5 Eylül 2008 Cuma

İşsizlik oranlarına farklı bir bakış

Amerikada işsizlik rakamlarının yüksek gelmesi zaten zayıf olan ekonomik görünümü oldukça belirsizleştirdi. Oran son beş yılın en yüksek seviyesi olan %6.1'de. Başka bir ifadeyle 18.300.000 kişi.

Haftalık çalışma süresi Amerika'da 32-40 saat arasında değişiyor. Subprima krizinden sonra birçok işyerinde 30 saatin bile altına düştü. Çalışanlar işten çıkarılmasa da çalışma saatleri ağır şekilde azaltıldı. Hatta bazı işyerleri düşük ücretle çalışabilecek işçileri mevcutları ile değiştirdi. Böylelikle işsizlik oranındaki artış, harcanabilir gelirdeki azalışın çok çok gerisinde kalmaktadır. Adam Smith'in zenginlik ve refahın kaynağı olarak gördüğü toplam tüketici harcamalarının azalması kaçınılmazdır öyleyse. Yine de burada unutulmaması gereken şey ise, ekonominin depresyon (uzun süreli gerileme) dönemine girdiği böyle zamanlarda, çalışma süresinin haftada 2o saate kadar düştüğünün tecrübe edilmiş olması gerçeğidir. İyimserlik ve kötümserlik her ne kadar kriz dönemlerinde içiçe geçse de, domino taşları devrilmeye başladığında durdurmak mümkün olamamaktadır.

Dow Jones'un dün 300 puan düşmesi, Amerikanın resesyona girdiğinin yatırımcılar tarafından kabulü anlamına geldiği şeklinde yorumlanabilir. Konut ipoteğini ya da kredi kartlarını kullanarak yapılan harcamalar acaba Adam Smith'in bahsettiği tür harcamalar mıydı? Yapılan harcamalar sonrasında insanların varlık değerleri artmadığı gibi eksiye de geçmektedir. Böyle bir senkronizasyon ekonomi kuramları arasında var mıdır acaba? Resesyonu hangi gerçeğin ardında aramalıyız?

Düşük ücretli işçiler, maliyetlerin arttığı, karların azaldığı durumlarda işverenlerin cansimidi gibidir. Bilhassa otomobil fabrikaları yıllarca gelişmiş piyasalardan gelişmekte olan piyasalara ya da üçüncü dünya ülkeleri denilen gelişmemiş piyasalara taşındı. Sonuç başta düşünüldüğü gibi olmadı. Çünkü maliyetler azaltılsa da, verilen ücretlerin azlığı, üretilen arabanın aynı işçi tarafından satın alınmasına mani oldu. Tam işler kötüye gidiyor derken, İngiltere ve Amerika tüketim ekonomisini yarattı. Yani paran yetmiyorsa bankadan kredi al. Böylelikle üretilen araçlar alım gücü olmayan işçilere satıldı. Bunu konutlar izledi. Elinde tasarrufu olanlara ise, bu varlıklara müşteriler tarafından sahip olunması için verilen kredilerin, menkul kıymetleştirilmesi sonucu oluşturulan bonolar satıldı. Çayın taşıyla çayın kuşu vurulmuş oldu ve ekonominin tüm riski müşteriler üzerine itildi.

Gerçek çözümlere ihtayaç duyulduğu gerçeği her zamanki gibi problemlere eklenmemeye devam edecek Amerikada.

Hiç yorum yok: