım şirketleri, riskli yatırımlarını, daima bir sigorta şirketi aracılığıyla satılan değişik türev ürünleri satın alarak hedge etmişlerdi. Şirketler böylece karmaşık enstrümanlar aracılığıyla yarattıkları riskten korunduklarını düşünüyorlardı. Fakat güç kanunun yok edici gücünü sonradan görmüşlerdi. Satılan sigorta poliçelerinin (CDS) büyük bölümü AIG ve Lehman Brothers tarafından satılmıştı. Oysa piyasada binlerce satıcı vardı.



Güç kanununun finansal krizde kendini gösterdiği bir diğer alan mortgage piyasasıydı. Mortgage kredileri ve bu krediler üzerine inşa edilen menkul kıymetler, krediler ödendiği sürece oldukça karlı enstrümanlardı. Fakat 10 trilyon dolardan fazla olan ABD mortgage piyasasının yarısından fazlasının Freddie Mac ve Fannie Mae adlı sponsor kuruluşların elinde olması; krediler ödenmemeye başlayınca nasıl tahrip edici bir güç yasasına dönüştüğünü herkes görmüştü. Oysa binlerce mortgage kuruluşu vardı.



Krizin her döneminde büyük finansal kuruluşların iflasını önlemek için hükümetler kanalıyla bu şirketlere enjekte edilen likidite için söylenen too big to fail (batmayacak kadar büyük) klişesi, aslında güç kanunun yarattığı tahribatın devletler eliyle önüne geçmek için öngörülen politikanın sembolünden başka bir şey değildi.



Güç kanunu finansal çöküş için gerekli enerjiyi yaratırken dünya küçük fenomeni ise, bilgi ağları ile yaratılan finansal network sayesinde, krizin hızla nasıl tüm dünyaya sadece altı adımda yayıldığını gösteriyordu. Gölge bankacılık sistemi denilen mekanizma bu network’ün sosyal medya ağını oluşturuyordu. Birinci aşama, subprime denilen ödeme güçlüğü olanlara kredi verilmesi ile başlıyordu. İkinci aşamada bu krediler bankalar tarafından menkul kıymete dönüştürülmek üzere başka şirketlere satılıyordu. Üçüncü aşamada şirketler bu kredileri menkul kıymetleştirerek tüm dünyadaki yatırımcılarına satıyorlardı. Dördüncü aşamada yatırımcılar bu menkul kıymetlerin olası başarısızlığı nedeniyle sigorta şirketlerinden koruyucu enstrümanlar satın alıyorlardı. Beşinci aşamada subprime denilen eşikaltı kredilerin taksitleri ödenmemeye başlıyordu. Altıncı aşamada ise dünya kredi rezervinin %1’ini bile oluşturmayan subprime kredilerin ödenmemesi menkul kıymetlere sıçrıyor, ortaya çıkan güvensizlik bu ürünlere talebi azaltıyor ve yaşanan likidite sıkışıklığı bir anda her yana yayılarak global ekonomiyi büyük bir çaresizliğin içine sokuyordu. Dünya küçüktü ve kriz tüm dünyaya yayılmıştı artık.



Unutulmamalıdır ki doğanın evrensel bilinmezlik yasalarının bilinir olması hatalı kararların ortaya çıkmayacağının garantisi değildir.



İşler ortalamasına (olacağına) varır!



Deniz nakliyatında oluşan zararların hesaplanmasından geliştirilen ortalama kavramı bugün finansal sistemin sığınağı haline gelmiştir. Ortalamayı halk bilgeliğiyle kısaca şöyle tanımlayabiliriz. Diyelim ki iki adamın iki elması var. Adamlardan biri iki elmayı da yiyor. Bu durumda ortalama olarak her biri birer elma yemiş oluyor.



Hisse senetleri, altın veya döviz kurları gibi göstergeler belli bir doğallıkla ve belli ortalamalar içinde dalgalanma gösterirler. Fakat insanlar bu ortalama değerlere dayanarak, istisnai ve yeterince özel kararlar aldıklarını sanarak yatırım güdülerine yön verirler. Fiyatların ortalamalardan en fazla saptıkları anda verdikleri kararlarla da fiyatları değiştirdiklerine inanırlar.



Bazı insanlar, profesyonel yatırımcıların sıradan yatırımcılara göre çok fazla getiri sağladığını düşünürler. Karmaşık finansal sistem hakkında bilgi sahibi olmanın getiri elde etmede önemli bir avantaj yaratacağını sanırlar. Böyle bir çıkarım ile düşünce sistemimiz, yüksek bilgi düzeyini yüksek getiri ile eşleştirerek önemli bir hata yapar. Düzensizliğin olduğu tüm sistemlerde bu fark ortalamalardan sapma kadardır. Daha fazlası değil.



Ortalamaya dönme (Regresion toward the mean) denilen bu durum yapılan deneysel çalışmalarda şaşırtıcı sonuçlar vermiştir. Bir grup öğrenciye 100 sorudan oluşan bir test verilir. Her sorunun Doğru/Yanlış şeklinde iki cevabından birini düşünmeden rasgele seçmeleri istenir. Herkesin sınavdan farklı not aldığını düşünerek ortalama değerin 50 olduğunu varsayalım. Bu durumda bazı öğrenciler 50’nin üzerinde, bazıları ise altında puan almış olacaktır. Daha sonra 50’nin üstünde puan alanlara aynı test yeniden dağıtılır ve soruları rasgele yeniden yanıtlamaları istenir. Öğrencilerin aldığı puanlara bakıldığında ortalamasının yine 50 olduğu görülür. Tamamen şans faktörü ile neredeyse tüm sınıf aynı puanı almıştır.



Benzer bir başka deneyde ise en düşük puanı alanlar ile en yüksek puanı alanlara ertesi gün aynı test yeniden uygulanır. Sonuç yine şaşırtıcıdır. Önceki gün yüksek puan alanlar düşük, düşük puan alanlar yüksek puan almıştır ve ortalama yine aynı kalmıştır.



Ortalamaya dönme, ekstrem nitelikli olayların sonraki gerçekleşmelerinin ekstrem olamayacağı ve ortalamalarda gerçekleşeceğini söyler. Bu teoriyi genetik bilimine de uygulayan Francis Galton, örneğin boy gibi bazı fiziksel değişkenlerin tam olarak diğer kuşağa aktarılamadığını, ortalama değerlerin aktarıldığını ortaya koymuştur. Ekonomik hayat da böyle bir doğal yön izler. Faiz oranları ve borsa getirileri gibi değerler bir süre sonra ortalama değerlerine döner. Yani bir portföy uzmanının seçtiği hisse senetleri ile maymunun dart atarak seçtikleri ortalamada aynı getiriyi verebilir. Hatta bazı deneyler maymunun seçtiklerinin daha fazla kazandırdığını göstermektedir.



Önce kendini tanı



Antikçağın yedi bilge düşünüründen Spartalı Khilon’un, Delfi Tapınağının girişinde yazan “Kendini tanı!” vecizi ekonomik hayatın da vazgeçilmez bir yeterlilik koşuludur. Ama insanlar yaptıkları kıyaslamalarda genellikle kendilerini doğru şekilde tanımlamakta başarılı değillerdir.



Kör nokta hatası (blind spot bias) denilen bu durum, kişinin kendisini olumlu ve pozitif özellikleri açısından ortalamanın üzerinde, olumsuz ve negatif özellikleri açısından ortalamanın altında görmesi alışkanlığına dayanır. Çünkü insanlar verdikleri kararlarla kendilerini rahatlatmak isterler. Davranışlarının nedenlerine, onları açıklamak istedikleri zaman bile önem vermek istemezler.



Yapılan bir deneyde insanlara bazı fotoğraflar gösterilir ve içlerinden beğendikleri birini seçmeleri istenir. Daha sonra seçtikleri fotoğrafları neden beğendikleri sorulur. Fakat fotoğraflar kişilere dağıtılırken el çabukluğu ile değiştirilir ve seçtikleri fotoğraflardan farklı fotoğraflar dağıtılır. Deneklerin önemli bir kısmının bu değişimi farkedemediği ve verilen fotoğrafı neden seçtiklerini anlattığı görülür. İnsanlar kendilerini iyi tanıdıklarını düşünseler de hafızanın yanılabileceği asla unutulmamalıdır. Titanic filmi Oscar ödülünü aldığında birçok insan onun tarihin en iyi filmi olduğunu düşünse de çok geçmeden aşırı duygusallığın yüceltildiği vasat bir film olduğuna inanılmaya başlanmıştı.



2007 yılına gelindiğinde herkes ev fiyatlarının geçmiş yıllardaki muhteşem yükselişine bakarak fiyatların artmaya devam edeceğini düşünüyordu. Fakat 2007 yılında başlayan kriz bunun ne kadar hatalı bir öngörü olduğunu acı şekilde ortaya koyacaktı. Çıkış stratejisi ve planı belirlenmemiş olan her yatırım veya karar kör nokta hatasına düşüldüğünün tipik örneğidir.



Yarattığı para politikaları ile finansal krizin kıvılcımını yaktığı söylenen eski Fed Başkanı Alan Greenspan, uyguladığı politikalarda hata yaptığını kabul ederek; faiz oranlarının düşürülerek kredi arzının genişletilmesinin kör nokta hatası olduğunu ima etmiştir. Peki, ömrü ekonomi üzerine düşünmekle geçen ekonomistler yaklaşan krizi görememekle nasıl bir kör nokta hatasına düşmüşlerdir?



Ekonomistler, kredi ile yaratılan paranın Likyalıların icat ettiği paradan farklı olmadığını düşünüyorlardı. Tasarruf ve yatırım döngüsünün aynen devam edeceği hesaplanıyordu. Fakat piyasalara pompalanan kredi kısa sürede iç içe geçmiş birçok balon yarattı. İşte ekonomistlerin 2007 yılındaki finansal krizi görememelerindeki kör nokta burada saklıydı: Limitsiz para basmak para yaratmak değildir!



Herkesin bilmesi gereken bir şey var. Rasyonelliğin bittiği noktada düzensizlik, eksiklik, kararsızlık ve şüphe başlar. Mantık bilgeliğin sonu değil başlangıcıdır. Hata payı düşük kararlar mantık ve duyguların evrensel uyumunun sonucudur. Sistemler arasındaki madde ve enerji alışverişini inceleyen bilim dalı olan Termodimak’in ikinci yasası entropi bu durumu anlatır. Düzensizlik ya değişmez ya artar. Bu evrenin temel kuralıdır. İş yapmayan enerji olarak tanımlanan entropi’nin finansal kararlarda, rasyonelliğin dışına çıkışların uzun dönemde fayda (enerji) yaratmayacağı anlamına gelebileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.



Değişimin muhafızları serttir



Kasko poliçenizi yenilemeyi planlıyorsunuz. Yıllardır çalıştığınız acenteden teklif aldınız. Bununla birlikte hiç çalışmadığınız başka bir sigorta şirketinden de teklif aldınız ve onunkinin daha cazip olduğunu gördünüz. Nasıl düşünürsünüz?



İnsanların çoğu böyle bir durumda akılcı olmayan bir karar vererek eski sigorta şirketlerini tercih etmektedir. Nasıl oluyor da insanlar diğer tekliflerin farkına bile varmıyorlar ve yüksek bir koşullanma gösteriyorlar? Bu akıldışılık, statüko önyargısı denilen bir hataya işaret eder. İnsanlar karar verirken, aralarında mevcut durumu devam ettirme seçeneği de bulunan iki seçenekten birini seçmesi gerektiğinde tuhaf bir şekilde eski durumu korumaya ve onu en iyi seçenekmiş gibi görmeye meyillidirler. Bunun sonucunda da mevcut durumu zorunluluk olmadığı sürece devam ettirirler. Bu süreçte zihin şöyle bir muhasebe yapar: ‘Yeni bir şirket için zaman ve çaba harcamak gerekiyor. Bu kadar külfete gerek yok…’ Böylece eski duruma hayali bir fayda atfederek pozitif yönlerini abartma yatkınlığına girerler.



Alış ve satış fiyatları neden eşit değildir?



Hayatın her anında satın aldığımız şeylerin alış ve satış fiyatlarında daima bir farklılık görürüz. Bu farklılık genellikle satış yönündedir. Yani bir şeyi alırken ödenilen bedel, satarken alınandan genellikle daha yüksektir. Bu farklılığın finansal sistem içinde kuramsal tanımlamaları yapılmış olsa da gerekliliğin doğası oldukça farklı bir nedene dayanır.



Yapılan bir deneyde bir grup öğrenciye aynı kahve fincanı dağıtılır. Öğrencilerden yarısına ‘bu fincan sizin olsa kaça satardınız’, diğerlerine ise ‘böyle bir fincanı kaça alırdınız’ diye sorulur. Satıcıların fiyatı ortalama 5 iken alıcılarınki 3 lira civarındadır. Deney birçok kez tekrarlansa da sonuçlar değişmez. Satıcılar ve alıcılar içinde bulundukları duruma yüksek bir değer biçerler. Satıcılar sahip olduklarını iyi bir fiyattan satmak isterken alıcılar en düşük fiyattan almak istemektedirler.



Benzer şekilde tuttuğunuz takımın final maçı biletine kaç para ödersiniz ve elinizdeki bileti kaç paraya satarsınız sorusuna; araştırmaya katılanlar, 400 dolardan ucuza satmam, 200 dolardan fazla ödemem yanıtını vermişlerdir. Alım ve satım fiyatlarının duygusal eşitsizliği bu deneyde de açıkça görülmektedir.



İşte alış ve satış fiyatlarındaki bu eşitsizlik, finansın en yerleşik fenomenlerinden biri olan finansal enstrümanların alış ve satış fiyatları arasındaki farklılığın hangi düşünce hatasından kaynaklandığını açıkça gösterir gibidir. İnsanların sahip oldukları şeylere sahip olmadıklarına göre yüksek değer biçmeleri zihnin yarattığı yapay bir kıtlık düşüncesinin sonucudur. Çünkü yukarıdaki deney çikolata ile yapıldığında alış ve satış fiyatlarının birbirine eşit çıktığı görülmüştür.



‘Kullan, beğenmezsen iade et!’ şeklindeki kampanyalı satışlardaki temel odak noktası da insanların düşünce şekillerindeki bu hatadır.



Odaklanma hatası



Kararların önemli bir kısmı belirsizliğin yüksek olduğu şartlar altında verilir. Bu nedenle çoğu zaman kararlar sezgisel ve rasyonel olmayan değerlendirmeler sonucunda oluşturulur. Yapılan araştırmalar insanların, kararlarını olasılık, sıklık veya değer konusundaki bilinmezlikleri, odaklandıkları bir bilgi ile kıyaslayarak verdiklerini ortaya koymaktadır. Daha açık bir ifadeyle söylersek, hayatta hiçbir şey bir konu hakkında düşünürken o konudan daha önemli değildir.



Fiyatlarını arttırmak isteyen bir telekomünikasyon şirketinin şöyle bir ilan verdiğini görseniz ne düşünürsünüz: “İletişim ücretlerine ayda %10 zam yaptığımız konusundaki haberler tamamen asılsızdır. Zam oranımız sadece %2’dir.” Şüphesiz haberi okuyan birçok kişi zam oranının %10 olmaması nedeniyle rahat bir nefes alacaktır. Şirketin keyfi tutarlılığı tüketicileri kolayca manipüle etmiştir. %10 oranına odaklanan kişiler %2 zammı %10 ile kıyaslayarak rasyonel bir sonuca ulaştıklarını düşüneceklerdir.



Ev almak isteyen birçok kişi eğer daha önce yaşadıkları evin mutfağı küçükse büyük mutfaklı evi almayı daha çok isteyecektir. Her iki örnekten de anlaşılacağı üzere insanlar, yargısal kararlarında bazı faktörlere diğerlerine göre yüksek değer atfetmek gibi bir hataya sıklıkla düşerler.



Finansal kriz sonrasında ABD halkı, odaklanma hatasına sürekli düşülmesini, ekonomiyi yönetenlerin, tarihsel perspektifte gereken dersleri almamış olmasını oldukça içerlemişti. Krizin önceden hissedilerek gereken önlemlerin alınması durumunda tahribatın daha az olacağı ortak kanıydı. Fakat insan doğasının kolayca evrilemeyeceğine artık herkes inanmaya başlamıştı. Amerikalılar şöyle düşünüyorlardı: “1941 yılında, Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırması öncesinde de birçok sinyal vardı. Japonların tüm hazırlıkları biliniyordu. Ama bu uyarılar tıpkı 2007 finansal krizi öncesinde olduğu gibi ciddiye alınmamıştı. Yerleşmiş an­layışlar, belirsiz risklere karşı etkili önlemler almanın zorluğu ve maliyeti, dış kaynaklardan gelen verilerin bir araya getirilip analiz edilmesi mekanizmalarının oluşmamış olması, tıpkı o günkü gibi 2007 öncesinde de en temel yetersizlik olarak varlığını sürdürmekteydi. Düşüncelerine en fazla değer verilen, bilgi ve zeka yönünden en önde gelen gözlemciler, sinyalleri tek taraflı yorumlayarak, Japonya’nın Amerika’ya saldıramayacağını, çünkü kazanma şanslarının çok zayıf olduğunu söylüyorlardı. Bu tek ta­raflı bakış açısından, Japon kültürü hakkında fazla şey bilmedikleri ortadaydı. Çünkü Japonların rasyonel bir kaybetme senaryosundan daha fazla onura önem verdiklerini hesaplayamamışlardı.”



ABD’nin, Japonların kazanamayacakları bir saldırıyı gerçekleştirmek istemeyecekleri düşüncesine demir atarak diğer bilgileri görmezden gelmesi, savaş tarihinin en acı olaylarından biriyle sonuçlanmıştı. Odaklanma hatasının, ihtimallerin değerlendirilmesindeki tek yönlülüğün aşılamaması durumunda ortaya çıktığı daima hatırlanmalıdır.



“Ortalamadan daha iyi” yanılsaması



Yaşanan finansal krizin yarattığı tahribatın insanlara sunuluş şekli genellikle ‘beklentilerden daha iyi’ (better than expected) tanımlamasıylaydı. Kötümserliğin yüksek sınırlarının gerçekleşmediği, iyimserlerin tahminlerinin gerçekleştiği söylenmeye çalışılarak insanların hayatlarını kriz öncesi şekline döndürme konusunda daha rahat davranmaları hissettirilmekteydi.



İnsanların düşünce sistemi bu tür kodlamalara çoğu zaman olumlu yanıtlar verir. ABD’de yapılan bir araştırma otomobil kullananların %93’ünün, kendilerini ortalamanın (bu araştırmada medyan -ortanca- değer kullanılmıştır) üzerinde başarılı gördüklerini ortaya çıkarmıştır. Bu durum teorik olarak, 100 kişilik bir denek grubunda 43 kişinin hata yaptığı anlamına gelecektir. Bu hata belki de herkese son derece tanıdık gelecektir. Çünkü kimsenin çocuğu ortalamanın altında zekaya ve başarıya sahip değildir.



Bu yanılsama iş hayatında da oldukça yaygındır. Kolay görevlerde, çoğunluk kendisini diğerlerinden başarılı görürken, zor görevlerde diğerlerinden başarısız görmektedir. Harvard’ta işletme okuyanların %86’sı kendisini sınıf arkadaşlarından daha başarılı görmektedir. Avukatların %68 ise davayı kazanabileceklerini düşünürler. Bu tip düşüncelerin içerdiği hata payı kolayca görülebilmektedir. Harvard’takilerin %36’sı, avukatların ise %18’i hatalı düşünmektedir.



Ortalamanın ne olduğunu bilmeden onun üstünde ya da altında olduğuna inanılması kararlardaki hataların nasıl oluştuğuna basit ve tanıdık bir sinyal olarak algılanmalıdır.



Tümevarım hatası



Tümevarım muhakemesi (inductive reasoning) de denilen bu durum bilinen verilerin yorumlanmasında yapılan doğal bir hatayı belirtir. Sizce aşağıdaki gibi bir bilgi dizisi bizi nasıl düşünmeye yönlendirir?



Ø İnsanların %95’i sağ ellerini kullanır.

Ø Bay A bir insandır.



Şüphesiz ki en güçlü ihtimal Bay A’nın sağ elini kullanacağı gerçeğidir. Peki, bu çıkarım ne kadar doğrudur?



Bay A’nın sağ elini kullanabileceği yargısına, insanların %95’inin sağ elini kullandığı gerçeğinden ulaşmıştık. Öyleyse Bay A’nın sağ elini kullandığı yargısından da geriye giderek insanların %95’inin sağ ellerini kullandığı sonucuna ulaşmamız gerekiyor ki bu imkansız bir çıkarımdır. Bu nedenle durumun kesinliği yerine sağduyu denilen kavramı koymak daha uygun olacaktır.



Gerçeklerin basit algılamalarla değerlendirilmesi sağduyuyu ifade eder ve herkese eşit olarak dağıtılan bir nitelik olduğuna inanılır. Hatta diğer yeteneklerin dağılımından memnun olmayan insanlar bile sıra sağduyuya geldiğinde sahip olduklarından daha fazlasını istemediklerini söyler Descartes. Kumsalda yumurtasından çıkan yavru kaplumbağanın koşarak denize gitmesi gibi insanoğlu da genlerinde güçlü bir sağduyu birikimi taşır. Yine de sağduyu daima insanların geçmiş tecrübeleri ile orantılı bir yetenektir ve sağduyuyla doğru olduğu sonucuna ulaşılan birçok şey yanlıştır. Çünkü daha önce karşılaştığınız milyonlarca kuğunun beyaz olması bundan sonra karşılaşacağınız kuğunun da beyaz olacağı sonucunu doğurmaz. Goethe’nin dediği gibi: “Her şey senin düşündüğünden daha basit ve aynı zamanda hayal edebileceğinden daha karmaşık olabilir.”



Sürü psikolojisi ve ortak akıl



Ekonomik davranışlardaki temel beklenti varlıkların fiyatının daima yükseleceğidir. Genellikle böyle de olur. İnsan doğası, tıpkı sporun vücuda faydalı olduğuna insanı ikna ettiği gibi varlıklara yatırım yapmanın da getirileri arttıracağı yönünde cesaret pompalar. Varlık fiyatlarının uzun dönemli artışının, anlık artışlar olarak yaşanacağı inancı temel dayanağı teşkil eder. Bu inanış sadece sıradan insanları değil tüm profesyonel yatırımcıları yönlendirerek güçlü bir sürü psikolojisi yaratır.



Sürü psikolojisinin doğuştan gelen bir önyargı olduğu inanışı birçokları tarafından kabul edilebilirdir. Hem bireylerin hem de şirketlerin sürü psikolojisi içinde hareket ettikleri bunun açık bir ispatı gibidir. İnsanlar hatalı bir karara, yanlış düşündükleri için değil, çevrelerindeki herkes böyle düşündüğü için varırlar. Fakat bilim henüz bu konuda kesin cevaplara sahip değildir.



Polonyalı sosyal psikolog S.Asch’ın kendi adıyla anılan deneyi sürü psikolojisindeki hatayı oldukça açık şekilde ortaya koymaktadır. Bir grup deneğe, önce üzerinde üç boyda çizgi bulunan bir kart gösterilir. Sonra diğer karttaki tek çizgi gösterilerek, bu çizginin önceki karttaki çizgilerden hangisi ile eşit boyda olduğu sorulur. Doğru cevabı gözlemlemek oldukça kolaydır. Deneye katılanların biri hariç tamamı önceden ayarlanan asistanlardır. Masanın en sonunda oturan ise gerçek denektir. Kartlar gösterilmeye başlandığında önce masadaki asistanlar yanıt verir. En son gerçek denek yanıt vermek­tedir. Asistanlar ilk sorulara doğru cevap vererek deneğin güvenini kazanırlar. Fakat daha sonra sorulara bilerek yanlış cevap vermeye başlarlar. Denek, herkesin yanlış cevap verdiğini gördüğü halde sıra kendisine gelince aynı cevabı kendisi de verir. Deneyin sonucunda, katılanların sadece %25’inin gruptan etkilenmeyerek doğru cevabı verdikleri görülür. %75’i ise grubun hatasını sürdürme eğilimi göstererek sürü psikolojisine kapılmışlardır. Anlaşılacağı üzere grup, deneklerin IQ’larını etkisizleştirerek karar vermeye zorlamıştır.



Sıradan insanlar hisse senetlerini veya diğer varlıkları daima en düşükten alıp en yüksekten satmak isteseler de çoğunlukla sürü psikolojisiyle en yüksek fiyattan alıp korku çığlıklarıyla en düşük fiyattan satarlar. Pişmanlık isteksizliği (regret aversion) denilen bu durum, insanların verdikleri kararlar sonucu pişmanlık duymamaları için daha büyük riskler alarak daha büyük kayıplara uğradıklarını ortaya koyar. Basitçe ifade etmek gerekirse, fiyatların artacağı umuduyla alınan varlıkların fiyatları gerilemeye başladığında, elden çıkarmak için doğru zamanın ne olduğunun bilinmemesi realitesidir. Bu da iflas seçeneğinin de aralarında bulunduğu bir dizi kötü seçenekten birinin seçilmesi anlamına gelir. Alınan bir hisse senedinin fiyatının düşmesinin çok az insanı satış kararı vermeye yönlendirmesi gibi. Yapılan araştırmalar, hisse senetlerinin fiyatlarında yaşanan %20 oranındaki düşüşler sonrasında gelen satışların, %50 oranındaki düşüşler sonrasında gelenlerden daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü pişmanlık isteksizliği son ana kadar kişileri zararla yüzleşme gerçeğinin uzağında tutar. Bu da zihnin, zihinsel aritmetiğinde hata yaptığı anlamına gelir.



Son derece niceliksel düşünüp karar verenlerin bile sürü psikolojisine kapılmaları, ortak akıl denilen olgunun çoğu zaman sürü psikolojisi ile karıştırılmasından kaynaklanır. Ortak akıl karar sistemleri içinde belki de en gizemli olanıdır. Birbirleriyle herhangi bir duygu ve davranış ilişkisi olmayan insanların bireysel kararlarının yarattığı sinerjinin genellikle doğru olması ortak akıl olarak tanımlanabilir. Yapılan birçok çalışma ortak aklın gücünü açıkça göstermiştir. Oculi plus vident quam oculus! Birçok göz, bir gözden daha iyi görür!



Ortak aklın belki de en gerçekçi ve ispat için başka bir deneye gerek bırakmayan kanıtı ‘Who Wants to Be a Millionaire?’ (ülkemizde ‘Kim Beşyüz Milyar İster?’ adıyla yayınlanmıştı) adlı yarışma programıdır. Kolaydan zora doğru sıralanan 15 soruya verilen doğru cevaplar ile yarışmanın adındaki parayı kazanma şansı verir. Yarışmanın özelliklerinden biri yarışmacının takıldığı bir soruda, salonda bulunan kişilere sorunun sorularak cevaplarının alınmasıdır. Seyirciler önlerinde bulunan oylama tuşları ile cevaplarını işaretler ve cevaplar süre sonunda ekrana yansıtılır. Yarışma kayıtlarının araştırmacılar tarafından incelenmesi sonucunda çok çarpıcı bir gerçek ortaya çıkmıştır. Ortak akıl yanılmamıştır. Verilen cevapların %65’i doğru olarak verilmiştir. Yanıtların ağırlıksal dağılımına göre ise soruların %91’ine ortak akıl doğru cevap vermiştir.



Ortak aklın belki de en çarpıcı tespiti New York Borsasında yaşanmıştır. 28 Ocak 1986 tarihinde dünya havacılık tarihinin en trajik kazası gerçekleşir. Uzay Mekiği Challenger kalkışından 73 saniye sonra yedi mürettebatı ile havada infilak eder. Birçok kişinin televizyon başında izlediği bu acı olayın nedeni uzun süre öğrenilemez. NASA, patlamanın nedenini araştırması için uygarlık tarihinin en önemli fizikçilerinden Richard P.Feynman’ı görevlendirir. Rogers Komisyonu adlı araştırma ekibi kazanın nedenini yaklaşık altı ay sonra açıklar. Hatalı üretilen küçük bir motor parçası kazaya sebep olmuştur. Hatalı parçanın üreticisi ise Morton Thiokol adlı şirkettir. Gözler bir anda Morton Thiokol’a çevrilir. Uzay mekiğinin inşasında Morton’un dışında 3 firma daha görev almıştır. Bunlar mekiğin motorlarını yapan Rockwell, yer desteğini sağlayan Lockheed ve dış tankları üreten Martin Marietta’dır. Fakat komisyon sadece Morton’u suçlu bulmuştur. Kazaya, mekiğin katı yakıt ek motorunu yapan Morton’un neden olduğu açıklandığında birileri Morton ile ilgili çok çarpıcı bir bağlantıyı keşfeder.



Mekiğin yapımında rol oynayan dört şirketin de hisse senetleri New York borsasında işlem görüyordu. Patlamanın olduğu gün, New York Borsası’nda, Challenger’ın yapımında görev alan dört büyük yüklenicinin hisseleri düşmeye başlar. 4 şirket de günü düşüşle kapatır. Fakat diğer üç şirketin hisse senetleri günü %3 düzeylerinde zararla kapatırken Morton Thiokol hisseleri %12 oranında düşmüştür. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdur. Bu ayrışma neden kaynaklanmıştır? Acaba şirket içinden birileri kazayı öngörmüş olabilir miydi? Fakat daha sonra yapılan araştırmalar Morton Thiokol yöneticilerinin 28 Ocak tarihinde hisse satmadıklarını gösteriyordu. Öyleyse nasıl olmuştu da patlamanın olduğu gün New York Borsası hatalı parça üreticisini keşfedebilmiş ve suçluyu bulmuştu?



Bu sorunun cevabı yapılan tüm sorgulamalara rağmen bulunamamıştı. Ama sonuç herkesin kabul ettiği tek bir gerçeğe işaret ediyordu: Ortak akıl!



Bu olguyu 1906 yılında ilk kez fark eden İngiliz bilim adamı Francis Galton’dur. En ağır öküz yarışmasında seyircilerden kazanacak öküzün ağırlığının ne olacağını tahmin etmelerini ister. Tahminlerin ortalaması 1.197 pound, kazanan öküz ise 1.198 pound’tur. Galton, topluluğun yargısının uzman görüşünden daha isabetli olduğunu görmüştür. Unutulmamalıdır ki bir topluluğun ortak aklı, o topluluktaki en akıllı kişiden her zaman daha fazla olabilir.



Peki, ortak aklın sınırı nedir? Gerçekten her zaman hatasız mıdır? Bu soruların cevabı 1999 yılında etkileyici şekilde ortaya konmuştur. Dünya satranç şampiyonu Kasparov, 75 ülkeden 50.000’den fazla satranç oyuncusuna karşı bir oyuna başlar. İnternet üzerinden oynanan oyunda Kasparov’un her hamlesine karşı oyuncular kendi hamlelerini öneriyor ve en çok oyu alan hamle oynanıyordu. Çoğu zaman günde bir hamleden fazla yapılamıyordu. Oyun tam 62 hamle sürdü. Sonuç beklendiği şekildeydi. Kasparov ortak aklı yenmişti. Bu, ortak aklın her zaman hatasız olamayacağı sonucunu doğursa da ortak akıl sonuca etkileyen çok önemli bir hata yapmıştı. Oynanacak hamleleri forumlarda tartışan satranç oyuncularının yazdıklarını Kasparov okumuştu. Kasparov’un oyun bittikten sonraki itirafı şöyleydi: “Karşılaşma aslında berabere bitmeliydi. Fakat forumları okuyarak avantaj sağladım.”



Bu noktada sorulacak en önemli soru, kriz dönemlerinde neden topluluklar ortak aklı kullanarak çözüm bulmak yerine hemen satış kararına yönelmektedirler olacaktır. Çünkü insanoğlu çoğu zaman duygularını kararlarına karıştırmamakta başarılı olamaz. Bu nedenledir ki heyecan, hırs ve gurur gibi duyguların noksanlığında doğruyu bulma gücü diyebileceğimiz ortak akıl, içinde duyguları barındıran sürü psikolojisinden oldukça farklı bir kavramdır. Sürü psikolojisi ile asla karıştırılmamalıdır.



Öngörülemezliğin doğası



Kasparov’un zaferi tek bir aklın zaferiydi. Onbinlerce akıl bir araya gelse de dünyanın en iyi satranç oyuncusunu yenemezdi. Çünkü onbinler ne yaparlarsa yapsınlar tek akıl onların düşündüğünden daha mükemmelini düşünebilirdi. Bütün dünya bu düşünceye inanmıştı. Peki, bu doğru muydu? Gerçekten ellibin kişinin düşündüğünden daha fazlasını düşünen bir akıl olabilir miydi?



Bu soruya cevap vermeden önce bir hikaye daha anlatalım. 1988 yılında bilgisayar devi IBM, üniversiteden yeni mezun bir bilgisayar mühendisi olan Feng-Hsiung Hsu’yu işe alır ve ondan insanı yenebilecek bir satranç oyunu tasarlamasını ister. Hsu, Deep Thought (Derin Düşünce) adlı bir satranç oyunu geliştirir fakat oyun istenilen başarıyı yakalayamaz ve Kasparov’a yenilir. Bu sonuç hiç kimse için şaşırtıcı değildir. Çünkü kimse Kasparov’un bir bilgisayara yenileceğine ihtimal vermemiştir.



Aynı program üzerinde çalışmaya devam eden IBM yetkilileri Deep Blue (Derin Mavi) adlı yeni bir program yaratırlar ve 1997 yılında yeniden Kasparov’un karşısına çıkarırlar. Deep Blue ile Kasparov üst üste 6 maç yapar. Fakat sonuç bu kez inanılmazdır. Deep Blue Kasparov’u 3,5-2,5 yenmiştir.



Tüm dünyanın inanamadığı bu sonuca Kasparov da inanamamıştır. Kasparov, Deep Blue’ya insanların yardım ettiğini iddia eder. Çünkü yaptığı hamleye, bilgisayarın, piyonunu alarak karşılık vermesi gerekirdi. Oysa bilgisayar beklenen hamleyi yapmamıştı. Kasparov’un bu iddiasını satranç otoriteleri de onaylar. Fakat sonuç değişmez. Sıradan bir üniversite öğrencisinin yarattığı bilgisayar programı aynı anda 50.000 kişinin yenemediği Kasparov’u yenmiştir. Peki ama nasıl?



Yanıta geçmeden önce finansal piyasalar ile ilgili bir tespiti ortaya koyalım. Finansal piyasaların karmaşık doğası hiçbir şekilde öngörülebilir değildir. Bir dakika sonra bile neler olacağını kimse bilemez. Bu doğasının öngörülemez olduğunun bir göstergesidir. Kasparov’un Deep Blue’ya kaybetmesinin altındaki olgu da budur.



Şimdi Kasparov’un neden kaybettiğini söyleyelim.



Ø Deep Blue sadece bir makinaydı ve duyguları yoktu. Kasparov ise duyguları olan bir insandı.



Ø Deep Blue bir saniye içinde 200 milyon hamleyi hesaplayabiliyor ve kararını verebiliyordu. Kasparov ise sadece 3 hamle hesaplayabiliyordu.



Ø Deep Blue satrancın ne olduğunu, kiminle, nerede ve niçin oynadığını bilmiyordu. Tek bildiği pozisyonları hesaplamaktı. Oysa Kasparov satrancın ne olduğunu ve kiminle oynadığının farkındaydı. Fakat hesaplayamadığı şey saniyede milyonlarca işlemi değerlendiren Deep Blue’nun ne karar vereceğiydi.



Ø Kasparov hatalarından ders alabilen bir yapıdaydı. Yanlış hamlesini bir sonraki hamlede telafi edebiliyordu. Fakat Deep Blue’nun böyle bir yeteneği yoktu. Oynadıkça tecrübe kazanmıyordu.



Ø Deep Blue Kasparov’un delici bakışlarından hiç etkilenmiyordu. Oysa Kasparov onun soğukkanlılığından oldukça etkileniyordu.



Yukarıda anlatılanlar Kasparov’u yenilgiye götüren sebeplerdi. Bugün bu sebepler finansal sistem karşısında geleceği öngörmeye çalışan analistler için de aynen geçerlidir. Finansal piyasaların geleceği asla tahmin edilemez. Tahmin eden kişi Kasparov kadar dahi, duygulu ve başarılı olsa da finansal sistem Deep Blue gibi inanılmaz derecede hızlı, her yeni hamleye anında yanıt veren, duyguları olmayan, kiminle, nerede ve niçin oynadığını bilmeyen Deep Blue gibidir. Sonunda da daima o kazanır.



Her 1 lira aynı değildir



Bir liranın değeri her zaman bir lira olarak algılanmaz. İnsanlar paranın değerini, nereden geldiğiyle ölçmek gibi bir hesaplama hatası içine girerler. Diyelim ki aile büyüklerinizden biri, fiyatı 10 lira olan hisse senetlerinden yıllar önce almış olsun. Yıllar sonra vasiyet yoluyla bu hisse senetlerinin size geçtiğini düşünelim. Fakat fiyatı 2 liraya gerilemiş olsun. Şimdi düşünelim. Fiyattaki 8 liralık düşüş satma kararı verirken sizi etkiler mi? Büyük bir olasılıkla etkilemeyecektir. Çünkü hisse senetlerinin size maliyeti sıfır liradır ve şu anda da 2 liraya yükselmiştir. Bu da 2 lira kazandığınız anlamına gelmektedir.



İnsanlar varlıklara veya herhangi bir şeye değer biçerken rasyonellikten uzak bir hesaplama hatasına düşerler. İşletmeler kurulurken kolayca harcanan paralar, işletmeler faaliyete geçtikten sonra çok sıkı şekilde kontrol edilmeye başlanır. Ya da piyangodan kazanılan 10 lira ile çalışarak kazanılan 10 lira aynı kıymette görülmez. Bu eşitsizlikte insanların değerli şeyleri elde ederken harcadıkları emek, duydukları istek veya ihtiyaç güdüsünün önemli rolü vardır. Tüm bu duygular insan zihninde kategorize edilerek varlığın değeri oluşturulur.



Yapılan bir düşünce deneyi bu olguyu daha açık şekilde ortaya koyar. İki gruba ayrılan deneklerin birinci grubuna, biletlerini önceden 10 dolar ödeyerek aldıkları bir tiyatro oyununa geldiklerinde biletlerini kaybettiklerini farkettikleri söylenir ve yeni bilet almak isteyip istemedikleri sorulur. Deneklerin büyük çoğunluğu yeni bilet almak istemez. İkinci gruba ise biletsiz yola çıktıkları ve tiyatroya ulaştıklarında bilet alacakları söylenir. Fakat tiyatroya geldiklerinde ceplerindeki 10 doları düşürdükleri iletilir ve tiyatroyu seyretmek için yeni bilet almak isteyip istemedikleri sorulur. Çoğunluğun yeni bilet alarak oyunu görmek istediği görülür. Deney şaşırtıcı şekilde göstermektedir ki; eğer bir kişi 10 liralık tiyatro biletini tiyatroya giderken kaybederse yeni bilet almayı istemezken, 10 dolar nakit parasını kaybedenler yeni bilet almayı istemektedirler. Yapılan zihinsel muhasebe hatası ise birinci durumda biletin fiyatının 20 dolara çıkması nedeniyle bilet almayı pahalı bulmak şeklinde gerçekleşmiştir. İkinci durumda ise kaybedilen 10 doların maliyeti bilet fiyatına eklenmemiştir.



Hayatın her anında sıklıkla yapılan bu hata bir başka deneye daha konu olmuş, orada da benzer sonuçlar alınmıştır. Deneyde gruplar yine ikiye ayrılır. Birinci gruba 20 dolar verilir ve bu paranın 5 doları ile bir yazı tura oyununa girip girmeyecekleri sorulur. Kazanırlarsa 5 dolar daha alacaklar, kaybederlerse 5 dolar kaybedeceklerdir. Deneklerin %70’inden fazlası nasıl olsa en az 15 dolar kazanacaklarını düşünerek oyunu kabul etmişlerdir. İkinci gruba ise yine aynı soru biraz değiştirilerek sorulur. Yazı tura oyununda kazanırlarsa 25, kaybederlerse 15 dolar alabileceklerini ya da oyuna katılmadan 20 dolar kazanabilecekleri söylenir. Her iki soruda da kazanç ve kayıp aynı olmasına rağmen bu kez deneklerin sadece %40’ı yazı tura oyununa katılmaya razı olur. Görüldüğü gibi insanlar yaşadıkları olayları zihinlerinde farklı şekillerde kategorize ederek varlıklara farklı değerler biçmektedirler.



Ekonominin genel işleyişi de çoğu zaman zihinsel muhasebe hatalarının yarattığı tuhaf bir rasyonellik ile yürür. Bir hisse senedinin fiyatının %10 azalması varlığınızın da %10 azalması anlamına gelir. Ama insanlar böyle bir durumda nasıl olsa bir gün yükselir düşüncesiyle sessiz kalmayı tercih ederler. Öte yandan bankalar müşterilerinin hesaplarındaki paralardan %10’unu bir gün sonra yerine koymak vaadiyle çekseler sosyal bir ayaklanma oluşması yüksek ihtimaldir. Halbuki varlıktaki değişim her iki durumda da %10 azalmayı göstermekte ve bankanın çektiği parayı geri koyma ihtimali hisse senetlerinin yükselme ihtimaline göre daha fazladır.



Batık maliyet



Sorunlu yatırımları çıkmaz sokaklarda devam eden kişilerin şöyle yakındıklarını duymuşsunuzdur: “Şimdi vazgeçersem tüm harcadıklarım boşa gidecek.” Çok mantıklı gibi görünen bu yakınma asla bir yatırıma devam etme gerekçesi olamaz. Neden mi?.. Çünkü düşündüğümüz her şeye inanmamalıyız.



Ekonomide geri dönüşü olmayan maliyetler batık maliyet olarak adlandırılır. Diyelim ki arabanızın frenleri tutmuyor ve tamirciye götürdünüz. Tamirci size frenleri yaptığını söyleyip 100 liranızı aldı. Fakat birkaç gün sonra frenlerin yine tutmadığını gördünüz. Tamirciye gittiğinizde sizden tekrar ücret isteyecektir. O anda şöyle düşünmeniz pek mümkün değildir: “Daha önce 100 lira vermiştim. Şimdi de 100 lira verirsem, bu fren için çok yüksek bir tutar. En iyisi ben frenleri yaptırmayayım.” İnsanlar böyle bir durumda, geçmişte oluşan maliyeti şimdiki maliyete eklemeksizin yatırım kararlarını sürdürürler. Batık maliyet yanılsaması (sunk cost fallacy) denilen bu durum seçeneklerin gelecekteki kazançlara göre değil de batık maliyetlerin hesaba katılması ile ortaya çıktığı bir hatadır. Geleceği olmayan yatırımlara devam etmek düşüncesi her durumda rasyonel bir düşünce değildir. Yapılması gereken zararla yüzleşerek yatırımdan vazgeçmektir.



Akıllı çözümler sadece gelecekteki fayda ve maliyetler dikkate alınarak yapılmalıdır. Geçmişteki fayda ve maliyet bugünkü kararları etkilememelidir. Yapılan bir deneyde üç farklı gruba bir yıllık tiyatro bileti dağıtılır. Biletler ilk gruba 20, ikinci gruba 10, üçüncü gruba 5 dolardan satılır. Yıl sonunda deneklerin kaç kez tiyatroya gittiği ölçülür. Biletleri 5 dolara alanlar diğerlerine göre daha az tiyatroya gitmiştir. En çok tiyatroya gidenler ise 20 dolar ödeyenler olmuştur. Buradan çıkarılacak sonuç, kararlarını haklı çıkarma gayesini taşıyan insanlar, geçmişte katlandıkları maliyetlerden kolay kolay vazgeçememektedirler.



Geçmiş maliyetleri hatırdan çıkaramamanın altında kişilerin gelecek için taşıdığı pembe beklentilerin olduğu anlaşılmaktadır. Fakat genellikle maliyetler arttıkça alınan riskin de arttığı görülmektedir. Yapılan araştırmalarda, at yarışlarında son bahislerde dönen paranın ilk bahislere göre daha yüksek olduğu belirlenmiştir. İlk bahislerde kaybedenlerin, kayıplarını geri kazanmak için son bahislere daha fazla para yatırmalarının bu duruma neden olduğu düşünülmektedir. Başabaş noktası etkisi (break-even effect) denilen bu durum kişilerin para kaybettikleri oyunlar sonrasında, kayıplarını geri alabilme fırsatı sunan oyunlara fazlasıyla istekli davrandıklarını ortaya koymuştur. Öğrenciler üzerinde yapılan deneylerde, kaybettiklerini tamamıyla geri alacakları bir yazı tura oyununa, paranın kusurlu olması halinde bile riski almayı kabul ederek girdikleri gözlemlenmiştir. Finans kuruluşlarındaki trader denilen finansal piyasa işlemcilerinin birçoğu bu etkiyi gösterir. Societe Generale’den Jerome Kervial’ın da düştüğü bu tuzak 500’e yakın trader üzerinde yapılan gözlemlerde de ortaya çıkmıştır. Borsanın ilk seansında para kaybeden trader’ların ikinci seansta aldıkları riski arttırdıkları ve daha fazla para ile işlem yaptıkları görülmüştür.



Batık maliyetleri aklından çıkaramayan sadece sıradan insanlar ya da trader’lar değildir elbette. Büyük kurumsal şirketler de bu hatayı zaman zaman yaparlar. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri ‘Concorde hatası’ da denilen Fransa ve İngiltere’nin ortak yapımı olan süpersonik uçaktır. Uçağın ilk deneme sürüşündeki performansı çok düşük bulunmasına karşın yatırıma devam edilmiştir. Uçağa sipariş gelmemesinin yarattığı pazarlama probleminin de aşılamamasına rağmen her iki ülke de yatırımları giderek arttırıyordu. Oysa projenin durdurularak yapılan harcamanın zarar olarak kabul edilmesi için yeterince neden vardı. 25 Temmuz 2000 tarihinde düşen ve 113 kişinin ölümüne sebep olan Concorde, batık maliyet yanılsamasının yarattığı trajik bir sonuç olarak bugün hala hatırlanmaktadır. İngiltere’nin, hiç başlamaması gereken ticari bir felaket olarak gördüğü Concorde’un düşüş nedeni ise bugün hala tam olarak belirlenebilmiş değildir.



Batık maliyetin çarpıcı örneklerinden bir diğeri de 80’lerin sonunda nükleer santral şantiyesine dönen ABD’deki Shorem santralidir. 1987 yılına gelindiğinde santralin önemli kısmı bitirilmiş ve o ana kadar 5,5 milyar dolar harcanmıştı. Fakat işletme ruhsatı alınamamıştı. O aşamada en iyi alternatif santrala devam etmekti ve öyle de yapıldı. Fakat 89 yılında santral elektrik üretimine başlamadan protestolar nedeniyle kapatıldı. İşletme ruhsatının alınamadığı 87 yılında yatırıma son verilseydi, kaybedilen 5,5 milyar dolar olacak, 2 yıl ve diğer yatırılan tutar kurtarılmış olacaktı. Ama görüldüğü gibi batık maliyetin büyüklüğü ve gelecek umutları bu radikal kararın verilmesini engellemiştir.



Ne zaman yeteri artık diyeceğini bilememek her zaman bir hata olarak karşımıza çıkabilir.



Kaygan zemin riski



Konut kredilerinin global bir çöküşe neden olması sürecinde yapılan en büyük hatalardan biri konutun değeri ile verilen kredi arasındaki oransal çarpıklıktı. Bankacılık klasik yaklaşımı gereği, teminatın belli oranı karşılığı kredi alınabilir. Finansal kriz öncesinde konut kredilerinde bu oranın %75-80 arasında olması ideal sayılıyordu. Yani 100 liralık bir ev için en fazla 80 lira kredi alınabileceği gibi. Fakat kredilerin menkul kıymetlerin hammaddesini oluşturması nedeniyle daha fazla kredi vermek uğruna bu oran giderek arttırılmıştır. Evin değerinin %90’ı, %95’i ve hatta %100’üne kadar kredi verilmeye başlanmıştı. Evlerin değerlerinde yaşanacak düşüşlerde kredinin teminatsız kalacağı riski göz ardı edilmişti.



Burada yapılan hata insanların masum ve zararsız gördükleri bir düşünceden kaynaklanır. Kaygan bayır hatası (slippery slope) denilen bu olgu farkedilmediği sürece büyük sorunlara neden olur. Eski bir fabl bu sorunu çok güzel anlatır. Deve, gece üşüyen burnunu sahibinin çadırına sokmak için izin ister. Sahibi bu talebi uygun bulur. Fakat bununla yetinmeyip sırayla başını, boynunu, gövdesini ve en sonunda tüm vücudunu sokmak için izin ister. Sahibi ise başta burnunu sokmasına izin verme hatasını maalesef sonuna kadar yapmaya karşı gelememiştir.



Kaygan zeminler herkes için oldukça risklidir. Örneğin bir eşya almak için 500 lira bütçe ayırdıysanız, 520 liralık bir harcama sizi fazla rahatsız etmeyecektir. Çünkü nasıl olsa 500’ü ödeyen 520’yi de öder diye düşünürsünüz. Fakat her zaman böyle olmaz. Tıpkı finansal krizde örneklerine birçok kez rastladığımız gibi...



İngiltere’nin 1866 yılında el koyduğu Overand Gurney adlı bankadan 150 yıl sonra el koyduğu ilk banka olan Northern Rock’ta konut kredileri, evin değerinin %125’i oranına kadar çıkmıştı. İşte, devenin burnu ile başlayan hikayenin hazin sonu!



Maskeli adamı tanıyan var mı?



İnsanın oturma odasında bir fili görememesi inanılabilecek bir argüman olmamakla beraber yaşanan finansal kriz, insanların oturma odalarındaki fili göremeyeceği zamanlar olduğunu göstermiştir. ABD Finansal Krizi Araştırma Komisyonu (FCIC) açıkladığı raporunda, üç büyük rating şirketinin finansal çöküşün en önemli yaratıcıları olduğunu belirtmiştir. Fakat her üç şirketin de faaliyetleri devam etmekte olup çalışanları da hiçbir ceza almamıştır. Bir rating şirketi sadece rating veren bir şirket olarak bilinir ve finansal krizin nedensellik sorgusu iyi yapılamazsa bu sonuç son derece normaldir. Peki, buradaki düşünce hatası nerede saklıdır?



İki doğru yargının bir yanlış karara sürükleyebileceği olgusu maskeli adam yanılsaması (masked man fallacy) olarak bilinir. Şöyle ki;



Ø Bay A’yı tanırım,

Ø Bay B’yi tanımam



şeklinde iki yargıya sahip olalım. Bu iki yargının doğru olduğu varsayımında ulaşacağımız tek sonuç Bay A ile Bay B’nin aynı kişi olamayacağı gerçeğidir. Akla son derece yatkın olan bu makul sonuç bir hatayı da içinde barındırıyor. Diyelim ki doğru olan yargılarımız şunlardır:



Ø Arkadaşımın kim olduğunu biliyorum.

Ø Hırsızın kim olduğunu bilmiyorum.



Yukarıda açıklanan bakış açısıyla ulaşılacak sonuç arkadaşımızın hırsız olamayacağı gerçeğidir. Bu karar pekala doğru olabilir. Ama ya arkadaşınız hırsızsa ve siz bunu bilmiyorsanız?.. Öyleyse çıkarımınız yanlış olacaktır.



Finansal krizin en önemli olaylarından sayılan Madoff Securities adlı hedge fonun sahibi Bernard L.Madoff’un müşterilerine yaşattığı 50 milyar dolarlık zararın arkasında da maskeli adam yanılsamasından başka bir şey yoktu. Çünkü şirkete yatırım yapan hiç kimse Nasdaq borsasının eski patronunun bir ‘dolandırıcı’ olacağına bilemezdi.



Maskeli adam yanılsaması, doğru olduğunu düşündüğümüz yargılarımız sonucunda ulaştığımız kararların hatalı olabileceği düşüncesini sembolize eder. Bu hatanın ardındaki neden ise yargılarımızın bizatihi kendisinin hatalı olabileceği gerçeğidir. Hatanın son derece mantıklı olması ise gerçeğin üzerindeki sis perdesidir.



Senin için iyi olan benim için de iyiyse herkes için iyidir!



Yaşanan finansal krize gayrimenkul bazlı bir subprime kredi krizi etiketini koymak son derece doğru bir yaklaşımdı. Neredeyse tüm ABD ve Avrupa ülkelerinde halkın tamamı bir ev almanın iyi bir yatırım olacağı fikrini mantıklı bulmuştu. Ev fiyatları sürekli artarken, kredi kullanarak sıcak bir yuva sahibi olmanın ne zararı olabilirdi ki?



2000’li yıllardan sonra, düşük faiz-ucuz kredi politikalarının yarattığı sanal zenginlik dünyası, herkesi etkisi altına almıştı. Hatta subprime segmentte yer alan kredi ödeyebilecek maddi durumu olmayanları bile. 2007 finansal krizinden önce anlatılan masal ev fiyatlarının daima yük­seleceği masalıydı. Bu, sıradan insanların kolayca kabul edebileceği türdendi. Çünkü insanlara, bu sanallığın gerçek olduğunu inandıra­cak bir sembol sunuyordu: “Bir ev sahibi olmak!” Bu gerçek, fiyatların daima yükseleceği pembe düşünü bir anda herkese inandırmıştı. Ev sahibi olmak gerçekten önemli bir ekonomik gelişimdi. Ama bunun da bir sınırı yok muydu?



Bir basketbol maçında oyunu daha iyi izleyebilmek için herkes sahaya yakın bir yerde oturmak ister. Peki herkes sahaya yakın bir yerde oturursa nasıl görecekler?.. Ya da hükümetler topladıkları vergileri harcayarak ekonomiye katkı sağlarlar. Vergiler toplanmasa insanlar bu paraları zaten harcayarak aynı katkıyı yaratmış olmayacaklar mı?.. Bireyler için tek tek doğru ya da geçerli olanın bireylerin tümü için de geçerli olacağını düşünmek, ekonomik olarak çok tehlikeli bir toplama hatasını içerir. Bileşim yanılgısı (fallacy of composition) denilen bu olgu bireyler için iyi olan tasarruf yapmanın tüm toplum için de iyi olabileceği fikrini rasyonel bulma esasına dayanır. Peki herkes tasarruf yaparsa harcamayı kim yapacak?.. Harcama yapılmayan bir toplumda üretim yapılmayacak ve bunun sonucunda da insanlar işsiz kalacaktır. İşte bu da bireysel olarak iyi bir şey olan tasarrufun herkes için de iyi olduğunun düşünülmesinin yaratacağı acı sonuçtan başka bir şey olmayacaktır.



İşte finansal krizde de yapılan hata buydu. Kredi kuruluşları, bir ev sahibi olmak, birey için iyi bir şey ise herkes açısından da iyidir diye düşünerek herkese konut kredisi verdiler. Ödeyemeyecek olanlara bile. Ödemelerin yapılamamaya başlanmasıyla birlikte de herkes için iyi olanın nasıl bir küresel krize sebep olduğu ortaya çıkmıştır.



Sümen altı etme isteği yanılsaması



Görmezden gelmenin neşe veren bir zihinsel aktivite olduğu söylenir. İnsanlar kendi konfor alanlarını terketmek istemedikleri zaman, konuları kendi çıkarlarına yorumlamaya istek duyarlar. Önemli hususlar göz ardı edilir, olumsuz faktörler görmezden gelinir. Bu aslında fazla yadırganmaması gereken bir husustur. Çünkü insanoğlunun sınırlı yapısı görmezden gelmeyi doğasının bir parçası kılar. Tıpkı 2007 yılında başlayan finansal krizin gelişini önceden haber veren Nouriel Roubini’nin öne sürdüğü gerçeklerin önemsiz görülmesi gibi.



Krizin başlangıcından yaklaşık bir yıl önce, 2006 yılı Eylül ayında, New York Üniversitesi’nde çalışan ve pek de şöhretli olmayan Nouriel Roubini adlı bir profesör, Uluslararası Para Fonu (IMF) ekonomistlerinden oluşan bir din­leyici kitlesi önünde şu konuşmayı yapıyordu: “Kriz gelmek üzere. Amerika, muhtemelen hayatında ilk kez karşılaşacak. Gayrimenkul balonunun sönmesi, petrol şoku, hızla azalacak tüketici güveni ve sonunda derin bir resesyon…”



Roubini, krizle ilgili uyarıları sıraladıktan sonra, bu gelişmelerin hedge fonları, yatırım bankalarını, Fannie Mae ve Freddie Mac gibi büyük finansal kuruluşları tahrip edeceğini ekliyordu. Seyirciler, şüpheli ve hafife alan bakışlarla dinlemişlerdi Roubini’yi. Konuşmasını bitirip kürsüden inerken başkanın, “Bunun üstüne bir bardak su içelim!” sözüyle salondan kahkahalar yükselmişti. Her zamanki gibi, üniversitelerde öğretilen ekonomi kuramla­rına son derece bağlı ekonomistlerden karşı atağın gelmesi fazla gecikmemişti. Temel eleştiri noktaları aynıydı. Roubini, öngörü­lerini matematiksel modellere dayandırmıyordu. İrrasyonel insan davranışlarının sonucu oluşan bir dizi göstergeyi inceliyor ve öngörülerini bunların üzerine kuruyordu. Ekonomistlerin görmezden gelerek önem atfetmedikleri bu gerçekler Roubini’yi çok geçmeden kahin yapacaktı. Ekonomistler nerede hata yapmıştı?



Ekonomistler, o an herkesin yapabileceği masum ama ölümcül bir hata yapmışlardı. Bir düşünceyi savunurken, hesaba katılması gereken ve sonuç üzerinde etkili olabilecek delilleri sümen altı etmişlerdi. Yani görmezden gelmişlerdi. Çünkü kendi düşüncelerine olan inançları ve içinde bulundukları konum, böyle bir düşünceyi dikkate almayı faydasız ve basit bir eylem olarak görüyordu. Tüm ekonomik teoriler finansal sistemde herhangi bir sorun olmadığını söylüyordu. Endişelenecek bir şey yoktu ve herkes güvendeydi. Bu nedenle Roubini’nin bahsettiği irrasyonel davranışlar boyutu görmezden gelinmişti. Burada suçu sadece ekonomistlere atmak doğru olmayacaktır. Aşırı ısınan ekonomik koşullar altında sıradan insanlar da uyarıları dinleyecek inisiyatifi gösterememişlerdi maalesef. Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği basınında sıkça karşılaşılan bir durumdu bu. Örneğin gazetelerde şöyle bir habere rastlayabilirdiniz. Sovyetler Birliği yarışmada ikinci, ABD ise sondan üçüncü oldu. Bu gazete manşetine göre Sovyetler Birliği ABD’den daha başarılı olmuş gibi görünmektedir ama gerçek böyle değildir. Yarışmaya sadece üç ülke katılmış, ABD birinci, Sovyetler Birliği ise ikinci olmuştur.



Klasik iktisat teorisinin 2007 finansal krizini görmedeki en temel yetersizliği belki de ceteris paribus (diğer tüm durumlar sabitken) yanılsamasıydı. Etkisi araştırılan değişken dışındaki her türlü parametrenin sabit tutulduğu ve normal hayatlarına dönmek için maalesef teorinin bitmesini beklemeleri gerektiğini iddia eden ekonomi varsayımının latince adı ceteris paribus’tur. İktisat derslerinde ilk öğretilen kavramlardan biridir. Fakat dünya üzerinde ‘diğer tüm durumlar sabitken’ şeklinde bir zaman veya durum yoktur, olması da beklenemez. Bu ekonomi için de geçerlidir. Birçok ekonomi teorisinin oluşumuna katkı sağlayan ceteris paribus’un, değişkenlerin sabit tutulamadığı krizde başarılı olması zaten beklenemezdi. Ama ekonomistlerin ceteris paribus yanılsamasına kapılmaları gerçekten şaşırtıcı bir sonuçtu.



Krizin derinleşmesiyle birlikte artan ekonomik düzensizliklerin en önemli nedenlerinden biri de düzenleyici otoritelerin, gölge bankacılık sistemi içindeki likidite ve özsermaye yetersizliklerini görmezden gelen düzenlemeleriydi. Mevduatsız bankacılığın öteki adı denilebilecek gölge bankacılık sistemi 2000’li yıllardan sonra yüksek likidite ile finansal bir devrim yaratmıştı. Fakat krizle birlikte buharlaşan ve kaybolan önce likidite olmuştu. Düzenleyici kurumlar bu gerçeği başlangıçta görmekle birlikte, ileri risk yönetim tekniklerinin olumsuzlukların üstesinden geleceğine olan büyük inançları ile asıl riskleri görmezden gelmişlerdi. Risk yönetimi tıpkı bir emtia gibi somut ve fiziksel bir varlık olarak algılanmıştı. Bu da sistemin komple çökmesinin önünü açmıştır.



Geri tepme hatası



Keşke insanın karar verme kanunlarını çözmek de doğanın kanunlarını çözmek kadar kolay olabilse. Hatalı bir karar ile hatasız bir karar arasında kıyaslama yapabilecek bilimsel tespitlere sahip olabilsek. Fakat bu yolda alınması gereken henüz çok mesafe var.



İnsanoğlunun hayatı boyunca karşılaştığı gerçekler sahip olduklarından daha güçlü ise, mevcutları yenileri ile değiştirerek yoluna devam ettiği söylenir. Genellikle doğru olanın her zaman doğru kabul edilmeyeceği hususunun kararlarda göz önüne alınması gerektiği unutulmamalıdır. Yapılan araştırmalar derin kanaatlerin doğru bilgi karşısında direndiğini ve hatta daha da güçlendiğini ortaya çıkarmıştır.



ABD’de yapılan bir araştırmada, insanlara önce Irak’ta kitle imha silahları bulunduğu yönünde düzmece bir gazete haberi okutulur. Ardından birinci haberin hatalı olduğunu ve Irak’ta bu tip silah bulunmadığını söyleyen ikinci bir haber okutulur. Katılımcıların büyük bölümü ilk okudukları habere inanarak ikinciye şiddetle karşı çıkmışlardır. Geri tepme olgusu (backfire effect) denilen bu durum insanların psikolojik asimilasyonlarla duygu ve düşüncelerine tek yönlü bir şekil verdiğini göstermektedir. İnanılan şeylerdeki duygu ve ideoloji ne kadar güçlüyse, buna karşıt olan doğrunun kabul edilme ihtimali o kadar düşük olmaktadır.



2009 yılında İngiltere’nin en büyük morgage bankası olan HBOS’u çöküşe götüren nedenlerin arkasında da bu olgu vardı. Bankanın risk yöneticisi Paul Moore, bankanın faaliyetlerinin riskli olduğunu ve geleceğini tehdit edeceğini farkeder. Bankanın büyüme isteğinin agresif satış politikaları ile birleşmesinin bankayı uçuruma sürüklediğini yönetim kuruluna bildirir. Fakat büyüme adına tüm riskleri göze alan banka Moore’un görevine son verir. Sonrasında ise Moore’un belirttiği nedenlerden dolayı iflasın eşiğindeyken başka bir banka tarafından satın alınarak ömrünü tamamlar.



İnsanlar çoğu zaman değer verdikleri düşüncelerine, dış kaynaklardan gelen bilgi doğru bile olsa zarar verilmesini istemezler. Bu genellikle istem dışı ve bilinçsizce yapılır. Geri tepme olgusu düşünceyi koruma çabasına girer. Bu durum birkaç kez tekrar ettiği zaman ise artık kişi sahip olduğu bu düşünceye dönük eleştirel bakış açısını tamamıyla kaybeder. Hata, tüm çabalara rağmen artık fark edilemez topraklardadır.



Faydanın yarattığı hata



Bir şeyin insanlar üstünde yarattığı olumlu sonuçlarından dolayı daima doğru olacağını varsaymak insanoğlunun çok eski çağlardan beri yaptığı bir algılama hatasıdır. Düşüncenin doğurduğu olumlu sonuçlara göre ölçümlenmesi, bilginin faydalıysa aynı zamanda doğru olacağı anlayışını yaratır ki bu oldukça tehlikeli bir ölçüttür. Fakat faydanın, ilkeleri daima yendiği herkesin bildiği bir realitedir.



Küresel finansal sistem son on yıl içinde öyle karmaşık ve yoğun bir hal almıştır ki; sıradan insanın ‘peki bu bilgi benim ne işime yarayacak’ dediği zamanlar giderek artmıştır. Bir olgu veya görüşün pratikte uygulanabilir olması ve sonucunda başarı getirmesi, doğru kabul edilmesi için yeterlidir. Bundan daha ötesini sorgulamanın gereği yoktur! Faydalının doğru olduğu algısı, bir insanın ölmesi on insanın ölmesinden daha faydalıdır sonucuna yöneltir ki bu düşünce maalesef sağduyunun kaybolduğunun resmidir. Sokrates’in ‘sorgulanmamış yaşanmaya değmez’ diye ısrar etmesi sanıyoruz bu yüzdendi.



Finansal krize giden son on yıllık dönem içinde belki de en faydalı görülen hatalardan biri kaldıraçtı. Ama yarattığı tahribat anlatılır gibi değildi.



Denge prensibini ortaya koyan ilk bilim adamı olan Arşimet kaldıracın gücüne ithafen şöyle demişti: “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.” Arşimet’in bilimsel olarak ortaya koyamadığını 21.yüzyılda finansal mühendisler ortaya koymuştu. Dünyayı kaldıraçla yerinden oynatabilmişlerdi. Bu nedenle kaldıraç (leverage) için yatırım guruları şöyle diyordu: “Eğer süper zenginler sıralamasına girmek istiyorsanız, onların bir nu­maralı enstrümanını öğrenmeniz gerekiyor.”



Bu argüman insanlar tarafından kolayca kabul edilmişti. Çünkü herkes şöyle düşünüyordu: ‘Bugüne kadar zengin olmak için bize öğretilenler bizi zengin edememişlerse demek ki kaldıracı öğretmedikleri için edememişlerdir. Öyleyse kaldıraç faydalı bir şey.’



Kaldıraç belki de bu krizin en önemli ilüzyonuydu. Basitçe ser­mayenizin borçlarınızı karşılama oranını ifade eden bu kavramla dünya aslında ilk kez 90’lı yılların sonunda karşılaşmıştı. Daha doğrusu kaldıracın finansal sistemde ne kadar önemli olduğu gerçeğiyle.



21.yüzyılın başlarına kadar herkes, yükümlülüklerin sermayeye eşit olması veya dengeli bir oran içinde olması gerektiğine inanı­yordu. Ama LTCM’nin çöküşü bu inancı değiştirmişti. 2000’li yılların başında dünya piyasaları Long-Term Capital Ma­nagement (LTCM) adlı fonun iflası haberiyle çalkalanmıştı. Yüksek getiriler kazanmak için kurulan bu şirket, 1997 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Myron Scholes ve Robert C.Merton tarafından yö­netiliyordu. Nobel Ekonomi Ödülü alan bir ekonomistin bir şirketi batırabileceğini herhalde kimse aklına getirmezdi. İlk yıllardaki %40’lar seviyesindeki yıllık kazanç oranları, 5 milyar dolarlık zararla sonuçlanmıştı. Şirketin batmadan önceki sermayesi 400 milyon dolar, borçları ise 100 milyar dolardı. Yani kaldıraç oranı 250 idi.



Kar yaratmadaki faydası ile imtiyazlandırılan kaldıraç, LTCM’nin çöküşünden on yıl bile geçmeden, bu kez global ekonomiyi yarattığı mortgage bazlı enstrümanlarla mahvetmişti. Kaldıraç başarılı olduğu sürece kimse neden başarılı diye kendine sormamıştı. Ya da her zaman başarılı olacak mı diye. Kaldıracın yarattığı fayda insanlarda değerlendirme hatası yapılmasına neden olmuştur. Peki, yüksek risk içerdiği bilinmesine rağmen, kaldıraç neden herkes tarafından faydalı ve kişisel bir araç olarak kabul edilmiştir?



Sıradan bir insanın kaldıraç gibi riskli bir yapıyı kabul etmesinin ardındaki yanılsama hatası psikolog Bertram Forer’in 1948 yılında yaptığı bir deneyde oldukça etkili şekilde ortaya konmuştur. Forer, daha önceki derslerde yaptığı bir kişilik testinin sonuçlarını kapalı bir zarf içinde öğrencilerine dağıtır. Daha sonra öğrencilerinden, test sonuçlarının kendilerine ne kadar uygun olduğunu göstermek için 0 (hiç uygun değil) ile 5 (son derece uygun) arasında bir puan vermelerini ister. Öğrencilerden biri zarfı açar ve metni okumaya başlar. Ama o anda bilmediği şey diğer öğrencilerin de aynı metni okuyor olduğudur:



‘Başkalarının sizi beğenmesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Kendinizi eleştirmeye meyillisiniz. Kullanamadığınız büyük bir potansiyele sahipsiniz. Bazı zayıflıklarınız olsa da genellikle onların üstesinden gelebiliyorsunuz. Dışarıya özgüvenli gözükürken içinizde tereddütler duyuyorsunuz. Bazen doğru kararı vermek konusunda şüphe duyuyorsunuz. Kısıtlamalar içinde kalmak sizi mutsuz ediyor. Başkalarının düşüncelerini ciddi kanıtlar olmadan kabul etmiyorsunuz. Bazen dışa dönük ve sosyal, bazen içe kapanıksınız.’



Kişisel olduğu düşünülen ama herkes için aynı olan ve bir astroloji falından rasgele alınan bu cümlelere verilen ortalama puan 4,26 idi. Yani neredeyse hemen hemen herkes buradaki özellikleri kendisi ile ilişkili bulmuştu. Test daha sonra başka öğrenci gruplarına yapılsa da sonuçlar daima 4,20 düzeylerinde gerçekleşmişti. Bu benzer sonuçların nedenleri araştırıldığında deneklerin şu hataları yaptıkları görülmüştür. Büyük çoğunluk için geçerli analizlerin sadece kendilerine özel olduğunu sanmışlardır. Kişilik analizini yapanın otoritesine güven duymuşlardır. Değerlendirmede sadece pozitif ve olumlu özelliklere önem vermişlerdir.



İşte kaldıraca olan bağımlılığın arkasındaki hatalar silsilesi yukarıda anlatılanlardan farklı değildi. Tıpkı astroloji ve fal gibi analizlere olan bağımlılıkta sürekli yapılageldiği gibi. İnsanlar kaldıracı kendilerine özel saymış, kaldıraç imkanını sunan kreditörlere güvenmiş ve kaldıracın sadece zengin etme yönünü dikkate almışlardı.



Oregon Üniversitesi profesörlerinden Ray Hyman, kişilerin kendileri için özel olduğunu düşündükleri bilgiye olan bağımlılıklarının, ayarlanabilir bir realite yarattığını ilginç bir şekilde ortaya koymuştur. Öğretim görevliliği yanında el falı bakmada da uzman olan Hyman, el falı baktığı kişilerden daima olumlu geri bildirimler alarak bu alanda kısa sürede bir fenomen olmuştu. Bir gün şöyle bir karar alır. Kişilerin el falında gördüklerinin tam tersini söylemeye başlar. Müşterilerden gelen geri bildirim şaşırtıcıdır. Hepsi kendilerine söylenenlerin doğru olduğunu ve gerçekleştiğini ifade etmişlerdir.



Olay ve olguların insanlar üzerinde bırakacağı yararlı etkilerden dolayı doğru olacaklarına olan inancın her zaman yüksek bir hata payı içereceği gözden kaçırılmamalıdır.



Astrolojiye inanma tutkusu



Astrolojinin gerçekliği konusunda bilimsel bir veriye sahip değiliz. Böyle bir kanıtın varlığı veya onun ne zaman bulunacağı da henüz bilinebilir gözükmüyor. Öyleyse insanların astrolojiye duydukları güven nereden geliyor?



Kanadalı sihirbaz ve araştırmacı James Randi, Flim Flam adlı kitabında, genç yaşlarında, bir gazetede astroloji falları yazdığını anlatır. Kullandığı yöntem eski dergilerden öngörüleri alıp karıştırdıktan sonra gelişigüzel çekerek yazmaktır. Tahmin edileceği gibi bu yöntem çok başarılı olmuş ve insanlar öngörülerin doğruluğuna büyük güven duymuşlardır. Randi, daha sonra bu işi ahlaki ve etik değerler nedeniyle bırakmıştır.



Eğer bir ürünün, kullanım kılavuzunda yazan işlevlerden birini yerine getirmediğini farkederseniz, size verdiği zarara göre geri iadeden aleyhinde dava açmaya kadar birçok seçeneği uygulamaya alabilirsiniz. İcracıları tarafından gerçekliği ve bilimselliği konusunda büyük bir inanç beslenen astroloji fallarından, hakkınızda gerçek dışı bir öngörüde bulunanı nereye şikayet edebilir ya da hangi mahkemede dava açabilirsiniz?



İnsanların astroloji gibi bilimselliği henüz kanıtlanmamış konulara inanmalarının altında iki yanılsama vardır. Geleneklere olan saygı ve inanç, ‘astroloji doğrudur çünkü herkes ona inanıyor’ düşüncesine yönlendirir. Bu düşünce kolayca değiştirilebilir ya da yorumlanabilir değildir. Çünkü kişiler yüzlerce yıldır böyle yapılan bir işi değiştirmeyi gerekli görmezler. Bu da inanmaya ve hataya yöneltir. İkinci yanılsama ise daha önce anlattığımız Forer etkisidir. Bireyler özellikle kendileri için hazırlanmış gibi görünen ama aslında büyük çoğunluktaki insanlara uyacak kadar genel ve belirsiz tasvirlere yüksek değer verme eğilimindedirler.



Finansal gelecek hakkında öneriler yapmak sistemin en popüler kavramlarındandır. Birçok değişik teknik kullanarak yatırımcıların kararlarına yön vermek herkesin sempati ve ilgiyle yaklaştığı bir iştir. Finansal kararların önemli bölümünün bu analizler ışığında verildiği de bilinen bir gerçektir. Fakat bu, sınırı iyi ayarlanması gereken bir davranıştır. Genellikle geçmiş verileri kullanarak yapılan gelecek öngörüleri üslubu iyi ayarlanmadığı sürece finansal astrolojiye dönmesi olasıdır. Finansal astrologların en ünlü isimlerinin başında ABD’de CNBC televizyonunda Mad Money programını sunan Jim Cramer gelir. Hisse senedi önerileri büyük bir izleyici kitlesi tarafından yatırım kararına dönüştürülen Jim Cramer, 11 Mart 2008 tarihinde, daha sonra büyük tartışmalara neden olacak bir finansal öngörüye imza atar.



11 Mart 2008, küresel finansal krizin ilk büyük enkazı olan ABD’nin 5 büyük yatırım bankasından biri olan Bear Stearns’ün çöküşünün 3 gün öncedir. Jim Cramer, 11 Mart 2008’de, dünya finans tarihinin en önemli astrolojik hatalarından birini yapar ve Bear Stearns’ün harika durumda olduğunu izleyicilerine söyler. Bu açıklamanın üzerine kaç kişinin Bear Stearns hisse senedi aldığı tam olarak bilinememektedir. Fakat şirket bu açıklamanın üzerinden 3 gün bile geçmeden 14 Mart 2008’de, ABD Merkez Bankası Fed tarafından sağlanan fonla JPMorgan tarafından satın alınır. 2 dolar hisse bedeli karşılığı yapılan satış, o anki piyasa fiyatının sadece %10’una karşılık gelmektedir ki bu da yatırımcıların kayıplarının hangi düzeylerde olduğunun açık bir göstergesi gibidir. En az bunun kadar vahim olan bir başka husus ise bazı rating şirketlerinin bankanın satın alındığı gün bankaya 2A rating vermiş olmalarıdır. Anlaşılacağı üzere olan yine yatırımcıya olmuştur Fakat gelecek öngörülerine güvenerek verilen hırs dolu kararların sorumlusunun insanoğlunun kendisinden başka kimse olmadığı herkesin anlaması gereken bir gerçektir. “Yüzyılın en iyi fizik öğretmeni” kabul edilen Feynman bir keresinde şöyle demişti: “Bence uçan daireler hakkındaki raporların, dünyadışı zekaların bilinmeyen mantıklı çabalarından ziyade dünyalı zekaların bilinen mantıksız niteliklerinin bir sonucu olması oldukça muhtemeldir.”



Astrolojinin geleceği ne kadar öngördüğü pek bilinemese de James Randi’nin herhangi bir paranormal, doğaüstü veya okült bir güce sahip olduğunu bilimsel testler altında kanıtlayan kişiye vermeyi taahhüt ettiği 1 milyon doları bugüne kadar henüz kazanan çıkmamıştır. Sanıyoruz şu Latince deyiş yıllar geçse de anlamını yitirmeyecek gibi görünmektedir: In solis sis tibi turbo locis! Issız yerlerde kendin için bir evren ol!



Olasılık hatası



İstatistik, matematik, sayılar veya nümerik herhangi bir datayı kullanarak ulaşılabilecek bir yanıt sadece o verilerin olduğu bir evrende doğru bir yanıt olabilir. Ama kişiler matematiği ve ihtimalleri hayatın her anına yaymaya son derece isteklidirler ve bunu yaparken de kararlarının kesinlikleri hakkında oldukça inançlıdırlar. Mesela şöyle bir ifadenin anlatmak istediği herkes tarafından kolayca anlaşılabilir: ‘Politikacı Bay A’ya %99 inanıyorum.' Bu sözü dinleyen birisi muhtemelen şu yorumu çıkaracaktır. Bay A, çoğu zaman inanılacak biri ama nadiren değil. O zaman şu ifadeyi nasıl yorumlarız? ‘Bana Bay A’ya %99 inanan 100 kişi gösterin, size %50’sinin %10 bile inanmadıklarını göstereceğim!’



Conservapedia adlı internet sitesinin kurucusu Andrew Schlafly’nin ileri sürdüğü gibi, olasılık sadece sayılabilir durumlar için geçerli ve mantıklıdır. İnancın, duyguların veya nitel olguların matematiksel ifadesi hatalı bir yaklaşımdır ve insanlar bu hataya çoğu zaman düşerler. Buradaki temel düşünce hatası, bir argümanın, doğru veya yanlış olabileceği gerçeği yanında ‘çok doğru’, ‘çok yanlış’, ‘çok çok doğru’, ‘çok çok yanlış’, ‘yaklaşık olarak doğru’ veya ‘yaklaşık olarak yanlış’ olabileceği seçeneklerinde tam olarak neyi ifade ettiğinin bilinememesidir. Bu durumu Azeri matematikçi Lütfi Askerzade’nin 1965 yılında ortaya koyduğu ve bugün mühendislikten finansa birçok disiplinin kullandığı bulanık mantık (fuzzy logic) teorisi oldukça iyi anlatır. Hayatta her şey klasik mantık teorisinin tanımladığı gibi ya doğru ya da yanlış değildir. Doğru ile yanlış arasında doğruya ve yanlışa yakın ama doğru veya yanlış olarak değerlendirilmesi zor alanlar vardır. İşte insanoğlu çoğu zaman bu alanları tanımlayamaz. Örneğin bir insanın yaşlı sayılabilmesi için tam olarak kaç yaşında olması gerektiğini bilemeyiz. 60 yaşındaki bir insana yaşlı diyebiliriz belki ama 60’dan geriye birer birer azalttığımızda en son hangi yaşın yaşlı olarak nitelendirileceğini tam olarak kestiremeyiz. İşte bu durum ancak bulanık mantık denilen uç değerler arasındaki alanların tanımlanmasına bağlıdır. Fakat bu çok zor bir durumdur ve yapılamadığı zaman olasılık hatası ya da mantık hatası olarak geri döner.



2007 finansal krizinin sebebinin hala tam olarak ortaya konamamış olmasının arkasında da bulanık alanların netleştirilmemesi sorunu vardır. Finansal, ekonomik, sosyal, teknolojik, medya ve insan faktörü gibi birçok etkenin bir araya gelmesi, daha önce tekrarı yaşanmamış bir etki oluşturduğundan, klasik ekonomi teorilerinin kesin mantık yaklaşımıyla çözülmesi mümkün değildir. Kriz öncesindeki karmaşık yapılı uyarıların algılanamamış olması da bu nedenledir.



Yetersiz örnek hatası



2007 finansal krizinin şüphesiz en büyük hatası menkul kıymetleştirme (securitization) denilen işlemlerde yapılmıştı. Finansal krizin başladığı ilk günden en derin günlerine kadar her aşamasında öfkenin odağında yer almıştı. Menkul kıymetleştirme denilen ve birçok sektör temsilcisi tarafından dünya finans tarihinin en önemli hatası sayılan işlem kısaca şöyle yapılmıştı. Bankaların müşterilerine verdikleri konut kredileri, kredi değerliliklerine bakılmaksızın menkul kıymet havuzlarına alınmışlardı. Kredi geri ödeme puanları yüksek olan krediler ile düşük olan kredilerin (subprime) aynı paketler içine yerleştirilmesi, bu menkul kıymetlere yatırım yapanlara faiz ödeme aşamasında tehlikeli bir durum yaratıyordu. Çünkü subprime segmenttekiler kredi geri ödemelerini yapmazlarsa bu menkul kıymetlerin faiz ödemeleri azalacak ve sonrasında belki de bu menkul kıymetlere ilgi düşecekti. Öyle de oldu. 2007 yılı ile birlikte subprime segmentte yer alan kredilerin geri ödemeleri zayıflamaya başlayınca faiz ödemeleri de düşmeye başlar. Tahakkuklar arttıkça ödenen faizler düşmeye devam etti. Faizin düşmesi bu ürünlere olan talebi düşürdü. Kimse artık bu menkul kıymetleri almak istememektedir. Aynı pakete konan kredilerden geri ödemelerinde sorun olmayanlar sayıca daha fazla bile olsa, paket içinden iyiler ile kötüleri ayrıştıramama, yatırımcı güvenini yok etmiştir. 10 trilyon doların üzerindeki pazarın donması bir anda tüm finansal sistemi içinden hala çıkılamayan likidite krizinin içine sokmuştur.



Kredilerden iyi ve kötü ödeme puanına sahip olanların aynı paket içine konulmasında yapılan risk yönetim hatası aslında insanoğlunun damarlarına işlemiş bir hatadır. Örneklem önyargısı (sampling bias) denilen bu durum insanların yeterli bilgiye sahip olmadıkları durumlarda karar vermek zorunda olduklarında, sahip oldukları kısıtlı bilgi ile kararlarını verdiklerini göstermektedir. Örneğin bir restoranda yenilen bir tabak yemek sonrasında arkadaşınızın restoranı beğendiniz mi sorusuna, yenilen bu bir tabak yemeğin bıraktığı etki doğrultusunda yanıt verilmesi genel bir alışkanlıktır. İnsanların kendi veya başkalarının yararlarına verdikleri kararlarda yetersiz bilgi hataya sebep olmaktadır. İşte, menkul kıymetleştirmede de yapılan bu hataydı. Menkul kıymet sisteminin finansal kurumlar açısından yüksek karlı yapısı, ihraççıların, yeterli risk değerlendirmesi yapmadan kredileri alelacele paketlemesine neden oldu. Paket içinde yer alan örneklerin homojenlik, şeffaflık ve gerçekten risksiz oldukları yönündeki risk değerlendirmesi yeterince gerçekçi yapılmamıştı. Kısacası menkul kıymetleştirme operasyonlarında örnekleme dikkat edilmemiş ve seçim hatası büyük bir sonuç hatasına dönüşmüştü.



Aslında bu hataya düşmemek için yapılması gereken şey oldukça basit başka bir hataya düşmek demekti. Bazı sağlık sigortası şirketlerinin sadece sağlıklı insanları, bazı kasko şirketlerinin sadece kaza yapmayan şoförleri sigortalaması gibi kiraz toplama (cherry picking) denilen bir yanılsamaya düşmek en doğru karar olacaktı. İyi krediler ile kötü krediler ayrı paketlere konarak seçim hatası yok edilebilirdi. Fakat hız ve yüksek kar isteği buna mani olmuştu.



Yetersiz ve yanlış örnek ile karar verme hayatın birçok karesinde rastlanılan bir durumdur. Diyelim ki yardımsever bir insanla karşılaştınız ve nereli olduğunu sordunuz. O da Norveçli olduğunu söyledi. Bu bilgi zihninizde kalıcı bir yer işgal edecektir. Daha sonra karşılaştığınız ve yardımsever olduğunu düşündüğünüz başka bir kişiye nereli olduğunu sorduğunuzda o da Norveçli olduğunu söylerse, artık başka bir Norveçli tanımasanız bile muhtemelen Norveçlilerin oldukça yardımsever insanlar olduklarını düşüneceksiniz. Ya da eklem ağrısı olan hastaların hava sıcaklıklarındaki değişimin hastalıkları üzerinde etkili olduğunu düşünmeleri gibi. Ama eklem hastalıkları olan kişiler üzerinde yapılan uzun süreli gözlemlerde hava sıcaklığındaki değişim ile hastalığın seyri arasında en küçük bir ilişki bulunamamıştır. Görüldüğü gibi yetersiz örneklem veya seçim hataları büyük sonuç hatalarına dönüşebilmektedir. Forbes dergisinin sahibi Malcolm S.Forbes’in şu sözü ile son noktayı koyalım: “Sorun hakkında fazla bilgi sahibi değilseniz çözüm bulmanız oldukça kolaydır.”



Tilki ile üzümler



İnsanlar verdikleri kararlarda farkında olmadan hataya yönlenseler de zihinlerindeki çelişkileri bir dengeye oturtmaya son derece istekli ve meyillidirler. Eğer bu otomatik dengeleme işleminde bir yetersizlik olursa bundan rahatsızlık duyarlar ve çeşitli dengeleme yöntemleri bularak bu durumdan kurtulmaya çalışırlar. İnanç, yargı, davranış ve kararlardaki tutarsızlıktan kaynaklanan uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için tutum ve davranışlara uygun bilgiye yönelme eğilimi sosyal psikolojide bilişsel uyumsuzluk (cognative dissonance) olarak tanımlanmaktadır. Bize benzeyen insanlardan hoşlanmamak, kendi mizacımızdan da hoşlanmıyor olmak gibi ağır bir muhasebenin altına sokacaktır ki; bu oldukça rahatsız edici bir durum olduğundan, insanlar kendilerine benzeyen tiplerden genellikle hoşlanırlar. Ya da alıp hiç kullanmadığımız kablosuz kulaklık cihazını, ödediğimiz yüksek bedel nedeniyle son derece faydalı bulmamız gibi.



Bilişsel uyumsuzluğun klasik tanımı Ezop’un Tilki ile Üzümler hikayesinde ortaya konur. Acıkmış halde gezinen bir tilki, yüksek bir çardaktan salınan üzümleri görünce gizlice bağa girer ve üzümleri koparabilmek için yukarı doğru sıçramaya başlar. Fakat üzümler o kadar yukarıdadır ki bir türlü üzümlere yetişemez ve sonunda pes eder. Yavaş yavaş ve bitkin bir halde oradan uzaklaşırken bir taraftan da kendi kendine söylenmektedir: “Bu üzümlerin hepsi zaten koruk; eminim ki çok ekşidirler. İyi ki yememişim.”



Kişinin düşünce ve davranışlarındaki uyumsuzluğu dengeleme eğilimini gösteren iki deney konuyu biraz daha anlamlı ve açıklayıcı kılacaktır. Birinci deneyde deneklere oldukça sıkıcı ve gereksiz bir iş yaptırılır. Belli bir süreyi vida sıkarak geçirirler ve sonrasında deneyi tamamladıkları söylenir. Ama aslında deney burada başlamaktadır. Deneklere salondan çıkarken, görevlinin bugün gelmediği ve dışarıda bekleyen ve sizden sonra salona girecek olan adayı, deneyin çok zevkli bir deney olduğunu anlatan birkaç cümle söyleyerek salona göndermeleri rica edilir. Bunun karşılığında da deneye katıldıkları için biraz para verilir. Deneklerin bazılarına 20 dolar verilirken bazılarına 1 dolar verilir. Denekler sınıf dışında bekleyen kişiye, deneyin ne kadar güzel ve eğlenceli olduğunu anlatarak sınıfa gönderirler. Ayrılırken de kendilerinden dağıtılan formu doldurmaları istenir. Formda deneyi nasıl buldukları sorulmaktadır ve deneyin can alıcı kısmı burasıdır. Bu soruya; 20 dolar alan denekler, deneyin çok kötü bir deney olduğu cevabını verirken, 1 dolar alan denekler iyi ve eğlendirici bir deney olduğu yanıtını verirler. Deneyi gerçekleştirenler çıkan sonuçlara oldukça şaşırırlar.



İkinci deneyde ise öğrencilerden, bozulan eğitim koşullarını protesto etmek için polise karşı gösteri yapmaları istenir. Polis ise göstericilere belli ölçüde mukavemet gösterecektir. Daha sonra öğrencilerden polisin mukavemet göstermekte neden haklı olduğunu anlatan bir makale yazmaları istenir. Makale karşılığı öğrencilerden bazılarına 20 dolar ödenirken, bazılarına 1 dolar ödenir. Daha sonra tüm deneklere yeniden kimin haklı olduğu sorulur. 20 dolar ödenen denekler polisin değil öğrencilerin haklı olduğunu söylerken, 1 dolar ödenen denekler polisin haklı olduğunu söylerler. Sonuçlar yine şaşırtıcıdır.



Deneylerin her ikisi de temelde davranışlar ile düşünceler arasındaki uyumsuzluğu açıkça göstermektedir. İlkinde son derece sıkıcı bir deney diğer adaylara zevkliymiş gibi anlatılmıştı. İkincisinde ise öğrenciler yaptıkları gösteride haklı olduğu halde yazdıkları makalede polisi haklı göstermişlerdi. Peki bu noktada, para alanlar ile almayanların davranış farklılığını nasıl açıklamalıyız?



Aslında her iki grup, hem çok para alanlar hem de az alanlar, düşünceleri ile davranışları arasındaki uyumsuzluğun farkındadırlar. İlk deneye bakarsak her iki denek grubu da vida sıkmanın sıkıcı bir iş olduğunu ve dışarıya çıkınca tam tersini söylediklerini biliyorlar. Ama sadece kendilerine 20 dolar ödenenler daha sonra bu uyumsuzluğu açıklıyor. Çünkü kendilerine yeteri kadar para ödendiği için bu düşünce ve davranış uyumsuzluğuna katlandıklarını düşünüyorlar. Az para alanlar ise bu uyumsuzluğu devam ettirerek yok görmeye devam ediyor. Çünkü davranışlarını değiştiremeyecekleri için tutarsızlığa düşmemek adına düşüncelerini değiştirmek zorunda kalıyorlar.



Profesyonelliğin, uyumsuzluğu ortaya koymada daha başarılı olması ise konunun diğer önemli tarafı. Yeteri kadar para alanlar almayanlara göre uyumsuzluğu açıkça ortaya koymakta bir sıkıntı duymuyorlar. Bu noktada kimseye para ödenmeseydi ne cevap verirlerdi sorusu akla gelecektir. Normal şartlar altında tüm deneklerin ‘çok sıkıcı bir deney, sakın gitmeyin’ ya da ‘öğrenciler haklıdır’ demesi beklenecektir. Ama görüldüğü üzere deneylerde sadece yaptığı iş için yeteri kadar parayı aldığını düşünenler değerlendirmelerini dürüstçe yapabilmişlerdir.



Profesyonelliğin, duyguları fazlasıyla etkilediği bir başka deneyde şöyle ortaya konmuştur. Deneye katılanlardan soğuk bir şişeyi canları acıyıncaya kadar tutmaları istenir. Bunun için bir kısmına para ödenirken bir kısmına ödenmez. Deney sonunda para alanlar almayanlara göre şişeyi üç kat daha uzun süre tutmuşlardır.



2007 finansal krizine götüren en önemli sebeplerden olan ahlaki tehlike (moral hazard) birçok örnekte karşımıza çıkmıştı. En önemli örneklerden biri rating şirketi çalışanlarının yazışmalarıydı. Rating şirketleri, 2000’li yılların başıyla birlikte menkul kıymetleştirme çılgınlığının dışında kalamamıştı. Pazardan pay alabilmek adına, menkul kıymetlerin taşıdıkları riskleri objektif şekilde değerlendirmeksizin 3A rating ile derecelendirmişti. Evrensel mükemmellik notu ile derecelenen menkul kıymetlere talep bir anda artarak büyük bir balona dönüşmüştü. Oradan da krize.



Krizin yarattığı enkazın aydınlanmaya başlaması ile birlikte rating şirketi çalışanlarının düşünceleri ile davranışları arasındaki uyumsuzluğu ortaya koyan ifadeleri açığa çıkmaya başlamıştı. Rating şirketlerindeki analistlerden bir bölümünün yöneticilerine gönderdikleri e-mail’lerde, mortgage bazlı menkul kıymetlere güvenilmeyecek, aşırı abartılı rating’ler verdiklerini itiraf ediyorlardı. Bu durumun üzerlerinde, bu işi yapacak yeterlilikte ol­madıkları düşüncesini uyandırdığını ve para için ruhlarını şeytana sattıkları hissini yaşattığını belirtiyorlardı. Bir diğer e-mail’de ise, 2006 yılında, bir rating şirketi analisti meslektaşına şöyle yazıyordu: “Boşver, bu iskam­bilden kule yıkılana kadar biz çoktan zengin oluruz.”



‘Ben akıllı biriyim’ düşüncesi ile ‘bu riskli menkul kıymetlere 3A rating vererek aptalca bir iş yaptım’ düşüncesi birbirleri ile uyumsuzluk yarattığı için yüksek ücretlerle çalışan analistler bu rahatsızlık veren uyumsuzluğu birbirlerine ifade etmekten çekinmemişlerdir. İnsanların ters düşmekten en çok korktukları kişinin yine kendileri olduğu gerçeği bir kez daha kendini göstermiştir.



İnsanoğlu düşünce ve eylemlerindeki uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için çoğu zaman çaba harcamaz. Bilişsel uyumsuzluk teorisinin babası sayılan ABD’li sosyal psikolog Leon Festinger hatanın başladığı bu anı oldukça çarpıcı bir araştırma ile ortaya koymuştur. L.Festinger, kıyamet gününün tarihini bildiğini söyleyen bir dini grubun üyelerinin düşünce ve davranışlarını, bekledikleri kıyamet tarihi geçtikten sonra inceler. Söylenildiği tarihte kıyamet kopmamış fakat grubun üye sayısında da bir azalış olmamıştır. Üyelerin çoğu kıyamet tarihinden önce işlerini bırakmış, evlerini satmış hatta biriktirdikleri parayı bile harcamıştı. Bazıları açısından hayal kırıklığı, bazıları açısından sevinç dolu bu olaydan sonra grubun üye sayısı artmaya başlamıştır. Tüm paradigmasına kaybeden grup için bu durum şaşkınlık vericidir. Üyelere sorulduğunda ise şöyle yanıt vermişlerdir: ‘Çünkü kıyametin kopmaması için çok yalvardık.’



L.Festinger’in belirttiği gibi, insanlardan yalan söylenmesi istendiğinde ve kendilerini haklı çıkaracak bir neden verilmediğinde, söyleyecekleri yalanın doğru olduğuna kendilerini inandırırlar. Bilişsel uyumsuzluk hatasının en büyük tehlikesi zaman geçtikçe düzeltilmesinin zor bir hal almasıdır. Çünkü kimse, ‘madem öyle, şimdiye kadar neden bunu söylemedim’ diyecek kadar hatalarından ders çıkarmaya istekli olmayabilir.



Paranın ve duyguların zaman değeri



Finansın temel varsayımı paranın zaman değeri olduğudur. Bugün sahip olunan 10 lira ile bir ay sonra sahip olunacak 10 lira aynı değerde değildir. Bir aylık sürenin yaratacağı faiz farkının hesaplamalara dahil edilmesi gerekir. Bu varsayımın, mantıksal olarak ekonomik realiteyi doğru şekilde yansıttığından, kabul edilebilirliği yüksektir. Ondan dolayıdır ki finansal sistem bu teori üzerinde bugünkü dominant yapısına ulaşabilmiştir.



Modern finansal sistemin zaman faktörünü değerlendirme şekli ile insan doğasının değerlendirme şekli önemli bir farklılık içerir. İnsan doğası, uzun dönemli yüksek getiri karşısında kısa dönemdeki düşük getiriyi tercih eder. Ama seçeneklerin ikisi de uzun vadeli ise daha yüksek getiriyi seçer. Yapılan deneylerde katılımcılara bugün size 50 dolar veya bir yıl sonra 100 dolar vermeyi öneriyoruz, hangisini seçersiniz diye sorulmuştur. Katılımcıların büyük çoğunluğu bugünkü 50 doları seçmiştir. Oysa bir yıl sonraki 100 dolar, katılımcıların tamamının bildiği ekonomik gerçekler altında en ideal seçimdir. Burada ödüle erişme süresinin yakınlığı insanların karar verme süreçlerini etkilemiştir. Aynı deney, bu kez ulaşılan bu sonucu test etmek için yeniden yapılır. Katılımcılara 9 yıl sonraki 50 doları mı yoksa 10 yıl sonraki 100 doları mı tercih edecekleri sorulur. Önceki deney ile paralel düşünüldüğünde ilk seçeneğin seçilmesi beklenmektedir. Bir yıl daha beklemeyi göze alamayacakları düşünülür ama sonuç öyle olmaz. Katılımcıların çoğu 10 yıl sonraki 100 doları tercih eder. Yani rasyonel olan sonuca ulaşır.



Deneylerin ortaya koyduğu gibi insanlar paranın zaman değerini kendi çıkarları açısından kullanan bir karar verme sistemine sahiptirler. Finansal sistem içinde paranın zaman değeri üzerine oynanan oyunların haddi hesabı yoktur diyebiliriz.



Paranın zaman değerinin insan doğası için taşıdığı bu hassaslık, finansal piyasaların çok önceleri öğrendiği bir durumdur. Bu nedenledir ki finansal krizlerin birçoğu kurlar üzerinde gerçekleşen işlemler sonucu döviz piyasalarında meydana gelir. Para birimleri, spekülatif ve hırslı yatırımcıların yüksek tutarlı işlemleri ile dalgalı hale getirilerek oynaklıkları arttırılır ve bunun sonucunda döviz kurlarının birbirlerine karşı değerleri yüksek tutarlarda değiştirilir. Diyelim ki belli bir anda 1 dolar 100 japon yenine eşittir. Döviz piyasalarındaki spekülatif hareketler sonucu 1 doların 70 veya 130 japon yenine kısa bir süre içinde çıkması muhtemeldir. Bu durum her iki para birimi için de tehlikeli sonuçlar yaratacak ve kontrolün kaybedilmesi sonrasında yeni krizlerin yaşanması ihtimalini arttıracaktır.



Paraların zaman değeri olan kurları kullanarak para kazanma isteği yatırımcıların son derece sevdikleri bir oyundur. Duyguların gücü ne kadar şiddetliyse paranın zaman değeri üzerinden para kazanma isteği de o kadar şiddetlidir. Bu karşılıklı duyguların ne kadar şiddetli olduğunu dünya ilk kez 16 Eylül 1992’de anlamıştı. Tarihe Kara Çarşamba (Black Wednesday) olarak geçen bu olayda, yatırımcı George Soros, İngiltere poundu üzerine yaptığı işlemlerle poundun değerini değiştirerek 1 milyar dolar kazanmıştı. Poundun değerindeki değişiklik ile birlikte yaşanan kaos İngiltere’yi yeni oluşan Avrupa Para Birliğinin dışında tutacak gelişmelerin fitilini ateşlemişti.



Paranın zaman değeri üzerine duygular beslemek küresel finansal sistemde sadece George Soros gibi nitelikli yatırımcıların değil Japon ev kadınlarının da iyi yaptığı bir şeydi. Son 10 yılın en popüler, en zahmetsiz ve en az beceri gerektiren yatırım şekillerinden biri tanımlamasının rahatça yapılabileceği Carry Trade adlı para işlemi bu duyguların yönlendirmesinin bir sonucuydu. Borçlanma faizlerinin düşük olduğu ülkelerden alınan krediler, hazine bonosu getirilerinin yüksek olduğu ülkelere yatırılarak, aradaki faiz farkından ve değiş tokuş işlemleri ile de kur farkından para kazanmak tüm dünyada büyük bir hayran kitlesi toplamıştı. 2008 yılında döviz piyasalarında yaşanan türbülansta, carry trade pozisyonlarını kapama telaşına düşen yatırımcılar varlık fiyatlarında düşmeye neden olurken, Japon yeninin değerinin aniden fırlamasına sebebiyet vermişlerdi. Bu da tüketicilerin stabil para birimi olarak gördükleri Japon yenine endeksledikleri kredi borçlarını iki katına çıkararak çöküşün hızını arttırmıştı.



İnsan doğası daima iki yönü keskin duygularla doludur. Bu duyguların yönlendirmesi ile alınan kararların da iki yönlü sonuçlar doğuracağı asla akıldan çıkarılmaması gereken bir durumdur.



Finansal sistemde dengeyi kim yaratıyor?



Bir Çin atasözü şöyle der: Bir mıh bir nalı, bir nal bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu yok eder.



Amerikalı sosyolog Charles Perrow, ‘normal kaza’ adını verdiği teorisinde, karmaşık sistemlerin işleyişini yorumlar. Bir sistem birçok küçük parçanın karşılıklı etkileşimine dayanıyorsa, her bir parça diğerine bağlıysa, bunların bir tanesinde ortaya çıkan bir problem diğerlerine büyük bir hızla sirayet eder. İşlevini yerine getiremeyen parça, işlevini yerine getirmekte olanları da kısa sürede devre dışı bırakır.



İşte, finansal sistemin karmaşık yapısı içindeki hatalı kararlar da hızlı bir şekilde sistemin diğer parçalarını etkileyerek kendi iç dengesini yaratır. Eğer ortada birbirine sıkıca bağlı parçalardan oluşan karmaşık bir sistem varsa, düşen bir mıhın bir orduyu bozguna uğratması gibi, hatalar da finansal sistemi dengeye getirir. İngiliz filozof John Stuart Mill de kararlarımızın yarattığı dengeyi benzer bir bakış açısıyla ortaya koyar. Bizi biz yapan şeylerin tamamen ekonomik ve toplumsal güçlerden kaynaklanmadığını, bu güçlere nasıl karşılık verdiğimiz ile yakından ilgili olduğunu söyler. Ona göre, düşünce ve kararlarımız sadece bir gölge olay değil aynı zamanda tarih içinde bir güçtür.



Hataların çoğunun insan doğasından kaynaklandığını bilsek de birçok kişi finansal sistem içindeki dengeyi çok uluslu bankaların, büyük şirketlerin, ekonomiyi yöneten gelişmiş ülkelerin veya spekülasyonu seven fonların değiştirdiğini düşünür. Çoğu zaman bu düşünceyi destekleyen örneklerle karşılaşsak da bu kitabın sunmaya çalıştığı düşünce konsepti içinde sıradan insanların verdiği sıradan ve hata payı yüksek kararların finansal denge içindeki payı görmezden gelinmemelidir.



Karmaşık sistemlerin dengesinin nasıl oluştuğunu biraz daha ayrıntılı anlatmaya çalışalım. Neden doğru kararlar değil de hatalı kararlar dengenin oluşmasına daha fazla katkıda bulunuyor? Karmaşık bir sistemde düzen nasıl ortaya çıkıyor?



Amerikalı popüler bilim yazarı Steven Johnson’un Emergence adlı kitabı ile popüler hale gelen belirme (emergence) adlı felsefi yaklaşım, karmaşık sistemlerin kendi kendini nasıl düzenlediğini ortaya koyar. Herhangi bir planı ya da stratejisi olmadan bir sistemin kendini nasıl düzenlediğini anlatır. S.Johnson’un belirme anlayışına göre, sistemi oluşturan her parça kendi doğasının gerektirdiği eylemi gerçekleştirir. Bunu yaparken ana sistemin amacını, stratejisini, planını bilmez. Ayrı ayrı her parçanın kendi görevini yerine getirmesi, aynı zamanda karmaşık sistemin oluşması anlamına gelir. Görece basit bileşenlerin görece basit etkileşim ve hareketlerinden beklenmedik ve olağandışı bir sonuç ortaya çıkar.



Sistemi oluşturan bileşenler birbirleriyle basit ve rastgele ilişkiler sergilerken, belli bir düzeyde düzenli davranış veya biçimler ortaya çıkar. Bir belirmiş özellik, bir ortamda belirli sayıda basit birim çalışırken, grup olarak karmaşık hareketler oluşturduğunda gözlemlenebilir. Çok sayıda bileşenden oluşan bir sistem, bu bileşenlerin sahip oldukları özelliklerin toplamından fazlasını içerir. Örneğin, bir düzlemde iki nokta düşünelim. Bu noktalar arasında bir uzaklık olacaktır. Bu uzaklığın kendisi bir noktanın bir özelliği olmayıp, sadece noktalar arasındaki ilişkide kendini gösterecektir. Yani belirmiş olacaktır.



Belirmiş durumlar, bir karmaşık sistem içindeki her bileşen, kendi devinimini yerine getirdikten sonra ortaya çıkarlar. Belirme, genellikle öngörülemez ve benzersizdir. Sistemin evriminin yeni bir boyutunu temsil eder. Karmaşık özellikler, hiçbir bileşenin özelliği olmadığı gibi daha alt seviyedeki birimlerin hareketlerine indirgenerek de öngörülemezler. Bir kuş sürüsünün davranışı buna örnek gösterilebilir. Binlerce kuşun birlikte hareket etmesiyle ortaya çıkan biçimler hızla devinir, zaman zaman şaşırtıcı biçimde düzenli kalıplar oluşturur ve periyodik olmayan bir düzene göre hareket eder. Bir kuşun hızı veya konumu değiştiğinde, diğer bütün kuşlar da ona uyum sağlayarak yeni bir biçim ve davranış geliştirirler. Çarpıcı olan ise kuşların hareketleri öncesinde, diğer kuşlardan aldıkları bilgiyi işleme hızlarıdır. Hiçbir kuş ani devinimler sonrasında sürünün hareket yönünün dışında kalmaz.



Belirmiş yapılar tek bir olay veya kural tarafından yaratılmazlar. Sisteme yeni bir düzen oluşturması komutunu veren bir güç yoktur ama her parçanın diğerleri ile olan etkileşimi karmaşık bir süreç sonucu düzene yol açar. Belirmiş yapıların, parçalarının toplamlarından fazlası oldukları söylenebilir; çünkü bu belirmiş düzen çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaz.



Örneğin karınca kolonilerini düşünelim. Kraliçe, karıncalara ne yapmaları konusunda direkt emirler vermez. Bunun yerine, her karınca çeşitli uyarılara kimyasal koku şeklinde reaksiyon verir. Bu uyarılar larva, diğer karıncalar, düşmanlar, yemek ve çöp biriktirme olabilir. Karınca, bu kimyasal kokuyu ardında bir iz olarak bırakır ve bu iz diğer karıncalar için yeni bir uyarıcı olur. Burada her karınca, kendi doğası doğrultusunda, sadece kendi etrafındakilere tepki veren otonom bir birimdir. Merkezi bir karar alma olmamasına rağmen, karınca kolonileri karmaşık davranım gösterirler ve hatta geometrik problemleri dahi çözebilirler.


Karınca kolonisinin hareket şekli finansal sistem için de aynıdır. Örneğin hisse senedi almak ya da satmak isteyen biri, bu eylemine neden olan düşüncesini sosyal psikolojik bir oluşum içinde, tıpkı bir karıncanın en yakınındaki karıncadan etkilenmesi gibi yerine getirir. Yapmak istediği sadece basit bir alım satım işlemidir. Fakat tüm alım ve satım işlemleri sonrasında ortaya bir şirketin değerini gösteren fiyat çıkar. Fiyatın seviyesi ise şirketin değerini değiştirir. Bu başta asla planlanabilecek bir şey değildir ve her an hızlı bir değişim içindedir. Görülebileceği üzere kişisel olarak irade kullanan ve birbirlerinden bağımsız hareket ediyor görüntüsü veren çok sayıda insan, birey olarak farkında olmadıkları karmaşık düzene sahip bir sistem oluşturmaktadırlar.



Finansal sistem içinde sayısız kararın birleşerek önceden tasarlanmamış bir sonuca ulaşılması neden hatalı kararların egemenliğindedir? Elbette ki doğru kararların payı da denge içinde önemli bir yer tutmaktadır. Fakat zarar isteksizliği (loss aversion) denilen, yatırım kararlarında mutsuzluğun mutluluktan daha şiddetli bir duygu olarak hissedilmesi gerçeği, zarara sebep olacağı bilinen hatalı kararların, doğru kararlara göre daha şiddetli hissedilmesine ve etkisinin büyük olmasına neden olur. Bu da finansal sistemin belirme yani denge halinin oluşması anlamına gelmektedir. İşte bu her an farklı bir şekilde beliren denge hali, sıradan insanların hata payı yüksek sıradan kararlarının sonucudur. Bu kararlar felsefik ve olgusal bağlamda finansal dengenin hem öznesi hem de nesnesidir. Finansal geleceğin belirsizliği altında yatan fenomen de burada saklıdır.



Finansal sistemin her an yeni bir belirme içinde olduğu düşüncesine şu saptamayı yapmak da faydalı olacaktır. Finansal sistem, her an yenilenen denge halinin dinamik ve kurallarını daima ‘a priori’ şekilde ortaya koymaktadır. Yani ortaya yeni bir denge hali çıkaran her durum, önceden deneysel olarak kanıtlanmadan sadece teorinin kullanılması sonucunda yapılabilecek tahminler ile kavranabilir. Bu nedenle finansal sistemin denge halinin ‘arz ve talep yasası’ gibi formüllerle veya herhangi bir deneyle kanıtlanabilmesi artık mümkün görünmemektedir. Hataların yarattığı kayıplarla her belirmede birçok insanın üzerine basarak ilerleyen finansal denge, ortaya çıktığı anda eskiyen yeni kural ve düzenlerine asla yaslanılmadan, uyum içinde yaşanması gereken bir dinamizm içermektedir. Bu dinamizm süreklilik ve kopuşun iç içe geçtiği bir dinamizmdir ve değişim esaslarının yeniden ortaya konması büyük bir gerekliliktir. Kendi sorunlarını kendine konu yapmadan ilerlemeyi gaye edinen finansal sistemin yakasını krizlerden kurtarması zor görünmektedir.



Mükemmel Hata Teorisi



Finansal sistemin her gün biraz daha karmaşıklaşan yapısı içinde, hatalar, hızlı bir iletken madde gibi davranarak tüm piyasaları kısa sürede etkilemektedirler. Fakat birçok basit hatanın etkileşimi sonucu ortaya çıkan denge hali tam olarak kavranılamamaktadır. Mesela 2007 finansal krizi hakkında çok şey söylenmiş olsa da bugün hala gerçek nedeninin ne olduğu basitlikle ortaya konabilmiş değildir. Ortak kanı, krizin makro ekonomik, finansal ve sosyal kökleri-nin olduğu. Bunlar arasında aşırı riskli çalışmayı seven bankacılık sistemi, kırılganlığı yüksek ürünlere 3A rating veren derecelendir¬me şirketleri, piyasa ekonomisini körükleyen düzenleme eksikliği, hükümetlerin halkın kafasındaki zengin olma hayallerini kışkırtan politikaları, bilgi asimetrisinin sonucu oluşan karşı taraf riski, türev ürünlerin aşırı büyümesi, hükümetlerin düşük faiz politikaları sayılabilir. Peki asıl neden hangisidir? İşte, bu çok nedenli ama basit bir nedene indirgenemeyen kriz temelinde “mükemmel hata” dediğimiz oluşumu içeriyordu.



Eğer ortada birbirine sıkıca bağlı parçalardan oluşan karmaşık bir sistem varsa, düşen bir mıhın bir orduyu bozguna uğratması gibi, hatalar da finansal sistemi kendi dengesine getirir. İşte bu zincirleme reaksiyon tek başına basit bir nedene indirgenemeyen mükemmel hatayı oluşturur.



Mükemmel hatayı daha anlaşılır kılmak için eski bir anekdotu yeniden sunalım. Tarihin en büyük uçak kazası 27 Mart 1977’de Kanarya Adalarına bağlı Tenerife’deki Los Rodeos havaalanında gerçekleşti. İki Boeing 747’nin pistte çarpışması sonucu 583 kişinin öldüğü bu hazin kazayı hatırlayanlar olacaktır. Bugün hala sebebinin tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir uzlaşmaya varılamayan ve tarafların birbirlerini suçlamaya devam ettiği Tenerife faciasının nasıl “mükemmel bir hata” içerdiğini yeniden ortaya koyalım.



PanAm Havayollarına ait bir Boeing747, 23 Mart 1977 tarihinde California’dan Kanarya Adalarındaki Las Palmas’a gitmek üzere havalanır. Aynı saatlerde Hollanda KLM Havayollarına ait başka bir Boeing747 de Hollanda’dan Las Palmas’a gitmek üzere kalkmıştır. Uçaklar Las Palmas’a geldiklerinde alışılmadık bir durumla karşılaşırlar. Las Palmas Havaalanında patlayan bomba yüzünden birkaç kişi yaralanmış ve ikinci bir bomba ihbarı yapıldığı için alan trafiğe kapatılmıştır. Kule, önce gelen PanAm uçağını yakındaki küçük bir havaalanı olan Los Redoes’a yönlendirir. PanAm pilotu yeterli yakıtı olduğunu ve iniş izni verilene kadar havada beklemek istediğini söylese de kuleyi ikna edemez ve Los Redoes’a yönlendirilir. Ardından gelen KLM uçağına da aynı talimat verilir ve o da Los Redoes’a yönlendirilir. Kule, tek bir pisti ve bu piste bağlı tek bir taksi yolu bulunan bu küçük havaalanına en az beş büyük uçak yönlendirmiştir. Los Redoes’e yönlendirilen uçakların tamamı havaalanına inmiş fakat park edecek yer bulamadıklarından taksi yoluna park ederek taksi yolunu kullanılmaz hale getirmişlerdir.



Uçakların inişinden fazla süre geçmeden Las Palmas Havaalanındaki terör ihbarının asılsız olduğu anlaşılır ve havaalanının tekrar trafiğe açıldığı bilgisi gelir. Yeterli yakıtı olan PanAm uçağı kalkış için hazırdır. Ancak ilerleyeceği yol üstünde yakıt ikmali yapan KLM uçağı vardır. KLM uçağını, şirketin en iyi pilotu ve aynı zamanda pilot baş eğitmeni Van Zanten idare etmektedir. Van Zanten, şirketin zamanında kalkamayan uçak yolcularının konaklama ücretlerini karşılama politikası nedeniyle bir sonraki sefere zamanında yetişemeyeceğinden endişelidir ve bu nedenle yakıtını fırsattan istifade buradan almayı düşünmüştür.



Kule talimatını vermiştir. İlk kalkacak uçak KLM’dir. Taksi yolu kapalı olduğu için pistin bir ucundan girip diğer ucuna gidecek, 180 derece dönüş yapıp kalkışa başlayacaktır. Fakat aynı anda PanAm uçağı pilotu da kalkış talimatı aldığını sanır.



Günlerden Pazar olması nedeniyle kulede sadece 2 personel vardır. Bunların da İngilizceleri yetersiz ve aynı zamanda akılları radyodaki futbol maçındadır. Verdikleri emirler her ki uçak tarafından da tam olarak anlaşılamamaktadır. Öte yandan KLM pilotlarının İngilizcesi de yetersiz görünmektedir.



KLM uçağı pistin başına varmış ve kalkışa başlamak üzeredir. PanAm ise ilk kendisinin kalkacağını düşünerek piste girmiştir. KLM’nin acemi pilotu telsiz konuşmalarındaki tuhaflıktan şüphelenmiş ve PanAm’ın piste girmiş olabileceğini düşünmüştür. Fakat bu düşüncesine, hocası ve aynı zamanda uçağın baş pilotu Van Zanten sertçe tepki gösterir ve böyle bir konuşmayı kendisinin duymadığını söyler. Van Zanten’in tek amacı bundan sonraki uçuşa zamanında yetişerek şirketten ceza almamaktır. Bu birkaç dakikalık sürede kule ile her iki uçağın da yaptığı iletişim tam bir faciadır. Kimse birbirini anlamamaktadır. Facia adım adım yaklaşmaktadır.



KLM uçağı kalkış için gaza basar. Fakat patlamaya hazır bir yanardağın çıkardığı gaz bulutlarının yaydığı sis bir anda görüş mesafesini 300 metreye düşürür. KLM pilotu pistin sonunu bile göremeden gaza basmaya devam etmektedir. Fakat önlerinde kalkışa hazırlanan PanAm uçağı bulunmaktadır. Birbirlerinin ışıklarını gördüklerinde aralarındaki mesafe daha da azalmıştır. PanAm pist dışına çıkmak için hızını arttırır. KLM ise gaza daha da basarak uçağı kaldırmak ister. Fakat zamansız aldığı yakıt uçağı ağırlaştırmıştır. Uçak yeterince havalanamaz ve PanAm uçağına gövdeden çarpar.



Tarihi felaket gerçekleşmiştir. Kule, sisten kazanın olduğunu görememektedir. İtfaiye ekipleri zamanında piste giremediği için kurtulanlardan bazıları kaçmaya çalışırken dönen pervanelerin arasında yok olmuşlardır. Kazadan bir süre sonra inişe hazırlanan bir uçak kazayı görerek kuleyi uyarır ve kaza fark edilir.



Tenerife faciası birçok küçük hatanın bir araya geldiği mükemmel bir hatadır. Tıpkı 2007 finansal krizi gibi. Gelin şimdi Tenerife faciası ile 2007 finansal krizinin benzer yönlerini karşılaştırarak mükemmel hatayı ortaya koyalım.



Las Palmas Havaalanı kontrolörleri, Los Redoes havaalanının ne kadar küçük ve yetersiz olduğunu düşünmeden birçok uçağı oraya yönlendirmişlerdi. Tıpkı rating şirketlerinin mortgage bazlı menkul kıymetlerin özelliklerini tam olarak araştırmadan 3A rating vermeleri gibi. Alınan bu menkul kıymetlerin gerçekten bu kadar kusursuz olmadıkları o an hiç düşünülmemişti.



KLM pilotu Van Zanten şirketin bir numaralı pilotu ve aynı zamanda reklamlarında kullandığı bir kişiydi. 2007 finansal krizinde Lehman Brothers ve AIG gibi büyük finansal kuruluşlarda da bu büyüklük yanılsaması vardı. Van Zanten’in gecikme nedeniyle şirketinin mali kayba uğramaması için aldığı riski büyük finansal kuruluşlar da almıştı. Gözleri kazançtan başka bir şey görmemişti. Van Zanten’in yardımcı pilotunu dinlememesi gibi onlar da kimseyi dinlememişlerdi. Büyükler ve küçükler arasındaki bu tehlikeli fark, “too big to fail” (batmayacak kadar büyük) fenomeni olan hükümetlerin büyük finansal kuruluşları kurtarma pahasına aldıkları önlemlerin ne kadar etkisiz olabileceğini de göstermişti.



Van Zanten altı aylık simülatör eğitiminden sonra ilk uçuşuna çıkmıştı. Bu durum onda bütün sorumluğun kendisinde olduğunu kabullenme karakteri geliştirmiş ve kulenin talimatlarını görmezden gelmişti. Risk yönetiminin finansal krizde yarattığı da böyle bir durumdu. Matematiksel formüllerle hazırlanan ve hayattan kopuk olan risk yönetim teknikleri yaşanan çöküşler karşısında etkisiz kalmıştı.



KLM şirketi müşteri memnuniyeti yaratmak için geç kalkışlarda otel ücretini karşılama taahhüdü getirmişti. Bu durum pilotlar açısından da ceza anlamına geliyordu. Bu nedenle bir an önce kalkmaları gerekiyordu. 2007 krizinin en bilinen klişelerinden “greed and fear” (hırs ve korku) tam bu durumu anlatıyordu. Şirket çalışanları şirketlerine daha fazla para kazandıramazlarsa görevlerini kaybedeceklerdi. Bu da onları sınırsız risk almaya sevk ediyordu.



KLM’nin zamansız aldığı aşırı yakıt kolay havalanmasına mani olmuştu. Kazadan sonra yapılan tetkiklerde yakıt alınmamış olsaydı uçağın havalanmasının mümkün olabileceği söylenmişti. Kriz dönemlerinde kazanç elde etmek finansal piyasaların da önemli bir dinamiğidir. Açığa satış işlemleri böyle zamanlarda en sık kullanılan yöntemdir. 2007 finansal krizinde Lehman Brothers ve Bear Stearns’ün çöküşlerinde açığa satış işlemlerinin önemli payı olduğu söylenir.



Tenerife’de sis bir anda bastırmıştı. Hava durumu hiçbir zaman tam olarak öngörülebilir ve güvenilir değildir. Finansal şirketlerin seküritizasyon (menkul kıymetleştirme) denilen prosese aşırı güvenerek verdikleri subprime (eşikaltı) kredilerin bir gün tahakkuka düşmesi gibi. Ödenmeyen bu krediler ile başlayan kriz tüm piyasayı durma noktasına getirmişti.



Kule görevlilerinin konsantrasyonlarını radyodan dinledikleri maça yöneltmeleri en büyük ahlaki sorundu. Tıpkı Lehman Brothers ve Madoff skandallarında gördüğümüz gibi, kişi ve kurumların kendi çıkarlarını müşterilerinin çıkarlarından önde tutmaları, suiistimallerin artmasına ve sistemin ahlaki değerlerinin yok olmasına zemin hazırlamıştı.



Kule görevlilerinin eksikliği ve yetersiz İngilizceleri; finansal düzenleme eksikliklerinin, finansal kuruluşların kontrol edilemez şekilde davranmalarını tetiklemesi gibi bir etki yaratmıştır. Finansal kriz öncesinde hedge fonların kendi düzenlemelerini kendilerinin yazmasına kadar varan bu yetersizlik, tahribatın artmasının en büyük nedenlerinden bir olmuştur.



Havacılık kurallarının tam olarak belirlenmemiş ve standardize edilmemiş olması kule ile pilotlar arasındaki iletişimin normlar ve kaideler dışında sürdürülmesine olanak tanımıştır. 2007 finansal krizini yaratan ekonomik ortamın FED eski başkanı Greenspan’in ucuz ve kolay para politikasından kaynaklandığı daima söylenmiştir. Ekonomi-politik düzenlemeler asla göz ardı edilmemelidir.



İşte mükemmel hata budur; tek bir basit sebebe indirgenemeyen birçok basit sebebin yarattığı denge hali.



Qed



Bu bölümü son bir hikaye ile kapatalım. 1990 yılında yayınlanan ABD yapımı Northern Exposure (ülkemizde Kuzeyde Bir Yer adıyla yayınlanmıştı) adlı diziyi hatırlayanlar olacaktır. Alaska’nın Cicely adlı kasabasındaki bir grup insanın sıradan hayatlarını felsefik bir romantizmle anlatan dizi Altın Küre ve Emmy gibi birçok ödül kazanmıştı. Dizinin kahramanlarından radyo programcısı Chris Stevens, bir defasında Cicely halkına radyodan şöyle seslenir: “Bu ülkenin en dahi insanları ne başkanlar, ne yöneticiler, ne büyükelçiler ne de haberleri kaplayan şöhretli kişilerdir. Bu ülkenin en dahi insanları her zaman ve en fazla sıradan insanlardır.”



Chris Stevens’ın söyledikleri finansal sistem için de geçerlidir. Finansal sisteme yön veren ne devasa bankalar, ne politika yapıcıları ne de büyük sermaye gruplarıdır; önceki sayfalarda anlatmaya çalıştığımız gibi daima ve en fazla sıradan insanlardır.



Qed.



Matematik bilimiyle uğraşanlar, teorilerini ispat için yazdıkları sayfaların sonunu “qed” yazarak bitirirler. Biz de bu bölümde anlatılanları qed yazarak bitirmek istiyoruz. Latince quod erat demonstrandum. İşte cevap budur!






Hatalardan ders çıkarabilme


Yunan mitolojisinin çözümlenmesi en güç karakterlerinden biri Procrustes’tir hiç şüphesiz. Konukseverliği ile ünlü bu tuhaf eşkıya, Atik yarımadasında Eleusis tepelerinde yaşarmış. Yoldan geçenleri aç ve açıkta bırakmaz, misafir eder ve oldukça iyi ağırlarmış. Gece olunca, misafirlerine, rahat bir uyku çekecekleri ve tam onlara uygun bir yatağı olduğunu söylermiş. Misafirler yatınca da ayağı yataktan uzun olanların ayağını keser, kısa olanların ise ayağını çekerek uzatırmış.



Procrustes’in bu anlaşılmaz davranış şekli insanın kararlarını verme şekli ile tuhaf bir benzerlik taşır. Kişiyi kararlara yönelten, gerçek olmayan bilme duygusu, kısayollar, sezgiler, hakim olma duygusu gibi birçok gizli yönlendiricidir. Aslında kişinin olmuş ve olabilecekler hakkındaki sınırlı bilgisinden cesaret alan bu yönlendiriciler, pratik kabullenme ve kararların oluşmasının nedeni gibidirler. Prokrustes’i vahşi yapan gerçekte misafirlerinin uyumsuzluklarıdır. O, misafirlerini, her ne kadar onlara uygun bir yatağa yatırdığını düşünse de misafirleri o yatağa sığmamıştır. Procrustes de kusurun kendisinde ya da yatakta olmadığını düşünerek misafirlerinin boylarını yatakla uygun seviyeye getirmiştir. İşte, insan da tıpkı Prokrustes gibi davranır. Karşılaştığı bilgiyi zihninde onun için en uygun olacağını düşündüğü yatağa yatırır ve o yatağa yatan bir daha oradan kalkamaz.



Davranışçı finans ve sosyal psikolojinin ortaya koyduğu tüm bu gerçekleri öğrenmek finansal kararlarımızı iyileştirir ve hatalardan arındırır mı? Bu soru herkesin özel olarak yanıt vermesi gereken bir soru olsa da genellikle hayır cevabı evrensel bir norm haline gelmiştir. Kitabın başında sorduğumuz, bilgisayar almak için yapılan 100 lira tasarrufun otomobil almak için neden yapılmadığı sorusunun yanıtını yeniden hatırlayalım. Çünkü 55.900 liraya alınacak bir arabada 100 lira tasarruf yapmak için 30 km. gitmek insanı iyi hissettirecek bir duygu değildir. Bunun rasyonel bir karar olmadığı öğrenilmiş olsa da irrasyonelliği yok etmeyi o an kimse istemeyecektir.



İnsanlar ekonomik kararlarında çoğu zaman kendi kendilerine hataya düşerler. Yapılan araştırmalar, davranışsal hataların yatırımlardan elde edilen kazançları %10 ile %75 arasında azalttığını göstermektedir. Duygu, düşünce, tutum ve davranışların ölçümlenmesindeki zorluklar ile sürekli değişen dünyayı ve olguların oluş şeklini hızlı bir şekilde kavrayamamak bunun en önemli nedeni gibi gözükmektedir. Realitenin tam olarak anlaşılamaması sonucunda kayıp ve zararlar ortaya çıkar. Hataların anlaşılması kazandığından fazla harcamak, geleceği hayal etmek, finansal matematiğe kaderci perspektiften bakmak gibi genel değerlendirmelerin detay açılımlarının yapılması ile mümkündür.



Realitenin kavranması öncelikle en geniş anlamıyla onun yer aldığı evrenin kavranmasıdır. Burada yapılacak bir hata uzun vadede büyük sorunlara yol açacaktır. FED eski başkanı Greenspan’in uzun süre faiz oranlarını düşük tutması sonucunda ortaya çıkan ucuz ve kolay para politikasının 2007 küresel finansal krizini yaratması gibi. Geçmiş 30 yıllık tecrübesi ile hatasız bir büyüme modeli yarattığını düşünse de ekonomik evrenin başlangıçta yanlış bir kabullenme ve algılama ile modellenmesi hatanın en büyüğü olarak kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştır. Hatanın kavranılması süreçlerinin doğası üç temel özellik barındırır:



Ø Hatanın doğası: Hatanın da içinde yer aldığı evrenin yanlış anlaşılması, karmaşıklık ve düzensizliğinin gerektiğince düşünülüp değerlendirilmemesi iyi niyetle verilen kararların kabusa dönüşmesine sebep olur.

Ø Hatanın algılanması: Hatanın yer aldığı evrenin anlaşılmasında yanlış alanların üzerinde durmak, kritik öneme sahip konuları küçümseyerek göz ardı etmek doğru kararlar vermenin önünde büyük engeller oluşturur.

Ø Hatanın sürdürülmesi: Hatalı kararın verildikten sonra geri dönüşündeki zorluk en tehlikeli zayıflıktır. Çünkü insanlar bir kere karar verdikten sonra zamanla kararlarını en güvenilir ekonomik kuramlar kadar somut bir gerçeklikte görmeye başlarlar. Kusurlarını kavramaya direnç gösterirler.



Hatada diretme bilim insanlarının bile üzerinden atamadığı bir sorundur. St.Petersburg Üniversitesinin tuhaf profesörlerinden Dimitri Mendeleyev, 1860’lı yıllarda, bugün hala kimyacıların “sessiz bilgisayarı” kabul edilen elementlerin periyodik çizelgesini oluşturmuştur. İskambil oyunlarından etkilenen Mendeleyev her bir elementin adını bir karta yazar ve atom ağırlıklarını küçükten büyüğe sıralayarak bir cetvel düzenler. İleride keşfedilecek elementleri düşünerek birkaç boş yer de bırakır ama zamanla boş yerler dolar. 1894 yılında Argon elementi keşfedildiğinde, çizelgede boş yer kalmadığından Mendeleyev elementin varlığını reddeder. Helyum, neon, kripton, ksenon ve radon için de aynı tepkiyi gösterir. Yaptığı hatayı sürdürmek için tüm çabasını gösterir.



Sosyal, kültürel ve eğitimsel farklılıklarımızla dünya şu ana kadar yaşadığımız ve anladığımız şekliyle olan dünyadır. İçinde yaşadığımız dünyayı veya evrenleri hatasız kararlar vermek için farklı bir şekilde görmek veya algılayabilmek oldukça zordur. Hatasız kararlar için algılamamızı düzeltmek daha büyük ve karmaşık hatalara götürecek bir yaklaşım olacaktır. Diyelim ki dalgaların içinde boğuşan birini gördünüz. Dalgaların sizi de altına alması ihtimali olsa da boğulan kişiyi kurtarmak için denize atlama kararı verebilirsiniz. Böyle bir evreni, her zaman olduğundan farklı bir şekilde algılamanız da mümkündür. Varsayalım ki yüzme bilmiyorsunuz. O zaman vereceğiniz karar dalgalarla boğuşan kişinin belki de son çırpınışlarını seyretmek olacaktır. Bu nedenle içinde yaşadığımız evrenleri veya dünyayı olageldiği şekli dışında anlamak her zaman daha riskli bir durumdur.



İnsanların kararlarını oluşturduğu ekonomik dünya içinde her şeyin mükemmel bir nedensellik içinde işlediği varsayımıyla hareket edilmesi, insanların doğru kararlar vermek için doğru seçenekler ve gerektiği kadar inisiyatif sunulması düşüncesinin de hataları ortadan kaldırmayacağı bilinmelidir. Yapılan bir araştırma, ebeveynlerin dörtte birinin, çocuklarını kreşlerden akşamları yarım saat geç aldıklarını ortaya koymuştur. Bu durumu önlemek isteyen bir kreş yönetimi gecikmeler için ceza ücreti koyar. Öngörüsü gecikmelerin ceza ile birlikte ortadan kalka­cağıdır. Ama düşündüğü gibi olmaz. Çocuklarını geç alan velilerin sayısının arttığı görülür. Neden mi?.. Çünkü çocukları kreşten almak önceden bir yükümlülükken cezadan sonra finansal bir değer haline dönüşmüştür. Kreş yönetimi bu kez geç kalan velilerin sayısını azaltmak için başta olduğu gibi cezayı sıfıra çeker. Fakat sayının azalmadığını görürler. Çünkü veliler artık geç kalmanın etik ya da etik olmadığını sorgu­lamamakta, sadece fiyatını sorgulamaktadır. Şu anda fiyat sıfırdır ve veliler artık rahatça geç kalabilirler. Görüldüğü gibi kişileri hatasız kararlara yönlendirecek inisiyatifler de kararlar üzerinde beklenen etkiyi yaratamamaktadır. 20.yüzyılın en aykırı yazarlarından Samuel Beckett hatalardan ders almanın biyolojisini şu sözüyle ne kadar destansı bir bilimsellikle ortaya koymuştur: “Önce dans et, sonra düşün; çünkü doğanın kanunu bu.”



Hata yapmamayı anlamak



Risk yönetiminin önemli başvuru kaynaklarından sayılan, J.Danielsson ve H.S.Shin tarafından 2002 yılında kaleme alınan “Endogenous Risk” (İçsel risk) adlı makalenin giriş bölümünde, Millennium Köprüsünden bahsedilir. Londra’nın merkezinde, Tower Bridge’ten sonra Thames nehrini geçen ilk köprü olan Millennium Köprüsü, 2000 yılı Haziran ayında yaya trafiğine açılır. Dizaynı, estetiği ve mühendisliği ile son derece yenilikçi ve modern bir görünüşe sahip 325 metre uzunluğundaki bu köprüden, binlerce insan heyecanla yürümeye koyulur. Birkaç saniye geçmemiştir ki dev köprü titre­meye başlar. Kocaman köprü sanki her an çökecekmiş gibi zangır zangır titremektedir. İnsanların bir kısmı yanlardaki korkuluklara tutunurken, birçoğu sinir krizi geçirir. Köprü açıldığı gün kapatılır. Haber videolarına çeşitli internet sitelerinden kolayca ulaşılabilecek tasarım harikası Millennium Köprüsü neden titremeye başlamıştır?



Köprünün açıldığı gün karşıdan karşıya geçmeye çalışan 150.000 kişi, mühendislik firmasının en ince hesaplamalarına rağmen hesap­layamadıkları bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Firma, insanların, bilin­cinde olmaksızın eş adımlarla yürüyebileceklerini ve bu yürüyüşün yaratacağı etkiyi hesaplayamamıştı. Köprü sallandıkça, yayaların yürüyüşlerini buna uydurarak sallantının etkisini azaltmaya çalış­maları, köprünün sallantısını daha da arttırmıştı. Askerlerin uygun adım yürümelerinin yaratacağı etkiyi yayaların rasgele adımlarının yaratması, başta düşünülen bir şey değildi.



Hata yapmamak için önce onu anlamak gerekiyor. Herkesin hata yapabileceğini bilmek hem bilimin hem de insanlığın gelişiminin evrensel kuralıdır. Millennium Köprüsü gibi en ileri mühendislik harikalarında bile hatanın gizli olduğu ihtimal dahilinde tutulmalıdır. Hatayı anlamaya başlamak için birkaç öneri:



Ø Hataya her zaman maruz kalınabileceği ya da daima hatalı kararlar verilebileceği alçakgönüllülükle kabul edilmelidir. Sosyolojik, psikolojik veya davranışsal özellikler gibi sayısal ölçümü zor olan özelliklerin hatanın oluşması sürecini etkileyebileceği unutulmamalıdır.

Ø Evrensel yasaların karar verme süreçlerinde karşılıkları olabileceği iyi anlaşılmalıdır. Sağ veya sol, merkezkaç kuvveti veya yerçekimi kuvveti gibi kesin normların karar verme mekanizmalarındaki izdüşümleri üzerinde düşünülmelidir. Basite indirgeme, genelleme veya kategorize etme gibi indirgeyici yöntemler yerine nüans ve detaylar üzerinde durulmalıdır.

Ø Kendi kararlarınızın nedenlerini anlamaya çalıştığınız kadar karşınızdakiler veya diğerlerinin kararlarını da anlamaya çalışmalısınız.

Ø Kararlarınızın hangi değerlendirmelerin sonucu alındığını bildiğiniz kadar kararlarınızın kapsamı, menzili ve kısıtlarını da bilmelisiniz.

Ø Kararlarınızın ne kadar yanlış olduğunu söyleyen bilgiye de, doğru olduğunu söyleyen bilgi kadar konuksever olmalısınız.

Ø Hangi kararın doğru olacağını düşündüğünüz kadar hangisinin yanlış olacağını da düşünün. Aşırı güveni ancak şeytanın avukatı dizginleyebilir.

Ø Gerçek koşullar altında test edilmemiş kararların doğruluğuna inanmak makul bir düşünce değildir. Bir karar, hangi bilgi, model ya da değişken kullanılarak hazırlanırsa hazırlansın doğruluğunu ancak hayat ortaya çıkarır. Bu nedenle kararlara geleceği görmüş varsayımı altında güven duymak yanlış bir yaklaşımdır.

Ø Kararlarınızı, daha iyilerine rastladığınız zaman onlarla değiştirmeyi alışkanlık edinin. Başarı, karar verme kriterlerinizdeki bağımsızlığın ta kendisidir.

Ø Kararlarınızı değiştirmenizin yarattığı faydayı sorguladığınız kadar değişimin verimliliğini de sorgulayın. Ortaya çıkan kayıp veya zarar paralelinde sadece kararınızın hatalı olmasını eleştirmek yanında kararınızın zamanlama, değerleme, ortaya koyma ve sürdürme hatalarını da kavrayıp eleştirebilmek gerekmektedir.

Ø Kararların dayanağını teşkil eden bilgi ve verilerin geçerliliği, kapsamı, sınırları ve birbirleri ile ilişkileri olabileceğini düşündüğünüz kadar bu dinamiklerin yarattığı karmaşıklığı da düşünmeniz gereklidir. ABD’de başlayan finansal krizin tüm dünyaya sıçraması salgın bir hastalık algılamasıyla kabul edilirken, mikrobun nereden nereye sıçradığı geniş bir perspektifte değerlendirilmelidir. Doğrusal düşünce sistemi kararlarımızda geometrik, üssel veya istatistiksel düşünce sistemlerinin yerini almamalıdır.

Ø Olaylar arasındaki nedensellik bağını değerlendirirken ardışıklığın yarattığı ilişkiyi her zaman nedensellik olarak görmemeliyiz.

Ø Yeteneği şanstan ayırt edebilmeliyiz.

Ø İnsanlar arası ilişkileri yorumlayarak verdiğimiz kararlarda insanları satranç taşları gibi belli mutlak yeteneklerle donatılmış olarak algılamamalıyız. İnsanların her zaman değişime açık olduğu bilinmelidir.

Ø Esneklik, bizi daha doğru bir karara yönlendiren herhangi bir düşüncenin ‘iyi bir fikir’ olduğu kabulünden başka bir şey değildir.

Ø Hiçbir karar, -dur, deneyelim önce bakalım ne olacak-denilerek test edildikten sonra verilemeyeceği için hata payı içermesi doğaldır.

Ø Başkalarının hatalarının riski daha da arttırdığını daima göz önünde tutarak sadece bazı risklerin alınabilecek değere sahip olduğunu bilmeliyiz.

Ø Hayal ettiğimiz şeylerin çoğu ihtiyacımız değildir. Hayalleri ihtiyaçlara çevirerek karar sistemimizi aşırı risk almaya yöneltmemeliyiz.



Bunlar sadece hatanın doğasını anlamak için birkaç öneri. Bunların üzerine herkesin ekleyebilecekleri mutlaka olacaktır. Hataları anlama onlardan ders çıkarabilmeye bağlıdır. Hatanın tek yönlü bir trafik akışına sahip olduğu düşünülmemelidir. Hataları düzeltme, kavrama ve ders alma karşı şeridi de çoğu zaman oldukça yoğundur. Bir test sınavında ilk cevap verdiğimiz sorunun yanıtını değiştirmeye isteksiz olsak da diğer yanıtlarımızdaki hataları düzeltmek için istek duyarız. Hataların ortaya çıkmasından sonraki süreçlerde insanların yaptıkları hatalara iki farklı reaksiyon verdikleri tespit edilmiştir. Bazı insanlar hatalarından ders alınabileceğini düşünürken, bazıları ise anlama kudretinin değişmeyeceğine inanmaktadırlar. Hatalardan ders alabilme yeteneğini anlama kudretinin yönetilebilirliğine olan inanç belki de birçoklarına tanıdık gelecek bir tutumdur. Çünkü insanların bir kısmı günlük işlerinde “eğer hata yaparsam, daha fazla çaba harcar, hatamı kavrar ve düzeltirim” düşüncesine sahiptirler. Bu şekilde düşünmeyenler ise genellikle “hatayı düzeltmek beni daha zeki kılmayacaktır çünkü yaptım bir kere” anlayışını benimserler.



Yapılan araştırmalarda kişilere basit sorular içeren testler verilir. Örneğin AAAAA veya AAEAA gibi serilerde ortadaki harfin ne olduğunu bulun gibi sorular sorulur. Fakat sorular kolay olsa da sürekli benzer soruları cevaplamak bir süre sonra doğru cevabın aranması isteğini düşürür. Bu noktada da hatalar başlar. Deneklerin vücutlarında yer alan elektrotlar vasıtasıyla ölçümlenen vücut tepkileri, hatalarından ders almaya eğilimli olanlarda “ters giden bir şey var, düzeltmeye çalışalım” şeklinde yorumlanabilecek sinyaller alındığı ve sonrasında da kişilerin hatalarını düzelttikleri görülmüştür. Hatalarından ders alma eğilimi zayıf olanlarda ise bu tür sinyallerin oluşmadığı gözlemlenmiştir. Deneyden de anlaşıldığı üzere hatalarından ders çıkaranlar ile çıkaramayanların biyolojik doğalarında bariz bir farklılık olduğu açıktır.



Son söz…



Kirpi ve tavşan karşılaşırlar. Aralarında dostça olmayan kısa bir konuşma geçer ve bir şişe konyağına yarışmaya karar verirler. Kirpi kurnazlık eder. Karısına gider ve ona durumu anlatır. Karı koca yarış sahasına gelirler. Kirpinin kurnaz planına göre, sürülmüş tarlanın iki oluğundan birinde kirpi diğerinde tavşan koşacaktır. Kirpinin koşacağı oluğun bitiş noktasında karısı bekleyecek ve tavşanın geldiğini görünce önce ben geldim diye bağıracaktır. Yarış başlar. Kirpi koşmaz. Tavşan koşar. Kirpinin karısı tavşanı görünce önce ben geldim der ve yarışı kazanır. Tavşan şaşırır, inanmaz. Yarışı tekrar eder. Bu sefer de diğer uçta bekleyen diğer kirpi ben geldim der. Tavşan her seferinde inanamaz ve yarışı tekrar eder. Kirpi yine geçer. Bu 74 kez tekrarlanır. Tavşan tarlanın ortasında çileden çıkmış, kanlar içince yığılır kalır. Kirpi de bir şişe konyağı alarak karısıyla güle oynaya eve döner.



İnsanın finansal sistem içindeki ruh hali çoğu zaman bu hikayedeki tavşana benzer. Yaşadığı dünyayı yorumlamakta güçlük geçer. Finansal sistem ve aktörlerinin kirpi ailesi gibi hile yaptığını düşünür ama bunu tam olarak idrak edemez. Kararların kişileri ve sistemi nasıl yönlendirdiğini göremez.



Avusturyalı matematikçi Kurt Gödel, matematik dünyasının belki de en çığır açıcı ve en çok tartışılan teorisi olan Eksiklik Teoremini (incompleteness theorem) 1931’de ortaya koymuştu. Modern bilgisayarların yaratıcısı kabul edilen Alman matematikçi Alan Turing ise modeli genelleştirerek, bir bilgisayarın kanıtlanmayacak bir matematiksel gerçekle karşılaştığında sonsuza dek durmadan çalışacağını ileri sürmüştü. İşte insanoğlunu en gelişmiş bilgisayarlardan ayıran temel farklılık burada saklıdır: İnsanlar karar vermek için sonsuza kadar düşünemezler, düşünmezler.



Yaşadığımız ekonomik ve finansal dünya, üniversitelerde okutulan ekonomi kitaplarındaki teori ve kuramların değil, davranışların yönettiği bir dünya haline dönüşmüştür. Mantığın otoritesi sarsılırken, duygular, sezgiler ve psikolojik faktörler piyasaları balonlardan krizlere inanılmaz bir çabuklukla sokabilmektedir. Klasik ekonomi teorisi rasyonel insanın duygulardan bağımsız hareket ettiğini söylerken, duyguları ekonomik sistemin dışını itmiştir. Fakat bugün finansal sistemin dışında bırakılması gereken sanıyoruz klasik ekonominin başrol oyuncusu rasyonel insandır. Klasik ekonominin mekanik yasaları, insanın yaşam koşullarını ve düşünce evreninin şeklini yorumlamada yeterli olamamaktadır. İnsanın sürekli mal mülk edinip tüketmekle uğraştığını düşünmektedir. Duyguları hiçbir hesaplamasına katmayan klasik ekonomi modeli bugün tamir edilemez bir noktaya gelmiştir. Çünkü artık insanlar kararlarını bilimsel teorilerle değil sezgi ve duygularıyla vermektedirler. Karar verme sanat sayılırken bilim olduğu gözden kaçırılmaktadır.



Klasik ekonominin baş aktörü rasyonel düşünen insan bugünkü finansal sistem içinde gölge bir kahraman olarak durmaktadır. M.Ö. 3.yüzyılda Epirus’lu Pirus, her ne pahasına olursa olsun Roma’yı fethetmek için savaşa girer ve savaşı kazanır. Ancak 8 fil ordusunu ve askerlerin tamamını kaybeder. Kazandığı zafer yenilmeye mahkum bir zaferdir. Rasyonel insan çağımızın Pirus zaferi kazanan kahramanıdır. Yarattığı ekonomi modeli hala ayakta olsa da duygularıyla karar veren insan karşısında çaresiz ve bitik haldedir.



Hata yapmamak insanı dahi yapmayacağı gibi beceriksiz de yapmaz. Bu kitapta anlatılan birçok düşünce hatasını, ilkokulda öğrenme güçlüğü çektiği düşünülen Einstein’ın bile yaptığını rahatlıkla varsayabiliriz. Uygarlık tarihinin en büyük nükleer fizikçilerinden Feynman, kendisine anlatılan bir nükleer santralin nasıl çalıştığı hakkındaki bilgilerden hiçbir şey anlamamış ve içinden “Herhalde beni dahi sanıyorlar” diye geçirmişti. 9.senfoniyi yazan Beethoven’ın ev anahtarlarını daima karıştırdığını bilmek sanıyoruz kimseyi şaşırtmayacaktır. 20 derece sıcaklığın ne hissettirdiğini anlarken 35 Fahrenheit’ı anlayamamak, sadece sizin değil, tüm Avrupalıların sorunu olduğunu sanıyoruz birçok kişi biliyordur. Profesyonel satranç oyuncularının sadece gerçek oyunlardaki taş dizilişlerini ezberleyebildikleri, rasgele yerleştirilen taşları amatörler kadar hafızalarında tutabildikleri artık ispatlanmış bir gerçek. Bir masa tenisi raketi ve topu 2,10 kuruşa satılıyor; raket toptan 2 lira daha pahalıysa pinpon topu kaç liradır sorusuna 10 kuruş yanıtını verecek birçok zeki insan olacaktır. Ama doğru yanıtın 5 kuruş olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Kusursuz bir sistem olamayacağı gibi kararlarıyla tam uyum sağlamış kusursuz insan da yoktur. Hatalı ve doğru kararlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir olmadan diğeri varolamaz. Kısacası insanoğlu hayatı boyunca birçok doğru ve hatalı karar vermiş olsa da ne azizdir, ne günahkar; sadece insan.




KAYNAKÇA

Akerlof George A. Shiller Robert J. Animal Spirits, Princeton University Press, New Jersey, 2009

Akerlof George A. An Economic Theorist’s Book of Tales, Cambridge University Press, Cambridge, 1984

Bazerman Max H. Moore Don, Judgment in Managerial Decision Making, John Wiley&Sons, Hoboken, 2009

Beck Ulrich, Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, İthaki Yayınları, İstanbul, 2011

Brafman Ori, Brafman Rom, Sway: The Irresistible Pull of Irrational Behavior, The Doubleday Publishing Group, New York, 2008

Capaldi Nicholas, John Stuart Mill, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011

Cassidy John, How Markets Fail: The Logic of Economic Calamities, Princeton University Press, New York, 2009

Cialdini Robert B. Influence: The Psychology of Persuasion, William Morrow and Company, New York, 1993

Cialdini Robert B. 50 Scientifically Proven Ways to Be Persuasive, Free Press, New York, 2008

Derman Emanuel, Models. Behaving. Badly. Free Press, New York, 2011

Hallinan Joseph T. Why We Make Mistakes, Broadway Books, New York, 2009

Hastie Reid, Dawes Robyn M. Rational Choice in an Uncertain World, Sage Publications, California, 2010

Kahneman Daniel, Tversky Amos, Choices, Values and Frames, Cambridge University Press, 2000

Kahneman Daniel, Tversky Amos, Judgment Under Uncertainty: Heuristic and Biases, Cambridge University Press, 1982

Kida Thomas, Don’t Believe Everything You Think, Prometheus Books, New York, 2006

Lambert Emily, The Futures, Basic Books, New York, 2011

Mlodinow Leonard, The Drunkard’s Walk: How Randomness Rules Our Lives, Vintage Books, New York, 2009

Montier James, Behavioural Finance, Insights into Irrational Minds and Markets, John Wiley&Sons, West Sussex, 2002

Osmanoğlu Hakan, Finansal Krizin Gizli Doğası: Maça Kızı Efekti, Cinius Yayınları, İstanbul, 2012

Perrow Charles, Normal Accidents, Princeton University Press, New Jersey, 1999

Rajan Raghuram G. Fault Lines, Princeton University Press, Oxfordshire, 2010

Randi James, Flim-Flam, Prometheus Books, New York, 1982

Shefrin Hersh, Beyond Greed and Fear, Oxford University Press, New York, 2002

Siom Herbert A. Administrative Behavior, The Free Press, New York, 2000

Sowell Thomas, Economic Facts and Fallacies, Basic Books, New York, 2007

Surowiecki James, Kitlelerin Bilgeliği, Varlık Yayınları, 2009, İstanbul

Swedroe Larry E. Balaban R.C. Investment Mistakes Even Smart Investors Make, McGrow-Hill Books, USA, 2012

Taleb Nassim Nicholas, The Bed of Procrustes, Philosophical and Practical Aphorisms, Random House Publishing Group, New York, 2010

Tavris Carol, Aronson Elliot, Mistakes were Made, Harcourt Books, Florida, 2007

Thaler Richard H. The Winner’s Curse, Paradoxes and Anomalies of Economic Life, Princeton University Press, New Jersey, 1992

Thaler Richard H. Sunstein Cass R. Nudge Improving Decisions About Health, Wealth and Happiness, Penguin Books, New York, 2009

Williamson Oliver E. Winter Sidney G. The Nature of the Firm, Origins, Evolution and Development, Oxford University Press, New York, 1993

İnternet Siteleri

www.wikipedia.com

www.changingminds.org

www.wired.com

Hiç yorum yok: